RAKS VE DEVRÂN ETRAFINDA TARTIŞMALAR – İsmet KAYAOĞLU
III. ULUSLARARASI MEVLÂNA KONGRESİ
RAKS VE DEVRÂN ETRAFINDA TARTIŞMALAR
Prof. Dr. İsmet KAYAOĞLU*
Raks ve devrân üzerine yapılan tartışmalar çok eskilere gitmektedir. İslam uleması içinde fakihler ile tasavvuf ehli, dinî ayinlerin ruhanî ve formel tezahürleri konusunda tartışmışlardır.
Bu konu Osmanlı fikir tarihi içinde de yeniden alevlenerek tartışma devam etmiştir. Osmanlı devletinin kuruluş yıllarında, tasavvuf ileri gelenlerine ve dergâhlara gösterilen yakınlık ve tolerans XVI. yüzyıldan itibaren azalmaya başlamıştır. Bunda Doğu”da, Safevi devletinin kuruluşu ve Anadolu”da Şiîlik”in yayılması tehlikesi karşısında ehli sünnet görüşünü sağlam tutma çabaları bulunmaktadır.
Semâ, raks, devrân, mûsiki konularında lehte ve aleyhte risaleler yayılmış, özellikle XVII. yüzyılda sade bir İslamiyet anlayışını sergileyen Kadızade Mehmed Efendi (ö. 1635) ve onun yolundan gidenler İstanbuldaki dergâhlarda rahat ayin yapılmasına engel olmuşlardır.
Biz burada, yalnız Mevlevîlerdeki raks ve devrân konusu etrafındaki tartışmalardan bahsedeceğiz. Bunun için, önce devrân terimini açıklamak yerinde olur. Devrân; “bir dinî motivasyon sonucu sûfinin çok defa gayrı ihtiyarî olarak yerinden fırlayıp, dönmeğe başlamasına” denir. İradeli olarak yapılan devrân, özellikle ilk sûfiler tarafından pek hoş karşılanmamışsa da daha sonra tarikat mensupları arasında usûlüne uygun ve samimi olarak uygulanması şartiyle bir sakınca görülmemiştir.
Toplu olarak gerçekleştirilen devrânda dervişler bir halka oluşturarak dönerler, Mevlevî semâında bu, belli bir zeminde, belli bir düzen içinde ve daireler üzerinde dönülerek gerçekleşir.
Mevlevîlikte adını Sultan Veled”den alan üç devir vardır (edvâr-ı selâse). Bu devir, dervişlerin düzenli ve edalı bir şekilde semâhanede üç defa dolaşmalarından ibarettir. Devirlerin her birinde, belli selamlar ve dualar okunarak devrânın önemine ve insan tabiatı ile olan ilişkisine işaret edilir. Hem kendi ekseninde, hem de semahanede belli daireler üzerinde dönen Mevlevîler şeyhi kutba, semazenler de bu kutup çevresinde dönen yıldızlara benzetilir.1
Bu ifadeden anlaşılıyorki devrân, semâ meclislerinde okunanları dinledikten sonra, bundan duygulanarak ayağa kalkmak suretiyle vecd içinde dönme halidir.
Raks ve devrânın helal veya haram olduğu tartışmaları üzerine delil getirenler birçok ayet ve hadislerden örnekler verdiler. Bunlar içinde en çok anılan, peygamberin hayatından aksettirilen bir olaydır: Peygamber ve Hz. Ayşe, evlerinin yanında, raks eden ve def çalan bir grup Habeşli”yi, birlikte izlediler, Hz. Ayşe başını Peygamberin göğsüne yaslayarak dinledi. Bize aktarılan hadise göre olay şöyledir: Ebu Bekir onların yanına gelir, bu görüntüyü tasvip etmediği için, tam Habeşli gruba raksı ve müziği kesin diyeceği sırada, Peygamber: “Her halkın bir bayramı vardır, bu da bizimki” diyerek onu durdurur. Peygamberin sadece müziği ve raksı hoş görmekle kalmayıp, aynı zamanda Ebu Bekir”in, icracıların faliyetine son vermesini önlemesi bu tür davranışları tasvip ettiğini ima etmektedir.
- VII/M. XIII. yüzyılda özellikle Şam”da ve Kudüs”te semâ uygulamasına çok rastlanmıştır. Yine bu bölgede dinî açıdan tasavvuf yanlısı muhitlerle, zâhir ulema, özellikle Hanbeli fakihler arasında bu ayin üzerine tartışmalar olmuştu.
Semâ ve raks yapan bir grup genç arasında bulunan Ali al-Harirî, Eyyûbî hükümdarına yapılan şikayet üzerine doğum yeri olan Havran şehrine sürgün edilmişti.
Şam şehrinde birçok zaviyede semâ ayini yapıldığını ve bunlar içinde İbn ur-Rûmî diye bilinen Şeyh Şerafeddin Muhammedin bütün semâ süresince, üstünden, şalvarı hariç, bütün giysilerini atarak dans ettiğini” bir arap tarihi bize nakleder. Yine Anadolu”dan geldiği söylenen Abdullah al-Armanî (ö. 1233) isminde biri, Kudüs”ün Harem-i şerifinde, yanındaki “fukara” ile (yani dervişlerle) raks ve devrân ettiği, kendisini istemeyenlerin şikayeti üzerine şehri terketmek zorunda kaldığı yazılıdır. O haramları çiğnemekle suçlandırılmıştı.2
Benu Ğânim ailesi içerisinde semâ ve raks hakkında lehte ve aleyhte görüş beyan eden ve vaziyet alan kişiler vardır. Abdusselam (ö. 1279) yazdığı şiirlerde semâı uygun bulduğu halde bir ölçüde raksa karşı görünüyor. Bu aileden Abdusselamın amcası Abdullah semâ”ın şiddetli savunucusudur. Meşhur Hanbeli bilgin Abdurrahman Nablusî (ö. 1258) ile polemiğe girmektedir. Nablusî yazdığı şiirlerde semâ ve raksın haramlığı ve toplum üzerinde kötü etkiler yapacağı fikrini büyük bir tepki ile ortaya koymuştu. Hatta kadınların bu gibi meclislerde bulunmasını kınamıştı.
Halbuki Abdullah İbn Ğânim ona verdiği cevapta, semâ”ın müminlerin kalbinde müspet etkiler doğurduğunu belirterek fukaha ile fukarayı (yani dervişleri) bu konuda barıştırmak istemişti.3
XIV. yüzyılda yaşayan İbn Teymiye (ö. 1328) raks ve devrân konusu üzerinde durarak bunları tamamiyle reddeder. Bu konuda ileri sürülen hadislerin uydurma (mevzu) olduğunu belirtir. Semâ ve devrânı, doğru yoldan ayrılan halk tabakasının sapkınlığı; cahiliye esprisine dönüş; meleklerin müziğine hülûldan çok uzakta olan, şeytanî bir iş olarak görür. Selefiyenin yolunda olan İbn Teymiye, gerçek müslümanlar kitaptan ve Allah”ın Elçisinin Sünnetinden ayrılmasınlar der.4
Osmanlılar zamanında devrân ve raks konusunda geniş bir literatür oluşmuştur. Ele alınan meseleler ve ana temalar birbiriyle benzerlik gösterir. Büyük çoğunluğu yazma eser halindedir. Burada bunların bir listesini vermek bu konu ile ilgilenenler için faydalı olacaktır.
Semâ ve devrânın meşruluğu üzerine yazanlar: Eşrefoğlu Rûmî (ö. 1469-70) Sırru”d-devrân (Süleymaniye Ktp., Esad Ef., nr. 1498; 1-28 vr); Muhammed b. Mahmud el-Aksarâyî (ö. 1494) Risâle fi beyâni devrâni”s-sûfiyye (Süleymaniye Ktp., Hekimoğlu nr. 438, 424-35 vr.); Kınalızade Alaeddin Ali Çelebi (ö. 1572) Risale fi hakkı”d-devrân ve”r-raks (Süleymaniye Ktp., Harput, nr. 11, 122-25 vr.) veya Risâle fi beyâni devrâni”s-sûfiyye (Süleymaniye Ktp., Hekimoğlu nr. 438, 422-24 vr; Erzincan, nr. 152, 91-93 vr.; Tire Ktp., Necip Paşa Vakfı, nr. 659); Aziz Mahmud Hüdayî”nin (ö. 1628) Keşfu”l-kına” an vechi”s-semâ (nşr. Hasan Kâmil Yılmaz, Aziz Mahmud Hüdaî”nin Semâ Risâlesi, İstanbul, 1986); İsmail b. Ahmed er-Rüsûhî el-Ankaravî (ö. 1631) Hüccetü”s-semâ (Bulak 1256; İstanbul 1286, Minhâcu”l-fukarâ adlı eserinin sonunda); Abdulahad Nuri b. Mustafa Sarayî es-Sivasî (ö. 1650) Terceme-i risâle fi devrân-ı sûfiyye (İstanbul 1824, 91-105 arası); Ali b. Muhammed el-Kastamonî (Karabaş Veli) (ö. 1686) Risâletü”d-devrân (Süleymaniye Ktp. Hacı Mahmud Ef., nr. 2337, 36-88 vr); Saçaklızade Muhammed b. Ebu Bekr el-Mar”aşî (ö. 1732) Risâle fi”r-raks ve”z-zikr (Âtıf Ef, Ktp. Âtıf Ef., nr. 2798; Süleymaniye Ktp., Hacı Mahmud Ef., nr. 1915); Mehmed Emin Tokâdî (ö. 1745) Siyânet-i dervişân der bahs-i devrân-ı sûfiyyân (Mehmed Emin Tokâdî”nin Türkçe olarak ele aldığı bu risalenin nüshaları için bkz. Süleymaniye Ktp., Esad Ef., nr. 1849 vr. 54b-72b; Millet Ktp., Ali Emiri, Şeriyye, nr. 832, vr. 43a-53b…); İsmail Efendi, Risâle fi tahkiki emri”s-semâ li”l-mübtedi (Süleymaniye Ktp., Reşid Ef. Nr. 1218, 68-69 vr.) ve Risâle fi tahkiki emri”s-semâ li”l müntehi (Süleymaniye Ktp. Reşid Ef. nr. 1218, 64-67 vr.); İbrahim b. Muhammed en-Niksarî, Burhanu”l-elhân fi hükmi”t-teganni ve”d-devrân (Süleymaniye Ktp. Yazma Bağışlar, nr. 701, 72 vr.) ve Beşir Efendi, Devrân ve Zikir Hakkında Risâle (Süleymaniye Ktp., Esad Ef., nr. 1352, 111 vr.)5
Raks ve devrânın caiz olmadığı üzerine yazanlar, Hüsam Çelebi (ö. 1520) Risâle fi raksi”l-mutasavvıfe (Süleymaniye Ktp., Şehid Ali Paşa nr. 2818, 39-41 vr.); Zenbilli Ali Efendi”nin (ö. 1525) Risâle fi devrâni”s-sûfiyye ve raksihim (Süleymaniye Ktp. Esad Ef. Nr. 1456, 3601, 3612, 3783; Carullah Ef., nr. 2086; Hacı Mahmud Ef. nr. 2716, 2855, 3093 Zenbilli Ali Efendi bu risalesinde Sûfiyenin devrân ve raksı hakkında olumlu bir yaklaşım sergiler); İbn Kemal”in Risâle fi devrâni”s-sûfiyye ve raksihim (Süleymaniye Ktp., Murad Buhari, nr. 327, 210-212 vr.), Kemalpaşazade”ye nisbet edilen aynı konudaki risaleler için bkz. Risâle fi İbtâli”r-raks ve”s-semâ (Süleymaniye Ktp, Düğümlü Baba nr. 446) ve Risale fi tahkiki”l-hak ve ibtali”r-re”yi”s-sûfiyye fi”r-raks (Süleymaniye Ktp., Hacı Mahmud Ef., nr. 5689; Hafid Ef., nr. 453…); İbrahim b. Muhammed el-Halebî”nin (ö. 1549) er-rahsu ve”l-vaks li mustahili”r-raks (Süleymaniye Ktp., Bağdadlı Vehbi Ef. nr. 2074, vr. 20b-27a; 2115; Esad Ef. nr. 245, 16120, 3780; Giresun Yazmalar, nr. 115; Hacı Mahmud Ef. nr. 2066; Halid Ef. nr. 453…); Ebussuûd Efendi”nin Devrân-ı Sûfiyye”ye Dair Fetva (Süleymaniye Ktp., Reşid Ef. nr. 1036, 52-53 vr.); Birgivî”nin er-Risâle fi”z-zikri”l-cehri (İstanbul 1988 Dersaadet Kitabevi); Ahmed b. Muhammed el-Akhisarî”nin (ö. 1631) Risâle fi hurmeti”r-raks ve”d-devrân ve keraheti”z-zikr (Süleymaniye Ktp., Harput nr. 429, 65-72 vr.); Kadızade Mehmed Efendinin (ö. 1635) Risale fi devrâni”s-sûfiyye (Kütüphane Kataloglarında bu eserin Antalya Tekeli İlçe Halk Ktp. Nr. 799 da olduğu anlaşılıyor. 108b,117a vr.); Muhammed b. Mustafa el-Bucavî”nin (ö. 1649) Risale fi zemmi”t-tegannî ve”r-raks (Köprülü Ktp., Fazıl Ahmed Paşa, nr. 703, 182-184 vr.); Abdulkerim b. Veliyûddin”in (Veliyüddinzade) (ö. 1689) Risâle fi hakkı devrâni”s-sûfiyye (Süleymaniye Ktp., Esad Ef. nr. 3632, 299-313 vr.); İbrahim Efendi”nin Risale-i devrân-ı sûfiyye (TÜYOTOK, Amasya Beyazıd İl Halk Ktp. Nr. 936, 93b-96b ve İbrahim b. Ebi Bekr el-Erdebilî”nin Mezheb-i Erbaada Devr-i Raks-ı Semâ”ın Hurmeti (TÜYOTOK, Antalya Akseki İlçe Halk Ktp. nr. 146, 155-168 vr.) adlı eserleri olarak anılabilir.6
Daha Mevlevîliğin teşekkülünden önce bu konu İslâm alimleri arasında iki ayrı görüş halinde ortaya çıkmaktadır. “Sûfilerin devrânı rakstır, raks haramdır, haramı helal sayan kâfir olur” diyenlere karşılık “raksın haram olduğu konusunda nas yoktur; bu konuda icma dahi yoktur” cevabı verilmiştir. Raks ve semâı caiz gören İmam Şafi”î, İmam Gazâlî, Suhreverdî, Necmeddin Daye, Ebu Talibu”l Mekkî, İbn Fâriz ve Mevlânâ lehte; İbn Teymiye, İbn Cevzi, İmam Rabbâni aleyhte görüş beyan etmişlerdir.
Konunun genişliği itibariyle, alimlerin ve sûfilerin görüşlerini ayrıntılı olarak incelemek mümkün olduğu halde, biz sadece Osmanlılar zamanında en belirgin ve yankı bulan kişiler ve görüşlerini ele almak suretiyle bu bahsi aydınlatmaya çalışacağız.
Raks ve devrânın aleyhinde yazdığı “Risâle fi tahkik-i raks ve”d-devrân” adlı risale ile Kemal Paşazade (ö. 1534) şu kesin görüşleri taşıyan fetvayı vermişti: “Raks ve devrân eden kişi, kâfir olur. İmamlığı câiz değildir. Ona ne selâm verilir, ne de selâmı alınır. Raksı helal göreni doyurmak günahtır ve azabı gerektirir. Çünkü bâtıla yardım olur. Eğer bir kişi devrân ibadettir ve lüzumludur derse imanını yenilemesi gerekir. Raks ve devrân helal diyen tasavvuf şeyhleri delâlet içindedirler, elleri öpülmez, onlardan sakınılır. Şeyhin böyle dedi diye devrân yapan kişinin öldüğü vakit cenaze namazı kılınmaz, müslüman mezarlığına gömülmez”.7
İbn Kemal”in yolundan giden Sarıgürz lakablı İstanbul Kadısı Muslihiddin (ö. 1522), devrân ile rakseden dervişleri cezaya çarptırmak istemiş ve bu amaçla İbn Kemal”e bir şikayetname göndermişti. Sarıgürz”ün bu teşebbü-sü üzerine o vakit, devrân icra eden Halvetiler telaşa kapılmış ve engellemek istemişlerdi. Nakledildiğine göre Şeyhülislam İbn Kemal bu şikayetnameyi önce tasdik etmiş sonra Sünbül Sinan Efendi”nin araya “Hacı Halife” diye tanınan Mahmud Efendiyi koymasıyla uygulamadan vazgeçilmişti.8
Anlatıldığına göre Sarıgürz ile ünlü şeyh Sünbül Sinan (ö. 1529) arasında, Fatih Camiinde, bir cuma günü halkın huzurunda semâ ve devrânın şeriliği konusunda karşılıklı söz düellosu olmuş ve Sarıgürz bundan yenik çıkmıştı. Sünbül Efendi bu meseleyi halletmek için biri ulemaya hitap eden arapça, diğeri türkçe iki risale yazmıştı. Arapçası, Risale Tahkikiye adını taşır.9
Ancak Sünbül Efendi”nin bütün çabalarına karşı, münakaşa sona ermemişti. Nitekim Fâtih Camii imamlarından, İbrahim Halebi (ö. 1549) kaleme aldığı eserinde, Sûfiyenin uyguladığı devrânı, bazı hristiyanların eğlenirken yaptıkları raksa benzetmişti. Tasavvuf çevrelerinden kendisine yöneltilen, “şarap içenlere birşey söylemiyor da semâ eden dervişleri tenkid ediyor” şeklindeki eleştirilere şöyle cevap vermektedir: “Ey miskin, eğer insaflı düşünürsen anlarsın ki bu iş şarap içmekten daha zararlıdır. Şarap içen yaptığının haram olduğuna inanıyor, pek çoğu da tövbe ederek yaptığına pişman oluyor. Ayrıca onu içtiği için halk tarafından aşağılanıyor, zillete düçar oluyor, ama sûfiler öyle mi. Yaptıkları devrânın ibadet olduğuna inandıkları için tövbe etmeleri, pişman olmaları mümkün değil. Üstelik halkın yanında itibarları yükseliyor.10
Kanuni devri Şeyhülislamlarından Çivizade Muhyiddin Mehmet Efendi (ö. 1547) raks ve devrânın şiddetle aleyhinde olmuştu. 1539 yılında Şeyhülislam olan Çivizade, tasavvuf ehline karşı aşırı tenkitlerde bulunmuştur. İbnu”l-Arabî ve Mevlânâ”nın kâfir oldukları kanaatini taşımaktadır. Hatta Mevlânâ”nın “Ey kâfirler, sizin fiillerinizi ben yaratırım, zira mutlak hâkimim, ister mümin ister kâfir yaparım” beytini, kendi anlayışına göre yorumlayarak, Rûmi”nin küfre gittiği hususunda bir fetva yazıp, Kanuni Sultan Süleyman”a gönderdiği rivayet edilmektedir.
Genellikle kabul edildiğine göre, onun bu iki İslam büyüğü hakkındaki görüşleri, görevinden uzaklaştırılmasında etken olmuştur.
Ondan sonra, 1545 yılından itibaren uzun bir süre şeyhülislamlık makamında bulunan Ebussuud Efendi (ö. 1573) de raks ve devrâna karşıdır. Bu konu-da verdiği fetvalara bakalım: “Devrânı ibadet addeyleyicek mürteddir, asla müslimeden zimmiyeden avrat nikahlamak mümkün değil, zebihası meyyitedir (kestiği hayvan ölü sayılır). Amma ibadet addetmeyip, mubah itikad edip devrân ederse mürted değildir. Taatten haric fâsıktır. Sâir fusekâ gibidir. Menkuhesi tefrik olunmaz (nikahlısı boş olmaz), zebihası yenir.”
Devrânın mubah olup olmadığı, yapanın hükmünün ne olduğu hakkında şöyle der: “Mubah me”murun bih değildir, ibadet memurun bihâ olmak muhakkaktır, mubah addeden, Hak taâlâ hazretine “emr etti” deyu iftira eylemez ki kâfir ola, amma ibadet addeden ol lehv ü lu”b ve abes olmak ile hurmeti mukarrere olduğundan gayrı, keferenin küfr-i meşhurlarına kemâl-i müşabehet ile müşabih olan fi”l-i kabih ü münkeri, “Hak teâlâ hazretinin emridir” deyu iftira etmek ile kâfir olduğundan gayri, mukâbelesinde sevap rica etmek ile tekrar kâfir olur; haram akçayı sadaka edip sevap recâ eden kimse gibi”. Yani Allah bunu ibadet olarak emretti derse kâfir olur, karşılığında da hiçbir sevap yoktur, der.
Ebussuud Efendi sorulan soruya şöyle cevap verir: “Ol ayeti kerimede [Allahı ayakta, oturarak, uzanmış halde zikrediniz] raksın cevâzına kat”a işaret yoktur. Ol efali kabihanın hilline anın ile mütemessik olana tecdid-i iman ve tecdid-i nikah lâzımdır. Zirâ ki Kelâmullah ma”nasını tahrif edip kendi hevâsına tâbi etmiş. Ve ol hadis-i mezkure [bir kavme benzemek isteyen onlardandır] sahihtir, lâkin beni Âdem melaike ettiği fiile teşebbüh etmek memur değildir. Amma şimdiki zaman sûfileri ettikleri raks fi”l-hakika kâfirlerin horos tepmesi-dir ve bunların fiilleri kefereye teşebbühtür. Ve Resûl (aleyhisselam) hazretine raks isnad etmek küfürdür. Zira raks ef”âli süfehâdır, enbiyada birine sefeh isnad etmek küfür idüğü kütüb-i fetvâda mestûrdur. Ve eshâb-ı kibârdan bu fi”li kabîhin sudûruna kavil kizibdir ve iftiradır. Ve İmam Şâfiî”den sâdır olduğu sahih değildir. Hiçbir müctehid raks helâl dememiştir, ihtilafları semâdadır. Mesâil-i ictihadiyyede müctehidden gayrı İmam Gazâlî ve anın emsâli kimselerin kavillerine itimad câiz değildir. Ve bu makûle tesvilat ve tezvirât ile teşeytün edip halka va”z eden kimseler dâller ve mudillerdir, bi-icmâ-il müctehidîn tekfir olunmuştur. Eşedd-i ta”zîr ile ve hapisle men lâzımdır. Eğer memnu” olmayıp “ulemâ ehl-i zevkin esrarına muttali değildir” demek iddiası üzerine fi”l-i şenia ısrar ederse zındıktır, elbette katl olunmak vâcibtir. Ba”d-el-ahz tevbesi makbul değildir. Neuzu billah min zâlik”.11 Bu ifadeler Ebussuud Efendinin raks ve semâ konusundaki sert tutumunu bize göstermektedir.
Ebussuûd Efendi”nin bu şekilde fetva vermesi üzerine Anadolu”da bazı kadıların raks ve devrân yapan Halvetileri engellemeye kalkıştıkları görülmektedir. Merkez Efendi”nin Tire”ye gönderdiği halifesi Şemseddin Ahmed Efendi (ö. 1567-68) dervişlerine raks ve devrân yaptırdığı için, o bölgenin kadılarının tepkisi ile karşılaştı. Şeyh Efendi ise şu şekilde onlara cevap verdi: “Şeyhülislam fetvasıyla yasaklanan, hevâ-i nefs ile olan raksdır, bizim yaptığımız ise aşk-ı ilahiden kaynaklanmaktadır”.12
Raks ve devrân hakkında bu menfi tutum daha sonraki yıllarda devam etmiş ve bazen bu fiilî bir hale gelmiştir. Kadızade Mehmed Efendi (ö. 1635) den sonra vaizlerin en mücadelecilerinden biri olan Üstüvanî Mehmet Efendi (ö. 1668) yazdığı “Risale” adlı küçük kitapta, teganninin, def çalmanın, zurna ile birlikte türkü söylemenin, İslam”da yeri olmadığını; sûfilerin yaptığı semâ ve devrânın haram olduğunu ifade eder.
Bu görüş, Kadızadeliler”de fiilî bir safhaya intikal etmiştir. Saraydan aldıkları cüretle, tekkeleri basmaya ve dervişleri dağıtmaya başlamışlardır. Bu durum, Köprülü Mehmed Paşa”nın vezirliği zamanına kadar devam etmişti. Hattâ bir Cuma günü Fatih Camiinde, Cuma namazı esnasında müezzinler nât-ı şerif okurken, Kadızadelilerden bir grup, bunun makamla okunmasını menetmek istemişlerdir. Bunun üzerine kan dökülmesine ramak kalmıştır. Kadızadeliler bu olaydan sonra tarikat erbabına taarruza başlamışlar, ne kadar tekke varsa yıkmışlar, taş ve topraklarını denize dökmeye ve sokaklarda rasladıkları derviş ve şeyhlere tecdid-i iman teklif edip, kabul etmeyenleri öldürmeye başlamışlardır. Daha sonra padişaha gidip bütün bidatların kaldırılmasını istemişlerdir. Selatin Camilerinin birer minaresini bırakıp diğerlerini yıkmaya, peygamber zamanından sonra ihdas olunan her şeyi ortadan kaldırıp, âleme kendi zihniyetlerine uygun yeni bir nizam vermeye kalkışmışlardır.
Bunun üzerine, Köprülü Mehmed Paşa, önce bunlara nasihat etmiş fakat sözünü dinletememiştir. Sonra, ileri gelen ulemayı huzura çağırmış onlarla konuşmuştur. Onlar, Kadızadeli”lerin iddialarının bâtıl olduğunu, bu şekilde fitne çıkaranların cezalandırılması gerektiğini söylemişlerdir. Bunun üzerine Köprülü, durumu padişaha arzetmiş ve olay çıkaranların öldürülmesi hususunda emir almıştır. Bu emri almasına rağmen, Köprülü öldürme yönüne gitmemiş, Üstüvâni”yi, Türk Ahmed”i ve Divane Mustafa”yı Kıbrıs”a sürerek ortamı sükûnete kavuşturmuştur.13
Bu konularda fikir beyan eden bir başka Şeyhulislam Minkarizade Yahya Efendi”dir (ö. 1666), IV. Mehmed dönemi (1648-1687) Şeyhulislamı olup kendisine sorulan, mutasavvıfların devrân dedikleri ve bazı hususi hareketlerle yaptıkları raks ile, Mevlevîlerin semâ”ları ve def, kudüm çalmaları, ney üflemelerinin dini hükmünün ne olduğu sorusuna şu fetvayı vermişti: Bu türden davranışların İslam”da yerinin mutlak manada olmadığı gibi, sakıncaları da vardır. Bu kısa ve net fetvadan sonra Minkarizade konuyu daha ciddi ve kritik duruma getirerek, siyasi platforma taşıyarak bir tavsiyede bulunmuştur: “Yüce padişah içinde kötülük ve günah barındıran bu davranışları yasaklıyarak güzel gelenekleri ve hayırlı emanetleri icra etsin”. Ona göre, değil devrân ve semâ, bazı tarikatlerin ayakta ve cehren yaptıkları zikir bile çirkin ve günahtır. Aslolan, zâkirin (dervişin) sanki başında bir kuş varmış da bir kısım hareketlerle onu kaçıracakmış gibi oturarak ve sessizce zikretmesidir. Ancak bu şekilde yapılan zikir, şeriat kurallarına ve edebine riayet edilerek yapılan zikirdir. Aynı şekilde Mevleviler, semâı terk etmeli ve mûsiki aleti olan def, kudüm ve ney kullanmalarına son vermelidir. Bunun yerine Mesnevihanlar hadis-i şerifler naklederek, cemaat va”z ve nasihat dinlemelidir.14
Minkarizade”nin bu fetvasına cevap olarak, onun sûfilere haksız yere karşı çıktığını belirten Sunullah Gaybî (ö. 1771) yazdığı arapça, Risâle fi halli”d-devrâni”s-sûfiyye adlı risalede, ihvana raks ve devrân ile zikrin caiz olduğu, görüşünü beyan etmiştir.
Kadızade hareketinden sonra, o yolda giden Vânî Mehmed Efendi, Saray”da kendisine destek bulmuştu. IV. Mehmed”e hülûl etmiş, padişah onun vaazlarının etkisi altında kalmıştı. Köprülü Fazıl Ahmed Paşa (ö. 1676) da ona iltifat etmekte idi.
Vâni”nin ön safa geçmesi, tarikat ehli için felaket yıllarının mukadder başlangıcı idi. Hicri 1077/M. 1665 yılında Mevlevî dergâhlarında raks ve semâ yapılamaz olmuştu. Dervişler, bu duruma “yasağ-ı bed=1077” diyerek tarih düştüler.
Mevlevî yazar Sakıp Dede, Semâın yasak edilişi üzerine, bir haftada yaklaşık bin mevlevînin öldürüldüğünü, bir kısmının da seyahate çıktığını söyler.15
Şeyh Münir-i Belgradî de raks ve devrâna karşı olan biridir. Ona göre raks ve devrân haramdır her ikisi de faydasızdır. Şeriata dayalı olan şeyler faydalı olan şeylerdir. Halbuki bunlar abes ve sefih olarak kabul edilir. Yazdığı, Risale fi Reddi”s-Semâ adlı kitapta, raks ve nağme ile meşgul olanlara ve insanları bun-lara yönlendirenlere nasihat edilmesi gerektiğini yazar. Bu kötü amelleri, şeytanın onlara güzel gösterdiği ameller olarak görür. Yapanları bundan vazgeçirmek gerekir, der.16
Yine raks ve devrân hakkında menfi görüş sahibi olan ve Sakız adasında müftilik görevinden dolayı Sakızî diye bilinen Muhammed İbn Yusuf, Muhannad adlı eserinde devrânı reddetmiştir. Büyük kısmını bidatlara ayırdığı kitabında raks ve semâı bidat saydığı gibi, cenaze ve çocuk sünneti için yapılan dinî toplantılarda yüksek sesle yapılan zikri de reddetmiştir.
Sakızî, Hz. Muhammed”in Hz. Ayşe ile birlikte Habeşlilerin rakslarını seyredip dinlemeleri ile ilgili hadisi sahih kabul etmektedir. Fakat o bu olayın temsili olduğunu, eğlence mahiyetli olmadığını ifade eder. Ona göre bu bir tür savaş temsili idi. Devrân”ın meşruluğu için kabul edilemez.17
Şimdi, bu görüşlerin aksine, raks ve devrânın mubah ve câiz olduğu konu-suna geliyoruz. Bu görüşleri savunanların fetva makamında olanlar değil, tasavvufa gönül verenler olduğu dikkati çeker. Biraz sonra bahsedeceğimiz Zembilli Ali Efendi istisna edilmiştir. Büyük bilgin ve Şeyhulislam İbn Kemal”in de ha-yatının sonuna doğru kanaatini değiştirerek devrâna cevaz verdiği anlaşılmaktadır. Bu değişim onun Sünbül Efendi ile dost olup ve onun vefatından sonra Şeyh İbrahim Gülşenî”ye intisabı ile ortaya çıkmıştır. En son yazdığı risalede: “Sûfilerin raks diye nitelendirilen hareketleri, her ne kadar bir kısım benzerlikler ihtiva etse de, bizâtihi raks değildir. Zira raksta “tekessür” (kırılma) ve “tahannüs” (kadın gibi davranma) vardır. Doğrusu sûfiler devrân ile kadınlara benzemeyi kastetmiyorlar. Bütün ezkâr ve ibadetlerin asıl maksadı kalbi mâsivadan temizlemek ve Allah tarafına yöneltmektir. Sâlih ve sahih niyetle semâ eden kimsenin, vecd için kendini zorlayarak veya şevke gelerek yaptığı hareketler, kalp huzuruna ve dünyadan yüz çevirmeye vesile olması hasebiyle mahzâ hayırdır” demektedir.18
Zenbilli Ali Cemâli Efendi (ö. 1525) raks ve devrânın haram olduğuna dair verilen fetvaların kara bir cehaletin ve taassubun ifadesi olduğunu, kin ve garazın mahsulü bulunduğunu belirtmiştir. Ona göre raks ve devrânın haramlığı ne Kuran ve ne de hadis ile sâbittir. Bu husustaki delil, onun oyun olarak kabul edilmesi ve bu yüzden menedilmiş olmasıdır. Halbuki devrânı oyun olarak kabul etsek bile yine helaldir. İnsan, sakalı, sarığı, elbisesi ile oynar; ok ve yay ile de oynamak mubahtır. Devrân eğer oyun ise bu kabil mubahlar cinsindendir. Devrânı müşriklerin dansına kim benzetebilir? Bu, asılsız bir benzetme, devrân yapana iftira ve kötülemeden başka bir şey değildir.19
Böylece açık bir şekilde devrânın caiz olduğunu savunur.
Rüsûhi-i Ankaravî, (ö. 1631) Mevlânâ”nın Mesnevisine yaptığı şerhi ile ünlüdür. O”nun Mevlevîlik üzerine yazdığı eserler arasında bir de Risâle-i Hüccetü”s-Semâ20 adlı bir eseri bulunmaktadır. Bu eserde Mevlevîlere karşı yapılan tenkidlere cevap verir; raks ve devrânın meşruluğunu savunur. Hüccetü”s-semâ, raks ve devrân, semâın şeriata uygunluğu, def çalma, dolayısiyle müzik aletleri kullanmanın mubahlığı bahislerini içerir.
Kitabın ilk bölümünde, raksın yol açtığı vecd halinin, müslümanlıkta yasak olmadığını savunurken, Sühreverdi”nin Avârifu”l-maârif adlı eserinden, İbn Arabi”nin Fütuhât”ından alıntı yapmaktadır. Fütuhât”tan yaptığı alıntıda, Cüneyd-i Bağdadî”nin yolculuğunun hikayesini anlatmaktadır. Cüneyd, yanındakilerle birlikte Sina Dağı”na ulaştığında Kavvâle”den (şarkı söyleyen kişi) bir nağme okumasını ister. Bütün topluluk vecd halinde raksa başlar.
Ankaravî, müzik ve dansın (raksın) meşruluğuna dair kanıtlar aramak yerine, görüşünü büyük mutasavvıflar için “onlar yaptıysa doğru olmalı” temeline dayandırmaktadır. Ne yaptıklarını açıkça tanımlama zahmetine girmeden, Sühreverdî, Necmeddin Daye, İbnu”l Fâriz ve Ebu Tâlibû-l Mekkî gibi ünlü mutasavvıfların raks ettiklerini, dolayısıyle raksın yanlış olmayacağını söylemektedir. Daha sonra Peygamberin, raks eden bir grup Habeşi izlediğine dair hadisten alıntı yapmakta ve “Peygamber insanları raksederken izlemekten zevk almışsa, raks etmek yanlış olabilir mi?” sorusunu yöneltmektedir.21
Rüsûhi-i Ankaravî”ye göre, semâ ve raksa teşvik eden unsurun ilahi olması gerekir. Bu, Allah”a yaklaştırmaya vesile olursa o zaman meşrudur. Semâ ve raks, eğlence niteliğinde hareketlere medar olamaz.
Kimi bilginlerden gelen tenkidlere şu cevabı verir: “Ulemâ, aslında, bize nispetle, nefis mücadelesi ve bir bakıma ibadet olan ve raksa benzeyen devrânımızı, hareketlerimizi, tevacûdümüzü nasıl tenkid eder ve reddeder? Halbuki, insanın niyet ettiği zaman ailesiyle ve çocuklarıyla oynaması, gülmesi dahi ibadet gibi olunca, farz ve vacibler dışında bizim sırf Allah rızası için yaptığımız semâ ve raksımız neden ibadet olmasın?”22
XVII. yüzyıl bilginlerinden ünlü Kâtip Çelebi (ö. 1657) de raks ve devrânın helâl olduğunu Mizanu”l-Hak adlı eserinde ifade eder, ona göre, zâhir uleması, devrân şeklindeki harekete raks ismini verip haram olduğuna dair fetva verdiler. Hattâ bu haramı helâl sayan kâfirdir, dediler. Onlara cevap olarak sûfiler devrân biçimindeki hareket, raksın tarifine girmez diyerek tartışmaya girdiler. Raks bir hareket şeklinde olduğu kabul edilse bile, yine maslahat dolayısiyle onda bir beis görmediler. Çünkü Hz. Peygamber”in gözü önünde Habeşlilerin raksı (oyunu) ve Hz. Ali”ye atfedilen devr-i Ali delil olarak vardır. Ve raksın helal olduğunu söyleyene sen kâfir oldun denmez.
Kâtip Çelebi”ye göre, bu fetvaların aslı, çoklarının saltanat tarafını korumak istemelerinden dolayıdır. Zira, eskiden sûfilerden çok zulüm ve kötülükler görülmüştür. Hele Şahlar Devleti (Safevîler) Sûfiliğe dayanılarak kurulmuştu. Bu yüzden şiddetli ve sıkı bir şekilde davranılarak, müritlerin çoğalması ve cemiyet teşkil edilmesine, bir müddet ara verilmesi maslahatı düşünülmüştür.23
XVIII. yüzyılda yaşayan mutasavvıf Mehmed Emin Tokadî (ö. 1745) devrân bir oyun (lu”b) olarak kabul edilse bile, onun zikre engel teşkil etmeyeceğini savunur ona göre, oyun diye tâbir edilen devrân, zikrin arizî vasfıdır. Devrân zikrinin, eğlence isnadıyla haram olduğunu söylemek ispatı imkansız bir iddiadır.
Hacıların Mekke”de tavafları, dönme ve hareket etme özelliği ile birer devrân sayılır. Şüphesiz hacıların orada tavaflarından amaçları oyun ve eğlence değildir. Dolayısiyle sûfilerin yaptıkları devrân da, amaç değildir. Halbuki Sûfiler Allah”ın mutlak birliğine inanırlar. Bir Halvetî şairi olan Vahib Ümmî (ö. 1595) şöyle der:
“Hakkı görür inkar eder iblis ile bâzâr eder
Mekke”de hacılar döner, derviş döner kâfir mi olur?24
Böylece kesin delillere dayanmayan fetvalar, zaman, mekan, şehirler ve devletler ile orada yaşayanlara göre değişir, câhil sûfilerin bazı yanlış uygulamaları hakkında verilen fetvalar, genele yansıtılamaz, Kâmil Sûfiler câhillik ve kötülükten kutulmayı kendilerine şiar edinmiş salih müminlerdir.
Mehmed Emin Tokadî”nin talebesi Müstakimzade Süleyman Sadeddin (ö. 1788) de bu konuda ılımlı bir tavır almıştır.
Ona göre: “Raksa haram demeyip, helâl demek küfr-i sâbit olmaz. Zira raksın hürmeti nass ile değildir. Eğer nass ile olsa, hakkında mezahipte ittifak bulunur.”25 Daha açık bir ifade ile semâ ve devrânın şer”i bir durumu yoktur.26
Son olarak bu konu hakkında lehte görüş beyan eden Mevlevî edip Veled Çelebi İzbudak (ö. 1953) ın görüşlerini özetlemek yerinde olur.
Ona göre ilahi vecdden doğan istem dışı yapılan raks, helâldır. İmam Şafii ve İmam Gazâli de aynı görüştedir.
Peygamber, eşi Hz. Ayşe ile birlikte mescitte Habeşilerin raksını seyrettiler. Peygamber onları engellemedi. O halde ulema bizim tevacüdümüzü, hareketlerimizi ve devrânımızı neden inkar ederler? Bu raks ayn-ı ibadettir ve hakikatte bize nisbet dahi mücahede-i nefstir.
Munkirler, zâhirine bakıp, raksı kabul etmezler. Halbuki âkil olan kimse sûfiyun ve ulemanın sözlerine bakarak bunu mubah bulur.
“Ehlullah-ı izam ve efendilerimizin âyin-i şerifleri derununda olan ney, kudüm, def, halile, raks, semâ ve hareket gibi şeyler icmâ-ı muhakkikin ile helaldır.”
Bıraksınlar halk meşruiyet dahilinde dünya nimetlerinden istifade eylesin.”27
Sonuç itibariyle görülüyorki, raks ve devrân üzerinde Osmanlı Tarihi bo-yunca şiddetli tartışmalar ve hatta eyleme varan uygulamalar yapılmıştır. Ulema ve mutasavvıflar, Mevlevîlik yanlıları bu tartışmalara, şeri deliller arayarak katılmışlar ve henüz sayısı bilinmeyen çok sayıda eser yazılmıştır. Siyasi ve dini ortamlara göre bu tartışmalar tazelenmiş ve alevlenmiştir. Ve öyle anlaşılıyor ki her çağda lehte ve aleyhte fikir beyan edenler olacaktır.
* Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
1 S. Uludağ, Devrân Mad., D.İ.A., C. X, s. 248.
2 L. Pouzet, “Prises de position autour du samâ…” Studia Islamica, LVII, 1983, s. 119, 121.
3 A.g. mak., s. 123.
4 A.g. mak., s. 125.
5 F. Koca, “Osmanlı Dönemi Fıkıh-Tasavvuf İlişkisi, Fakılar ile Sofular Mücadelesinin Tarihi Serüveni”, G.Ü. Çorum İlahiyat Fak. Derg. I, 1, s. 85-88.
6 A.g. mak., s. 86; B. Kemikli, “Türk Tasavvuf Edebiyatında Risâle-i Devrân ve Semâ Türü ve Gaybî”nin Konuya İlişkin Görüşleri”, A.Ü. İlâhiyat Fak. Derg., Ci. XXXVII, Ankara 1997, s. 456.
7 Kemalpaşazade, Risâle fi tahkiki raks ve”d-devrân, Konya Bölge Yazmalar Ktp. No. 859/9, s. 96-97; R. Öngören, Osmanlılarda Tasavvuf, XVI. yüzyıl, İz Yayıncılık, İst. 2000, s. 372.
8 R. Öngören, A.g.e., 373 vd.
9 R. Öngören, A.g.e., 377.
10 İbrahim Halebi”nin “Risâletü”l-rahs ve”l raks li müstahilli”r-raks” adlı eserinden R. Öngören, A.g.e., s. 378.
11 M. Ertuğrul Düzdağ, Şeyhülislam Ebussuud Efendi”nin Fetvaları, Enderun Kitabevi, İstanbul 1972, s. 85-86.
12 Atâî, Zeyl-i Şekaik, s. 193″den naklen R. Öngören, A.g.e., s. 382.
13 Mustafa Nâima, Naima Tarihi, Matbaa-i Âmire, 1282, C. V, s. 54-59, C. VI, s. 227-241; A. Gölpınarlı, Mevlânâ”dan Sonra Mevlevîlik, İstanbul 1953, s. 166; H.G. Yurdaydın, İslam Ta-rihi Dersleri, Ankara, 1971, s. 128-129.
14 B. Kemikli, “Türk Tasavvuf Edebiyatında Risâle-i Devrân ve Semâ Türü ve Gaybî”nin Konuya İlişkin Görüşleri”, A.Ü. İlahiyat Fakültesi Derg., C. XXXVII, Ankara, 1997, s. 456.
15 A. Gölpınarlı, A.g.e., s. 166-167, Mustafa Naima, Naima Tarihi”nden naklen.
16 Münir-i Belgradî, Risâle fi Reddi”s-Semâ, Konya Bölge Yazma Eserler Kütüphanesi, no: 198/13, s. 151b, 152b.
17 G. Vajda, “Un Libelle Contre la Danse des Soufis”, Studia Islamica, LI, 1980, s. 163-170.
18 İbn Kemal Şemseddin Ahmed, “Risâle fi”d-Devrâni”s-Sûfiyye”, İOLR, Or. 12933, vr 2a-b, R. Öngören, A.g.e., s. 379 dan.
19 Zenbilli Ali Efendi, Risâle fi”d-Devrani”s-Sûfiyye, Süleymaniye Ktp, Esnd Ef., nr. 1456, Hacı Mahmud Ef. Nr. 2716.
20 Ankaravî, Rüsûhî İsmail Efendi, Hüccetü”s-Semâ, Bulak, 1256.
21 Jamal J. Elias, “Zikr-i Dervişane”den Divan Mûsikisine Kadar Osmanlılar Devrinde Semâ”ya Bir Bakış”, Cogito, Osmanlı Özel Sayısı, Sayı: 19, İstanbul 1999, s. 219-21.
22 Ankaravî, Rüsûhî İsmail Efendi, Hüccetü”s-Sema; B. Akdoğan, Hüccetu”s-semâ Adlı Mûsikî Risâlesi, A.Ü. İlahiyat Fak. Derg., C. XXXV, s. 486.
23 Kâtip Çelebi, Mizanu”l-Hak fi İhtiyari”l-Ahakk, Haz. Orhan Şâik Gökyay, İstanbul 1972, s. 22-23.
24 H. İbrahim Şimşek, “İki Nakşibendi Müceddidinin Devran Savunması”, Tasavvuf, Sayı: 10, Ankara 2003, s. 287-289.
25 Müstakimzade Süleyman Saadeddin, Makulât-ı Devriyye, Vr. 7b.; Sayın Ahmet Yılmaz”a el yazmasının bir fotokopisini lütfettiklerinden dolayı teşekkür ederim.
26 Müstakimzade, a.g.e., Vr. 8a.
27 Veled Çelebi (İzbudak), Livâ”ul-vifâk, Konya İl Halk Ktp., Feridun Nafız Uzluk Böl. Vr. 85a, 86b.