RABITA NEDİR? NE DEĞİLDİR?
RABITA NEDİR? NE DEĞİLDİR?
Her dinin kendine ait bir terminolojisi, bir frekansı vardır. Sıdk, hakikat yolcusunun giymesi gereken en önemli elbiselerdendir. Hiç kimseyi ve kendini aldatmamasıdır. Yatay boyutta, ictimai hayatta insanları kandırabilirsiniz. Fakat dikey boyutta kendinizi kandıramazsınız. Murakabe meditasyon değildir. “Bakma, gözetme” demektir murakabe. Bir şeye konsantre olunca hayal alemi berraklaşır. Konsantre olunamazsa hayal alemi parçalanır. Arifler de hem bedenlerini hem de hayal alemlerini vahdete konsantre ederler.
Modern çağımızda konsantre sağlamak çok zordur. İnsan çevreden fazlaca tesir almaktadır. Televizyon gibi, medya gibi unsurlar konsantrasyonumuzu darmadağın etmektedir. Kişinin hayatında “ehemm” ve “mühim”ler vardır. Bu tesir sebebiyle mühimler ehemme, ehemler mühimme dönüşür, bir kargaşa oluşur. İnsanın önüne bir obje konur. İnsan konsantre olunca diğerlerini unutur. Rabıtanın özü de budur.
Budist dergâhında müridin önüne kum havuzu konur. Kumun üzerine bir pirinç tanesi konur. Mürid üç yıl bu pirinç tanesine konsantre olur. Sonra mürşidi ona hakikatleri açıklamaya başlar.
Tasavvufta alıcı olmak zordur. Bir kamil daha önce duymadığın şeyleri sana aktaracak, belli bir dönemden sonra veled-i kalp doğacaktır. Bu doğuma değişik adlar verilmiştir. İşrak, aydınlanma gibi. Alemde her şey doğumla olur.
Bardızlı Nihani rüyasında bir zat görür. Ona “Al Nihani çal bu sazı” der. Nihani “Ben çalmayı bilmem ki” der. Üç kez tekrarlanır. O zat Nihani’yi kavrar ve sıkar. Nihani “Ne çalayım” der. Zat O’na “Hak için çal” der. Nihani eline saz almamış biridir. Zat rüyasında O’na bade içirir. Nihani, uyanınca saz alıp çalmaya başlar.
MODERN ÇAĞ KONSANTRASYONU BERBAD ETTİ
Modern çağın en büyük tahribatlarından biri, konsatrasyonu ortadan kaldırmasıdır. Cüneyd-i Bağdadi ks murakabeyi kediden öğrendiğini söyler. Murakabe, sabır ve cehd gerektirir. Tasavvufta kendini alıcı hale getirebilmek çok zordur. Kalbin, tohum ekilecek münbit bir tarla haline gelmesi ve veledi kalbin doğması gerekir. Veled-i kalb, mürşid-I kamile rabıta vesilesiyle kalbe doğan ilhamlardır. Cennet tablosundaki huriler, gılmanlar hep bu “rabbani ilham”ları anlatan teşbihlerdir. Alemde herşey doğumla olur. Bu doğumda gerçek doğumun terminolojisi de vardır. Bir budist tek renk kumun içindeki tek bir pirince 3 sene boyunca bakar. Niye? O pirinçe baka baka diğer nesneleri unutmayı öğrenir. Herşey o pirinçte görülür. Rabıta bütün meditasyon tekniklerinde vardır. Tasavvufa özel değildir.
Dünyevi teknikler içinde herkesten kabul görür, fakat tasavvufi terminoloji içinde “rabıta”dan bahsettiğiniz zaman hemen şirk ile suçlanırsınız. Halbuki, bir umman veya bir nur olarak tasavvur edilen mürşid-i kamilin feyiz alanına odaklanan kalp de bu suretle diğer nesneleri unutur. Gönlünde nesnelere aşırı bağlılık olan kimseler, rabıta etmekte zorlanır. Tasavvufta “şehvet” budur; geçici nesnelere değerinin üstünde anlam yüklemenin ve onlara bağımlı olmanın adıdır. Rabıtasız insanın gözünü, kulağını, dilini dudağını koruyamaması ve harama meyl etmesi daha kolaydır. Bu anlamda rabıta, manevi bir fren vazifesi görür.
İŞ DÜNYASINDAKİ SPİRİTÜEL KOÇLAR MÜRŞİD-İ KAMİLİN YERİNİ ALMIŞTIR
İş dünyasında ise bir çok şirket geosu kurum içi eğitimlerinde kişisel gelişim dersleri vermek suretiyle maksimum performansı hedeflemektedirler. Bu dersleri “maneviyat gurusu” veya “spiritüel koç” denilen insanlar vermektedirler. Bu derslerde daha çok meditasyon, konsentrasyon, visualisazyon ve mantra tekrarı gibi bireysel tekniklerin yanısıra psiko-drama, belirli bir dans uygulaması gibi toplu yapılan yöntemler ile kişisel gelişim sağlanmaya çalışılmaktadır.
İster yerli ister yabancı eğitmenlerin şirketlere Amerikan doları üzerinden verdikleri bu derslerde okutulan “textlere”, “manüellere” bakarsanız, öğretilen tekniklerin, doktrinlerin İbni Arabi, Mevlana, Yunus v.b. gibi sûfîlerin görüşlerinden, hem de isimleri verilerek çıkarılmış olduklarını görürsünüz. “Kendini Tanıma” adı verilen bir çok psikolojik ve felsefî içerikli bu tür özel kurslarda, ilahiyatçılar hala senedini tesbitle uğraşıp bir türlü manasını tefekkür etmeye yanaşmasalar da sûfîlerin çok sevdikleri o meşhur “Men arefe nefsehû…”[Kendini bilen Rabbini bilir] kavl-i şerifinin şerhinin yapıldığını görürsünüz.
Yine iş dünyasında, uzak doğu şirketlerinin başarısını araştıran Amerikalı uzmanlar bu yapıların adeta bir tarikat gibi hiyerarşik olarak yapılandığını, bilginin yukarıdan aşağıya doğru ehil elden ehil ele indiğini, şirket içerisinde liyakat esaslı bir derece yükselmesinin bulunduğunu ve personelin şirketine sırf ekonomik bağ ile değil, duygusal bağ ile de bağlı olduğunu tespit etmişlerdir. Bu doğrultuda cemaat bazlı şirket mantığını bizdeki fütüvvet teşkilatındaki loncavârî yapılanmalara benzeten ekonomi yazarları görülmektedir.
MODERNİTENİN TAHTI SALLANTIDA
Batı düşüncesinde “Dönüm Noktası” olarak adlandırılan bu gelişmeler seyrini “Unutulan Hakikat”in yeniden keşfedilmesine doğru götürdü. Artık Batı üniversitelerinde uzun yıllar karşı çıkılan bir Akupunktur, bir Rei-ki, bir Bio-Enerji’nin kürsüleri resmen kurulmaya ve bu dallarda diplomalar verilmeye başlandı. Almanya insanları tedâvî etme hakkını tıp doktorlarının tekelinden çıkaran bir maddeye imzâ attı; maharetini ispatlamış bir filozof, bir psikolog, bir teolog da belirli imtihanlardan geçmek sûretiyle kendi alanlarıyla ilgili konularda insanları tedâvî edebiliyor.
Astroloji artık kendisini ispatladı. Kürsüleri var. En son pozitivizmin kalesi olan Fransa’da, Sorbon Üniversitesine bağlı olarak Prof. Dr. Antoine Faivre başkanlığında “Ezoterik Araştırmalar Merkezi” kuruldu. Bu merkezlerde bütün ilimler tasniflerinin “ezoterik ilimler tasnifinden” yapılması çok ilginçtir.
Modernitenin katı rasyonalist, pozitivist, materyalist ve anti-tradisyonel yapısı artık ciddî eleştiriler almakta ve tahtı sallanmaya başlanmıştır. Post-modern insan artık anlam arayışına girmiş, kaybettiği geleneği yeniden aramaya başlamıştır. Düşüncede, inançta, eylemde, hayatta, kısacası bütün beşerî planlarda hep bir “anlam” arayışı, bir derine inme arayışının öne çıktığı gözlenmektedir. Modern insan için “nasıl?” soru edatı daha önemli iken post-modern insan için “Neden?” soru edatı daha önem kazanmıştır.
Her gün medyada “derin devlet”, “derin ekonomi”, “derin siyaset” v.b. gibi sözler çokca duyar olduk. Yani hiç bir şey göründüğü gibi değildir. Asıl sebebleri içeride, bâtında yatmaktadır. Siyasette, ticarette herkes ezoterist oldu, ama dini ilimlere gelince hale aynı yerde sayıyoruz…
RASYONALİST-REFORMCU YENİ BİR İLAHİYATÇI TİPİ ÜRETİLDİ
Şimdi bir ilahiyatçıyı karşınıza alsanız, Hz. Peygamberin “Rabbim bana eşyânın hakikatini göster” [Rabbî! Erini’l-eşyâye kemâ-hiye] kavl-i şerifini konuşmaya çalışsanız, sözün senedine takılır ve hemen itiraza kalkışır. Senetten çıkıp da yoruma geçemezsiniz bir türlü. Yüzyılın başından itibaren Batı’dan gelen tesirlerle bazı İslamiyatçılar pozitivist, rasyonalist ve maddeci temayüllere sahip oldular.
Arabistandan gelen selefîliğin -ki saf halini kasdetmiyorum- Vahhabî versiyonunun, sonu geleneği tamamen ortadan kaldırmaya kadar uzanan sözümona ıslahçı, reformcu teolojisi ile bu iki yaklaşım kesişince ortaya modern ilahiyatçı tipi çıktı. Bu nevzuhur ve geleneği olmayan pozitivist ve maddeci ilahiyatçı tipi çağın insanının mânevî ve fikrî sorunlarına bir çözüm teklif edemedi.
Üstelik bu yeni tipin örnek aldıklarını söyledikleri Batılı düşünürlerle de alakaları yok. Mesela yüzyılın başında başta René Guénon ve Frithjof Schoun gibi düşünürler pozitivist metodolojilerin göreceliğini, mutlak olarak bütün ilimleri açıklamayacaklarını ve hele ezoterik ilimleri tasnif etmede ve onları anlamada tamamen iflas ettiklerini ilan etmişlerdi ve onların dini düşünce kaynaklı bu karşı çıkışları büyük yankı uyandırdı. Zira onlara göre dikey (vertical) ilimlerin metodolojileri yatay (horizontal) ilimlerin metodolojilerinden farklı idi. Bu iki düşünür, kendi şahsî metafizik tecrübeleri için son tercihlerinde sûfîlik yolunu seçmiş, ilki inisyatik isim olarak Abdülvâhid Yahya adını ikincisi ise İsa Nureddin adını almış ve birer sûfî üstadı olarak vefat etmişlerdi.
“TASAVVUF ŞİRKTİR” DİYEN İLAHİYATÇILAR CENNETİ TÜRKİYE
Sözün şu ki: Tasavvuf, dinî ilimler dışındaki bilim dallarıyla çok manidar bir kesişimler ağı içerisinde bulunmaktadır. Dikey ilimlerin varlığını Kabul eden mesela fizikçi bir ilim adamıyla oturup maddenin aslının enerji, enerjinin aslının da ışık olduğu görüşünü sûfî muhakkiklerin “Allâhu nûru’s-semâvâti ve’l-ard”a getirdikleri yorumlar çerçevesinde nûrun letâfetten kesâfete geçerek maddî âlemi nasıl oluşturduğu görüşleriyle yan yana koyarak anlamaya çalışabilirsiniz.
Fakat yaygın ilahiyatçı ilim erbabıyla aynı konuları konuşmaya çalışsanız ağzından “tasavvuf şirktir”den başka söz alamazsınız.
Yine manevi alanı reddetmeyen bir psikolog ile insan bilincinin derinlikleri üzerinde fikir alışverişinde bulunurken mutasavvıfların insanın yedi katlı (septenaire) yapısı üzerinden açılımlar getirebilmenize rağmen, bir ilahiyatçı alim ile, mertebe ilimlerinden, letaif-i aşeradan, hele hele rabıtadan bahsedememeniz, meselenin ciddiyetini ortaya koymak açısından mühimdir.
Düğümün, “Muhammedi çizgi”den uzaklaşmakla ilgili olduğunu düşünüyorum. “Sünnet-i zevaid” diyerek hayatımızın dışına ittiğimiz pek çok ince edep, bizi manevi arayışlarda merkez bir noktaya çekebiliyordu. Şimdi sünnetsiz millet olduk. Dolayısıyla konsantrasyonumuz bozuldu. “Seni def’-i hacet mahallinde bile düşünmeden edemiyorum” diyen bir Sıddk-ı azam’ı mürid-i sadık, “Sadrımdaki herşeyi Ebu Bekir’e verdim” buyuran bir peygamberi mürşid-i kamil olarak görmeden, değil tasavvuf siyer ilminden bile bahis açılamaz. “Eddebeni Rabbi…” “Beni Rabbim terbiye etti…” diyen bir peygamberin, Rabbinin her emrine nasıl odaklandığını düşünürsek, rabıtanın, hiç terkedilmemiş esaslı bir “sünnet-i müekkede” olduğunu daha iyi kavrayabiliriz.
Yeni Dünya Dergisi Haziran 2011