Prof. Dr. Mehdi Aminrazavi ile Söyleşi
Prof. Dr. Mehdi Aminrazavi ile röpörtaj
Sufizm, Felsefe ve Hz. Mevlâna
Röpörtaj: Mairaj Syed
Mehdi Aminrazavi Mary Washington Üniversitesinde Din ve Felsefe bölümünde profesör olarak görev yapmaktadır. Röpörtajımıza başlamadan evvel Profesör Aminrazavi’nin geçmişi hakkında biraz bilgi verelim. İran (Meşhed) kökenlidir. Amerika’ya 1976 yılında geldi ve lisansını Seattle’da Washington Üniversitesi Felsefe ve Şehir Planlama üzerine yaptı. Akabinde burada Felsefe’de yüksek lisans, Temple Üniversitesi’nde ise Din Felsefesi üzerine yüksek lisans ve doktorasını tamamladı. 1992 yılından itibaren Mary Washington Üniversitesi’nde profesör olarak görev yapmaktadır. Aminrazavi, iki önemli monografi’nin yazarıdır; bunlardan birisi : “Suhreverdi ve İşrakilik Okulu” ve diğeri ise yakın zamanda “Erdem’in Şarabı: Ömer Hayyam’ın hayatı, şiirleri ve felsefesi” isimli, Ömer Hayyam üzerine olan eseridir. Aminrazavi aynı zamanda “İran Felsefesi Antolojisi” isimli beş ciltlik bir antoloji çalışmasının da yardımcı editörlüğünü yapmıştır.
Sufizm tam olarak nedir diye sorarak konuşmamıza başlayalım isterseniz.
Evvela, sizlere ve bu programın yapımını sağlayan televizyon kanalına teşekkürlerimi sunmak isterim. Sufizm sadece kendi alanı içinde önem arzeden bir konu olmakla kalmaz, aynı zamanda ilişkili olduğu ve çözüm sunabileceği yahut getirebileceği meselelerin genişliği açısından da oldukça geçerliliği olan bir konudur. Sizlerinde bildiği üzere tüm dinlerde aşırı tutuculuğun (fundamentalizm) yükselmekte olduğu bir devirde yaşıyoruz ve genel olarak tüm dinlerin ezoterik (batıni) boyutu ve bilhâssa İslam’ın ezoterik boyutunda, Sufizm zamanına oldukça uygun bir mesaj vermektedir. İzininizle Sufi ve Sufizm kelimelerinin etimolojisi üzerine bir kaç söz söylemek isterim. Sufi ve sufizm terimlerinin kökeni ve nereden geldiği konusunda genel olarak üç farklı iddia vardır. İlk görüş Sufi teriminin Yunan kökenli olan ve bilgelik/erdem anlamına gelen “Sophia” kelimesinden türetildiğini savunmakta ve bu yüzden Sufi’yi aklın ve bilginin yolunda yürüyen erdemli kişi olarak görmektedir. İkinci iddia, Sufi kelimesinin Farsça kökenli olan ve saf manasına gelen ṣafā (safa) kelimesinden geldiğini ve bundan dolayı Sufi, “saf-temiz kalpli olan” görüşünü savunur. Diğer bir iddia’da, kaba bir kumaş olan keçe (ṣūf) kavramı ile ilişkilendirilir, bu üçüncü iddiaya göre, ruhlarının saflığını, temizliğini koruyabilmek için yoksul bir yaşam biçimini seçen Sufi dervişlerin vücutlarını boydanboya örten keçeden basit kıyafet giymeleri bu iddianın kanıtı gibi gösterilmekte ve dervişlerin adlarının, giydikleri keçe (suf) kıyafetlerden geldiği iddia edilmektedir.
Bu bahsetmiş olduğunuz keçenin dervişler tarafından giyilmesinin sebebi nedir?
Bu kumaş ten’i tahriş eder. Sufiler, bu hususta Hristiyan keşişlerine oldukça benzerlik gösterir… Yine bir iddiaya göre erken dönem sufileri, aynı tip kumaş giyen Hristiyan keşişleri ile yakın temas içindedirler ve bir etkileşim söz konusudur. Keçe vücudu tahriş ettiginden dolayı, bir tür çile cekme biçimidir, yani bir çeşit zühd formudur. Sufizm kelimesinin etimolojisi hakkında mevcut olan üç tanımlamayı dördüncü bir tanımlama izler ve bu tanımlamaya, Sufizm’in nereden geldiği görüşünü de dahil ederek bir bütünlük içinde ele almaya çalışacağım.
Sufizm’in nereden geldiği konusunda, ortaya konulan ilk iddia (en azından bazı batılı âlîmler tarafından), Hinduizm ve Budizmin ve de Hristiyanlığın sofu (çilecilik) yahut monastik (keşişlik) yönünün, İslam üzerindeki etkisi olduğu yönündedir. Diğer bir deyişle, bu iddia Müslümanlar’ın ilk olarak doğu ortadoks Hristiyanlarla, sonrasında batı kesimle ve doğu kesimde Hindular ve sonrasında Budistler’le olan temaslarına bağlı olarak bunların geleneklerinde olan çilecilik uygulamasını benimsediklerini savunmaktadır.
Yani Sufizm İslam’a özgü değildir, başlangıcından itibaren mevcut değildir, öyle mi?
Bu sâdece bir iddia’dan ibarettir. İkinci bir görüş ki benim için birinci görüşle aynı düzeyde kabul edilemez bir iddiadır, bazılarının“Aryan hareketi” olarak adlandırdığı, İran İmparatorluğu’nun çöküşünden sonra, İranlılar’ın yenilgiyi hazmedememeleri doğrultusunda bir tepki oluşumu ve buna bağlı olarak İslam’ın bir nevi Perslileştirilmesi girişimidir.
Sufizm, bir nevi bu Perslileştirilmiş yönelimi temsil mi ediyor?
Doğrudur. Yani böyle bir görüş ortaya atılmış ve iddia edilmiştir. İslamın şeriat yönünden memnun olmadılar ve böylece İslam’ın kalbinde yani özünde olanı alarak, kendilerini İslam’ın şeriat ve fetih yapısından uzak tuttuklarına dair bir iddia ortaya atılmıştır. Elbette bunlar haricinde bir üçüncü tanımlama ve daha temel olan bir anagörüş vardır ki benim de acizane hemfikir olduğum bu tanımla, Sufizmin nereden geldiği konusunun özünde yatan gerçeği sunar; bu da Sufizm’in İslam’ın kendi içindeki bütünleyici (integral) bölümlerinden birini oluşturduğu görüşüdür. Sufizm İslam’ın gizemsel olan boyutunu, özelindeki halini temsil eder.
Peki, Sufizm İslam’ın diğer alanlarıyla nasıl bir ilişki içerisindedir?
Çok güzel bir soru. Bu soruya cevap verebilmek için daha geniş bir pencereden bakmamız gerekmektedir. Son yirmi yıldır karşılaştırmalı dinler üzerine eğitim veren biri olarak, sâdece sufizm ve İslam’da değil, hemen hemen tüm dinlerde bir olguya rastlamaktayız; aşina olduğum dinlerde, kendilerinde iki farklı tanımlamaya (izah)’a elverişli olmaya maruz bıraktıklarını görüyoruz: eksoterik ve ezoterik, yani zahiri ve batıni. Bunun örneğini Musevilikte görebiliriz, Ortadoks Museviliği daha çok kurallara harfiyen uyan bir yapı gösterirken, Kabalistler daha ezoterik, daha ılımlı bir Musevilik anlayışı sergiler. Hristiyanlıkta, Protestanlıkla temsil edilen eksoterik bir yapıdan bahsetmek mümkünken, diğer tarafta daha ezoterik, daha ruhsal, ve dinin özüne yönelik daha ılımlı bir yaklaşım olan katolik, daha monastik (keşişlik) geleneğine yakın bir anlayış görmekteyiz.
Peki bunlar birbirlerine muhalif olmak zorunda mıdır yahut dinî geleneklerin farklı safhalarını ve tavırlarını mı tanımlamaktadırlar? Din alimleri bu konu’da nasıl bir görüş belirtmektedirler?
Güzel bir soru. Muhalif olmak zorunda değiller, diğer bir deyişle birçok dindar Katolik olmakla beraber, yine kurallara tam anlamıyla bağlı olan ve uygulayan Kabalistlerde vardır. Fakat dinin ön gördüğü ve ilişkilendiği yapı dahilinde, dinin ekzoterik yorumcuları, dini uygulanması gereken bir dizi kurallar bütünü olarak görmektedirler. Bir cevizi düşünün, cevizin bir kabuğu vardır ve bir de cevizin içi vardır. Kabuk salt olan sâdece bir yapıdan ibarettir ve bir cevizi cazip kılan kabuğu değil, o kabuğun içinde olandır. Yani dinin ve İslamın özünde (kalbinde) olan hakikat onu cazip kılan bölümüdür, bir başka ifadeyle gerçekten dinin kalbi ve ruhudur. Ve dış kabuk hedefe yönelik, amaca ulaştıran bir vasıtadır. Bu yapı, özellikle İslam’da olmak üzere, Hinduizm, Budizm, Musevilik ve Hristiyanlıkta görülmektedir. Bu bahsettiğimiz kabuk ve kalp en doğru şekilde Sufi geleneğince temsil edilmektedir.
Somut bir örnekle ele almaya çalışalım. Tahmin ediyorum ki, belki bu dış kabuğa şeriat diyebiliriz… Şeriat darken İslami geleneğin yapısı içerisinde ele aldığımız şeriattan yani şeriat-ı muhammediyye’den bahsediyorum. Şeriat, belirli bir ibadet anlayışı ve koşulu tesis eder; mesela namaz kılmak. Namaz kılmak bir emirdir, koşuldur ve müslümanların çoğu günde beş vakit namaz kılarlar. Peki Sufizm’in bu ibadet yapısına yaklaşımı nedir, yahut bir başka ifadeyle sufizm bu ibadet anlayışıyla nasıl örtüşmektedir, nereye yerleşmektedir?
Sufizm monolitik yani tek parça olarak davranan, yekpare bir oluşum veya yapı değildir. Farklı Sufiler olduğu gibi, farklı sufi gelenekleri, farklı düşünce ekolleri, farklı örneklemeler de vardır. Genel olarak ifade edersek, sufizm’in izgesi (kapsamı), Antinomian (ahlak kurallarına karşı gelen) sufilere kadar geniş bir çeşitlilik gösterir, bu sûfiler geleneği parçalayarak, geleneğin kalbine inmeyi dayatan bir anlayış sahipleridir.
Yani dış safhanın bir gereksinim olduğunu düşünmüyorlar, yersiz yahut başka bir deyişle belki de yollarını kesen bir etken olduğu görüşündeler…. Farzımahal, Gazali’nin ibadet anlayışını ele alalım. Gazali için Sufizm ibadete derinlik katan bir unsur değil midir? Bir nevi mükemmeliyete ulaşmak için esas oluşturmaz mı?
Doğrudur.
Demek istiyorum ki, Gazali için sufizm, sadece zikir yapmak ve ilahî söylemek gibi ibadet anlayışlarından ibaret değildir, ortadoks bir yapının ayrılmaz ve bütünleyici bir parçası olan, genel olarak kabul edilmiş beş vakit ibadeti de şekillendirir.
Gazali’nin sufizm anlayışında ve Gazali gibi şeriat anlayışına son derece saygı gösteren diğer birkaç alimde, şeriatın iki boyutu arasında bir yakınlaşma görürüz. Şeriatın dahi kendi içinde bir dış boyutu ve iç boyutu vardır. Yani ibadet etmemizi sağlayan, örneğin namaz kılarken araç olarak kullandığımız bedenî bir ibadet söz konusudur, bununla beraber bir de içsel ibadet vardır. Ramazanda yemekten kaçınırız, fakat bir de gözlerin, kulakların ve de dilin orucu vardır… Yani içsel bir oruçtan bahsediyoruz. Gazali oldukça yerinde bir yaklaşımla bu diğer boyutu, şeriat’ın icrâ usulüne katmıştır, yani sizinde belirttiğiniz üzere, bir derinliği sunmuştur.
İslam tarihinde eski ve yeni çagda tanınmış Sufi olan bazı alimler kimlerdir?
Bu sorunuzu yanıtlamadan evvel müsade ederseniz, sufi anlayışının yapılanması ve gelişimindeki üç farklı evreden ve herbir evrede önem arzeden birkaç şahsiyetten bahsetmek isterim. İslam düşünce tarihinde üç farklı evre görürüz. Sufi geleneğinin erken dönemi, zühd evresi yahut asetik-çileci ibadet evresi olarak bilinir. Bu dönemde, sufizm geleneğinin en önemli şahıslarından biri olan Hz. Rabiat’ül Adeviyye gibi, asetik ibadet anlayışına oldukça ehemmiyet veren şahsiyetler görürüz. Bu tavır içinde varsayımla, çok bilinen bir hadîs olan “Tukhallafu bi Akhalq Allah” yani Allah ahlakı ile ahlaklanmak” ifadesini irdelemiş, ve böylece erken dönem sufileri “Ben” ve “Allah” arasındaki fark nedir, asl olanla, asıl mekanımla nasıl birlenebilirim, birliğe nasıl erişebilirim? Bedenim var, ve bu bedenin tutkuları, arzuları var, Allah’ın yok. Eğer ki kendimi, bedensel isteklerden ve arzulardan arındırabilirsem, o daim Allah’ın ahlakı ile ahlaklanırım, O’nunla olurum, anlayışını esas almışlardır. Bu yüzden az yemek yemişler, az uyumuşlar, Hz. Rabiâ gibi bazıları hiç evlenmemiş ve cinsel isteklerden ve bedensel arzulardan uzak durmuşlardır. Bu dönem kabaca iki yahut iki buçuk asır sürmüş ve sonrasında zühd sufizmi olarak bilinen bu dönemin yerini aşk sufizmi almıştır.
Ve bu bahsetmiş olduğunuz ilk evre İslam’ın ilk dönemlerine kadar uzanmaktadır, yani Peygamber Efendimiz ve eshab-ı kiram zamanından 250 yıl sonrasına kadar olan dönem?
Peygamber Efendimizden ortalama elli yıl sonra Sufizm’in bir nevi tutarlı ve bağımsız kimliği oluşmuştur diyebilirim. İkinci dönemin anlayışını izah etmek için herhangi bir şeyle kıyaslamak gerekirse karma yoga gibi aşk ve sevgi’nin çok güçlü bir dürtü olarak kabul edildiği bir anlayıştır. Bu sevgi dünyevî sevgiye, aileden birine olan sevgiye veya tekrar Allah sevgisine doğru yönlendirilebilinir. Ve Allah’a doğru yönlendirildiğinde, hubb-i ask-i Rabbaniyye ile ruhu ve aklı açar. Aklın seçeneklerine diğer hakikat gerçekliğini sunar ve bundandır ki bu dönemdeki Sufiler yaratıcıyı ilahi aşk olarak ve kendilerini de ilahi aşkla seven sevgililer olarak görmüşlerdir. Yani aşık ve maşuk ilişkisidir.
Bir de üçüncü dönem olduğundan söz ettiniz
Evet, üçüncü bir evre daha vardır. Bu dönem de yine züht ve takvaya önem verilmiş fakat aşırı riyazet (çilecilik) konusunda aynı tutum görülmemiştir. Bedeni istekler ve arzuların tümü tam anlamıyla yok edilmesi gereken yahut saf dışı edilmesi gereken şeyler değildir
Doğal olarak yani kendiliğinden kötü değiller…
Çünkü Peygamber Efendimiz Sufilerin hepsi için örnek alınması gereken kişidir ve Efendimiz yemek yemiş ve uyumuştur. Elbette ki kendisi en fazla takva sahibi olandır, fakat sâdece kelimenin anlamıyla ele alırsak çok katı anlamda bir çilecilik yaklaşımı yoktur. Üçüncü bir evre demiştik, bu üçüncü evre hem birinci, hem de ikinci evreyi kendisine katar. Fakat buna dahil olarak üçüncü bir unsur olan ilim unsurunu da bünyesine alır. Bu dönemde irfân yahut ruhani bilgi denilen olguya verilen önemi ve bu konuda önemli eserler yazmış müslüman âriflerin ortaya çıktıklarını görüyoruz.
Allah aşkına duyulan arzunun ilmi nasıl açıklamaya müktedir olduğuna değindiniz. Allah arayışı ve Allah aşkıyla, şu yaşadığımız duyumsal âlem ötesindeki hakikate idraksal bir erişim kazanabiliyoruz, ve bu sanki biraz felsefik gibi…
Doğru. Aslında öyle ve öyle olmasının iki temel sebebi var: Birincisi bu zamana kadar, yani yedinci ve sekizinci yüzyıldan başlayarak sonrasına uzanan bir dönemden söz ediyoruz, İslam medeniyetleri üzerinde Helenistik ve Yunan düşüncesinin ciddi bir tesirini görüyoruz. Eflatun, Aristotales ve özellikle Plotinus etkisi çok çok önem arz ediyor. İkinci sebep; saf olan ilahî bir anlayış sahibi olunduğunda, bu beraberinde hasar verecek bir unsura, bir fenalığa da el verir. Önce de belirttiğim üzere Antinomian sufilerinin davalarında olduğu gibi bu bahsettiğimiz fenalığa örnek teşkil eden bir kuralları yıkma girişimi sözkonusudur. Hakikaten bu tarz bazı anlayışlar aşırıya kaçmış uygulamalardır. Bizim gördüğümüz bir nevi daha mâkûl, daha ilim ve bilgi sahibi Sufilerin frene basarak, duralım ve bekleyelim, burada ruhsal bir kargaşa başlatıyoruz, ve bizim ihtiyacımız olan disiplindir ve bu disiplin zaten kuruludur, hazırdır, evvela şeriat gözlenmelidir diyerek, bu unsuru anlayışlarına dahil etmişlerdir.
Bu Antinomian yönelimine karşı tepki hangi zaman dilimindedir?
- yüzyıldan itibaren bunu görüyoruz. Bu dönemden itibaren, benim daha bilinçli ve ciddi olarak adlandırdığım bir tepkime yani ilerleme başlıyor. Bundan dolayı bu dönemde felsefî, felsefeleştirme, bazı sufilerce İslamın entellektüel boyutunun oldukça ciddiye alındığına, aynı zamanda, asetik ibadet usullerinin geleneğin bir parçası olarak kabul gördüğüne şahit oluyoruz. Bu dönemde ayrıca aşk unsuru da ciddiyet kazanmıştır; bu yüzden büyük âlîm İbn-i Arabi gibi büyük şahıslar ortaya çıkmış ve ondördüncü yüzyıldan itibaren karşımıza çıkacak olan Isfahan ekolünün tohumları bu dönemde yeşermeye başlamıştır.
Isfahan ekolü felsefî bir ekol müdür?
Felsefi bir ekoldür ama batı anlayışında ki felsefî ekol manasında değil. Yani sâdece analitik felsefe değildir. Felsefenin, teolojinin, tasavvufun, akli görü (sezgi)’nin birleşiminden oluşan bir felsefî ekoldür. Ve bu mutasavvıflar ayrıca şiir yazmışlar, çileye soyunmak gibi ibadetlerle de meşgul olmuşlardır.
Fakat Sufizm’in ayrıca sistematik felsefik bir bakışı da vardır.
Doğru.
Sufizm’in kendi içinde sistemleştirilmesine yönelik rol oynayan bazı ana şahsiyetler kimlerdir?
İşrakiyye ekolününde kurucusu olan Şihabeddin Yahya Suhreverdi var, Muhiyiddin Ibn-i Arabi ve vahdet-i vücud ekolü var ve bunlardan daha ileri gidersek Isfahan ekolü var; Mir Damat ve öğrencisi olan şeyh Bahai, hepsinin üstadı olan Molla Sadra ve öğrencileri var. Bu saymış olduğumuz bazı Âlimlerin ünü öylesine yayılmıştır ki Hindistan’a kadar ulaşır. Bazı müslüman Moğol liderleri Safevi krallarına istekte bulunarak, bu alimleri Hindistan’a göndermeleri doğrultusunda istekte bulunmuşlardır.
İslam’ın tasavvufi geleneğine özgün bazı ibadet şekillerinden bahsettiniz. Bu konuyu biraz daha açar mısınız? Bir sufiyi sufi yapan şey nedir?
Çok güzel bir soru. Bir kişinin sufi olabilmesi için ilk gerekli unsur alçak gönüllülük, tevazu ve hakikate ulaşmak için duyulan şiddetli bir arzu sahibi olmasıdır. Fakat şunu belirtelim bunlar sâdece gerekli olan koşullardır, yeterli koşullar değildir. Yeterli olan koşullar için gerekli olan şey sufi olacak kişinin tatbike yönelik eğitimi ve dolayısı ile bir tarikate girmesi gerekliliğidir. Kendi başına sufi olunmaz. Tarihte zaman zaman kendi başına bunu başarmış olan kişilere rastlasakta, gerçek sufizm anlayışında bir tarikate intisab etme prensibi vardır. Sufizm anagörüşü içinde farklı tarikatler barındırır.
Yani Sufilerin bahsettikleri hakikat ilmi kitaplardan öğrenilemez.
Kesinlikle, sâdece kitaplardan öğrenilemez. Aslında bu durumu çok güzel ifade eden tasavvufi bir hikaye vardır. Oldukça ilim sahibi bir derviş, şadırvanın yanında oturmuş, çevresinde elyazması kitaplar ve kitabeler vardır. Bu olay, kendisi henüz bir sufi âlîm olmadan evvel oluyor. Bir veli geliyor yanına ve çevrede bulunan ne kadar yazma varsa hepsini havuza atıyor. Derviş feryatlar içinde, bu yazmaların ne kadar değerli olduğunu söyleyince, veli suya uzanarak yazmaları teker teker sudan çıkarıyor ve tekrar yerlerine koyuyor. Derviş yazmaların hepsinin kupkuru olduğunu görünce büyük bir şaşkınlık içinde veliye bunu nasıl yaptığını soruyor. Veli şöyle cevap veriyor: ‘Bunca senedir senin bu sayfalara bir kalem ile yazdığını ben siliyordum. Ben kalbimi arındırıyordum.”
Yani ana fikrine bakarsak görünen o ki belki hepimizin derinlerinde mevcut olan bir tür ilim var
Parlatılması gereken bir bilgi var.
Ve bir kez parladığında, bir kez o iyi ahlâki yapıya sahip olunduğunda, halihazırda mevcut olan o bilgiye bir şekilde erişim sağlıyorsun.
Doğru bir yaklaşım. Her birimiz 10 yahut 20 km koşacak potansiyele sahibiz , fakat hakikatte bir eğitimden geçmeden, bir dizi antremandan geçmeden bunu yapmamız mümkün değildir. Potansiyel mevcuttur ama hakikatte yapılamaz. Ve böylece bir sufi tâlib denilen mürîd olduğunda yani hakikati arayan olduğunda, tasavvuf geleneklerinin uygulandığı bir yapıya da dahil olur, ve bunu eğitim izler. Bu eğitimler, sıradan yeme alışkanlıkları ve kimlerle münasebette olduğun gibi ve buna benzer geniş içerikli bir dizi uygulamaları içerir. İşte burada mürşidin rolü önümüze çıkar.Bu uygulamalar mürşidin katı ve kurallara dayalı rehberliği, yani önderliği altında olur. Uygulamalar kendi başına olmaz, bu yoldan geçmiş, deneyim ve ilim sahibi olan biri tarafından yakınen denetlenmesi gerekir.
Bu uygulamalara birkaç örnek vermeniz mümkün mü?
Elbette, günlük beş vakit namaz var, tefekkür, zikir yahut Esma’ül Hüsna zikri, dönemsel olarak tutulan oruç yahut uzun süreli oruç halleri. Kişinin davranışlarının, hallerinin gözlemlenmesi. Nefsi isteklerden uzak durma.
Muhasebe?
Evet, muhasebe. Tasavvufi bir şiirde şöyle denilmektedir:
Sahat wa sawm wa sahar wa khalwat wa zikr bi mudam
Na-tamaman-i jahan ra konad in panj tamam
sıhhat, oruç, seher, halvet ve sürekli zikir,
Eksik olan maneviyat, bu beş kural ile tamam olur.
Yani temel olarak bir eğitim programına benzetebiliriz. Belirli bir eğitmen (mürşidin) himayesi altında, bu derslere katılarak, manen bir gelişme gösteriyor ve manevi mertebeler silsilesinde bir yükselme kaydediyorsunuz.
Evet, hakikat kademeleri
Bu kademelerden bazıları nelerdir?
Sufi kavramında, manevi gelişimine dayalı olarak iki belirgin farklı kavram vardır, bunlara hal ve makam denilmektedir. Hal genellikle bir kişiye etki eden duyguların haleti ruhiyesini tanımlar, örneğin çok sevdiğiniz bir mûsikî eserini dinlediğinizde, bu sizde belirli duygular uyandırır. Hasıl-ı kelam Sufilere şiir yazdıran, mûsikî bestelemelerini sağlayan ve bu üretken yaratıcılığın taşmasına sebep olan etken bu duygulardır. Fakat bunlar kalıcı değildir, gelir ve giderler. Ve bir de makam yahut erdem mertebeleri var. Bu duraklar (mertebeler) aslolan hedefe başka bir deyişle amaca doğru uzanan kademelerdir. Bu kişinin kendi varlığını Allah’ın varlığında yok etmesi, O’na ulaşma çabasıdır. Bu mertebeler iktisab edilir (kazanılır). Bunu askeri kademeler gibi tanımlayayım. Bir kez albay olduğunuzda, artık piyade değilsinizdir, ve bir kez general olduğunuzda teknik olarak artık geriye dönüş olamaz. Ve böylece, bunlardan bazıları, rıza kademesi gibi, mutavaat (teslimiyet), huzûr, korku, riyazet (kaçınma) ve umut gibi mertebeler ihtiva eder. .. Farklı sufizm ekolleri vardır. Bazı görüşlere göre bu sayı sekiz, bazılarınca oniki, bazı görüşlerce de kırk civarındadır. Fakat sonuçta, hepsinin, sonunda nereye ulaşılması konusunda hemfikir yani mutabık olduğu son, fenafillah dediğimiz kişinin kendi varlığından geçip Allah’ta yokolmayı arzulaması, Allah ile bir olma isteğidir.
Profesör Aminrazavi, İslam teologlarının, İslam’ın tam olarak ne olduğu hususuna açıklama getirmek adına sıklıkla başvurdukları meşhur bir hadîs vardır. Ve bu hadîs İslam’ı üç safhaya böler: birinci unsur İslam, ikinci unsur iman ve üçüncü unsur ihsan. Sufizm’in bu hadisle olan ilişkilendirilmesini açıklar mısınız?
Sizin de belirttiğiniz üzere oldukça esas alınan bir hadistir ve Sufiler birçok muhtelif ortam ve durumlarda bu hadîsi yineler ve aktarırlar. Elbette ki bu bahsedilen üç unsur Sufizm’i ilgilendiren alan dahiline uygun ve İslam’la bağdaşık bir ifadedir. İlk olarak teslimiyet vardır, Allah’ın iradesine olan teslimiyet.
Ve bu teslimiyet İslamdır…
Bu İslam. Allah tarafından verilmiş olan varlığımızın doğasına ve O’nun kurallarına teslim olma. Yani eksoterik tabiatlı bir kişiseniz, kuralları takip etmeli ve onlara uymalısınız. Batıni yapılı biriyseniz, sizde mevcut olan daha içe yönelik bir yolu takip etmek zorundasınız. Fakat, İslami kısımı ilgilendiren asıl unsur teslimiyettir, yani kendini kaderinde belirlenmiş olan takip etmen gereken yola vermektir.
İman yani inanca değinelim: İnanç, Sufizm’in en temel ve gerekli ilkelerinden birisidir; Yaradanın ilahî hakikatına olan inânç, varlık hakikatına iman, İslam’ın temellerine dahil olan yaratılışa ve tekrar kavuşma umuduna (vuslata) olan inanç. Fakat ihsan belki de bu saydığımız üç unsur içinde, sûfiler açısından en çok temel alınan unsurdur, Çünkü kabaca tanımlaması rikkat, salih amel gibi alınsa da, bizim aklımıza gelen en iyi tanımlama fazilet, erdemliliktir. Bu kavram geniş sayıdaki etik ve felsefî ekollerinin temel prensibini oluşturur. Aristocu etik genellikle “erdem etiği” olarak adlandırılır.
İslami bir ifadeyle buna ahlak diyebilir miyiz?
Kesinlikle. Bu konsept şu anlama gelir, kişiliğiniz birkez alicenab (yüce gönüllü) olduğunda, cilalandığında ve parladığında, bundan kaçınılmaz olarak yeni bir ahlâki yapı ortaya çıkar. Bildiğiniz üzere Immanuel Kant’a atfedilmiş “deontolojik etik” yahut “meslek ahlakı” ekolü var. Bu ekol, bir işi ona inandığım yahut inanmadığım için değil faka vazifem olduğu bilinci ile yaparım anlayışını savunur, yani kişi yapmaya mecburdur; zorunlu hisseder. Bu bir çeşit ahlak anlayışıdır. Bir de faydacı bir ahlak ekolü vardır ki, bu da bir şeyin iyiliğini ve doğruluğunu belirleyenin, fayda sağladığı insanların çokluğuna bağlı olarak değerlendirilmesini öngörür. Erdem etiği ise, durup bu diğer ekollere bakmayı ve gözden geçirmeyi öngörerek, bunların kendi içinde bir nevi sorunsal bir yapıya sahip olduğunu söyler. Ve bir kişinin asıl yükümlülüğünün, edeb dahilinde keskin olan yönlerinin, yani fenâ ve kötü huylarının bilenmesi olduğunu savunur. Rezâil yani ahlak-ı rezile ve onun saiklerinden uzak kalma.
Ahlâki bozuklukların giderilmesi…
Evet. İnsan ahlakının en temel unsuru. Ve bir kez parlayan bir yıldız haline geldiğinizde, bir kez ışıldadığınızda, sizden de ışık saçılacaktır.
Ve böylece daha iyi bir insan olma yolunda fazladan bir çaba sarfetmek gerekmeyecektir. Ne yaparsanız yapın, tanım gereği iyi bir karekter içerir çünkü ahlâki mükemmeliyete erişmişsinizdir. Sanki bir yerde neredeyse bunu denemek için çok fazla bir çaba sarfetmek gerekmeyecek.
Evet. Hz. Mevlâna’nın bu hususu örneklediği çok güzel bir hikayesi vardır. Mesnevi’deki hikayelerin hepsi aslında çok güzel açıklayıcı örneklerdir. Hz. Mevlânâ bizlere iki saray yaptıran bir padişahdan bahseder. Sarayların çok ihtişamlı süslenmesini, dekore edilmesini ve boyanmasını arzu eder. Bunun için sarayın birisini, çok titiz özenli, bir o kadar da detaycılıkları ile tanınmış olan Çinli ressamlara verir ve Çinli ressamlar örtülerle gizlenmiş olan sarayın içinde, sarayın her bir köşesini oldukça etkileyici ve güzel motiflerle süslemeye ve boyamaya başlarlar. Padişah diğer sarayı Perslere verir ve bunlar da örtülerle gizlenmiş olan sarayın içinde ellerinde sâdece bir zımpara kağıdı ile sarayın her yerini zımparalamaya başlarlar. Sarayların padişahın beğenisine sunalacağı gün gelir. Padişah Çinli sanatkarlardan örtüyü kaldırmalarını ister ve kaldırdıklarında, son derece görkemli motiflerle bezenmiş saray tüm ihtişamı ile görülür. Padişah ardından Perslerden örtüyü kaldırmalarını ister. Persler kendilerine verilen sarayı öylesine zımparalamışlardır ki, bütün saray bir aynaya dönüşmüş, sâdece Çinlilerin motiflerini değil, fakat diğer sarayın tamamını yansıtmıştır. Burada bahsedilen saray insanın kalbidir. Erdem etiği gerçekte budur; kalbinizi, iç varlığınızı bir kez cilaladığınızda, bir kez dinî bütün ve faziletli olduğunuzda, sizden güzellik ve takva yani züht ve saygı yansıyacak ve yayılacaktır.
Ve sufizm bize bu cilalamanın nasıl yapılacağını öğretiyor…
Kesinlikle. Sufizm, ruhun arınmasına yönelik olan pratik bir öğretim, bir başka ifadeyle talimattan başka birşey değildir.
Kant felsefesi yahut deontolojik etik diye bilinen ahlak anlayışının faydacı ahlak anlayışı ve buna karşı olan erdem etiği hakkında bilgi verdiniz ve sufizm, bahsedilen bu mükemmeliyetçiliğin başarılmasına yönelik uygulamalı bir yol. Yani, Sufizm ve hatta erdem etiği için, kuralları takip etmek yahut insanların menfaatine yönelik olarak bir takım kurum ve kuruluşların belirlenmesine yönelik bir içerik belirlemez diyebilir miyiz?
Doğru.
Kendi içine hükmetmek, nefsini kontrol etmekle ilgilidir. Fitrata uygun yaşama, doğru iştiyak (arzu)’lara sahip olma ve hilkat üzere olmanın oluşumudur. Bunu bir kez başardığınızda, iç benliğinize bir kez hükmetmeye başladığınızda, neredeyse otomatik olarak faziletli ameller üretmeye başlarsınız.
Evet. Hayatın ve düşüncenin her alanında bir denge sağlamak lazım. İşte bu nedenledir ki, Sufizm insanların günlük hayatlarında da çok değerli bir unsurdur. Denge yapısını gündelik hayata sokmakla kalmaz, fakat aynı zamanda kişiyi ahlâki arınmaya teşvik eder, yani bu arınmayı sağlar.
Sohbetimizde bahsetmiş olduğumuz Arabi, Hz. Mevlana ve Gazali gibi alimler, bir biçimde bu geleneği farklı şekillerde kullanmışlar. Hz. Mevlana’nın şairlik yönü var. Arabi’ve Gazali’de de öyle fakat Arabi’nin sanki daha sistematik bir uslubu var.
Saymış olduğunuz alimlerden herbiri ahlak üzerine ilmî bir eser yazmıştır. Gazali’nin “İhyâ’ Ulûm ed-Dîn” adlı eseri İslami ilimlerin yeniden ortaya konulması açısından ve genel olarak ahlak üzerine oldukça önemli bir eser olarak tahlil edilmektedir. Bununla birlikte Hz. Mevlana ve diğer birkaç Sufi aliminde de olduğu gibi, ahlaki unsurlar şiirlerinde çokça işlenilmiştir.
“Çoğu kez ve özellikle günümüz akademik çevrelerindeki şiir anlayışında felsefeye karşı muhalif bir tutum söz konusudur. Şiir ve felsefenin birbirlerinden tamamen farklı dallar ya da değişik çabalar ve uygulamalar içinde olduklarına, farklı insâni arzuları da tatmin ettiklerine dair bir inanış vardır.” Bu ifadeler yeni kitabınızdan. Yakın zamanlarda yayınlanmış olan “Ömer Hayyam” isimli eserinizde bu her iki unsure da değinmişsiniz. Ömer Hayyam genel olarak şairliği ile bilinir ve tanınır fakat diğer yönleriyle anılmaz ya da tanınmaz. Siz ise kitabınızda Hayyam’ın şiirinin yanında felsefesini de tanımladınız ve açıkladınız. Gördüğüm kadarı ile aynı şeyi Rumi’nin şiirleri için de yapıyorsunuz. Tasavvufi şiirin felsefe ile olan ilişkisi tam olarak nedir?
Bu öne sürmüş olduğunuz husus oldukça hassas bir konu ve meselelerin özünün kavranması açısından oldukça önemli bir nokta. Sorduğunuz için müteşekkirim. Bildiğiniz üzere içsel bir değerlendirme yapmadan dışarıdan bakıldığında Kur’an’da şairler kınanmıştır, hatta şairlerin kınanmasına dair meşhur bir ayet de vardır. Bu husus geniş çapta bir kesimin aklını karıştırmış ve sorgulamaya itmiştir, çünkü Arap şiiri, kültürün öylesine ayrılmaz bir parçası ki, İslam ve Peygamber Efendimiz (S.A.V.) nasıl ve neden şiiri kınamıştır?. Çünkü şiir vardır ve bir de şiir vardır. Şu da bir gerçek ki, Eflatun ve Sokrates’in “Sokrates Diyalogları” olarak bilinen erken dönem yazılarına baktığımızda, Sokrates’e karşı yöneltilen suçlamalardan birisi de şair olmasıdır. Ve o dönemde ki şairlik Sofist olmakla doğrudan ilişkilidir. Sofistler para karşılığı duyguları kışkırtıcı yahut ayartıcı şiirler yazan ve hitabetler yapan şahıslardır.
Yani onlar tam olarak hakikatle muhattab değillerdi.
Kesinlikle
Onlar, şu yahut bu siyasî veya politik bir düşünceye yönelik olarak halkı etkilemek ve aklını çelmek üzere mevcuttular ve eserleri buna yönelikti.
Bir nevi onlar, o dönemin bugünkü tabiriyle modern politakacılarıydı
kalemşör…
Yandaş evet… Duygu esaslı bir şiir var, yani duyguları tahrik ederek belirli hedeflere varmayı temel alan yahut buna yönelik şiirler yazan filozofların şiirleri Kur’an tarafından kınanmıştır. Ve bu tip şiir anlayışı hakikati amaç edinen bir araç, bir şiir anlayışı değildir. Bir de diğer şiir anlayışı vardır ki, şiir sâdece şairin yazdığından ibaret değildir, şair şiirin ta kendisidir. Benlik bir kez ahenkli hale geldiğinde, ahenkten ahenkleşir, güzellikten güzelleşir, Bir’den birlenir. Bundan dolayıdır ki, ahengin en muhteşem şekillerinden olan şiir, erdem safhalarından geçmiş, çile çekmiş ve benliğin temizlinmesi için çalışmış olan Sufilerde öylesine parlaktır ki, öylesine ahenklidir ki, şiir onlardan sadır olur yani yayılır. Sema zikrinde olduğu gibi. Sema zikri genellikle oldukça hatalı bir yaklaşıma maruz kalarak, düzenli olarak prova yapmış bir grup dansçının ortaya koydukları bir dans gösterisi olarak algılanılıyor ve biliniyor. Bu anlayış katiyen sema’nın aslı değildir. Zaviyelerde, dergahlarda ve tekkelerde yapılan gerçek sema bir silkinme, bir vecd halidir…
Vecde gelme, içten gelerek kendiliğinden olan bir hal…
Kesinlikle. Saat on ile onbir arası sema edeceğim diyemezsiniz. Bu hakiki olan sema değildir. Aynı şekilde bir şair de yarın saat on ila onbir arası güzel şiir yazacağım gibi bir şey diyemez. Esinlendiğinde, ilham aldığında, heyecan duyduğunda ancak yapabilir. Bu yüzden Hz. Mevlâna’nın, Hafız’ın ve Gazali’nin yazmış olduğu ve bu alimlerle birlikte daha nice doğuda ve batıda bu anlayış üzerine eserler vermiş olan şairlerin şiirleri, kalpten yazılmıştır. Buradaki kalp ifadesi kelimenin duygusal manasınca algılanan kalp anlamında değildir.
Dışa yönelik bir amacı yok. Yahut şiir halkın dış olan, dünyevi amaçlar için, kışkırtılmasına yönelik bir hedef için kullanılmamış.
Kesinlikle. Şiir, bu âlimlerin yahut erenlerin hallerinin, tasavvufi olarak geçtikleri aşamaların, mertebelerinin ve hayatın neresinde olduklarının bir tefsiri, bir izahıdır.
Sufizm ve İslam’daki bu gelenek hakkında konuştuk. Sufizm’in bu modern çağda, modern topluluklarda ve şehirsel alanlarda yaşayan bireyler ve de genel olarak toplum için sağladığı fayda nedir? Yeni çağın farklılığı nedir ve Sufizm bu farklılığa yahut değişime nasıl bir yaklaşım içindedir?
Şuna inanıyorum ki, Sufizm günümüzde olduğu kadar başka hiç bir devirde toplumlar için böylesine kaçınılmaz bir gereklilik oluşturmamıştır. Medeniyetler çatışması gibi oldukça tehlikeli ve destrüktif (yıkıcı-zararlı) teorilerin geniş kitlelere yayıldığı ve bu görüşlerin birçok taraftarı ve destekleyecisi olduğu bir zamanda yaşıyoruz. Batıda İslam’ın, şiddet içerikli saldırgan tutumuyla, başarısı şiddete bağlı olan, bunu destekleyen ve göz yuman bir din anlayışına sahip olduğu resmedilmekte. Hergün, televizyonda izlediklerimizde olsun, gazetede okuduklarımızda yahut radyoda dinlediklerimizde olsun, dünyada müslümanlar tarafından işlenen şiddet olaylarına tanık oluyoruz. Ve elbette doğal olarak bunları izleyen, dinleyen yahut okuyan birinin “İslamın doğası nedir?, Bu gördüğümüz, tanık olduğumuz şey gerçek İslam mıdır?” gibi soruları sormaya hakkı vardır. Bununla birlikte şu da var ki, İslam kendi sanatını ve felsefesini, kendi dilini ve kültürünü oluşturmaktan ibaret bir medeniyet bir uygarlık değildir. Sadece din ve medeniyetten ibaret değil, fakat kendisini birçok farklı yorumlamaya da maruz bırakmıştır. İslam’ın tasavvufi yanını kenarda olan birşeymiş gibi görmeden gündeme getirmek, tanımlamak ve sunmak ve dolayısıyla Sufizm’in bir “ayrıca” anlayışı içinde değilde, İslam anlayışının bir tefsiri olarak idrak ettirilmesi mecburiyeti vardır. Bu tasavvufi yan, sufi yan, oldukça merkezidir, ve hatta İslam’ın kalbi ve ruhudur.
Yani İslam’ın başlangıcından beri vardır.
En başından beri vardır ve yüzlerce Sufi eksiksiz bir biçimde bağnazlıkla nasıl başa çıkılması gerektiğini, dışlayıcılık ve aşırı tutuculuk üzerine görüş bildiren eserler yazmış, tanımlamış ve örneklendirmiş, hem Müslümanlar hem de dışında olanlar için tahripkar olan tek yanlı, dar görüşlü dogmatik anlayışa karşı mücadele etmişlerdir. Hz. Mevlana üzerine bir oturumda olduğumuz için, müsadenizle tekrar Hz. Mevlana’dan bir örnek vermek istiyorum. Hz. Mevlana bizlere hakikati takip etmenin ve ona ulaşma çabasının, hakikat yolcuları için yapılması zorunlu olan bir görev olduğunu söylüyor. Ama sonuna varacağınızı, ve orada söz sahibi olarak ben hakikati biliyorum ve size ne olduğunu söyleyeyim diyebileceğiniz bir yer olduğuna hüküm vermeyin. Rumi bir şiirinde şöyle demektedir: “Cihanda, basamak basamak ta göklere kadar yükselen gizli merdivenler vardır. Her topluluğun ayrı bir merdiveni vardır. Her gidişin başka bir göğü bulunmaktadır.Herbiri öbürünün halinden habersizdir.Gökler geniş, çok geniş bir ülkedir. Öyle geniş, öyle sonsuz ki, ne başı vardır ne de sonu.” Ve der ki bu dünya üzerindeki alemleri yüzyıllar ötesinde olanı istersen yahut ararsan, unutma ki sende diğer hakikat takipçileriyle birlikte aynı merdiven üzerindesin. Yani mükemmelliyete doğru yol alma dahi bir görev, bir arzu olduğu halde, mükemmeliyete asla erişilemez, çünkü bağlama göre tanımladığımızda mutlak ve mükemmel olan sâdece Allah’tır. Bizlerde hepimiz bu merdiven üzerindeyiz. Bir düşünün lütfen ne kadar müthiş bir tasvir, sonu olmayan bir merdiven düşünün ve insanlar tamamen manevi kıdemlerine bağlı olarak sıralanmış ve buna Allah dışında hiç kimse karar verip belirlemiyor, hiç kimse son sözü söylemiyor, hiç kimse “hakikati ben biliyorum ve herkes beni izlemeli” demiyor. Bundan dolayı, günümüzde aşırı tutucu bir tavır sergileyerek fetvalar veren ve Müslümanlara İslam’a aykırı beyanlarda bulunarak şunları bunları yapın diye emirler saçan, şiddet yanlıları bazı lider şahısların, geleneksel İslam anlayışının temelinde yatan prensiplerce, ve buna bağlı olarak kesinlikle Sufizm anlayışında ve Sufiler arasında bir yeri yoktur.
Modern zamanlarda Sufizm’e duyulan daha büyük bir ihtiyaçtan bahsettiniz. Bunu söylerken tam olarak neyi kastediyorsunuz? Tarikatlara katılmamız gerektiği görüşünde misiniz yahut kastettiğiniz daha güncel kurumsal bir Sufizm mi? Ahlaki ve manevi mükemmelliyetçiliğin ciddiye alınması gereken ama sınırları belli olmayan manevi ve yöndemsiz bir anlayıştan mı bahsediyorsunuz?
Bu söylediklerinizin hepsi olabilir. Buna karşı değilim, fakat öncelikli görüşüm sufizmi evrensel ve dinler arası diyalog için örnek bir model olarak tanıtmak. Evrensel bir köyde yaşıyoruz. Son yirmi yıldır çeşitli evrensel müzakerelere katıldım ve bu bahsetmiş olduğum görüşe ciddi bir ilgi söz konusu. Herşeyde bir hayır ve keramet vardır ve bu 11 Eylül’den çıkan bir hayır var ise batıda ve özellikle Amerika’da genel anlamda İslam’a karşı duyulan ciddi bir merak oluşumudur. Son zamanlarda Yahudi, Hristiyan ve İslami kesimler arası diyaloglar fazlalaştı. Bence Sufizm, eksik kalacak olan bir terimle tanımlamaya çalışırsak daha liberal, kapsayıcı, İslam’ın hoşgörüsel yanını ortaya koyarak dinler arası diyalogların yapılabileceği evrensel bir alan sunuyor.
Konuşmalarımızdan anladığım kadarı ile Sufizm’in oldukça zengin kaynakları var. Alimler ve Sufi kuramcıları, diğer inançlarla karşı tutumumuz konusunu çoktan ele almış ve bu probleme atıfta bulunmuşlar, yani İslam’ın temelinde olan fakat müslüman olmayan diğerlerine merhamet gösteren bir anlayışla, dığer inanç geleneklerine karşı tutumumuzun nasıl olması gerektiği konusunda bizi bilgilendirmişler.
Kesinlikle. Aslında belki de yöneltmiş olduğunuz bu soruya vereceğimiz cevapla sözlerimizi bitirmek yerinde olacaktır. Hz. Mevlâna’nın yine Mesnevi’de anlatmış olduğu çok güzel kinayeli bir hikayesi vardır. Bu meşhur hikâye Hz. Musa ve çoban arasında geçmektedir. Hazreti Musa Sina dağında “O olan” Yehova ile görüşmüş, bu ilahi oluş karşısında kendinden geçmiş bir halde yürürken, cahil bir çobanın dua ettiğini görür ve söylediklerine kulak misafiri olur. Çoban Allah’a dua etmektedir ve O’na şu gösterişsiz evime gelirsen sana şimdiye kadar yapılmış en güzel keçi peynirini yapacağım, şimdiye kadar pişirilmemiş en güzel ekmeği pişireceğim, çarığını dikeceğim gibi şeyler söyler. Hazreti Musa bunları duyunca öfkelenerek çobana kızar ve Allah’ın onun ekmeğine ve çarıklarına ve çobanın duasında vaat ettiği diğer sözleri de tekrarlayarak Allah’ın bunlara ihtiyacı olmadığını söyler. Çoban bu sözler karşısında özür diler ve kalbi kırılır. Hazreti Musa yoluna devam eder. Ve sonra sema’dan şiddetli bir ses “Musa ne yaptın?” deyince, Musa şöyle der: “Onun yaptığını düzeltmeye çalıştım.” Buna karşılık şöyle buyurulur: “Bırak Musa’nın Tanrısı, Musa’nın olsun ve bırak çobanın Tanrısı çobanın olsun” herbirinin kendi anlayışınca. Ve bu hikâyeki böylesine güzel bir betimleme, bizlere manevi demokrasinin olabileceği, birbirine saygı duyan, diğerinin varlığını kabul ederek, kendi görüşünü zorla başkasına empoze etmeye çalışmayan bir anlayışın olabileceğini göstermektedir.
Profesör Aminrazavi, gerçekten çok keyifli bir sohbetti. Müsade ederseniz tartışmış olduğumuz konuları kısaca bir özetleyelim. Biraz sufizm üzerine konuştuk; tam olarak ne olduğu, İslam’ın diğer açılar ve boyutlarıyla olan ilişkisi. Biraz İslam felsefesi ve Sufizm arasındaki bağlantıyı konuştuk. Sufizmi nitelendiren çeşitli temel uygulamaların bazılarını ele aldık, bir Sufi’nin ne yaptığını, bir kişiyi Sufi yapan etkenleri ve bunu gerektiren uygulamaları konuşutuk. Rumi’den ve Mesnevi’den, Mesnevi’de yer alan erdem incileri’nden söz ettik. Ve son olarak Sufizm’in modern zamanlarla olan son derece ciddi bir önem arzeden bağıntısını da konuştuktan sonra, Mesnevi’den bir beyit ile bu sohbetimizi sona erdirsek ne dersiniz.
Elbette, Mesnevi’den en çok sevdiğim şiirlerden birisi şöyle:
“Dün veli şaşkın bir halde şehrin sokaklarında insan aramaktaydı.
Ona dedim ki, “Ben aradım…onu bulamazsın.”
Bana dedi ki “Bulamadığım, aradığımdır” (Bulamadığım kişi, aradığım kişidir)”
Ve bu manevi veli, Hz. Mevlâna’yı nihayetinde görüşleri çağları aşarak, asırlarca kabul görecek yüce bir kişiliğe dönüştürmüştür.
Bu röpörtaj’ın yayınlamasına izin veren Profesör Dr. Mehdi Aminrazavi’ye teşekkürlerimizi arz ederiz.
Çeviri: Semazen.net