PÎR EMÎR II. ÂDİL ÇELEBİ B. EMÎR II. ÂLİM ÇELEBİ
2.2.1.9. PÎR EMÎR II. ÂDİL ÇELEBİ B. EMÎR II. ÂLİM ÇELEBİ (V. 865 / 1460)
Pîr Emîr Âdil Çelebi h. 781 (m. 1379-80) yılında dünyaya gelmiştir. Babası Şemseddîn Emîr Âbid Çelebi’nin küçük oğlu, Bahru’l-kemâl Emîr Âlim Çelebi, annesi ise Şehzâde-i Muazzam Bahâü’l-mille Emîr Âlim Çelebi’nin kızı İsmet Hâtûn’dur.927 Halefi Emîr Âdil Çelebi’nin oğlu Muhammed Emîr Ârif-i Çelebi, h. 824 (m. 1421) yılında intikâlini müteâkıben 42 yaşında hilâfet makâmına 10. post-nişîn olmuştur.928
Kendisi gelenek tarafından hilâfet makâmındaki sırası göz önünde tutularak “Kûçek” ya da “Sânî”929; doğum sırası göz önünde bulundurularak ise “Râbi’” vasfının ismine ilavesi ile Mevlânâ Hanedânındaki diğer Âdil Çelebi’lerden tefrîk edilmiş olmaktadır. Bunun yanı sıra Çelebi, esas olarak “Pîr Âdil Çelebi” şeklinde anılmıştır ve böylelikle de hem fark edilmiş ve hem de “Pîr”930 unvanı ile kendisinin Mevlevî silsilesindeki hususi durumuna atıfta bulunulmuştur. Sakıb Dede henüz hilâfet makâmına geçmezden evvel, daha on dört yaşında iken dahi Mevlevî ihvânının büyükleri tarafından bu ünvân ile meşhur olup yâd edildiğini belirterek bu durumu evvela Çelebi’nin zâtî bir husûsiyet olarak sahip olduğu fetânet ve edeb ile Allah vergisi ferâset ve kiyasetine isnad ile izah eder. Çelebi’nin hilâfet makâmına post-nişîn olması ile adeta bi’l-kuvve bulunan vasfı bi’l-fiil olarak tahakkuk etmiş ve Âdil Çelebi cümle Mevleviyâna “Pîr” olmuştur.931 Bu izaha ilave olarak Sefîne-i Nefîse-i Mevleviyân sahibi “hurde-i tarîk” olarak adlandırılan tarîkat âdâb ve erkânın Âdil Çelebi’nin meşîhati döneminde keşfî delillere istinâden istihsân ve istihbâb usûllerince tayin edildiğini ifade ederek, kendisinin bu sebeple “Pîr” olarak vasfedildiğini de ihsâs eder. Zamanla bu durum ananevî olarak Mevleviyye muhîtinde tekrar edilegelmiş ve Çelebi’nin “Pîr” ünvanı ile yad edilmesi hususunun asıl sebebi, kelimenin tazammun ettiği ıstılâhî anlam da göz önünde tutularak; tarikatın âyîn, âdâb ve erkânının taayyün ve tesbiti hususunda oynadığı belirleyici role atfen değerlendirilmiştir. Sâkıb Dede’nin konuyla ilgili ifâdeleri şu şekildedir:
“Zeynü’l-mahâfil-i Mevleviyye ve şem’u’l-mecâmii’l-evleviyye olan âyîn-i hikem-ekîn ve erkân-ı ibret-beyân ve âdâb-ı letâfet-meâb mecmûa-i uzamâ-yı tevhîd ve ma’rifet olup “hûş der dem ve nazar der kadem ve sefer der vatan ve halvet der encümen ve yâd kerd ve bâz geşt ve nigâh dâşt”-ı uzamâ-yı Nakşibendiyye, semâ’ ve sâfâ-yı vecd ü hâl ve tecerrüd-i alâyık ve teferrüd-i emsâl ve cezbe-i Zü’l-Celâl-i Şemsiyye ve Işkiyye ile memzûc ve muhammer ve âdâb-ı kudemâ ve sûfiyye ve rusûm-i sülûk-i mülûk-i hakîkatle muanven ve mestûr olup hâlâ beyne’l-ihvân mütedâvel olan hurde-i tarîkat ünvânıyla ma’hûde harekât ve sekenât-ı müstehabbe-i işârât-âmîz ki lede’l-vâkıfîn ilâve-i hâssa-i reftâr-ı sâlikân-ı tarîkatimizdir, bi’l-cümle nevbet-i velâyet-i Pîr Âdil’de berâhîn-i keşfiyye ile istihsân ve istihbâbı nümâyân olmakla terğîb-i iltizâm ve tertîb-i gaybî-nizâm ile tezyîn-i cünbiş ve ârâm ve tahsîn-i reftâr u güftâr-ı ihvân ve hullân buyurulup şîve-i reviş-i pâk ve meyve-i meniş-i tâb-nâkları hasretü’l-urefâ ve hayretü’z-zürefâ olmuştur. ân-çi ıyânest, müstağnî-yi beyânest. Beyit: …
Tezd-i ân ki lem yezuk da’vîst în / Pîş-i segân ufuk-i ma’nîst în / Lâf ü da’vî başed în pîş-i ğurâb / Deyk-i tey ü per yekî nezd-i zübâb.”932
Âdil Çelebi’nin menâkıbına dâir en geniş malumatı bulduğumuz ana ve hatta yegâne kaynağımız olan Sefîne sahibi, adeti vechiyle Çelebi’de tezâhür eden sûfî karaktere dair malumatı ismine isnâd ile “adâlet” prensibi çerçevesinde iki yönlü bir surette tayîn eder. Evvela batınî velâyet ile zâhiri idâre (vilâyet) arasındaki suri irtibatı dile getirerek Pir Âdil Çelebi özelinde Mevlânâ Hanedânı ile Osmanlı Padişahları arasındaki münâsebete atıfla uzun süreli bir çatışma ve fetret döneminin akabinde nihâyet Âdil Çelebi’nin post-nişîn olduğu dönemde memlekette huzur ve sükûnetin temin ve adaletin tesis edildiğinden bahseder. Böylelikle siyasi tarih sürecine Çelebi tarafından temsil edilen makamın maddi ve manevi yönden müdâhalesine işaret ederek manevi huzura teşbihen ve bunun tezahürü olarak maddi huzur ve adaletin tesisinin de Çelebi’nin dahli ile vukûa geldiğini iddia eder.933
Bizzat tarikat açısından daha mühim olan ikinci husus ise yine Çelebi’nin tarikatta ta’dîl-i erkânı belirlemede oynadığı roldür. Salikleri suri ve manevi yönden seyr u sülukun ta’dil-i erkânına irşad buyurarak öncelikle zulmün ve adaletin tarifinden söz eden Çelebi, adaleti “Adalet konular (evzâ’) ve konumlar (mevâzı’) arasındaki tenasübü gözetmekten ibarettir. Zulüm ise haller ve mahaller (mahâl) arasında tenâfür irtikab etmektir.” şeklinde tanımlayarak şöyle devam eder:
“Şeriat, tarikat, hakikat ve marifet için bir adalet ve bir de zulüm söz konusudur. Şeriatın adaletinin gerekleri fürû’ ve i’tikâd ilimlerince elde edilir ki emre ve yasağa uyma hususunda takib edilen yol ve yöntemlerindeki i’tidal ile iz’ân ve yâkînî bir imana dair takip edilen usûl hususunda tasdîkin iktisâdından (itidâlinden) ibarettir. Tarikatın adaleti -ki âdâb ve ahlaka dair kitaplar bu hususta delilleri aydınlatmıştır- mâsivâyı gönülden çıkarma ve ahlaki fazîletlerle donanma; tasfiye ve takvayı elde etme (yolunun) konaklarında (menzillerinde) ihlaslı olmaya gayret etme yoluna tevessülün (süluk) itidâlinden ibarettir. Hakîkatin adaleti, -ki Tasavvuf ilmi onun emri ile kıyamdadır- fark ve cem’ makâmlarında tahakkuk sürecinin ve vücûdî mazharlarda artık olmaksızın (başka bir varlığın varlık iddiasını karıştırmaksızın) Hakk’ı müşâhede etmek/etmeyi istemek hususunda i’tidâli şeklinde tefsir olunur. Marifetin adli ise -kionun ihata alanı en münezzeh sırrın inayeti ve feyz-i akdes’in zeâmetini- Arafat’ta vakfe, cem’u’l-cem’, fenâ ve bekânın mecma’-ı bahreyni (buluştukları noktada vukû’ bulan) hayret ve o hayretin doğurduğu karanlık ve hilâf (karşıtlık, tezâd) ile kendisine îmâda bulunulan husustur.”934
Seksen yıldan fazla ömür süren ve ömrünün yarısını Mevlânâ makamında postnişin olarak geçiren Çelebi’nin hayatı siyasi çalkantılarla dolu bir coğrafyanın önemli merkezlerinden birisi olan Konya’da geçmiştir. Ankara Savaşı öncesi özellikle batı ve orta Anadolu’da tesis edilen, Osmanlı hakimiyetinin baskın olduğu siyasi dengeler, Yıldırım Bayezid’in Timur’la yaptığı mücadeleyi kaybetmesi akabinde yerel beylikler lehine değişince Lârende, Konya ve civarında hakim bulunan Karamanoğulları yeniden eski güçlerini elde etme gayretine girişmişler ve kendi otoritelerini daha güçlü hale getirme yolunu tutmuşlardır. Bu durum elbette bölgenin uzun zamandır aşina olduğu bir takım problemlerin yeniden gündeme gelmesi anlamını taşımaktadır. Sakıb Dede, Âdil Çelebi’ye isnad ettiği nakillere dayalı olarak bu hususun, halkın Mevlânâ hanedanına ve Mevlânâ yoluna karşı menfi tututmunun bir cezası olarak değerlendirmektedir. Dede’nin Osmanlı sosyo-kültürel havzasına mensub bir fikri karaktere ve dolayısıyla tarafgir bir kanaate sahip bulunması ihtimali saklı bulunmakla birlikte kendisinin de misallerini naklettiği üzere tarihsel macera esasında bu düşünceyi teyid eder mahiyettedir.935 Nitekim Çelebi, hilâfetleri döneminde Konya asude iken Karaman ve sahillerinde vukua gelen veba ve kaht vs türlü sıkıntılardan ötürü kendisine sığınanlara evvela “bir toplum kendisini dönüştürmedikçe Allah onları değiştirmez”936 ayeti ve bu ayete getirdiği tefsiri ile nasihatte bulunmuştur, velayet kapılarına sıkı sıkıya sarılmak gerektiğini belirtmiştir. Neticede kendilerine yüz sürüp can ve mal feda eylediklerinde sıkıntıların izale edildiğinden bahsedilmektedir.937
Nihayet Sakıb Dede’ye göre Adil Çelebi’nin hilâfeti ve Fâtih Sultan Mehmet Han’ın saltanatı döneminde suri ve manevi velâyetin tenasüb ve tetabuku söz konusu olmuş; bunun neticesinde husule gelen ferah ve huzurun ne müddetle devam edeceği kendisine sorulduğunda: “Onlardan olmadıkça, bizden olmaz. Menzillerimiz ve civarımız (Dergâhlarımız, hânedânımız ve müntesibânımız demektir) mamur ve mesrur olduğu sürece bu medeniyet ve ihsan edilmiş olan her şey ve hem de daha fazlası artarak devam edecektir. Tersi durumdan Allah’a sığınırız.” şeklinde cevaplamıştır. Sakıb Dede, ifade edilen mananın geçerliliğinin kendi zamanına kadar defalarca tecrübe olunarak adeta bir düstur haline geldiğini ilave etmektedir.938
Böylelikle Dede, Osmanlı siyasi iradesi üzerinde kat’î bir Mevlevî tesirinin varlığını temellendirmeye çalışmaktadır ki bu husus kendisinden sonraki dönemlerde daha yoğun bir surette vurgulanmış, hatta Osmanlı hanedanının sahip olduğu dünyevi otorite ile Mevlânâ hanedanının sahip olduğu batıni otoritenin tetabukunu temsil etmek üzere zaman zaman kılıç kuşanma merasimlerinde Çelebi Efendi’nin hazır bulunup bulunmadığı gibi tartışmalara kapı aralamıştır.939
Sakıb Dede evvelemirde velayet ile vilayetin tetabuku zemininde ele aldığı meseleyi tarihsel bir zemine oturtmaya çalışır. Dede’nin mu’tâd şa’şaalı ve mutantan üslûbu kisvesinde serdettiği ifadeleri zaman zaman muğlak bir hale de bürünür ve böylelikle anlaşılması oldukça güç bir metin çıkar karşımıza. Buna ilave olarak karşılaştığımız bir diğer problem de detaylarda tarihsel gerçeklikle çeliştiği izlenimi uyandıran kronolojik ya da isimlere dayalı karışıklıklardır. Bununla birlikte Dede’nin bütün bu ifadelerinde asıl meramının birbirini tazammun eder nitelikte bulunan iki hususta icmâl edebiliriz. Bunlardan ilki Osmanlı hanedanı ile Mevlânâ hanedanı arasında doğrudan bir irtibatın söz konusu olduğu ve Osmanoğulları’nın siyasi hakimiyeti tahsillerinde söz konusu irtibatın doğrudan veya dolaylı olarak tesiri hususudur. İkinci durum ise Adil Çelebi’nin zatında temsil edilen adalet prensibi çerçevesinde Çelebi dolayısıyla batıni adaletin ve mensubu bulunan Sultanlar yönünden de zahiri adaletin tesisi ile Anadolu’da uzun süredir elde edilemeyen huzur, sükun ve emniyet ortamının yeniden tesisi hususudur.
Bu meyanda Dede Osmanlı hanedanı ile Mevlânâ ailesi arasındaki irtibatı ilk dönemlere, XIII. yy sonu ile XIV. yy başına kadar taşıyarak Osman Gazi’nin “Bahâeddîn Veled” zamanında iradet getirerek arakiyye giydiğini belirtir. Kronolojik durum göz önünde tutulduğunda Sakıb Dede’nin -kendisi tasrih etmemekle birlikte- bu ifadesiyle Sultan Veled’i kastettiği âşikardır. Nitekim Sultânü’l-Ulemâ Bahâeddîn Veled 1258’de doğan Osman Gazi’den çok önce, 1231 yılında göçmüştür. Dedesiyle aynı ismi taşıyan Sultan Veled ise, Osman Gazi’nin Beylik menşurunu elde ettiği dönemde Mevlânâ makâmında postnişindir. Sakıb Dede tarafından ifade edilen bu durum Mevlevî gelenek içerisinde şifahî bir anane halinde nakledilegelmiş, hatta “Baba Merendi’yi kendisine “Baba” edinen ve dolayısıyla Mevlânâ’nın manevi nüfuzuna ve himâyesine sırt çeviren Selçuklu Sultanı’na kızan Mevlânâ’nın kendisine başka bir oğul bulacağını ifade ederek sarayı terk ettiği” şeklindeki Eflâkî nakline “ardından yolda karşılaştığı, kendisine hürmet gösteren Osman Gazi’ye saltanatı teslim ettiği” şeklindeki şifâhî ve teşrîhî bir ilave ile tevâtüre dönüştürülmüştür.940 Şu halde Sakıb Dede bu tevâtürün dolaylı literal kaynaklarından ilki haline gelmektedir. Her halükarda tarihsel zemin içerisinde, başlangıçta Konya merkezli Türkiye Selçuklu Devletine bağlı bir aşiret reisi statüsünü haiz bulunan Osman Gazi’nin zamanla “uc beyliği” kazanması, çeşitli vesilelerle Konya’da bulunması, siyasi otoritelerle kurduğu münasebetin yanı sıra dönemin ve şehrin en önemli manevi merkezi ile de bir tür irtibat kurması gayetle mümkündür. Hatta Osman Bey’in zatında Osmanlı hanedanının Konya’daki manevi merkeze ittisâli Aşıkpaşazâde tarafından da tasrih edilir. Şu farkla ki Aşıkpaşazâde Osman Bey’i Konya’da bulunan Mevlânâ ocağı ile değil de Şeyh Edebalı ile irtibatlandırır. Şeyh Edebalı’nın Konya’da, dergah sahibi bir şeyh olarak ne zaman ve ne şekilde bulunduğu ise mechulümüzdür ve hatta belki de kurgudan ibarettir.941 Diğer taraftan erken dönem Osmanlı Beylerinin manevi istinadları hususunda Aşıkpaşazâde’nin resmi tarih yazıcılığı açısından klişeleştirdiği ve büyük ölçüde başarılı olduğu yaklaşım ile Sâkıb Dede’nin sergilediği tavrın karakter açısından şaşırtıcı düzeyde benzerliği ve paralelliği de dikkate şayandır. Nitekim Aşıkpaşazâde de özellikle Osman Bey başta olmak üzere kuruluş devri padişahlarının Şeyh Ede-Balı’nın şahsiyetinde temsil edilen manevi otoriteyi istinadgâh edindikleri, devletin temellerinin bu asıl üzere tesis edildiğini ve hatta bu durumun zahiri bir göstergesi olarak Şeyh Ede-Balı ile Osman Bey arasında sıhriyet bağı tesis edildiği şeklinde bir inşâ faaliyetinde bulunur. Konuyla ilgili Aşıkpaşazâde’nin verdiği malumat, bazı modern tarih araştırmaları tarafından cerhe uğramış olmakla birlikte galat-ı meşhur olarak geniş ölçüde şuyu’ bulmuştur.942
Diğer taraftan Osmanoğulları ile Mevlânâ hanedanı arasında Sakıb Dede’nin naklini ve söz konusu tevatürü haklı çıkaracak derecede henüz ilk dönemlerden itibaren tarihsel bir irtibatın varlığını oldukça güçlü bir ihtimal olarak karşımıza çıkaran vesikalar söz konusudur. mesela söz konusu husus Orhan Gazi’nin büyük oğlu ve ananeye göre veliahdı olan Rumeli Fatihi Süleyman Paşa hakkında nakledilen tarihsel verilerle tevsik edilebilir. Behcetü’t-Tevarih adlı kroniğinde Şükrullah (v. 1464’ten sonra), ravisinin, Süleyman Paşa’nın ganimet altını (ve buna kıyasen gümüşü) “Mevlevî külahı” ile pay ettiğini söylediğini bildirirken ve “üsküf” adı verilen altın işlemeli külahın o zaman ortaya çıktığını vurgular. 943 Osmanlı tarih yazımı geleneğinde bu rivayet çeşitli nüanslar ile farklı müellifler tarafından tekrar edilegelmiştir. Mesela aynı rivayeti Kâtib-i şer’ Mehmed b. Hacı Halil Konevî’nin Fâtih’in emriyle başlayıp II. Bâyezid zamanında tamamladığı Târîh-i Âl-i Osman adlı eserinde de görmekteyiz.944 Bu durum kroniklerde Gâzî Süleyman Paşa ile Mevlânâ hanedânı arasındaki irtibatın bir işâreti olarak değerlendirilegelmiştir.
Nitekim rivayetin en mufassal varyantını bulduğumuz Tâcü’t-Tevârih’te Hoca Sadeddin’in ifadeleri şöyledir:
“Şâhzâde-i âlî-himmet Rumeli teshîrine azîmet eyledikte vaz’-ı mu’tâdları üzere ehl-i bâtından istimdâd etmeğin Sadr-nişîn-i makâmât-ı ma’nevî, Sâhib-i Mesnevî Mevlânâ Celâleddîn Rûmî -kuddise sirruhû bi’l-fazli’l-Kayyûmî-hulefâsından bir aziz-i âzâde hîn-i teveccüh-i gazâda Şâhzâde-i âlî-nejâd’a mülâkât edip bir külâh-ı Mevlevî hediye getirmiş ve nusret ve feyrûzî-i rûzu olmak duâsını tekrar edip, Beyt:
Hidâyet bedîn kâr rûzî dehâd / Zi çeşm bedân rastkârî dehâd deyip duâ eylemiş. Ol sefer-i pür-ehvâlde selâmet-i hâl ve vusûl-i âmâl eser-i himmet-i ricâl idüğin ol nevbîn-i deryâ-nevâl tasdîk itmeğin emvâl-i ganîmeti bi’l-külliyye ferîk-i cihâda tefrîk için efsercâh ettikleri külâhı mikyâl-i taksîm-i emvâl buyurmakla uluvv-i himmetin tahkîk buyurdu. Beyt:
Der genc beküşâd ber genc-hâh / Tevânger şod ez genc ve gevher sipâh Ve ol kisve-i ehl-i fakr u tecrîdi amela………tılây-ı hâlis ile zeyn edip efser-i şâhî edindiler ve ol nümûne üzere muttalî külâhlar peydâ edip sipâhtan sâhib-i câh olanlara giydirdiler”.945
Hoca Sadeddin bir başka yerde “Sultan (Orhan)’ın Kanunları Tayin Etmesi” başlığı altında ise ise şu bilgileri vermektedir:
“Sene 729 (1328-9)’da … ve resm-i libâs-ı memâlik-i Firenk ve Rûm ol merz-i bûm hevâsı iktizâsı üzere sûf ve skarlât gibi libâs-ı peşmîn ve külâh-ı nemedîn isti’mâli olup sürh ve zerd ve siyah külâhlar giyer idi. “Hayru’s-siyâb el-beyz” mazmûnu üzere külâh-ı sipâh, sefîd kılınmakla vech-i devlet tebyîz olundu. Şâh-ı bâ-te’yîd Sultân Yıldırım Bâyezîd zamânına gelince bu üslûb mukarrer idi. Zamân-ı Yıldırım Hân’da kesret-i asker mûcib-i iltibâs olmağın tenvî’-i libâs ihtiyâr olunup Emîru’l-Ümerâ olan Teymûrtâş Bey ilkâsıyla külâh-ı sefîd mahsûs-i sipâh-ı Şâh ve mülâzimân-ı dergâh olup dâiyân-ı devlet ve erkân-ı saltanat çâkerlerine kızıl börk ta’yîn olundu. Ebu’l-Fütûhât ve’l-Meğâzî Sultân Muhammed Hân Gâzî ki sâbi’-i kayâsire-i Osmânî ve Fâtih-i İstanbûl’dur, sünnet-i seniyye ikâmeti müntehâ-yı emniyeti olmağın amâme-i sefîd ile taammüm sünnetin ta’mîm buyurup mu’tâd olan ak börk nice sınâyi’-i zerd ve zeyy (zerdûzî) ile tezyîn olunup Yeniçeri’ye mahsûs buyuruldu. Ve ekâbir-i çâkerlerinin kızıl börkleri dahî nezâyid-i??? şevket ve tezâuf-i devlet hasebiyle karîn envâ’-ı zîb ü zînet oldu. Ve amma vaz’-ı üsküf ki Yeniçeri bölük başıları beyninde ma’rûftur, Fâtih-i Bolayır Süleymân Paşa-yı Gâzî ihtirâıdır, Mevlânâ Celâleddîn Rûmî -kuddise sirruhü’l-azîz- Hazretleri’ne mezîd-i muhabbetlerinden ol kisveyi giymişler, Pâdişâh-ı bihiştî-meâd Sultân Gâzî Murâd zamânında şuyû’ bulup tekellüfât-ı tılâ-dûzî birle tezyîn olunup kisve-i selâtîn ve erbâb-ı câh u temkîn oldu. Bazı seferlerde ve encümenlerde şâhân-ı Osmânî bu üsküfü tâc-ı Sultânî ederlerdi. Ammâ hâlâ Bursa’da merâkıd-i mutahhara-i Osmâniyân üzere nümâyân olan tâc-ı muttalî üstüne destâr-ı Yûsufî vaz’ında bend olunan amâmeler ki hüsn-i nümâyiş’te bî-mânenddir, ve kevrleri bir tavr üzere devr etmiştir ki ne mahalde tamâm olduğuna hurde-bînler vâkıf olmaz. Gâyette musanna’ ve hoş-nümâ ve müşâhedesi sürûr-efzâdır. Eyyâm-ı ikâmetlerinde ve mecâlis-i ibâdet ve mehâfil-i tâatda telebbüs buyururlar idi.”946
Dolayısıyla Mevlevî külahının isti’mâli, Süleyman Paşa’nın Mevlânâ hanedanına muhabbetinin ve bağlılığının sûrî bir göstergesi olarak ifade edilmektedir ki bu ifade esasında iki hususu mutazammındır. İlki Yeniçeri üsküfünün Mevlevî külahından mülhem olduğudur. Bu itibarla Yeniçeriliğin -Bektâşî geleneğine rapteden ifâdeler ve kaynaklar da söz konusu olmakla birlikte- manevi temellerinin Mevlevî gelenekle irtibatı söz konusudur. Süleyman Paşa’nın Mevlevî sikkesi giydiği ve ganimetleri pay ederken yine sikke-i şerife ile paylaşımı gerçekleştirdiği, hatta Yeniçeri üsküfünün Mevlevî sikkesinden tahavvül ettiği hususu gelir. Böylelikle Rumeli fatihleri arasında fethin mimarları olarak sembolik ve arketipik bir hüviyet kazanan Aydınoğlu Umur Gazi947 ile Süleyman Paşa’nın her ikisinin de birer gazi alp (er) olarak Mevlevî gelenek ile irtibatlandırıldığına şahit olmaktayız ki bu husus kanaatimizce son derece anlamlıdır.
İkinci husus ise makâm ve mevkî sahiplerinin yani Osmanlı asker teşkilatı gibi saray yapılanmasının da Mevlevî gelenek ile irtibatlı veya en azından Mevlevî tarzından mülhem bir surette teşekkül etmiş olmasıdır. Nitekim üsküf daha ziyade yeniçeri başlığı olarak ön plana çıkmaktadır. Diğer taraftan aşiret yapılanmasından merkezi saray teşkilatına doğru bir tahavvül süreci geçiren Osmanlı Hanedanı’nın dahili yapılanmasında kurumsallaşma sürecine daha evvel başlamış bulunan Mevlevî yapılanmasını model olarak düşünmesi mümkündür. Dolayısıyla Osmanlı saray teşkilatı yapılanmasının Mevlânâ hanedanı ve Mevlevî gelenek örneğinde teşkilatlanması söz konusu olmuştur. Bu durum Müstakimzade Süleyman Sadeddin tarafından Risâle-i Tâciyye adlı eserinde şöylece dile getirilmiştir:
“Ammâ Yeniçeri üsküfü -ki bölükbaşılara mahsûsdur- şâh-zâde-i sadr-ârâ Süleyman Paşa’nın ihtira’ıdır. Hazret-i Monlâ Celâl Mevlevî’ye mahabbetine binâen onun kisve-i külahını havâss-ı hüddâm-ı Enderûna ta’yîn eyledi.”948
Dolayısıyla Süleyman Paşa’nın asker ve saray mensubu makâm ve mansıb sahibi kimseler için alâmet-i fârika olmak üzere Mevlevî külâhını seçtiği göz önünde tutulduğunda Mevlevî gelenek ile Osmanlı sultan ve ümerâsı arasında oldukça erken dönemlerde bir irtibâtın söz konusu olduğu görülmektedir.
Buna mukâbil bir kısım tarihlerde ise bu rivayet göz ardı edilerek mesele farklı bir zemin üzere vaz’ edilmektedir. Dolayısıyla ilave olarak belirtmemiz gereken bir husus da muhalif rivayetlerdir. Nitekim özellikle yeniçeri geleneğinin manevi temelinin Hacı Bektaş ile irtibatlı olarak değerlendirildiği yaygın bir tevatürdür. Rivayetler Orhan Bey zamanına işaret etmekle birlikte Hacı Bektaş’ın Orhan Bey zamanında çoktan göçmüş olduğu kuvvetle muhtemeldir. En iyi ihtimalle Abdal Musa dolayısıyla bir irtibatın söz konusu olduğundan bahsedilebilir.
Meselenin düğüm noktası Osmanlı hanedanının manevi irtibatının suri bir göstergesi olarak kullanılan külah/börk’ün mensubiyyetidir. Kroniklerde bu konuda farklı rivayetler söz konusudur. Mesela II. Bâyezîd dönemi tarihçilerinden Kemâl, eserinde Hacı Bektaş’ın Osman Gâzî ile mülâkâtından ve kendisine devlet müjdesi ile birlikte tâc ve kisve giydirdiği, Yeniçeri’nin kullandığı ak börkün de Hacı Bektaş’a mensup olduğu yönündedir.949 Sair klasik dönem Osmanlı kronikleri ise bu konuda farklı tavırlar sergilemektedirler. Üzerinde mutabakat sağlanan husus ak börk meselesinin Orhan Gazi zamanında gündeme geldiğidir. Bununla birlikte mesela Oruç Bey, Tarihinde ak börkün Ali (Alâeddîn) Paşa’nın tavsiyesi üzerine Amasya’daki Hacı Bektaş’tan icazet alınarak Orhan Gazi ve yakın çevresindeki maiyeti (kendisine nisbeti ve taalluku bulunan adamları) tarafından giyildiğini belirtir. 950 Rivayet Cihânnümâ’da aynen tekrarlanır.951 Giese tarafından neşredilen Anonim Tarih’te aynı malumat, bizzat Orhan Gazi’nin Hacı Bektaş ile mülakatı ve kendisine inabetle akbörkü elinden giymesi ilavesi ile tekrar edilir.952 Diğer bazı tarihlerde hadisenin Alâeddîn Paşa’nın tavsiyesi üzere vuku bulduğu ifade edilerek Hacı Bektaş ile ilgili bir kayıt söz konusu edilmemektedir.953
Bununla birlikte dikkat çekicidir ki Aşıkpaşazâde954 ak börkün Alâeddîn Paşa tarafından teklif ve tavsiye edildiğini belirtirken meselenin Hacı Bektaş ile irtibatını kesin bir dille reddeder ve ifadesini yemin ile teyid eder. Kendisi tarihinde Yeniçerilerin kullandığı ak börkün Orhan Bey zamanında kardeşi Alâaddîn Paşa’nın tavsiyesi üzere isti’mâl edilmeye başlandığını belirtirken Yeniçeri ocağında şâyi’ tevâtürün tersine bu başlığın Hacı Bektaş ile irtibatını reddetmektedir. (Ve böylelikle meseleyi ilginç bir zemine çeker.) Aşıkpaşazâde, Osmanlı hanedanı içerisinde “Paşa” ünvanını taşıyan ender şahsiyetlerden biri olan Osman Gâzî’nin büyük oğlu Alâaddîn Paşa’yı tıpkı Osman Gâzî gibi maldan mülkten âzâde bir fakîr ve daha da ötesi siyâsetten uzak bir derviş olarak lanse etme taraftarıdır. Açıkça ifâde etmese de onun inşâsında Alâaddîn Paşa adeta sade bir Ede-Bâli dervişi gibidir.955
Dahası Âşıkpaşazâde yeniçeri üsküfünü (ak börkü) Hacı Bektaş Veli’ye isnad eden rivayeti tersine çevirerek Bektâşîler tarafından kullanılan ak börkün Orhân Gâzî leşkeri arasında gazaya iştirak eden Abdâl Musa’nın -ki kendisini Bektâşî geleneği’nin müessisi olarak değerlendirebiliriz-Yeniçeriler’den elde ettiği elifî başlığı kendi çevresi içerisinde tarikat tâcına çevirdiği kanaatini serdeder. 956 Bu arada Hacı Bektaş değerlendirmesi dikkat çekicidir. Bektaşileri ise adeta zemmeder. Benzer tavır farklı saiklerle gerçekleşse de Hoca Sadeddin tarafından da sergilenmektedir.
Hasılı Osmanlı hanedanının saray ve hâssaten askerî teşkilatının Hacı Bektaş geleneğine isnad ile teessüs ettiği yönünde güçlü bir kanaat zamanla husule gelmiş ve bu durum sair rivayetlerinde teflik çabalarına maruz tutulmasına sebep olmuş gibi gözükmektedir. Mesela Müstakimzade bu türden bir pasajı eserinde şöyle nakleder:
“Yeniçeri ocağı tarihlerinden bazılarda mezkûrdur ki Sultânü’l-Ulemâ’nın pâ-berehne yani yalın ayak idigin el-Hâcc Bektaş gördükde kepeneği yenin kesip “ayağınıza sarın” deyü hediyye-i teberrük eyledi. Onlar dahi ayağına sarmayıp teberrüken başına giydi. Bu sebebden ba’de zaman evlâd-ı el-Hâcc Bektaş’dan Timurtaş Dede ve evlâd-ı Mevlânâ’dan Emir Şâh Efendi marifetiyle ve Bektaş Paşa re’yiyle keçe yeniçeriye ta’yîn olundu -ki bir ismi dahî börkdür- ki hazret-i Mevlevî sikkesindendir. Ve arkada olan tiftik el-Hâcc Bektaş yenindendir ve nakş-ı dal Akşemseddîn cenabının teberrüküdür ki acemîde yokdur. El-Hâcc Bektaş’a ocağın nisbeti bu cihetledir. Lâkin Sultânü’l-Ulemâ, ki cenâb-ı Mevlevî’nin pederidir, el-Hâcc Bektaş ile mülâkâtına dahî tarîh-i zamân müsâid olmaz.”957
Zamanla hanedana siyasi saltanatı kazandıran manevi temeller üzerine pek çok söz söylenmiştir. Mesela XVIII. yy. Celvetî meşâyihinden Üsküdarlı Hâşim Baba Ankâ-yı Meşrık adlı risâlesinde Osman Gâzî’ye devlet müjdesinin hânedân-ı nübüvvetten seyyid Hacı Bektaş-ı Velî tarafından verildiğini iddia eder. Hâşim Baba son Selçuklu Sultanı olarak nitelediği Alâeddîn’in (III. Alâeddîn) evvelce Mevlânâ Celaleddîn Rumi’yi kendisine baba edinmişken evladı olmamasından dolayı ümitsizliğe düşerek saltanat meselesini istişâre için Karaman eyaleti meşayihini davet ederek bir toplantı tertip ettiğini ve mecliste hazır bulunan “Baba” adındaki kimseyi kendisine baba edindiğini, bu durumu haber alan Mevlânâ’nın ise ilâhî cezbenin iktizâsı olarak celallenip saltanatı Tatar’a (Moğollara) teslim etmeyi murad ettiğini ifade eder. Devamında ise vâris-i nûr-ı nübüvvet ve mazhar-ı sırr-ı velâyet Seyyid Hacı Bektaş-ı Velî hazretleri ile seyyid Ali Ni’metullah Evran (Ahi Evren kastedilmekte) hazretleri ve Şeyh Edebâlî, üçü bir olarak bu duruma müsaade etmemişler ve saltanatı Osman Gazi’ye tevdi etmişlerdir. Hâşim Baba’nın serdettiği ifadeleri sair kaynaklarla mutâbakat arz etmediği gibi muhtelif rivayetlerin çeşitli suretlerde tahrif edilerek bir araya getirilmesiyle oluşmuş izlenimi uyandıran risalesi, Gölpınarlı tarafından daha adından itibaren yoğun bir eleştiriye tabi tutulmaktadır ve Gölpınarlı eleştirisinde son derece tutarlıdır.
Mezkur ifade ve bilgilerden anlaşıldığı üzere Mevlevî tariki ile Osmanlı hanedanı meyanında ilk dönemlerden itibaren bir irtibatın varlığı söz konusu olmakla birlikte ilk ciddi münasebetin II. Murad döneminde meydana geldiği, hatta Osmanlı topraklarındaki ilk Mevlevîhânenin de yine mezkûr Padişah döneminde Edirne’de binâ edilen Murâdiyye Mevlevîhânesi olduğu fikri Gölpınarlı’dan itibaren akademik çevrelerce tekrar edilegelmiş bir husustur. Bununla birlikte oldukça geç sayılabilecek dönemlere ait bazı belgelerde958 babası Çandarlı Kara Halil Hayreddin Paşa’dan sonra (ya da son demlerinde) vezâret makamına geçen oğlu Çandarlı Ali Paşa’nın Siroz’da inşâ ettirdiği bir Mevlevîhâneden bahsedilmektedir. 959 Ali Paşa bir anlamda babasının başlattığı imar/vakıf faaliyetinin devamı olarak addedebileceğimiz türde, tam da babasının en son fütuhâtını gerçekleştirdiği bölgede önemli bir merkez olan Serez/Siroz’da bazı vakıflar tesis etmiştir. Bu vakıflar arasında bir Mevlevîhâne’nin varlığına dair döneme ait bir vesika henüz ele geçmiş değildir. Bununla birlikte aksine dair bir malumat da yoktur. Şu halde Osmanlı Devleti sınırları içerisinde inşa edilen ilk Mevlevîhâne’nin Vezîr-i A’zam Ali Paşa tarafından yaptırılan Serez (Siroz) Mevlevîhânesi olduğuna hükmedebiliriz.
Diğer taraftan Sâkıb Dede, eserinde XVII. yy. hulefâsından Manisalı Ramazan Dede’nin menakıbına hasrettiği bölümde 960 Dede’nin Selanik Mevlevihanesi şeyhi Abdülkerim Dede’ye961 irâdet getirip kendisinin intikâlinden sonra halîfesi olduğu ve böylelikle evvelce Selânik Mevlevîhânesi şeyhi iken mezkûr hânkâhta “rindân-ı lokma-rendân-ı tîz-dendân”ın tekevvünü, dergah sakinleri arasında dedikodu ve vakıf gelirlerine dair hadiselerin vuku’ bulması gibi sebeplerden ötürü Dede’nin “safâ-yı vakt”ini gözeterek Selanik’ten ayrıldığı (isti’fâ tabiri kullanılır) ve akabinde Siroz şehrine hicret ettiğini ve buradaki buk’aya yerleştiğini belirtir ve bu meyanda Siroz/Serez’deki Mevlevîhâne’nin o dönemde teşekkül ettiğine işaret eder. Sâkıb Dede’nin ifâdeleri şöylecedir:
“… mürâât-ı safâ-yı vakt siyâkındataraf-ı âsitâne-i saâdet-âşiyâne-i Hünkârî’den isti’fâ ve belde-i Siroz’a hicret buyurup hâlâ cilvegâh-ı âşıkân-ı Mevlevî olan buk’a-i mübâreke ârâmgâh-ı âyende ve revende olmak üzere mevkûfe imiş, ol menzile nüzûl edip ahbâb-ı sâire hâne-i tevkîrlerine da’vet olundukta [Biz bu kadîm ribatın (gelip geçen) yolcularındanız. Dolayısıyla bu sebepten ötürü bu tâb-hâne hepsinden daha münâsiptir] ünvânıyla taallül ve i’tizâr-nümâ oldukta Ali Paşa-zâde Emîr İlyâs -rahmetullâhi aleyhi ve alâ âbâihî- fütâde-i dâm-ı muhabbetleri olup kendülere ol cây-ı latîfi tahsîs ve kâlıb-i Mevlevîhâneye ifrâğ idüp ve pây-ı âyendegân-ı ecnebiyyeyi ol vahdethâneden kat’ ve fi’l-asl a’mâl-i evkâf-ı ecdâd-ı kirâmından mevrid-i ebnâ-yı sebîl-i dünyâ iken ta’mîr ve tecdîd ve tahsîs-i havâss ile bâis-i izdiyâd-ı ücûr-i cezîle ve fi’s-subh ve’l-mesâ’ ervâh-ı vâkıfîne ve dîn ü devlete hurmet-geh ed’ıye-i müstecâbe ve ve mesken-i nüfûs-i müstetâbe olmuştur. (nevverallâhü Teâlâ merâkıde âmirîhâ ve saffâ evkâte sâkinîhâ, âmîn, bihurmeti men lehü’l-kemâl ve’l-ızzü ve’t-temkîn) Ve berekâtı kudûm-i kerâmet-mevsûmları ve feyz-i sâye-i himâyet-mâyeleriyle ol diyâr-ı hariyyü’l-i’tibâr mehbet-i envâr-ı rûhâniyyet-i Hazret-i Hüdâvendigârî ve mahal-li icrâ-yı âyîn ve erkân-ı Celaleddin’i ve ekser ahâlîsi ser-bülend-i sâye-i dest-i inâbet-i peyvest-i merdân-ı Hüdâ ve sâlik-i râh-ı âgâhân-ı fakr u fenâ olmuşlardır. (Tûbâ lehüm ve husne meâb, ni’me’t-tevfîku ve fethû’l-bâb.)”962
Sâkıb Dede’nin ifadelerinden her ne kadar evvel emirde Siroz/Serez’deki Mevlevîhâne’nin Ramazan Dede zamanında teşekkül ettiği neticesine ulaşılıyorsa da bu hususta Dede’nin kendi ifadelerinde bazı müşkiller söz konusudur. nitekim Dede, Ramazan Dede’nin Siroz/serez’e geldiği tarihte -ki 1600’lü yıllar olmalıdır- Çandarlı sülalesinden “Ali Paşa’nın oğlu İlyas Paşa”nın kendilerine yönelik muhabbetleri neticesinde, gelip geçen yolculara hizmet veren bir hankâh iken söz konusu yapıyı Mevlevîhâne olarak tahsîs ettiğini belirtir. Diğer taraftan Çandarlı sülalesinde bilinen iki İlyas’tan ilki, Kara Halil Hayreddin Paşa’nın oğlu İlyas Paşa’dır ve kendisi Çandarlı Ali Paşa’nın kardeşidir (oğlu değil). İlyas Paşa, devlet kademesinde “Beylerbeyliği”ne kadar yükselmiş ve Yıldırım Bâyezîd’in saltanatı döneminde vefât etmiştir. Merkadinin yeri belli değildir. Davud ve Mahmut Çelebi adlarında iki oğlu vardır ve sülalenin ikinci İkinci İlyas Çelebi ise Mahmut Çelebi’nin oğlu olmak itibariyle İlyas Paşa’nın torunudur. Kaynaklar bir taraftan Çandarlı ailesinin Serez kolunun İlyas Paşa’ya isnadını dile getirilerken diğer taraftan da İlyas Paşa’dan sonra evladını “Çelebi” ünvanı ile birlikte kaydederler. Kanaatimize göre Sâkıb Dede, Ramazan Dede ile birlikte Siroz/Serez’deki Mevlevîhâne’nin yeniden faal ya da eskisine nisbetle daha faal hale gelişini ifade edecek iken tarihsel ve takvime dayalı ya da isimlere dayalı bir yanılgıya düşmüştür. Bu husus Sahîh Ahmed Dede’nin ifadeleri ile de sarâhate kavuşmaktadır.
Uzunçarşılı, Yıldıım Bayezid ile Devlet Hatun ünvanı verilen Germiyanoğlu kızından Çelebi Sultan Mehmed’in doğduğu yönündeki mütalaanın tedkike muhtaç olduğunu ifade ederek eski menba’larda Çelebi Sultan Mehmed’in Germiyan hükümdarı Süleyman Şah’ın kızından doğmuş olduğuna dair hiçbir kayda tesadüf etmediğini, bu hususu ilk defa Namık Kemal Bey ve sonrasında da Ahmed Tevhid Bey tarafından ortaya atıldığını ve zamanla tekrar edilegeldiğini belirtir. 963 Konuya dair makalesinde Uzunçarşılı, Çelebi Sultan Mehmed’in annesi namına Merzifonda inşa ettirdiği zaviyenin vakfiyesine964 istinaden, annesinin Germiyanoğlu’nun kızı değil, Yıldırım Bayezid’in zevcelerinden mühtediye bir hanım olduğunu isbat etmektedir.965 Esasında bu durum bazı kronikler tarafından da müphem bir surette olsa da ifade edilmektedir.
Meselenin bunca karmaşıklığı içerisinde sarâhat ve katiyetle ifâde edebileceğimiz husus henüz ilk dönemlerden itibaren açık bir şekilde Mevlevîlik kültür dairesi dahilinde bulunan Kütahya ve Afyon dolaylarında hakim bulunan Alişîr-oğulları olarak ta anılan Germiyânî sülâlesi ile Mevlânâ hanedanı arasındaki müsbet münasebet ve bu münasebetin, Sultan Veled’in kızı Âbide Mutahhara Hâtûn’un bu aileden bir şahsa gelin edilmesi suretiyle taçlandırılmasıdır. Böylelikle Germiyânîler ile tesis edilen sıhriyetin tabiî bir neticesi olarak beyzâdeler Mevlevî kültürü ile içi içe büyümüş ve yetişmiştir. Hatta bizzat Konya’da âsitânede tedrîs ve terbiye görenler dahi bilinmektedir. Nihayet bu ocakta neşv ü nemâ bulan hanımlardan bir tanesi -ki kanaatimizce II. Yakub Bey’in kızıdır- Yıldırım Beyazıt’ın eşi olmak itibariyle Osmanlı haremine dahil olmuş ve Musa ve İsa Çelebiler bu hanımın sulbünden dünyaya gelmişlerdir.966 Bununla birlikte fetret dönemi akabinde tahta geçerek adeta devletin ikinci banisi olan Çelebi Mehmed’in ise başka bir anneden dünyaya gelmiş olduğu anlaşılmaktadır. Bu hanım büyük ihtimalle mühtedi bir cariyedir ve Melana torunu gibi o da “Devlet Hatun” ünvanı ile anılmakta, isminden bahsedilmemektedir. Bununla birlikte muhtemelen Yıldırımın ilk eşi olan Mevlânâ torunu Devlet Hâtûn’un hanedan haremi ve çocukları üzerinde tesirinin oldukça güçlü olduğu anlaşılmaktadır. Nitekim II. Murad’ın Germiyânlı II. Yakub Bey’in zevcesine “Şah-ana” şeklinde hitab ettiği ve hatta muhtemelen bir cemîle olmak üzere Ya’kub Bey’i de “ammi” bildiği tarihlerde kayıtlıdır. Bu itibarla Osmanlı hanedanı ile Mevlânâ hanedanı arasındaki irtibat II. Murad ve Yıldırım Bayezid zamanlarında akrabalık tesisi ile de teyid edilmiş bulunmaktadır.
Tezkirelerin Yıldırım Bayezid dönemi şairlerinden olmak üzere kaydettiği Derviş Niyazi’nin Esrar Dede tarafından Mevlevî olarak kaydedilmesi bu dönemde Osmanlı topraklarında Mevleviyye mensuplarının aktif şekilde bulunduğunu göstermektedir. Şurası da unutulmamalıdır ki Esrar Dede’nin de haklı olarak vurguladığı üzere bu dönemlerde eli kalem tutan hemen herkesin şu veya bu cihetten Mevleviyye ile irtibatı söz konusudur. Dolayısıyla (ilâhiyyât harici edebi tarzda) ilk defa Türkçe olarak şiir inşad ettiği ve kadim şairlerin peyrevi olduğu vurgulanan Derviş Niyazi’nin Mevlevî oluşu gayetle mümkün ve hatta bir anlamda zaruri gibidir.967
Şeyh Ziyâeddîn-i Akşehrî’nin büyük oğlu Şeyh Alâeddîn-i Akşehrî’nin (v. 857) oğlu Konevî Dervîş Yûsuf Sinâneddîn Dede cenâbı, Çelebi Pîr Emîr Âdil-i Râbi’in hizmetinde bulunmuştur.968
Sahîh Dede Zi’l-hicce 863 / Ekim1459’da Sultân Dîvâne Mehmed Çelebi’nin 20 yaşında olduğu halde Konya’ya gelerek Türbe’yi ziyaret ettiğini ve bu esnada postnişîn olan Âdil Çelebi ile görüştüğünü belirtir.969
Nihayet 865 / 1460-1 yılında Çelebi Pîr Emîr Âdil-i Râbi’ 41 sene seccâde-i hilâfette mesned-nişîn olup, 84 yaşında göçmüş ve hilâfet makâmına Çelebi Emîr Âdil-i Hâmis’in oğlu, Çelebi Cemâleddîn-i Sânî, 24 yaşında postnişîn olup 11. halîfe oldu.970
927 Sahih Ahmed Dede, a.g.e., s. 226.
928 Sahih Ahmed Dede, a.g.e., s. 237.
929 Böylelikle Ulu Ârif Çelebi’nin oğlu Emir Muzaffereddîn Âdil Çelebi’den (v. 770 / 1368) tefrik edilmiştir.
930 En genel şekliyele Arapça “Şeyh” kelimesi ile aynı mefhûma delâlet eden ve Farsça karşılığı olarak değerlendirebileceğimiz “Pîr” kelimesi tahsise uğrayarak tarikât müessislerini ifade etmek üzere ıstılâhî bir anlama bürünmüştür. Bu itibarla kendisine bir tarikat isnâd edilen sufîler ya da bir tarîkatın âdâb ve erkânı gibi hususiyetlerinin tayininde mühim bir tesirde bulunmuş halifeler “Pîr” şeklinde yâd edilmişleridir. Bk. Tahsin Yazıcı, “Pîr”, İA, IX, 558-559; Âsım Efendi, Kâmûs Tercümesi, İstanbul 1305, I, 547; Muhammed Ali b. Ali Tehânevî, Kitâbü Keşşâf-ı Istılâhâtı’l-fünûn, I-II, İstanbul 1984, I/556; 735- 737; Ethem Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, Ankara 1997, s. 579-580; Abdülbâkî Gölpınarlı, Mevlevî Âdâb ve Erkânı, İstanbul 1963, s. 43; Mehmet Zeki Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, II, 776-778.
931 Sâkıb Dede, II, a.g.e., s. 132.
932 Sâkıb Dede, a.g.e., I, 134.
933 Dede hususiyle Çelebi’nin hilafet makamına cülusunda “bundan önce Adil, emirin sıfatıydı şimdi muzafün ileyhi olacak” remziyle ifade ettikleri hususun Muhammed Han b. Bayezid Han tahta cülus ettiğinde zuhûra geldiğini belirtir. İlave olarak her ne kadar evvelce Konya ve Aksaray Sultan Bayezid’in daire-i teshirine girmiş ise de Anadolu diyârının uç bölgelerinin henüz Karamanoğulları’nın mezalimi altında bulunduğunu, iki Âdil arasında izafet nisbeti te’kîd edilince bütünüyle Anadolu’nun mezkûr Sultân’ın hükmüne girdiğini ve ahali arasında velimiz de valimiz de adildir fikrinin yerleştiğini dile getirmektedir. Böylelikle emanetin ehline ulaşması ve izafetin mahalline ulaştırılmasıyla Çelebi’nin evvelce sözü edilen keramet zuhura gelmiştir. Sâkıb Dede, I, a.g.e., 132.
934 Sâkıb Dede, I, a.g.e., 135; Esrâr Dede, a.g.e., s. 333.
935 Sâkıb Dede, I, a.g.e., 133. Dede’nin Çelebi’den naklettiği ifadelerde dönemin Konya halkının büyüğü küçüğüyle “pür-şevk” olarak tavsîf edilen semâ’ başta olmak üzere Mevlevî revişinden (ki hoşluk/şâdî bu yolun umdelerindendir) rahatsız olup kınamada bulundukları ve bu tür rencîde edici fikir ve fiilleri dolayısıyla Hakk’ın tecziyesi ile muhâtap bulundukları/bulunacakları ifade edilmektedir. Lakin Çelebi’nin dua sadedinde işarette bulunduğu vecihle bu husus geçicidir ve Konya halkı da yapıp ettiklerinden pişmanlık duyarak tevbe edecek ve Mevlevî zevkinden behremend olacaktır. Böylelikle Aşk aleminin bütün cihanı kuşatacağı ve bu arada Konya’nın yeniden mamûr hale geleceğine de işaret edilmektedir.
936 er-Ra’d, 13, 11.
937 Sâkıb Dede, I, a.g.e., 136.
938 Sâkıb Dede, I, a.g.e., 137.
939 Feridun Nafiz Uzluk, “Sultan Veled’in hayat ve Eserleri”, Dîvân-ı Sultân Veled, Uzluk Basımevi, 1941, s. 2; Ahmed Rasim, “Taklîd-i Seyf”, Târih ve Muharrir, Muhtar Halid Kitaphanesi, İstanbul 1329, s. 303-313,; Mehmed Zeki, “Taklîd-i Seyf”, Edebiyât-ı Umûmiyye Mecmuası, IV/76, s. 847-852; Frederick William Hasluck, Bektaşîlîk Tetkikleri, trc. Râgıp Hulusî, Devlet Matbaası, İstanbul 1928, s. 121-135; A. Gölpınarlı, Mevlânâ’dan Sonra Mevlevîlik, s. 274-278, 1983; A. Dolphin Alderson, Bütün Yönleriyle Osmanlı Hanedanı, trc. Şefaettin Severcan, İstanbul 1999, s. 86.
940 Eflâkî, III, 60-62; Sipehsâlâr, a.g.e., s.
Sahîh Ahmed Dede, h. 664 (m. 1265-6) yılında, Çelebi Hüsâmeddîn’in Selçuklu Sultanı Rükneddin Kılıçarslan’ın ölümü ile ilgili olarak tabir olunan rüyasının gerçekleştiği günlerde Osman Gazi’nin bir maslahat icabı Konya’da bulunduğunu ve meşhur “Mushaf’a hürmet dolayısıyla kıyamda sabhlama” hadisesinin vuku’unu bildirir. Daha sonra Mevlânâ ve Çelebi’nin de bulunduğu Sultan tarafından tertib edilen mecliste Çelebi Hüsâmeddîn, gördüğü rüyayı zâhiren müşâhede etmiş ve bu esnada Sultan’ın Baba Merendî’yi “Baba” ittihâz edindiğini bildirmesi dolayısıyla Mevlânâ, “gayret-i evliyaullah” gereği meclisi terk etmiştir. Dışarı çıktığında ise meşâyihi ziyaret arzusunda bulunan Osman Gazi’ye nazarının ilişerek kendisini evlat edindiği, dua ve senada bulunduğunu ve kendisini tebşîr ettiğini Sahîh Dede kaydeder. (Sahih Ahmed Dede, s. 185-186.) Dede’nin verdiği malumata göre h. 688 (m. 1289-120) yılına gelindiğinde ise Osman Gazi’ye (memleket olmak üzere) eyalet, (ve hakimiyet alameti olmak üzere) tabl ve alem verilerek kendisi cenk ve fütûhâta başlamıştır. (Sahih Ahmed Dede, s. 203.) Nihayet h. 699 Zi’l-Hıcce ayı âhirinde (m. Eylül 1300) Selçuklu Sultanı III. Alâeddîn Keykûbâd’ın vefâtı ile Selçuklu hanedanı inkırâza uğramış, memleketin muhtelif bölgelerindeki idareciler istiklal elde edip her biri müstakillen hükümet olmuştur. bu meyanda Osman Gazi de tahta geçmiştir. (Sahih Ahmed Dede, s. 207.) Dede ardından Osman Gazi’nin h. 703 (m. 1303-4) yılında Konya’ya gelerek Sultan Veled’in ziyaret ettiğini ve sohbetine mazhar olduğunu da belirtir. (Sahih Ahmed Dede, s. 208)
Böylelikle Sahîh Dede muhtasaran kaydettiğimiz ifadelerinde Osman Gazi’nin, Mevlânâ’nın himmeti bereketiyle tahtı elde ettiğini; saltanat ve hanedanının ise Selçuklu saltanat ve hanedanının devamı niteliğinde bulunduğuna işaret etmektedir.
941 Esasında Âşıkpaşazâde’nin eserinin farklı neşirlerinde farklı malumat söz konusudur ve bu husus eserde verilen bilginin meşkûkiyyetini güçlendirirmektedir. İlave olarak Âşıkpaşazâde ile yaklaşık aynı döneme mensup diğer bir tevârih yazarı Oruç Bey ise meseleyi Âşıkpaşazâde ile kimi noktalarda örtüşmeyen bir biçimde anlatır. Değerlendirme için bk. Ahmet Yaşar Ocak, “Ahilik ve Şeyh Edebali”, İslami Araştırmalar, XII/3-4 (1999), s. 225-229.
942 Halil İnalcık, “Âşıkpaşazâde Tarihi Nasıl Okunmalı?”, Söğüt’ten İstanbul’a, Osmanlı Devleti’nin Kuruluşu Üzerine Tartışmalar, der. Oktay Özel-Mehmet Öz, İmge Yay., Ankara 2000, s. 119-145; Ahmet Yaşar Ocak, a.g.m., s. 225-229.
943 Hasan Almaz, “Şükrullah b. Şihâbeddin Ahmed b. Zeyneddîn Zeki, Behcetü’t-Tevârîh”, s. 361, Farsça Metin s. 340 Ankara Ünv. Sos. Blm. Enst. Doğu Dilleri ve Edebiyatları Anabilim Dalı, Doktora Tezi, Ankara 2004.
944 “O kadar çok ganimet alındı ki altın, mevlevi külahları ile taksim edildi, altın fazlasıyla külahlarını süslediler. Zer ile müzeyyen olan üsküflerin icadı o zaman vukû’ buldu ve o zamandan beri bu adet oldu.” Robert Anhegger, “Mehmed b. Hacı Halilü’l-Kunevî’nin Târîh-i Âl-i Osman’ı”, İ.Ü.E.F. Tarih Dergisi, II/3-4 (İstanbul 1952), s. 55.
945 Hoca Muhammed Sa’deddîn, Tâcü’t-Tevârîh, I, 56-57, Dâru’t-Tıbâati’l-Âmire (Tab’hâne-i Âmire), İstanbul 1862; Hoca Sadettin Efendi, Tâcü’t-Tevârîh, haz. İsmet Parmaksızoğlu, Kültür Bakanlığı Yay., Ankara 1992, I, 92-93,.
946 Hoca Muhammed Sa’deddîn, I, 39-40, İstanbul; I, 67-68, Ankara.
947 Tarihlerde Umur Gazi’nin beraber gazaya çıktığı Süleyman Bey, Saruhanoğlu Süleyman’dır. Orhan Gazi oğlu Süleyman Paşa ile karıştırılmamalıdır.
Umur Gazi, hakkında Sultan Veled’in özel bir teveccühünün bulunduğu anlaşılan Aydınoğlu Mehmed Bey’in oğludur. Nakledildiğine göre Sultan Veled Mehmed Bey “Bizim sübaşımız” ve “Sultanü’l-Guzât (Gazilerin Sultanı)” ifadelerini kullanır, hakkında pek çok inayette bulunarak Moğol-Türk emirleri arasında en çok onu över ve diğer emirleri de şecâat, sehâvet ve mertliği ondan öğrenmeye teşvik ederdi. Mehmed Bey’in de kendisine yıl be yıl çeşitli nezirler ve hediyeler gönderdiği, himmet ve inâyet dileyerek erlerin ahitlerini muhafaza hususunda ercesine sebât gösterdiği belirtilmektedir. Bu manevi himaye ve inayet onun soyuna da aksettiği vurgulanır. (Eflâkî, VIII, 88.) Nitekim Aydınoğlu Mehmed Bey’in oğlu Gazi Umur Paşa da Ulu Ârif Çelebi’ye mensub idi. Aydınoğlu Mübârizeddin Mehmed Bey memleketini dört oğlu arasında taksim ettiğinde Umur Gazi’ye İzmir ve çevresi düşmüştü ve o da oldukça genç yaşta gazaya başlamıştı. Çeşitli seferler düzenleyerek Ege Denizi’ndeki kimi adaları ve bu arada Eflâkî’nin de nakletiği gibi Sakız adasını da fethetmişti. Kendisinin birkaç sefer denizde gaza esnasında Mevlânâ ve Çelebi’nin manevi desteğine şahit olduğu ve bir gece rüyasında marifete dair manalardan bahsedip kendisine bir beyit okuyan Çelebi’yi gördüğünde; bu rüyadan sonra Sakız adasını fethetmiş, burayı haraç kesip kendi hassesi haline getirmiştir. (Eflâkî, VIII, 89.)
948 Müstakimzâde Süleyman Sa’deddîn zikrettiği malumatı Hoca Sa’deddîn ve Peçoylu Târihlerinden naklettiğini belirtir. Müstaqīm-zāde Süleymān Sa’deddīn, Traktat Über Die Derwischmützen (Risāle-i Tāciyye), haz. Helga Anetshofer, Hakan T. Karateke, s. 63-64, Brill, Leiden-Boston-Köln 2001.
949 Kemal, XV. Yüzyıl Tarihçilerinden Kemal Selâtîn-Nâme (1299-14120), haz. Necdet Öztürk, Türk Tarih Kurumu, s. 40-44, Ankara 2001. Osman Gâzî ile Hacı Bektaş’ın mülâkatından bahseden Kemâl’in verdiği bilgiler şâzz niteliğindedir. Kaldı ki söz konusu mülakat gerçekleşti ise de Osman Gâzî’nin oldukça genç, delikanlılığa henüz yeni adım attığı çağlarda olsa gerektir.
950 Oruç Bey, Oruç Bey Tarihi, haz. Necdet Öztürk, s. 17-18.
951 Mevlânâ Mehmed Neşrî, Cihânnümâ [6. Kısım: Osmanlı Tarihi (1288-1485)], haz. Necdet Öztürk, Çamlıca Yay., s. 73, İstanbul 2008. s. 91’de Murad Gazi zamanında Yeniçeriliğin ihdası ve ak börk giyilmesi ile ilgili ayrıca malumat söz konusudur.
952 Anonim Tevârîh-i Âl-i Osmân, F. Giese neşri, haz. Nihat Azamat, M. Ü. Fen Ed. Fak. Yay., s. 16, İstanbul 1992. “Eyle olıcak Orhan Gazi vardı Hacı Bektaş Hünkar’dan dest-i tevbe idüp ak börk geydi. Kendiye taalluk olan âdemîlerden ak börk geymek ol zamandan kaldı. Ol zamanda beğler karındaşlarıyla tanışık idüp bilece olurlardı. Bir arada tururlardı. Ve birbirin öldürmezlerdi.”
953 Kemalpaşazâde, Hadidi ve Lütfi Paşa ise Orhan Bey’in kardeşi Alâeddîn Paşa’nın tavsiyesi üzere bu başlığın belirlendiği kanaatindedirler. Gelibolulu Âlî her iki rivayeti telfik eder.
954 Âşıkpaşazâde, Tevârîh-i Âl-i Osmân (Âşıkpaşazâde Târîhi), tsh. Ali Bey, Matbaa-i Âmire, s 39-40, İstanbul 1332; Âşıkpaşaoğlu Ahmed Âşıkî, Tevârîh-i Âl-i Osman, haz. Çiftçioğlu N. Atsız, s. 117-118, Türkiye Yay. İstanbul 1949.
955 Âşıkpaşaoğlu Ahmed Âşıkî, a.g.e., s. 115.
956 Âşıkpaşaoğlu Ahmed Âşıkî, a.g.e., s. 234-239.
957 Müstaqīm-zāde Süleymān Sa’deddīn, a.g.e., s. 78
958 BOA, Cevdet Evkaf, nr. 18371, 212051, 7030, 28560, 12197, 11557, 17095, 16172.
959 Bir belgede Hayreddin Paşa evkâfından olarak Çandarlı Kara Halil Hayreddin Paşa’ya nisbet edilmektedir.
960 Sefîne-i Nefîse-i Mevleviyân, II, 122-123.
961 Abdülkerîm Dede aslen Karamanlı’dır ve I. Bostan Çelebi’nin müridlerindendir. Selanik Mevlevîhânesi’nin bilinen ilk şeyhi odur. Sâkıb Dede, II, 50-54.
962 Sefîne-i Nefîse-i Mevleviyân, II, 122-123.
963 İ. Hakkı Uzunçarşılı, “Osmanlı Tarihinin İlk Devrelerine Âid Bazı Yanlışlıkların Tashihi”, Belleten, XXI/81-84 (Ankara 1957), s. 185-186.
964 Vakıflar Genel Müdürlüğü Arşivi, Defter Nr. 746 (Haremeyn Defteri 13), s. 58; Sadi BAYRAM, “Tarihin Derinliklerinde Merzifon”, Merzifonlu Kara Mustafa Paşa Uluslararası Sempozyumu, 8-11 Haziran 2000, Merzifon, Can Matbaacılık, Şubat 2001, s. 493-514.
965 İ. Hakkı Uzunçarşılı, a.g.m., s. 187.
966 Bu düşünceyi destekleyen hususlardan birisi de Ankara Savaşı’nda esir düşen Musa Çelebi’nin Timur’un Anadolu’dan ayrılışı sırasında beyliği iade edilen II. Ya’kub Bey’in yanında bırakılmış olmasıdır.
967 Esrar Dede, Tezkire-i Şu’arâ-yı Mevleviyye, haz. İlhan Genç, Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı Yay., s. 508-510, Ankara 2000. Latîfî, Tezkire-i Latîfî, haz. Ahmed Cevdet, İkdam Matbaası, s. 351-352, Dersaâdet, 1314; Latîfî Tezkiresi, haz. Mustafa İsen, Akçağ Yay., s. 348-349, Ankara 1999; Gelibolulu Âlî, Künhü’l-Ahbâr’ın Tezkire Kısmı, haz. Mustafa İsen, Atatürk Kültür Merkezi Yay., s. 102, Ankara 1994; Kınalızâde Hasan Çelebi, Tezkiretü’s–Su ‘arâ, II, haz. Kutluk, TTK. Yay., Ankara 1981, s. 1024; Latifi, Tezkiretü’s–Su ‘arâ Tabsıratu’n-Nuzamâ, (haz. R.Canım), AKM. Yay., Ankara 2000. s. 551. 56 Tuman, Tuhfe-i Nâili, II, 1125. Mustafa Tatçı’nın Niyazi’ninMansôr-name’sinin metni öncesinde yer alan incelemesi, 58-73.
968 Sahih Ahmed Dede, a.g.e., s. 244.
969 Sahih Ahmed Dede, a.g.e., s. 245.
970 Sahih Ahmed Dede, a.g.e., s. 246. Ve hicret-i nebeviyyenin 865 sâlinde, bâlâda mezkûr Çelebi Emîr Âlim-i Sânî/ [135] merhûmun oğlu Çelebi Pîr Emîr Âdil-i Râbi’ cenâbı, 41 sene seccâde-i hilâfette mesned-nişîn olup, 84 yaşınra vefât eyledi. Ve makâm-ı saâdetlerine Çelebi Emîr Âdil-i Hâmis merhûmun oğlu, Çelebi Cemâleddîn-i Sânî cenâbı 24 yaşında idi; seccâde-i hilâfete teşrîf buyurup, 11. halîfe oldu.