PEYGAMBERİ TE”YİD VE TESELLÎ EDEN ÂYETLERİN VAHYİN TEBLİĞ VE UYGULANMASINA ETKİSİ – A.Hümeyra ASLANTÜRK

A+
A-

PEYGAMBERİ TE”YİD VE TESELLÎ EDEN ÂYETLERİN VAHYİN TEBLİĞ VE UYGULANMASINA ETKİSİ

A.Hümeyra ASLANTÜRK

“Rabbin seni terk etmedi, darılmadı da… Şüphen olmasın ki, âkibetin daima başlangıcından daha hayırlı olacak. Ve Rabbin sana razı olacağını ihsan edecek!”[1]

Önemli ve ağır bir görevle sorumlu tutulan bir insanın bu görevi iyi bir şekilde yerine getirmesi için belli yetkilere de sahip bulunması gerekir. Kendisine vahiyle peygamberlik verilen ve bunu ilan etmesi istenen insanların Allah tarafından, gereken yetkilerle donatıldığı bilinmektedir. Ama, yetki ve sorumluluktan öte bir şey daha vardır ki; o da kişinin insan olma zaafından kaynaklanan, zaman zaman yaptığı işte başarısız olma korkusu veya kendisine inanmayanlar karşısında umutsuzluğa düştüğünde teselliye duyduğu ihtiyaç! Ne kadar güçlü olursa olsun her insan gibi peygamberler de bazan kendilerini yalnız hissedebilirler. İşte böyle anlarında, teselli eden, destekleyen birkaç güzel cümleye ihtiyacı vardır.

Kur”ân”daki âyetlere bu açıdan baktığımızda; te”yid ve tesellinin vahyin korunması, açıklanması ve uygulanması gibi birçok ciddî meselede Hz. Peygamberin peygamberlikteki başarısını kolaylaştırdığını görmekteyiz.

İşte bunlardan en çarpıcı olanı yukarıda meâlini verdiğimiz Duhâ Sûresi”nde karşımıza çıkıyor. Bu hususta müfessirlerin farklı rivâyetlerle de olsa müttefik oldukları nüzûl sebebi Peygambere vahyin bir süre kesilmesiydi. Vahyin bu dönem içinde ertelenmesinin Hz.Peygambere ağır gelmesi; ister Ümmü Cemîl”in: “Ey Muhammed, şeytanının seni terk ettiğini sanıyorum…” demesi, ister kendisinin bu fetreti, Rabbini bilmeden darılttığı endişesinden kaynaklanmış olsun, netice itibariyle vahiy ertelenmiş ve Peygamber kederler içinde kendini sorgulamaya başlamıştır. Zihninden geçen her soru onu biraz daha sıkıntıya sokmakta ve çare ararken çaresizliğe sürüklenmektedir. Çünkü o da bir beşerdir ve ğaybı bilmemektedir. Rabbinin kendisine lutfettiği vahyin böyle ansızın, herhangi bir bilgi verilmeden kesilivermesi tabii ki; “Acaba ben Allah”ın Peygamberi olmaya lâyık görülmedim mi? Yoksa Rabbimi darıltacak bir hata mı yaptım? Ya müşriklerin iddiaları gibi, bana gelen Cibril değil de şeytansa! Yoksa ben bir hayal mi gördüm? Fakat bana gelen, kendisinin diğer peygamberlere de vahiy sunan Cibril-i Ekber olduğunu söylemişti. Varaka b. Nevfel”e danıştığımızda beni tebrik etmişti. Üstelik bu konuda inanan insanlar da var! Neler oluyor! Acaba Rabbim bana yeniden lutfeder mi? Yoksa beni böyle çaresizlikler içinde bırakıp helak mi edecek!..” gibi bir takım derin endişeler girdabına atıvermişti. Kim olsa böyle düşünürdü, ve az onun kadar perişan olurdu. Çünkü elde edilen bir nimetin kaybedilmesi, en basit bir dikkatsizlik sebebiyle bile olsa insan ruhunda yara açar. Hele bu kaybediş en kıymetlinin verdiği en kıymetli şeyin, ona değer görmeyerek sizden geri alınması şeklindeyse!..

Nitekim Hz.Muhammed, bu fetretten sonra Cebrail”in ilk gelişinde ona bu işkence dolu bekleyişini şu edepli, asil sitemle dile getirmiştir: “Gelmedin; seni özledim…” Cevap şu:

“Rabbin seni terk etmedi, sana darılmadı da…Korkma daima yarınların dünlerinden daha güzel olacak. Ve kesinlikle emin ol ki, O sana hoşnut olacağın şeyleri lutfedecek![2]

Yücelerden gelen bir teselli ancak bu kadar anlamlı ve ölümsüz olabilir! Bu ayrılık sonrası buluşmanın Hz.Peygamber için ne demek olduğunu, kendinizi bir an için onun yerine koyarak hissetmenizin hiç de zor olmadığını sanıyorum. Artık vahyin tebliği, korunması ve açıklanması, kısacası bu uğurda her şeyini feda edecek kadar gözü kara bir mücadeleye girmesi; bu kaybettiğini sandığı bir güzelliğe yeniden kavuşmasının tabii bir sonucudur.

Her insan yaptığı işin önemli olduğuna inanarak kendisini ve varlığını önemli sayar. Kendisine olan inancı ve güveni, o işe sarfettiği gücü dengeleyerek kullanmasına ve başarmasına yardım eder. Ne var ki bu, başarılı olmanın tek şartı değildir. Bir de kişiye bu önemli işi tevdî eden makamın güvenip değer vererek gereken desteği göstermesi gerekir. İnsanların doludizgin, şuursuzca saldırarak yıpratmaya, tüketmeye çalıştığı Hz. Muhammed, eğer ilahi destek almamış olsaydı, sadece tebliğ edeceği hakikatler kendisine sunulup kaderiyle baş başa bırakılsaydı şüphesiz o, peygamberlik görevini ifada bu denli parlak ve çağlar üstü bir muvaffakiyet gösteremezdi!

Burada vurgulanması gereken diğer bir husus da; peygamberlerin ğaybı bilmediği ve dolayısıyla yarı tanrı bir özellik taşımadığı gerçeğidir. Eğer oryantalistlerin dediği gibi Kur”ân”ı kendisi uydurmuş olsa, böyle bir fetrete nasıl bir hikmet ve sebep bulunabilirdi ki! Hayır, o bizler gibi bir beşerdi; te”yide, teselliye, yardıma, Rabbiyle arasındaki karşılıklı güvene ihtiyacı vardı.

Yüce Allah, İnşirah Sûresi”nde de ona bu desteği; daha önce ona yaptığı yardımları hatırlatıp buna göre nasıl davranması gerektiğini öğütleyerek vermektedir:

“Biz senin göğsünü açıp genişletmedik mi? Belini çatırdatan o ağır yükü (sırtından) indirmedik mi? Senin şanını yüceltmedik mi? Demek ki, her zorluğun yanında bir kolaylık vardır. Elbette her zorluğa bir kolaylık vardır. O halde bir işi bitirince hemen başka bir işe giriş, ve Rabbine yönel!”[3]

Şimdi gelin yine onun yerine koyalım da varlığımızı bir an düşünelim ve bu tabloda seyredelim kendimizi… Bizi şereflendirdiği İslâm ile, Allah”a olan teslimiyetimiz ölçüsünde yüceldiğimizi, ama bu yücelmenin sadece inanmakla mümkün olmayacağını, doğal olarak karşımıza çıkan bir zorluğu yenmek üzere ciddi gayret gösterdiğimizde bir değil, iki kolaylıkla karşılaşabileceğimizi, bununla da yetinmeyip mutlaka her işin bitiminde yeni bir meşgale edinmenin insan hayatı ve ruhu için önemini apaçık görmez miyiz? Bu açıdan bakılınca buradaki te”yid ve tesellinin yalnız İslâm peygamberine değil, ona inananlara da şamil olduğuna şahit olmaz mıyız? Öyleyse o peygamber vahyi yaşayarak takdim ettiğine göre, artık bize de bu destek ve teselliden nasiplenerek daha güçlü ve umutlu yarınlar için sürekli ilerleme kaydeden mü”minler olmak kalıyor. Ümitvar olmanın, pozitif düşünmenin, kendimize ve yaradanımıza güvenmenin bize de Hz.Muhammed”e verdiği kadar büyük bir cesaret ve destek vereceğinden hiç şüphe etmiyorum.

Evet, elbette biz peygamber değiliz. Ama vahiy bize de gelmedi mi! Şu elimizdeki harika eser ona gelen vahyin mecmuu değil mi? Ve biz onun düsturlarına göre hareket etmek için onu anlamak zorunda değil miyiz? Neden o halde bizi de te”yid ve teselli etmesin bize de gelen vahiy! Eğer vahye muhatap değilsek biz Hz. Muhammed”i ve onun getirdiği kitabı sadece hatırasına hürmeten mi basıyoruz bağrımıza! Biz de onun kadar yardıma, desteğe, teselliye mecbur değil miyiz bu vahyin intişarı için.

İşte müjdesi ve tesellisi karşısında tıpkı Hz. Muhammed gibi olduğumuz bir sûre daha:

“Biz sana Kevser”i verdik. Haydi, Rabbin için namaz kıl ve kurban kes. Çünkü, gerçekte soyu kesik olan, sana bu sıfatla hitap edendir!”[4]

İnsanlar, kainatın kuruluşundan sonuna kadar bekâ duygusunun tezâhürü ile hayatı ve ölümden sonrasını kıymetli hale getirmişlerdir. Bunun en belirgin örneği her insanın, adını taşıyacağına inandığı, kanını taşıyan bir nesil sahibi olma ihtiyacıdır. Bu; kişinin ilah olmadığının da delillerindendir. Halbuki bizdeki bu ihtiyaç Allah tarafından bir imtihan vesilesi olarak görülmektedir. Ancak O dilerse sürdürür bir kimsenin soyunu. Zira anılmaksa temel maksat, bu sadece kendi çocukları vasıtasıyla olmaz. Babasının adını lânetle hatırlatan nice evlât vardır. Ama bunun idrakinde olmayan, çok erkek çocuk sahibi olmakla ebedî olmayı eşdeğer gören geleneksel bir zihniyet, tıpkı şimdi hâlâ bazı çevrelerde olduğu gibi Hz. Peygamberi de erkek çocukları yaşamadığı için “ebter” olarak nitelendiriyordu bir zaman. Oysa Kevser, mü”minlerin tamamını Peygambere evlât mesabesine getiren bir lütfuydu Allah”ın. Haydi bakalım, sizin birkaç oğlunuz mu, yoksa dünya durdukça kendisini peygamber sayan mü”minler mi daha çok! Hangisi daha saygılı ve bağlı büyüğüne. Şu anda bile dünyanın her tarafında O”na bağlılıkları sebebiyle sayısız insan canını vermiyor mu? Bunlardan hangisi Hz. Muhammed”in soyundan! İşte muazzam, sonsuz bir teselli. Bize verdiği mesaj ise çok açık: Aslolan kalıcı ve iyi şeyler yaparak hayırla ya”d edilmektir. Bu; güzel ahlâklı olmasına çabalayacağımız kendi çocuklarımız olabileceği gibi, yol göstereceğimiz başka insanlar veya iz bırakacak eserler de olabilir. O halde biz de ebter değiliz! O halde biz de hissedarız Kevser”den! Ve bizim de tıpkı hz. Muhammed gibi namaz kılarak, kurban keserek bu sınırsız nimete şükretmemiz gerek.

Zafer müjdesi zaferin kendisi kadar bahtiyar eder insanı, tatmin eder, kuvvet verir. Zafer gerçekleştiğinde ise, çoğu insan şımarır ve kazandığı zaferi koruyamadığı için tekrar kaybeder. Hz. Peygamberin zaferi öyle sıradan bir zafer değildir. Çünkü; ilâhî vahyin sayesinde taşlaşmış kalplerin yumuşatılması, karanlık gönüllerin aydınlatılması, yanlışa düşenlerin doğruya ermesi anlamındadır O”nun zaferi. Herhangi bir toprağın, şerefin, ünvanın ve ganîmetin büyülü coşkusu değil. Böylesine yüce bir zaferin de ağır bir bedeli vardır elbet. Zaferi nasip edene şükretmek, başarıyı mahzâ kendi gücünde arama gafletine karşı istiğfâr etmek ve zaferin devamını dilemek. Çünkü Allah böyle yol gösteriyor. Desteğini va”d etmekle kalmayıp bu desteğin devamı için yapılması gerekeni de öğütlüyor:

“Allah”ın yardımı ve zaferin geldiğini, insanların Allah”ın dinine gruplar halinde girdiklerini gördüğün zaman Rabbine hamd ile tesbih et ve bağışlanma dile. Çünkü O, tevbeleri çok kabul edendir”[5].

“Artık bugün kâfirler dininizden ümitlerini kestiler. Öyleyse onlardan korkmayın, benden çekinin. İşte bugün dininizi kemâle erdirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm”dan razı oldum”[6].

Vahyin tebliği sırasında, inanmayanlar Hz. Muhammed”i çeşitli sıfatlarla itham edip üzdüler. Önemli olan, insanın ne ile itham edildiği değil ne olduğudur kuşkusuz. Ama gayretlerinin boşa gittiğini zannederek kederlenmemek de elde değildir. Üzüldüğümüz zaman birisinin bize el uzatıp, hiç bir şey yapamasa bile; “Sen güçlüsün, dayan, üzülme. Haklı olan sensin, sen üstüne düşeni yaptın. Allah seni mahcup etmez” demesi, en azından yalnız olmadığımızı, hüznümüzü paylaşacak bir dostumuzun bulunduğunu ifade eder bize. Ya bu kederli insan bir Peygamber, O”nu üzenler din düşmanları ve teselli eden dostu ise ilâhî vahyin sahibi ise, çilenin ve tesellinin büyüklüğünü siz tasavvur edin!

“Rasûlüm, onların söyledikleri seni üzmesin. Onların gizlediklerini de, açıkladıklarını da iyi biliriz, sen hiç tasalanma!”[7]

“İnkâra koşuşanlar sana kaygı vermesin. Onlar Allah”ın dinine asla zarar veremezler!”[8]

“Ey Peygamber! Kalpleri iman etmediği halde ağızlarıyla “iman ettik” diyen münafıklarla Yahudilerden kâfirlikte yarışanlar seni üzmesin”.

“Ey Rasûlüm, onların seni üzeceğini elbette pek iyi biliyoruz. Doğrusu onlar seni yalancı saymıyorlar; fakat o zâlimler bile bile Allah”ın âyetlerini inkâr ediyorlar”[9].

Bu âyet Allah Teâlâ”nın Hz. Peygambere verdiği yüce makama delâlet eden âyetlerden biridir. Zira Ona hitaben; “Üzülme, onlar senin yalan söylediğini iddia etmiyorlar. Allah”ın âyetlerini yalan sayıyorlar”, buyurarak Onu sıkıntıdan kurtarmakta ve hergün defalarca yalancılıkla itham edilen Hz. Muhammed”i tesellî etmektedir. O da Hz. Peygamberin ne peygamberlikten önce ne de vahiy aldıktan sonra asla yalan söylememiş olduğudur. Nitekim Ebû Cehil: “Biz senin yalancı olduğunu söylemiyoruz. Sadece getirdiğini yalanlıyoruz”, demiştir. Bir sonraki âyette ise Hz. Muhammed”e sabırlı olması tavsiye edilmekte, ilâhî yardımın mutlaka kendisine ulaşacağına güvenmesi istenmektedir.

“Senden önce nice peygamberler yalancı sayıldılar da yalanlamaya ve her türlü eziyete karşı sabrettiler. Nihayet kendilerine yardımımız yetişti. Öyle ya, Allah”ın sabredenlere yardım va”dini değiştirecek hiçbir kuvvet yoktur. Nitekim o rasullerin kıssalarından bazı bölümler sana ulaşmıştır”.

“Eğer onların Hakka sırt çevirmeleri sana pek ağır gelip de kendilerine bambaşka bir mucize getirmen için yer altında bir geçit veya göğe çıkacak bir merdiven arama peşinde olursan, şunu iyi bil ki; Allah dileseydi onların hepsini doğru yol üzere toplardı. O halde sen sakın bunu bilmeyenlerden, fevrî davrananlardan olma!”[10]

“Onlar ne derlerse desinler sen sabret ve güçlü kuvvetli kulumuz Dâvut”u hatırla. Çünkü o daima Allah”a yönelirdi”[11].

“O üstün azim sahibi peygamberler nasıl sabrettilerse, sen de öyle sabret”[12].

Burada Hz. Muhammed”in tevhid mücadelesinde ilk savaşçı olmadığı, benzeri bir kader seyrine sabrederek netice alan diğer peygamberleri örnek alması öğütlenmektedir. Birer İslâm mübeşşiri isek tabii ki bize de. Peygamber değilsek de, vahyin korunması ve ışığının daha uzaklara iletilmesi için gönüllüler değil miyiz?

Ve şöyle buyuruyor yine Yüce Allah:

“O halde onların söylediklerine sabret. Güneşin doğmasından ve batmasından önce Rabbinin yüceliğini ilân et, O”na hamd et. Gecenin bazı vakitlerinde ve gündüzün bazı bölümlerinde ibadet et ki Allah”ın rızasına eresin”[13].

“O halde sen sabret! Çünkü Allah”ın va”di gerçektir. Hem günahlarından istiğfar et, sabah akşam Rabbine hamd ederek zikr ve ibadete devam et”[14].

“Rabbinin hükmü gelinceye kadar sabret, sakın günaha ve küfre dadananlara itaat etme. Sabah-akşam Rabbinin adını zikret. Gecenin bir kısmında da O”na secde et, uzun uzun tefekkür ederek hatırla”[15].

Neden sadece sabır tavsiye edilmiyor da, sabrın geçtiği her yerde Allah”a kulluk da yeniden vurgulanıyor? Galiba sabrı kolaylaştıran ve ulvîleştiren vazgeçilmez bir unsur ibadet halinde olmak. –Sadece şekillerle sınırlanmış olmayan ama aynı zamanda bazı şekil ve kaydını da taşıyan- Rabbe teslim olup O”nu anma, Allah”ın yardımını gözetme çabası değil midir ibadet dediğimiz. Yoksa anlamsız eğilip doğrulmalara, şuursuzca aç kalmalara, öğünmek için zahmetli yolculuklar çekmeye ne derece kulluk denilebilir ki! Herhalde vahiy hakikatini ilân ederken gereken sabrı göstermek, bu görevi yaparken kul olduğunun bilincinde olmak ve eğer bunları başarabilirse mutlaka zafere ereceğine inanmak. Çünkü bu inanç ve sabır ilâhî yardımın çabuklaşmasına sebeptir.

Bunun en güzel örneği Hz. Muhammed ve ashabının Bedr için sabrı, duâsı ve neticede dehşet verici, tarih boyu bütün kumandanları hayran bırakan mûcizevî zafer!

Hz. Peygamber Bedr”e çıkarken, ashabı ile, hedeflerinin Kureyş kervanı mı Kureyş ordusu mu olması hakkında istişare etti. Ashaptan bir kısmı savaş hazırlığı içinde olmadıklarını ileri sürerek kervanı tercih ettiklerini söylediler. Halbuki Hz. Muhammed düşmana hücum ederek onların gücünü kırmak istiyordu. Aldığı cevaptan dolayı yüzünde bir burukluk belirdi. Durumu anlayan Sa”d b. Ubâde, Mikdad, Sa”d b. Muâz gibi zatlar, sonuna kadar her türlü fedakârlığa hazır olduklarını bildiren cesaret verici sözler söylediler.nDüşman Müslümanların üç misli, askeri ve  savaş hazırlığı bakımından da güçlü idi. Efendimiz bu kritik durum içinde Allah”ın desteğini isteyerek şu yakarışta bulundu:

“Allah”ım zafer va”dini gerçekleştir! Bu cemaat helâk olursa artık yeryüzünde Sana ibadet edecek kimse kalmayacak!”

Bu duânın cevabı olarak Allah te”yidini lutfetti ve daha sonra bunu şu şekilde açıkladı:

“O vakit siz Rabbinizden yardım istiyordunuz. O da; “Ben size peşpeşe gelecek bin melek ile yardım edeceğim”, diye duânızı kabul buyurdu”. “Allah bunu sırf size müjde olsun ve bununla kalpleriniz güven duysun diye yaptı. Yoksa gerçekte yardım yalnız Allah”tandır, başkasından değil. Çünkü Allah, mutlak gâlip ve hüküm sahibidir”.

“Düşman korkusundan gözünüze uyku girmediği vakit Allah, inâyeti ile güven ve sükûnet vermek için sizi hafif bir uykuya daldırıyordu. Sizi temizlemek, şeytanın pisliğini, vesvesesini sizden gidermek ve savaş meydanında ayaklarınızı sabit kılmak için gökten üzerinize su indiriyordu”.

“Rabbin meleklere vahyediyordu ki: “Muhakkak ben sizinle beraberim, haydi siz de mü”minlere sebat ve moral verin. Ben kâfirlerin kalplerine korku salacağım”[16].

Allah”ın Bedir”deki bu muazzam yardımı Kur”ân”ın başka bir bölümünde tekrar hatırlatılarak insanların üzerlerine düşeni yaptıktan sonra elde ettikleri zaferden dolayı şımarmamaları, şükredip yardımın Allah”tan olduğunu unutmamaları istenmektedir. Başka bir ifadeyle sanki yüce Allah şöyle diyor: “Eğer siz kendi sorumluluklarınızı yerine getirir, bana gereğince kulluk eder ve güvenirseniz, ne kadar zor dutumda olursanız olun yardımım size mutlaka erişecektir”.

Nitekim âyetlerde bunu açıkça görmek mümkün:

“Gerçekte sizler birkaç biçare iken Allah sizi nusretine mazhar etmişti.O halde Allah”a karşı gelmekten sakının ki şükretmiş olasınız”[17].

“Evet, Allah Teâlâ, kâfirlerden ileri gelenleri imhâ etmek veya onları baş aşağı ederek ümitsiz bir hale düşürmek için size bu yardımı gönderdi”.

“Bu hususta sana ait bir iş yoktur. Allah ister onlara tevbe nasip edip bağışlar, ister nefislerine zulmettikleri için onları cezalandırır. Senin görevin uyarıp irşat etmektir”[18].

İşte bir sitemkâr yardım va”di daha:

“Yoksa siz, daha önce geçmiş ümmetlerin başlarına gelen durumlara maruz kalmadan cennete gireceğinizi mi sandınız? Onlar öyle ezici mihnetlere, öyle zorluklara düçar oldular, öyle şiddetle sarsıldılar ki Peygamber ile yanındaki mü”minler bile; “Allah”ın yardımı ne zaman?” diyecek duruma geldiler. İyi bilin ki, Allah”ın yardımı yakındır”[19].

Bu âyet insandaki güç ve güzelliği açığa çıkarmanın bir takım sıkıntılara göğüs germekten geçtiğine işaret etmektedir. Tıpkı altın madeninin işlenir hale gelebilmesi için çeşitli işlemlerden geçmesi gibi, insan tabiatının süflî isteklerden, kolay elde edilen nimetlerden ziyade erdemli ve yüce olana meyletmesi istenmekte, rahmetin zahmetsiz vukua gelmeyeceği vurgulanmaktadır. Hem de, “Nasıl olur da Allah”ın size söz verdiği yardımın gecikeceğini düşünebilirsiniz!” diye sitem ederek.

Buradaki te”yid ve teselli nerede?! Öncelikle insana kıymet verilmesinde elbette. Zira büyük bir ödülün bedeli de büyüktür. Belki daha çok beklemek, daha çok sabretmek, hatta bazan daha çok ezilmek gerekebilir. Halbuki Yüce Allah peygamberini, sadece duâlarına cevap vererek değil rüyalarını da gerçekleştirmek suretiyle te”yid ediyor ve diyor ki:

“Allah, rasûlünün rüyasını elbette gerçekleştirecektir. Ve siz Allah dilediğinde (tıpkı bu rüyada olduğu gibi) kiminiz başınızı tıraş ettirmiş, kiminiz saçlarını kısaltmış olarak, Mescid-i Haram”a tam bir güvenlik içinde gireceksiniz. Ama Allah sizin bilmediklerinizi bildiğinden, size yakın bir zafer nasip etti”[20].

Sefere çıkmadan önce Hz. Peygamber rüyasında ashabı ile beraber emniyetle umre yapmak için Mekke”ye girdiklerini görmüş ve bunu onlara anlatmıştı. Fakat o sene müşrikler tarafından bu niyetleri engellenince büyük bir hayal kırıklığına uğrağına uğradılar. Münafıklar da, özellikle Hz. Peygamberin rüyasının gerçekleşmediği şeklindeki şüphelerini ima ederek mü”minlerin maneviyatını sarsmaya başladılar. Oysa peygamberin rüyası bu umrenin emniyetle olacağına işaret ediyor ama bunun hangi yıl olacağına dair bir açıklık göstermiyordu. Allah Teâlâ bu âyetle Hz. Peygamberin rüyasının doğruluğuna şahitlik ediyor, hem de yakın bir zaman içinde elde edilecek bir zaferi müjdeliyordu. Burada teselli, tecellinin birinci basamağı, visâlin tül perdesi şeklinde tezâhür etmektedir. Artık boynu bükük, gönlü buruk mü”minlere Allah tarafından, kaybettikleri bir umut yerine iki mutluluğun saadeti yaşatılmış oluyordu. Peygamberimiz açısından bakılınca da kendisine itimat ederek rüyasının hakikat olduğuna güvenen insanlara karşı prestij kaybı endişesi bertaraf edilmiş oluyordu.

Ve sanki şöyle sesleniliyordu: “İnanmayanların ne dediği, seni ne ile itham ettiği hiç önemli değil. Yeter ki sen Allah”ın kendi dininin muhafızı ve tamamlayıcısı olduğuna inan!”

Nitekim bazı âyetler bunu açıkça ifade etmektedir: “Onlar Allah”ın nûrunu ağızlarıyla üfleyerek söndürmek isterler. Fakat kâfirlerin hoşuna gitmese de Allah nûrunu tamamlayacaktır”.

“O, rasûlünü, diğer bütün dinlere üstün kılmak için, hidayet ve hak din ile gönderilmiştir. İsterse müşrikler bundan hoşlanmasınlar!”[21]

“Ayrıca memnun olacağınız bir şey daha var. Allah”ın yardımı ve yakında gerçekleşecek bir zafer! Mü”minlere bunu müjdele!”[22]

Allah”a güvenmek, kişinin kendisine güvenmesinin yansımasıdır. Öyle ya, şayet Allah kuluna güveniyor ve onu muhatap alıyorsa nasıl olur da bir kul kendi gücüne güvenmez! Nasıl olur da kendisine güvenen yaradıcısına ve O”nun vaadlerine güvenmez! Öyleyse “Allah sana yeter!” cümlesi, bir anlamda, “Sen kendine yetersin, elverir ki O”nun doğru çizgisinde bulun”, demek olur. Buna göre şu âyetleri gözden geçirelim:

“İşte böylece biz her peygamber için suçlulardan bir düşman ortaya çıkardık. Boşver, üzülme! Rabbin sana yol gösterici olarak yeter!”[23]

“Allah düşmanlarınızı pek iyi bilir. İşlerinizi üstlenen bir velî olarak da, yardımcı olarak da elbette Allah yeter!”[24]

“Öyleyse sen, ölmeyen, o mutlak hayat sahibi Allah”a dayan ve O”nu hamd ile tesbih et. O”nun kendi kullarının günahlarından haberdar olması yeter!”[25]

“O halde yalnız Allah”a güven. Çünkü tutuğun yol gerçekliği meydanda olan hak yoludur”[26]

Sonuç olarak diyebiliriz ki; peygamberlik bir lütuf olduğu kadar, zorlu ve meşakkatli bir görevdir de. Bu kutsal görevi en iyi bir şekilde yerine getirmeyi kolay kılan ikinci bir lütuf ise, Allah tarafından elçisinin desteklenmesi, sıkıntılı anlarında teselli edilmesi, va”d ettiği yardım ve zafere eriştirmesidir. Peygamberlerin de diğer insanlar kadar, hatta sorumluluğun ağırlığı nisbetinde, belki herkesten daha çok güvenilmeye ve desteklenmeye ihtiyacı vardır. Bu ihtiyaç onların değerini düşürmez, aksine ilâhî bir vasıfları olmadığı halde, Allah”ın yardımına güvenmekle bir insandaki potansiyel gücün ne aşılmaz engellerle baş edebileceğinin apaçık ispatıdır. Üstelik kendisine inanan ve izinden yürümek isteyenler için de vazgeçilmez, göz ardı edilemez bir örnektir de Onun te”yid ve teselliye olan ihtiyacı. Sanırım biz de; yeterince kendimize ve Rabbimize güvenmeyi bile Ondan öğrenmeye muhtacız.

 Yrd.Doç.Dr.A.Hümeyra ASLANTÜRK*

ahumeyraaslanturk@gmail.com

Bu bildiri; 18-19 Nisan 2002″de, SDÜ İlâhiyat Fakültesi V. Kutlu Doğum Sempozyumu”nda sunulmuştur.

 

* SDÜ İlâhiyat Fakültesi Tefsir Anabilim Dalı Öğretim Üyesi

[1] Duhâ, 93/3.

[2] Duhâ, 93/3.

[3] İnşirah, 94/1-8.

[4] Kevser, 108/1-3.

[5] Nasr, 110/1-3.

[6] Mâide, 5/3.

[7] Yâsin, 36/76.

[8] Al-i İmrân, 3/176.

[9] En”âm, 6/33.

[10] En”âm, 6/34-35.

[11] Sa”d, 38/17.

[12] Ahkâf, 46/35.

[13] Tâhâ, 20/130.

[14] Mü”min, 40/55.

[15] İnsan, 76/24-25.

[16] Enfâl, 8/9-12.

[17] Âl-i İmrân, 3/123.

[18] Al-i İmrân, 3/127-128.

[19] Bakara, 2/214.

[20] Bakara, 2/214.

[21] Saf, 61/8-9.

[22] Saf, 61/13.

[23] Furkan, 25/31.

[24] Nisâ, 4/45.

[25] Furkan, 27/58.

[26] Neml, 27/79.