Ömer Tuğrul İnançer İle Bir Söyleşi

A+
A-

Ömer Tuğrul İnançer İle Bir Söyleşi

Hukuk Fakültesi mezunusunuz, musiki konusunda, Mevlâna ve Mevlevilik, Tasavvuf konularında derin bir bilgi birikimine sahipsiniz. Tahsilinizi tamamladıktan sonra mı ilgilenmeye başladınız, daha önceleri de ilgi alanınıza dahil miydi bu tür konular?

Ben henüz ortaokul talebesi iken müzik merakım vardı ve ders almaya başladım. Daha sonraları da bu hep devam etti. Önce Klasik Batı Müziği dersleri aldım, üç sene kadar sonra Klasik Batı Müziği, bana beni söylemediği için Türk Müziği öğrenmeye çalıştım, hâlâ da öğrenmeye çalışıyorum. Sonra bu müziğin bir alt, itici gücünün olması lâzım geldiği düşüncesine vardım. Tasavvuf Müziği bu aşamada benim için önem kazandı, arkasından bu Tasavvufun müziği, bir de kendisi olması lâzım diye düşündüm ve onu araştırmaya başladım.

Hukuk tahsili ve onun gerektirdiği avukatlık veya sonucu olan avukatlık çoluk-çocuk beslemek için. Dolayısıyla müzik ve diğerleri ise, çoluk-çocuk beslemek için değil, gönül beslemek için. Dolayısıyla aslında zaten sanat meslek olarak icra edilemez. Sanattan meslek olmaz. Yani, para kazanmaya ve beden doyurmaya yönelik işlerle, gönül doyurmaya yönelik işler birbiriyle örtüşemez. Zaten büyük sanatkârlarında böyle yaptığını görüyoruz. Bugünden misal verelim, Sayın Dr. Alaaddin Yavaşça çok önemli bir jinekoloji uzmanıdır, bir hastanenin başhekimliğine kadar yükselmiştir ama bugün Türk Musikisi’nde nazariyat bilgisi, hoca, bestekâr, icracı olarak çok ileri yaşına rağmen hâlâ bir numaradır, bunun yanında çok da önemli bir tabiptir. Hattâ kendisi söyler bazen, sağda solda “hocam” diyen birileriyle karşılaştığında, o kadar çok öğrenci yetiştirmiştir ki, “kusura bakma evlâdım, sen müzikten mi talebemsin? Tıptan mı talebemsin?” diye de soracak kadar çok da insan yetiştirmiştir. Büyük bir hocalık vasfı vardır. Benim hocalarımdan biri rahmetli Emin Ongan aynı zamanda Tekel’de İdare Müdürüydü.

Yani bu işler para kazanmak için yapılmaz. Profesyonellik ne yazık ki para kazanmak olarak ölçülür bizde, halbuki sanat profesyonel bir iş değildir. Benim görüşüm bu. Bu görüşümü destekleyen pek çok tarihi olgu var.

Tasavvuf konusuyla ilgilenmeye başladıktan sonra mı Mevlâna ve Mesnevi ile yakınlaştınız?

Gayet tabii. Tasavvuf dendiği zaman, tasavvufun birtakım unsurları vardır. Olmazsa olmaz unsurları vardır. Bu unsurları temsil eden abîde şahsiyetler vardır, bunlar tasavvufun genel şahsiyetleridir. Herkes tarafından kabul edilir. Meselâ, bu unsurlar Terk, Züht, Takva, Yardım, İnayet, Aşk… gibi. Terk, denilince bütün tasavvuf aleminde İbrahim Ethem Hazretleri akla gelir. Züht-ü Takva denilince (Dinin yasak ettiği şeylerden sakınıp, buyurduklarını yerine getirme, kendini aşırı derecede dine verme) Cüneyd-i Bağdadi zirvedir. İrfad denilince (Yardım etme, bağışta bulunma, hediye verme) Bestâmi akla gelir. Aşk deyince Mevlâna zirvedir. Peki ötekiler aşk değil mi? Ne münasebet… Türkiye’de ne yazık ki bir moda gereği sadece Hz. Mevlâna üzerinde konuşuluyor, o da yeterince tetkik edilmeden. Özellikle siyasilerimizin ağzında birbirinin kopyası olarak Türkiye’de sadece üç isimden bahsediliyor.

Moda olduğu için Hz. Mevlâna, Türkçe yazdığı söylendiği için Yunus Emre, siyasete alet edildiği için Hacı Bektaş-ı Veli. Halbuki Türkiye her vilayetinde değil, her kasabasında değil, adeta her köyünde bir veli ve arif barındıran bir zemindir Anadolu.

Mesela Uşak’ın Kabaklı Köyü, bu köyde Alaaddin-î Uşşaki diye bir zat vardır, çok önemlidir. Kimse adını bile bilmez. Bırakın vilayetleri kazaları, meselâ Malatya’nın Darende Kazası’nda bir Hamid-i Veli vardır, Hacı Bayram Veli’nin de hocası olan, meselâ İznik’te bir Eşrefzade Abdullah-ı Rûmi vardır, kim biliyor?

Şehirlere gelmedim, Kastamonu’daki Hacı Şaban-ı Veli’den, Manisa’daki Yiğitbaşı Veli’den, Kars’daki Ebul Hasan Harakâni’den bahsetmiyorum daha… Edirne’deki Sezai Günseli’den, Hakkari’deki Tahha-i Hakkari’den, Muğla’daki Şahidi’den… Bakın, Türkiye’deki dip noktalar… Henüz bunlardan bahsetmiyorum… Anlatabildim mi?

Dolayısıyla çok zengin, çok yüksek, gönül terbiyesine çok fazla emek vermiş ve bunun için de ömür tüketmiş insanlarımızın olduğu yerde, gayet yüzeysel bir lakırdıyla koskoca Anadolu’da bin senelik bir tarihte, olup olacağı üç tane adam var sanki. Bunların hepsi büyük adamdı o ayrı mesele ama bunlardan ibaret değildir. Elbette ki, aşkın sembolü ve zirvesi olarak kabul edilen Hz. Mevlâna ile ilgilenmeyen hiçbir tasavvuf adamı yoktur. Doğru mu? Eğri mi? Orası başka… Yani, doğru mu ilgileniyorlar yanlış mı? Bir kere aşkın ne olduğu konusunda hemfikir miyiz?

Evet, benim de sorularım içinde vardı bu konu.

İnsanlar, kendilerinin meyillerini, arzularını, nefsani heveslerini aşk diye isimlendiriyorlar. Aşk, tarifi olmayan bir kelimedir. Bizatihi, bütün tarifleri içinde barındırır. Meyil değildir aşk, arzu değildir, heves değildir ve en önemlisi istek değildir, vermektir. Bir duygunun aşk mı? Sıradan bir sevgi mi? Bir meyil ve heves mi olduğunun ölçüsü gayet kolaydır.

Yeter ki insan, kendini objektif bir gözle görebilsin. Ben karşımdakinden bir şey istiyor muyum? Ne olduğu çok önemli değil, Meselâ, onun da beni sevmesini istiyorum, bu aşk değildir. “Ben ona ne verebilirim?” Hayat dahil… Baş dahil… Can dahil… Çünkü, “Canını, canana vermektir kemali aşıkın / Vermeyen can, itiraf etmek gerek noksanını.”

Aşkın ne olduğunu öğrenmek için biraz Fuzûli okusunlar, biraz. Çok değil.

Aşk, iki beden arasındaki değil, iki gönül arasındaki ilişkidir. Gönlün cinsiyeti olmaz. Dolayısıyla, bu gönlün sahibi olanın erkekliği-dişiliği kimseyi alâkadar etmez. Cins olarak, erkekten erkeğe, kadından kadına, erkekten kadına, kadından erkeğe olur aşk.

Aşk gönüldedir, öyle bir derttir ki; devası kendinde gizlidir. Dışarıdan dert gibi gözükür, “bu akıllı işi mi?” denir. Evet, akıllı işi değildir. Çünkü aşk iradi değildir. İradeyle alâkası yoktur. Çünkü gönül ferman dinlemez. O fermanı, biz zannediyoruz ki padişah fermanı, hayır? Kişinin kendi aklının verdiği fermanı da dinlemez. “Şunu sevme! Bunu Seveceksin! Bu İlmen böyledir!” Hayır, aşkta böyle şey olmaz.

Sevgi ile aşk arasındaki farklılar nelerdir sizce?

Şiddet… Sevgide mutlaka bir karşılıklılık vardır. Gerçi aşkın da ileri derecesinde karşılıklılık oluşur o ayrı mesele de… Sevgi, arzu ile başlar, kediye de sevgi, ağaca da sevgi, kişiye de sevgi, güzel havaya da sevgi, memlekete de sevgi… Ama bunlar aşk değildir. Aşk, batı dillerinde karşılığı olmayan bir kelimedir çünkü aşk kavramı batı fikriyatında yoktur. Gönül kelimesinin ihtiva ettiği mânâyı da içeren bir kelime batı dillerinin hiç birinde yoktur. Ana dil olan Lâtince dahil hiç birinde yoktur.

Bu kültür nedeniyle olsa gerek, toplumumuz gönüle çok önem veriyor, gönül eğitimi ön plana çıkıyor.

Evet, bu kültürden dolayı. Bu Şark kültürüdür. Şark kültürü de ne yazık ki okullarımızda bize empoze edilmek istendiği gibi matbaa ve kalemden geçmez, ağız ve kulaktan geçer. Sözlü kültür çok önemlidir.

Şimdi bu sözlü kültürden uzaklaşa uzaklaşa çocuklarımız masal dinlemek yerine televizyon seyrettikleri için; ortaokul-lise öğrencisi seviyesindeki gençlerimizde muhayyile yok, hayal yok, imge yok, imaj yok… Muhayyile deyince eski oluyor da, imaj deyince yeni oluyor nedense!? Göçebe bir kavmin lisanında, yerleşik bir kavmin lisanında olan kavramlar olur mu?

Mesnevi’nin Farsça yazılmasının nedeni Mevlâna’nın ana dili olmasından mıdır yoksa dilin zenginliği açısından mı düşünmek gerekir?

Dilin zenginliği açısından değil, ana dilinden dolayıdır. Çünkü Orta Asya’lı Türkler Farsça konuşurlar, bunu kimse bilmiyor ki. Bugün Belh şehri Afganistan’ın sınırları içinde kaldığı için Mevlâna’ya Afganlıdır demeye kalkanlar var.

Farsça olduğu için Acem’dir demeye kalkanlar var. Türk olduğunu kimse kabul edemiyor. Çünkü Türklük daima başkalarının gözünü korkutan bir varlıktır. Çünkü Türkler fatih insanlardır, idareci insanlardır, asker insanlardır. Bundan dolayı da herkes korkar ve medeniyeti yakıştırmaz. Sinan’a bile Ermeni demeye çalışırlar. Fatih gibi bir büyük adama yabancı kökenli demeye, en azından dini başka demeye kalkışırlar… Meselâ Fatih Divanı’nı, Avni Divanı’nı okusalar, ne olduğunu anlarlar. Allah ve Resulüne ne kadar bağlı olduğunu, onlar hakkında şiir yazacak kadar muhabbeti olduğunu anlarlar.

Onun için Hz. Mevlâna’nın da kim olduğu incelenmeden, o ortamda hangi lisan konuşulduğu bilinmeden hüküm çıkarılıyor. Farsça, tek bir lisan, bugünkü İranlıların konuştuğu Pehlevi Farsçası ile Orta Asya Farsçası biribirinden çok farklı değil, ikisi de Farsça kökenli ama Çağatay Lehçesiyle, Anadolu Lehçesinin farkı kadar Pehlevi Farsça’sıyla, Horasan Farsça’sı fark eder.

Horasan Farsçası, Hz. Mevlâna’nın ana dilidir. Onun için ana diliyle yazmıştır. Ayrıca, herkes Türkçe yazıyor da, her yerde Türkçe konuşuluyor da o zaman Karamanoğlu Mehmet Bey’in “bundan sonra her yerde Türkçe konuşulsun!” diye fermanının gereği nedir? Demek ki herkes Türkçe konuşmuyordu. Türkçe sonra oturdu.

Mesnevi hakkında yapılan araştırmalar ve çalışmalar yeterli midir? Sizin, öncelikle tercih ettiğiniz çalışmalar hangileridir?

Tabii. Yedi yüz yıldır halen devam ediyor. Benim öyle tasvip etme gibi bir küstahlığım olamaz da, bugünkü Latince Mesnevi Şerhleri içerisinde bir numarası Tahir Ongun’unkidir. Kendine mahsus özellikler taşıyanı Ahmet Avni Konuk’tur. Kısa ve kolay anlaşılır olanı Ankara Valisi Abidin Paşa’ya aittir. Tamamen aşk açısından bakarak yapılan Mesnevi Seçmeleri İsmail Hakkı Bursavi’ye aittir, yeni Türkçe’si var mı? Bilmiyorum… Bir başka derunilik açısından Bosna’lı Sarı Abdullah Efendi’nin Mesnevi Şerhi’ni söyleyebilirim. Bütün Mesnevi Şerhlerince en mükemmel olarak gösterilen Galata Mevlevihanesi Şeyhi İsmail Rasuhi Ankaravi’ninkidir.

Bütün tasavvuf ve elbette ki tasavvufun bir başka görüntüsü olan aşk’la ilgilenen herkes Mesnevi ile ilgilenmiştir. Mesnevi, Mevleviliğe ait değildir, tasavvufa ait değildir. İlkokul çocuğundan, ordinaryüs profesöre kadar herkese bir şeyler söyler.

Tercüme farklılıkları, anlayış ve yorum farklılığı getiriyor mu Mesnevi’ye?

Tercümeden, hüküm çıkarılmaya çalışılmazsa doğrusu anlaşılır. Tercümeden hüküm çıkarılmaz, hüküm çıkarılmadan okunması lâzım. Kişi, bir tercüme okuduğu zaman o mütercimin, o kitabın aslından ne anladığını okur, kitabın aslını okumaz. Ayrıca şiirin tercümesi yapılamaz, şiir olmaktan çıkar.

Kendi içinde saklı bir anlam bütünlüğü olması bakımından söylüyorsunuz sanıyorum?

Bunun böyle olduğunu da Hz. Mevlâna bir kitabına verdiği isimde anlatıyor.

Fihi Mafih’i kastediyorsunuz?

Evet. Bunun içindekinin içindedir diyor. Ne demek bu? İçine girebilen anlar.. Dolayısıyla Mesnevi Şerif’in tercümesinden değil, sıradan bir gazete makalesinin tercümesinden bile hüküm çıkarılmaz. Sekiz-on tane tercüme okunursa eh biraz bir fikir sahibi olunur. Aslını okumak lâzım.

Mesnevi’yi okumadan önce bilinmesi, araştırılması gereken konular nelerdir sizce? En iyi şekilde yararlanabilmek için nasıl bir yol izlenmesini tavsiye edersiniz?

Evvelâ, dini bilgilerini tamamlaması lâzım. İlmihâl bilecek. Yani ibadetlerin nasıl yapılması icabettiğini öğrenecek. Bakın öğrenmek başka, yapmak başkadır. Dini bilgilere sahip olmayanlar tasavvuf öğrenemezler. İşte bugünkü gibi birtakım saçmalayanlar ortaya çıkar. Çünkü dinin iki kanadı vardır, iki ayağı vardır. Biri yükümlülükler, biri muhabbet. Muhabbet olmadan tek kanatlıdır uçamaz, yükümlülüklerini yerine getirmeden de tek kanatlıdır uçamaz. Halbuki din insanı ileriye ve yukarıya götüren bir kurumdur. Yükselten ve ilerleten bir kurumdur. Evvelâ bu bilinecek. Mesnevi Şerif, diyelim ki bugünkü akademik kariyer meselesinde ordinaryüs profesörlük seviyesidir. Daha anaokulu seviyesini bile idrak etmemiş olanlar, Mesnevi’den bir şey anlamazlar. Anladıklarını iddia ederler. Beydaba’dan haberi olmayanlar, İntak sanatını bilmeyenler Mesnevi Şerif’i birtakım La Fonten Fabl’ları zannedebilirler. Peki, bu kadar çok şerh, açıklama, tercüme yapılan bir kitabın bu kadar basit olması mümkün müdür?

Bu cahilliktir. Bu cahillikten kurtulmanın yolu, öncelikle evvel bilgilerin okunmasıdır. Peygamberlerin hayatı, Peygamberler tarihi okunacak, kâinatın yaratılışındaki hikmetler okunacak, dinin gerekleri okunacak, batıl ve hak din kavramları bilecek. Sonra Müslümanlık öğrenilecek, Müslümanlığı öğrendikten sonra tasavvufu öğrenecek, tasavvufu öğrendikten sonra Mevlâna’yı öğrenecek, sonra Mesnevi öğrenebilir. Çünkü Dünya’da iki tane kitap için okul açılmıştır. Biri Kuran-ı Kerim, biri Mesnevi Şerif Dar-ül Mesnevi diye okul vardır, bütün Mevlevihaneler Mesnevi okullarıdır. Bütün Mesnevihanlar Mesnevi profesörleridir. Ayrıca bir Nakşi Şeyhi tarafından Eyüp Sultan sırtlarında, hâlâ bilinen Darül Mesnevi adındaki okulda sadece Mesnevi tahsili yapılır. Dünyada başka bir eşi yok, bir kitap için bir okul açılmasının. Kuran-ı Kerim için de pek çok okul açılmıştır, bütün medreseler Kuran-ı Kerim öğretir, o ayrı mesele. Başka hiçbir kitap için okul yoktur. O okulda ve klasik Mesnevi eğitiminde, evvelâ gramer kaideleri de dahil olmak üzere, bütün şiveleri de dahil olmak üzere çok iyi Farsça bilinecek. Lügat manâsı verilmeden, deyim manâsı verilmez.

O Farsça bilindikten sonra onun sanatı öğrenilmek için mutlaka Sadi-i Şirazi ve Hafız-ı Şirazi okunacak, sanat açısından. Sonra Hz. Mevlâna’nın severek okuduğu kitaplar olan Hakim Senai’nin ve Feridettin Attar’ın İlâhiname, Esrarname, Mantıkut-Tayr, Pendname gibi eserleri okunacak.

Okumak derken, gazete okur gibi değil; gönle ve kafaya kaldırılacak. Mesnevi okumak ondan sonra başlar. Bugünün insanında bu kadar çok incelemeler yapanını görmediğim için, tabii varsa hepsinin elini ayağını öperim ben. Görmediğim için kimseye “Mesnevi okuyun” filan demem ben. Evvelâ İlmihal okuyun derim.

Şems’le ilgili birkaç sorum olacaktı…

Hz. Şems’le ilgili sualler herkesin ağzında sakızdır. Hz. Mevlâna’yı yeterince okuyanlar ve tetkik edenler bilirler ki, Hz. Mevlâna kendisinin Hz. Şems’le olan ilişkisinde çok önemli bir söz söylemiştir. Bu söz yeterince anlaşılmamaktadır, gündeme dahi gelmemektedir. Hz. Mevlâna şöyle buyuruyorlar: “Büyük Mevlâna, yani babam beş sene daha yaşasaydı, benim Şems’e ihtiyacım kalmazdı.” Hz. Mevlâna, Hz. Şems’den ibaret değildir. Başta babası vardır ondan sonra Seyyid Burhaneddin Hazretleri vardır ve Hz. Şems’in hemen yanı sıra Selahaddin Zerkubi vardır. Hemen yanı sıra Çelebi Hüsamettin vardır, muhterem oğlu Sultan Veled vardır. Bunlar olmadan, bu isimleri nazarı itibara almadan sadece Şems demek, Hz. Mevlâna’yı tanımamak demektir.

Sizinle görüşeceğimi bilen ve kendisi de Hz. Mevlâna ile oldukça ilgili olan bir arkadaşım benden şu soruyu sormamı rica etti, “Şems’den evvel Mevlâna sadece aşıktı, Şems’den sonra ise maşuk oldu.” deniliyor, ben yeterince aydınlanmış bir açıklama bulamadım bu konuda. Tuğrul Bey bir açıklama getirebilir mi acaba?

Bunlar herkesin ağzında sakız olacak kelimeler değildir. Bunun başka şekillerde de ifade edildiğini de duyduk. “Hz. Şems’den evvel Molla idi, ondan sonra aşık oldu” tarzında söyleyişler de var. Efendim, Bahaeddin Veled’i yani Sultan-ül Ulema’yı, Peder-i Ali’lerini tanımadan Mevlâna’yı tanımak mümkün değildir. Hz. Şems’le, Hz. Mevlâna arasındaki münasebetin en güzel tarifi bence şudur. Hz. Şems’e kadar Mevlâna, eski tabirle yağı süzülmüş, fitili burulmuş, bir kibrit bekleyen kandil gibiydi. O kibriti Şems çaktı. Bunu yeni zamana intikal ettirirsek, kocaman bir evin bütün elektrik tesisatı döşenmişti, bütün ampulleri takılmıştı, bütün prizlerine fişler geçirilmişti, şalteri indirmek Şems’e kaldı. Bundan ibarettir.

Yani, “talebe hazır olduğunda öğretmen gelir” şeklinde mi? Aralarındaki alışverişin mahiyeti nedir sizce?

Aralarındaki ilişki öğretmen, öğrenci ilişkisi değildir, mürit- mürşit ilişkisi değildir. Tasavvufta “sohbet şeyhliği” diye bir kurum vardır. İkisi de birbirinin sohbet şeyhidir. Bir tarikatın olmazsa olmaz unsuru silsilesidir. Cenab-ı Allah’tan Cebrail a.s vasıtasıyla, Hz. Peygamber’e ve oradan da o zata kadar gelen silsile. Bu hep isimden isime geçerek gelir ve bir yazılı evrak halinde kişiye verilir. O yazılı evrak da vefat eden olduğunda, vefat edenin eline verilir, beraber gömülür. Araya isim yazıp, kendi kendine “ben de onlardanım” diyen sahtekârlar çıkmasın diye. Hz. Mevlâna silsilesinde Hz. Şems yoktur.

Hz. Mevlâna emaneti, bu bir manevi emanettir. Bu emanetler bir iletkenlik vasıtasıyla Hz. Peygamber’den itibaren bütün insanlara yayılmaktadır, iletkenlerle. Bu iletkenlerin içerisinde altınlar ve platinler de vardır, bakırlar da vardır. Bu iletkenlerden bazıları trafodur, bazıları sadece kablodur. İşte bu trafolara Pir denir. Hz. Mevlâna onlardandır. Hz. Mevlâna’ya gelen kablo da Hz. Şems yoktur. Belki trafoyu inşa etmekte emeği vardır, belki değil mutlaka vardır ama gelen kabloda Şems yoktur.

Seyyid Burhaneddin vardır, babası öldükten sonra boş kalmamıştır Mevlâna. Seyyid Burhaneddin Hazretleri Konya’ya gelmiştir, Mevlâna’yı yetiştirdikten sonra da “Bir semada iki güneş olmaz” diyerek, Kayseri’ye dönmüştür. Çünkü o da bir semadaki güneş gibidir. Kim biliyor bunları…? İsmini bile bilmeyenler Hz. Şems’den bahsediyorlar. Onun için bu cehalettir, bu cehaletten kurtulmanın yolu en azından bibliyografik bilgiyi bilmekten, tamamlamaktan geçer.

İşte bu bibliyografik bilgi olmazsa, böyle saçma sapan konuşulur. Herkesin ağzına sakız olur. O da bir hikmettir amenna!..

Reenkarnasyon…

Öyle bir şey yoktur!..

Mevlâna’da reenkarnasyon…

Öyle bir şey yoktur ki, Mevlâna’da olsun… Reenkarnasyon bir zandan ibarettir. Allah’ın, Hz. Adem’e bildirdiği ve ondan sonra bütün peygamberler vasıtasıyla tüm insanlara bildirdiği “insanın tekâmülünü” anlamayan bazı insanlar, ruhun başka bedenlerde tekrar canlanması tarzında anlamışlardır. Böyle değildir. Çünkü, ruhsuz bir ceset kul değildir, cesetsiz bir ruh kul değildir. Ruh denen cevherin nefisle olan alâkası vardır. Nefsin tekâmülü insana verilmiş olan dünya ömrü içinde yapılmaktadır.

Bu, tek seferde mi…

Gidiş, geliş diye bir şey yoktur. Çünkü o zaman belli sayıda ruh var, belli sayıdan fazla ceset var gibi bir manâ çıkar. Böyle bir şey yoktur. Allah belli sayıda ruh yarattı ama bol sayıda ceset yarattı, bu cesetlere sokup çıkarıyor gibi Allah’a bir eksiklik isnat etmektir. Dolayısıyla ruhun, gidip-gelmesi yoktur. Ancak insan doğmakla varolmamıştır, ana karnına düşmekle de varolmamıştır. Allah’ın “Kün” emriyle varolmuştur ve bir tanedir. Dünya hayatı geçirdiği safhaların en mütekâmilidir. Bu tekâmül vefat ile biter. Ondan sonra ebedi hayat başlar. Aslında ebedi hayat, “ol” emriyle başlamıştır ama safhaları vardır.

Biz ana karnındaki hayatımızı hatırlıyor muyuz? Hayır… Hatırlamıyoruz diye yok mu? Var. Dolayısıyla bir de Bezm-i Elest var. Hatırlamıyoruz ama var.

Kal-ü Belâ’yı kastediyorsunuz sanıyorum.

Kal-ü Belâ dediğimiz şey o. Dolayısıyla reenkarnasyon hem Hinduizm’de hem Brahmanizm’de olan Hint asıllı, bir asli unsur değil, bir terbiye sistemidir.

Aslında bu mevcut varlıklara saygılı ve sevgili, hürmetkâr ve hizmetkâr davranmak için ortaya konmuştur. Yani, öyle inekti, eşekti, böcekti diye kakalama “yahu o inek dediğin belki senin büyük ninendir” diyerek, onun zaafından istifade ederek sevgiyi yayabilmek için. Sonra çığırından çıkmış bir yanlış ve batıl inanç haline gelmiştir. Halbuki bu normal olarak Allah’ın verdiği terbiye sisteminde var ama insan bu yüksekliğe erişemediğinden böyle olmuştur.

Özellikle İslâm’ın bunu kabul ettiğini iddia edenlerin Kuran’ı Kerim’i anlamamasından kaynaklanır. Çünkü Kuran’ı Kerim “Ben sizi öldürürüm- diriltirim, öldürürüm-diriltirim” diye söylüyor ayette de.

Bu nefs-i mutmain ile alâkalıdır. Çünkü evvelki nefisten ölünmeden bir üst basamaktaki nefse çıkılmaz. O, onu demektedir, o terbiye ile alâkalıdır. Ölmek, dirilmekle alâkalı değildir. Ölmek demek toprağa girmek değildir. Niye Hz. Muhammed’in hadisleri devreye sokulmadan bu işler anlatılıyor. “Müminler ölmez, bir yerden bir yere göç ederler” buyuruyor. Öldüyse, niye gidiyoruz o kabirlere ziyarete. Anamızdan, babamızdan tutun da taa büyüklere Hz. Peygamber’e kadar, niye gidiyoruz ki…? Tanımadığımız kabirlere de gidiyoruz veli kabirlerine, padişah kabirlerine, cumhurbaşkanı kabirlerine… Bir semboldür, falan, filandır ama gidince de birşeyler oluyor, bir duygu alışverişi oluyor, niye oluyor? Kendimiz mi icat ediyoruz? Yoksa, o ölü dediklerimiz de kendilerine mahsus bir diriliş mi var? Zaten Allah söylüyor “onlara ölü demeyiniz, onlar belki diridirler; benim indimde rızıklandırılırlar ama sizin bu işe aklınız ermez” diyor. Yani, amiyane tabirle sizin bu işe kafanız basmaz demektir. Allah diyor ki: “Sizin bu işe kafanız basmaz, siz bunu düşünemezsiniz.” Biz diyoruz ki: “Biz bunu düşünürüz.” Kimin dediği olacak? Bu kadar kolay yani…

İslâm’da olmadığı için Mevlâna’da da reenkarnasyon yoktur. “Ben Peygamber’in ayağının tozuyum” diyen bir adamın, Hz. Peygamber’in tebliğ ettiği bir dinin ve o yüksek esasların dışına çıkması mümkün değildir.

Öyle parlak bir güneştir ki, öyle çok taraflı bir zattır ki, öyle görmek isteyenler ona öyle bir kulp takabilir ama bütün büyüklere takılan kulplar zaman içinde kırılır, düşerler. O yine büyüklüğüyle varolmaya devam eder.

Bugün Dünya’da ve Ülkemizde İslâmiyet’in uygulanış biçimini Kuran’ı Kerim’den kopuk olarak görüyor musunuz?

Tamamen kopuk görüyorum. Din diye bir şey kalmamış. Din, bir yaşama tarzıdır. Bir kere din kurumunun evvelâ iki ayrımını bilmek çok önemlidir. Hak din, batıl dinler. Hak ve batıl yapılmadan hepsi aynı teraziye konmaz. Dinlerin sosyolojik olarak tasnifi mümkündür, teolojik olarak tasnifi mümkün değildir. Bir tek din vardır, İslâm. Çünkü bir tane Allah’ın, on tane dini olmaz. Şimdi, bir dinde ne söylendiyse, ne yapıldıysa kaynağımesnedi ve temeli vardır. Biz tatbikata bakıp, kaide icat ediyoruz. Yani uygulamadan kural çıkarıyoruz. Hayır efendim, kurallar kaynakta yazar, uygulamada değil. Çünkü, uygulamalar; mümkün mertebe yapılan şeylerdir.

Biz, o kadar cahil bırakıldık ki; dinimiz yaşama dini olmaktan çıkıp, tapınma dini olmaya indirgendi.

Tapınanların tapınma ritüellerini yerine getirenler, “ben dinimi yerine getirdim” zannediyor. Bu gidişatın sonu nedir?

Yaşama dini olmaktan, tapınma dini haline indirgenen din, böyle devam ederse yakında sadece dua dini haline indirgenir. Din ortadan kalkmaz. Çünkü her insan yeryüzünde Allah’ın halifesidir. Her insanda Allah’tan üfürülmüş ruh vardır. Her su damlasının denize kavuşma isteği gibi, her insan Rab’bine ibadet isteğiyle doğar. Bunu ister putla yapar, ister Rab’bül Alemi’nde yapar, ama yapar. Din bitmez ama yaşama dini olmaktan çıkıp, tapınma dini haline gelir. Bunun da devamında dua dini haline gelir.

Biz dinimizi elbette ki, yaşamıyoruz. Yaşasaydık, meselâ temiz olurduk. Hz. Muhammed’in hadisi gayet sarihtir: “Temizlik imandan kaynaklanır”. Bakalım temiz miyiz? Değil miyiz? Temiz değilsek, Hz. Peygamber de yalan söylemeyeceğine göre; biz iman sahibi değiliz demektir. Bu kadar kolay… “Müslümanlar pistir” diyeceğimize, “bu adamlar pistir” dediğimiz zaman doğrudur. Müslüman pis olmaz, pis ise iman sahibi değildir. Bu kadar kolay.

Vaktinizin çok kıymetli olduğunu biliyorum. Bize zaman ayırdığınız için çok teşekkür ediyorum.

Ben de teşekkür ediyorum.

Ropörtaj: Nihal Gürsoy

Sevgi Dünyası Dergisi