‘Her ölüm erkendir’ sözünü pek duyar olduk. Ölümü hayata yabancı, düzenimizi bozan sevimsiz ve vakit-saat bilmez bir misafir gibi karşılamak, modern hayatın hakikatten kopuşunun en bariz niteliklerinden birisi haline geldi. Buna mukabil ölümü hayatın aynası, ezelden ebede doğru intikal eden yolculuğun bir merhalesi sayan derviş ise her ölümü geç kalmış görebilir, ‘naz’ ehli birisiyse ‘niye hala gelmedi?’ sitemiyle Azrail’i bekleyebilir. Bilebildiğim kadarıyla nazdan ziyade niyaz üzerinde bir tasavvuf telakkisine uygun yaşamış Tuğrul bey ise ‘ölüm ne erkendir ne geç, her ölüm vaktindedir’ diyerek kaderimizi takdir eden ilahi irade karşısında haddimizi bilmeyi ahlakın kuralı sayardı. Vakıa hayatın bütün hadiseleri içerisinde vakti ve saati ölüm kadar belirli, ölüm kadar yerli yerinde olan başka ne olabilir ki?
Meziyetleri çok, hayatının hiçbir aşamasında gayreti elden bırakmamış biri hakkında konuşmak kolaydır. Hangi vasfı üzerinde duracak olsanız abartı sayılmayacak hususlar dile getirebilir, yazıya hakkını verebilirsiniz. Lakin kabiliyetleri ve ilgileri üzerinden baktıkça Tuğrul Bey’den uzaklaşmaya başlarız, kabiliyetlerinin perdelediği hüviyetiyle aramıza duvar çekmiş olabiliriz. Tuğrul Bey denilince akla gelmesi gereken ilk şey, Allah’a iman ve Peygamber sevgisi olmalıdır. Birçok örneği gibi onun hayatını da ‘Allah’tan, Allah’a doğru ve Allah ile’ yaşanmış bir hayat olarak hatırlamak gerekir. Herhalde kendisi hakkında şahitlik edebilecek insanların hemen hepsi bu konuda görüş birliğine varır. Bunun akabinde her ne ile ilgilendiyse veya ne anlattı ise bu iki ana ilkeyle ilişkisi için ilgilendi, bu iki ilkenin izlerini takip etti, hayatın kendisini bu iki ilke üzerinde yaşanması gereken bir gurbet hali olarak telakki etti. Şeyh Galib’in ‘Efendimsin cihanda bir itibarım varsa sendendir’ mısraı onun Peygamber telakkisini özetleyen bir düsturdu. Bütün konuşmaları bazen açık bazen dolaylı bir şekilde, bu iki meseleye odaklanmıştı. Hz. Peygamber’den söz ederken bazen tasavvuf düşüncesinde işlenen Hakikat-i Muhammediye, ezeli peygamber gibi metafizik bahislere atıf yapabilirdi fakat daha çok her insanı ilgilendiren ahlaki bir ilke olarak tarihsel Peygamber üzerinde konuşmayı yeğlerdi. Bu yaklaşım tasavvuf tarihi bakımından dikkate değer bir tutumdur. Çünkü metafizik düşüncenin yol açtığı sorunlardan birisi, ilgili ilgisiz herkesin metafizik bahislere yönelerek vazifelerini ihmal etme çelişkisidir. Hallac hakkında konuşmak Hallac olmaktan daha keyifli gelmiş olmalıdır bize. Tarikatlar emeksiz Yunuslar, Hallaclar, Mevlanalar ile doludur. Metafizik konular ve kavramsal dil, tarikatlarda yozlaşmaya yol açmış, iddiasızlığı düstur edinmesi gereken insanları gerçeklikten önce retoriğe, sonra vehimlere ve iddialara savurmuştur. Tuğrul Bey’in tavrı -bir çok yerde görebildiğim kadarıyla- ahlaki deformasyonun önüne geçerek insanları vazifelerine yönlendirmek üzere kurulu idi. Bu nedenle metafizik bahisler yerine Hz. Peygamber’in ahlaki hayatı, ailesi, ticareti, eşleriyle ilişkisi, zarafeti vb. konular onun gündeminin ana konularını teşkil ediyordu. Konuşmalarında üslubunun genellikle celale meyletmesi ise peygamber sevgisinin istilzam ve ihata ettiği insan sevgisinden kaynaklanırdı: İnsana olan sevgisi ve varlığa olan hürmeti nedeniyle celallendiğini kaç kişi fark etmiştir, bilmiyorum?
Tuğrul Bey Cerrahi dergahının postnişiniydi. Birçok kez şahit olduğum üzere ‘mutasavvıf’ veya ‘sufi’ gibi ifadeleri kendisine uygun bulmaz, buna mukabil mütevazi bir hizmetkâr olduğunu beyan ederdi. Bununla birlikte bir mürşit haliyle kendi tarikat geleneğinden, kendi pirlerinden söz eder, onları anlatır, onları yüceltir. Tuğrul Bey’de gördüğüm değerli meziyetlerden birisi Yunus Emre’nin “Yüz bini birdir dervişin, araya ağyar gerekmez” mısraında dile getirdiği üzere bütün dervişleri, sufileri aynı üslupla ve aynı hürmetle yad etmesiydi. Hangi tarik ve hangi meşrepte olursa olsun bütün sufileri, dervişleri, alimleri aynı saygı ve hürmet ile anar, hepsine aynı yolun hizmetkarları olarak bakabilirdi.
Bu isimler arasında Mevlana Celaleddin-i Rumi’nin özel ve önemli bir yeri vardı. Tuğrul Bey bizzat Mevlana’nın kendisi kadar Mevlevi adabı ve erkanı üzerinde en yetkin birkaç isimden birisiydi. Uzun yıllar Ahmet Özhan ile birlikte şeb-i arusu anma törenlerine getirdikleri ciddiyet, düzen ve bu süreçte yaptıkları konuşmalarla Mevlana telakkisinin makul ve gerçekçi bir zemine kavuşmasına katkı sağlamıştır. Tuğrul Bey “Mevlana müçtehit bir fakihtir” dedikçe, tasavvuf ile din bilimleri, ahlak ile naslar, mürşitler ile alimler arasındaki irtibatı hatırlatmış, Mevlana üzerinden icra edilen tehlikeli bir oyunu bozanlardan birisi olmuştur.
Bir hatıra ile bitireyim: Varşova’da bilvesile beraberdik. Aynı panelde konuşmuş, daha sonra onların gezilerine iştirak etmiştim. O hayatı zevk-i selim üzere yaşayan birisi, ben ise o bahiste hiç nasibi olmayan birisiydim -ki hala öyleyimdir-. Sema ayini esnasında semazenlerin hatalarını gösteriyor, kollarını yanlış tuttuklarını, ayaklarını yanlış döndürdüklerini söylüyor, fark etmeyeceğim bir çok noktaya dikkatimi çekiyordu. Fakat benim gibi meselenin bu kısmına hiç dikkati olmayan birisi için fazla hassas bir tutumdu. Tebessüm ettiğimi görünce ‘Hocam! Diyeceksin ki öyle olsa ne olur, böyle olsa ne olur?’ dedi. Ben de ‘haklısınız’ der gibi baktım, fakat nezaketen bir şey söylemedim. Bir anlık sükuttan sonra ‘olmaz, öyle olmaz, adaba uymaz’ dedi. Tasavvufun nasıl bir disipline ve riyazete dayandığını hatırlatan bir sözdü o. İbnü’l-Arabi’nin tabirine irca edecek olsak, ‘öyle ile böyle arasında bin yıllık emek ve zarafet heba edilir’ diyebiliriz. Tuğrul Bey buna dikkatimi çekmişti.
Aynı gezide İstanbul’un sayıları azalan iyi lokantalarından söz edilirken fasulyeyi iyi pişiren bir yerden söz etmiş, ben de her zamanki gibi ‘bilmiyorum efendim!’ demiştim. Bunun üzerine ‘İstanbul’a dönünce biz götürelim seni’ dedi. İstanbul’a döndük, fakat nasip olmadı, gidemedik. Ölüm haberinin teessürünü idrak ederken gönlümün bir yerinde o sözün kaldığını fark ettim, biraz alacaklı hissettim kendimi sanki. Duam ve temennim odur ki, o yemeği ebedi yurtta itibarımızın kaynağı olan Hz. Peygamber’in kutlu sofrasında beraber yeriz.
Makamı ali, mekanı en sevdiğinin yanı olsun.
Ekrem Demirli