ÖLÜM – Cihan Okuyucu

A+
A-

ÖLÜM

Cihan Okuyucu

Ölüm Anlayışımız

Eski İstanbul”u gezen birçok yabancı seyyah şehrin mezarlıklarla bu kadar hemhal oluşuna dikkat etmiştir. Ölülerini kendilerinden uzak tutan Batılı şehirlerin aksine İstanbul ve İstanbullu daima mezarları ve ölüleriyle iç içedir. Birçok evin önü bir türbeye veya mezarlığa açılır. Kadınlar ve çocuklar evlerinin balkonlarına açılan o manzarayı bir bahçeyi seyreder gibi irkilmeksizin seyrederler. İşe giden veya işten dönen erkeklerin yolu mezar taşlarının arasından geçer. Bayramlarda mezarlar bir piknik manzarasını andırır ve çocuklar neredeyse tarihi mezar taşları arasında saklambaç oynarlar. Bir başka kültürün insanı için anlaşılması zor olan hayatla hayat ötesinin bu içiçeliği İslam tasavvufunun insanlara kazandırdığı o munis ölüm anlayışıyla açıklanabilir ancak. İşte bu anlayışta şüphesiz Hz. Mevlânânın ölümle ilgili telakkilerinin payı pek büyüktür. Bu girizgahtan sonra şimdi Mesnevî’de yer alan ölümle ilgili fikir ve telakkilere geçebiliriz. Mesnevî’de başlıca iki türlü ölümden söz edildiğini söyleyebiliriz. Bunlardan biri biyolojik ölüm diğeri ise insanın nefsani ıslahı anlamındaki iradi ölümdür.

1. Biyolojik Ölüm

Mevlânâ biyolojik ölümü birçok çağdaşı gibi vücudu meydana getiren 4 temel unsurun çözülüp kendi aslına dönmesi olarak açıklar. Beden dört unsurun teşkil ettiği bir nevi ortaklıktır. Semalardan gelen can da bunlara katılmış ve insan dediğimiz varlık tamamlanmıştır. Ölüm vakti geldiğinde kehrübanın samanı çekmesi gibi bedendeki her unsur da kendi aslına doğru çekilir. Toprak ten toprağını, su ten suyunu, ateş ısıyı, hava havayı kendine çağırır. Böylece hayattayken ayakları birbirine bağlı olan her unsur aslına döner. Bu esnada aslına döndüğü için sevinen berikilere can şöyle der; “siz zaten kendi yurdunuzdasınız, asıl bu dünyada gurbette olan ve sevinmesi gereken benim” (4/168-70) Böylece Aşık Paşan”ın deyimiyle hakden/topraktan gelenin hake, Pakden geleninde Pake dönmesiyle geçici ortaklık biter. Hasılı ölüm vücudun her cüzü için bir kavuşma anlamı taşır, bir ayrılık ya da yok oluş değil.

Aslında Ölüm de Doğum da Tabii ve Daimidir

Tâ nemiri nist cân-kenden tamam

Bî-kemâl-i nerdübân nâyi-be-bâm

Çün zi-sad pâye dü pâye kem büved

Bâmra kuşende na-mahrem buved

Çün resen yek kez si-sad kez kem buved

Ab ender-delv ez-çeh key reved

Gark-ı in keşti neyâbi ey emir

Ta ki nih ni ender-u menne’l-ahir

Çün nemirdi geşt cân-kenden dırâz

Mat şev der-subh ey şem’-i Tıraz

Ney çünân mergi ki der-gûri revi

Merg-i tebdili ki der-nûri revi

Hâk zer şüd heyet-i hâki nemând

Gam ferah şüd har-ı gamnâki nemând

Bu beyitlerde Mevlânâ ölümü ani bir hadise değil bir süreç olarak görüyor. Biz farkında değiliz ama aslında doğumumuzla birlikte ölme süreci de işlemeye başlamakta. Böyle olunca hayat aslında uzun bir can çekişmeden ibaret. Yukarıdaki beyitlerde hem maddi hem manevi anlamlara gelebilecek şekilde şöyle söylüyor Mevlânâ:

“Can çekişip duruyorsun, ölmeden önce sana kurtuluş yok, o halde öl de kurtul. Nasıl ki yüz basamaklı merdivenden iki ayak eksik olsa dama çıkamazsın. Yüz arşınlık ipte de biraz eksik bulunsa kuyudan su çekemezsin.

Gemi, kaldırma gücünü aşan o son yük de yüklenmeden batmaz. Ölmediğin için can çekişmen uzadı. Ey Taraz mumu sabah olunca öl. Ama seni mezara sokan ölümle değil, nura ulaştıran, kemale erdiren bir ölümle öl. Toprak altın kesilince nasıl topraklığından eser kalmazsa böyle bir ölümle ölenin gamı da neşe ve ferahlığa döner. (6/28)

Bu anlayışa göre gençlik, ihtiyarlık ve ölüm bu kainattaki her şey için tabii bir kanundur. Marifet ibretli bir bakışla bu akışı yakalayabilmek, önceden sonu görebilmektir. Şimdi onun bu manayı ihtar eden sözlerini iktibas edelim:

“Gündüz, güzelim güneşin yüzünü gördün; batış çağındaki ölümünü de an. Bu güzel çardakta dolunayı gördün; bir de ay sonundaki iştiyak çekişine, özleyip üzülüşüne bak. Bir çocuk, güzellikle halkın efendisi kesilir; fakat günler geçince kocar, bunar, halka rezil olur gider. Gümüş bedenli güzeller seni avladı ya; ihtiyarlık yüzünden pamuk tarlasına dönen bedenleri de seyret. Nice parmaklar vardır ki ustalar, düzgünlüğüne gıpta ederler; ama sonunda o parmaklar titremeye başlar. Can gibi mahmur göz, görürsün ki sonunda görmez olur, sulanır. Aslanların safında yürüyen aslan yiğit, sonunda bir fareye av olur gider. Misk kokuları saçan, akıllar çelen kıvırcık, simsiyah saçlar, boz eşeğin kuyruğuna döner. Önce oluşunu, açılıp saçılarak meydana gelişini bir hoşça seyret, sonunda da o rezilliğini.” (2/63) Mesnevî’de uzayıp giden bu tasvirlerin ana fikri şudur:

Bu alem bir kevn ü fesad / oluş ve çözülüş alemidir. Hayatın her safhası bu akışın tabii bir basamağıdır sadece. Bu yüzden ölüm ani bir hadise olmaktan çıkıp hayatın bir parçası haline geliyor, munisleşiyor.

Aslında bizde her an bir şeyler ölürken başka bir şeyler doğmakta ve kaybedilenin yerine daha iyisi verilmektedir. O halde üzülmek niye? Mevlânâ bununla ilgili çeşitli örnekler veriyor:

“Dadı süt emen çocuğa türlü güzel nimetler verdiğinde gerçi ona memenin yolu kesilmiş olur ama yüzlerce bahçelerin de yolu açılır. O zayıf çocuk için meme bunca nimetlerden faydalanmasına bir manidir. İnsanların yaşaması sütten kesilmekle olur. Ana karnında bir cenin iken gıdan kandı. Doğduğunda o gıda kan iken süte döner. Çocuk sütten kesilince bu sefer lokma yemeğe başlar. Lokmadan da kesilince artık Lokman gibi gıdası hikmet olur ve gizli avı talep etmeye başlar.”/ “Erkek baliğ olunca çocukluk ölür, Rum diyarına gelen zencinin zenciliği ölür beyazlaşır. Topraktaki topraklık ölünce o halis altına dönüşür.” (3/4) Hasılı her kaybediş aslında daha iyisini bulmadır.

Ölümden Kaçamazsın

Mesnevî’de yer yer döneme ait birtakım adet ve inanışlar da yer alıyor. Hz. Mevlânâ mukadder bir son alarak ölümden kaçılamayacağını anlatırken muhtemelen kendisinin de şahit olduğu bir Moğol adetini örnek veriyor. Buna göre Moğol askerleri ölmek üzere olan birinin başında toplandıklarında ölüm meleğini korkutup kaçırmak amacıyla göğe ok atarmış. Mevlânâ bu adete atıfta bulunarak ölümden korkan kişiye hitaben şöyle der:

“Eğer bir fayda sağlayacağını düşünüyorsan sen de öyle yap, ya da kaçabileceğin bir yer varsa oraya kaç. Hayır, madem ki hiçbir yere kaçamayacaksın, o halde ölümle barış ve ona hizmet et.” (6/14) Onunla barış, yani ölüme bakışın değişsin. Ona hizmet et, yani ahiret yurdu için hazırlıklarını tamamla.

Hayat Bir Uykudur Ölümse Uyanma

Ölüm gerçekte hayat dediğimiz uykudan bir uyanıştır. Nitekim Hz. Peygamber dünya için; “uyuyanların gördüğü bir rüya” buyurmuştur. İnsan yattığında uykuya yeni başladığını sanır, aslında ikinci uykuda olduğundan habersizdir. Madem ki dünya bir rüyadır, onun çileleri de asılsızdır, ondan korkmamak lazım. Mevlânâ, Firavun”un Musa’ya iman eden sihirbazları el ve ayaklarını kesmekle tehdit ettiğinde onların korkmamasını ve imanlarından geri dönmemelerini buna bağlıyor. Onlar korkmadılar, çünkü biliyorlardı ki bu cihan bir rüyadır ve rüyada el ayak kesilse de ziyanı yoktur. Madem ki uyanınca eksik olan bütün azalarını yerli yerinde bulursun, o halde başın kesilse ne gam. Hatta tersine rüyada başın kesilse bu ömrünün daha da uzun olacağına delalet eder.

İnsana Ölüm Yoktur

İnsan ölünce gerçekte ölen nedir? Bunu Yunus ne kadar veciz ifade ediyor:

“Ölür ise ten ölür canlar ölesi değil.”

Ölüm dediğimiz şey tenin ölümünden ibaretse gerçekte ölüm yoktur. Bu sebeple yine Yunus şöyle der:

“Ölümden ne korkarsın bil ki ebedi varsın.”

Ten Neden Ölmeli?

Peki ama neden tenin mutlaka ölmesi gerekiyor? Mevlânâ tenin bozulma hikmetini çeşitli benzetme ve nüktelerle açıklıyor. Biz de bunlardan birkaçını alıntılayalım:

“Bir bahçe sahibi toprağı dikime hazırlıyordu. Onu gören biri uzaktan seslendi:

– Niçin yeri kazıp harap ediyorsun? Beriki de dedi ki:

– A aptal, hiç kazılmadan burası gül bahçesi olur mu?”

Terzi kumaşı kesmeden dikebilir mi? Demirci, marangoz ve kasabın işi de böyledir. Buğday evvela değirmende ufalanır sonra un olur. (4/120) Mimar eski evi tamamen yıkar ama yerine daha iyisini diker. Cenab-ı Hak da bir bedenden bir baş ayırır ama ona karşılık bin baş, bir ömre karşılık sonsuz bir ömür verir. (2/151)

Ten Evinin Altındaki Hazine:

Diğer taraftan yok oluşuna üzüldüğümüz bu beden evi bir emanettir, kirayla tutulmuştur. Kira müddeti ecelle biter ve sonunda ev sahibi seni oradan çıkarır. Bu ev altında hazine olan bir harabeyi andırmaktadır. Evin altında bir hazine olduğunu bilsen onu kendi elinle yıkar, çıkan hazineyle yüz binlerce ev yaparsın. Nasıl olsa gün gelir ev kendiliğinden viran olur ve hazine kendiliğinden açığa çıkar ama artık bulmadığın o hazine senin olmaz. Evin altındaki madeni evi yıkan ev sahibi alır. Sen de; eyvahlar olsun, kör imişim ki bunu görmedim, dersin. (4/98) Mevlânâ başka bir yerde de vücudu eski püskü bir hırkaya benzetir. Ekmek yemek su içmek âdeta bu eski hırkaya yama üstüne yama vurmaya benzer. Eh, yama vurmanın da tabii bir sonu var.

Ölüm Güzeldir

Necip Fazıl, aşağıdaki beytinde Hz. Peygamber”in ölümünü ölümün güzelliğine delil olarak kullanır:

Ölüm güzel şey budur perde ardında haber

Hiç güzel olmasaydı ölür müydü peygamber

Hz. Mevlânâ da Resul-i Ekrem”in ölümü nasıl sevinçle karşıladığını şöyle tasvir ediyor: “Hz. Peygamber Rebilülevvel ayında ahiret intikal etti. Göç yaklaşınca aydın kalbi sevinçle doldu. Kim bana Safer ayı geçti Rebilülevvel ayı geldi derse onu cennetle müjdelerim, buyurdu. Ukkaşe gelip Rebilülevvel ayının girdiğini haber verince de onu cennetle müjdeledi. (4/100)

Ölüm Güzele Güzel Çirkine Çirkindir

Can aziz oldu ki yok andan aziz

Lik olur âlâya nisbet hurde-çiz

Nahifi’nin bu şekilde tercüme ettiği beytinde Mevlânâ der ki: “Can ondan daha azizi olmadığı için azizdir, ondan daha azizi olunca can da kıymetten düşer, hor kalır.” Bu durumda insan kıymetsiz canını daha kıymetli ile değiştirmekte tereddüt etmez. Bu değiştirme bir nevi alışveriştir: “Haktan başka herkes fakirdir, fakirse karşılıksız ihsanda bulunamaz. Küçük çocuk elmayı görmeden elindeki soğanı bırakmaz. Bütün insanlar kendince bir dükkan kurmuştur ve her dükkan sahibi bir karşılık beklemededir. Herkes malını kâr için satar. İnsanlar arasında maksatsız bir selam bile yoktur. Sadece Hak selamı karşılıksızdır. (4/128) İşte Hak yolunda canını veren insan da bu duygularla hareket eder ve canını verirken kârlı bir alışverişte bulunur. Mevlânâ buna örnek olmak üzere Hz. Hamza ile ilgili şu nükteyi naklediyor:

Hz. Hamza’nın Gözünde Ölüm

Hz Hamza yaşlı halinde savaşlara zırhsız girmeye başlamıştı. Ona:

– Sen genç ve daha güçlü olduğun zamanlarda bile ihtiyatı elden bırakmaz ve zırhsız gezmezdin. Şimdi kocadığın halde bu tedbirsizlik nedendir? Niçin “Kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın” emrine uymazsın, dediler. O da:

– O zaman bana dünyayı terketmek bir yokluk gibi, bir ejderin ağzına atılmak gibi görünürdü. Kimse kendini ejderin ağzına atmak istemez. Ama şimdi ben bir sevgiliyi arar gibi ölümü arıyorum.

Ölüm benim için bir tehlike değil ki ondan kaçayım. Kimin için tehlikeyse ölümden o kaçsın ve “Kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın.” emrine o uysun. (4/ 131) Demek ki ölümün çirkinliği gidince o hal artık ölüm olmaz. Zahiren ölüm gibiyse de aslında o bir kavuşmadır. (4/177)

Bu hikâyeden de anlaşılıyor ki ölüm herkese kendi rengindedir. Ölüm, ölümü kahır görenlere kahırdır ama lütuf görenlere ferahlıktır. Ölüm bir aynadır; saf ayna iyiyi de kötüyü de göstermekten çekinmez. Sen ölümden korkup kaçıyorsun. Bil ki asıl seni kendi çirkinliğin korkutmada. Madem ki bu dünya gurbet ve çile ve madem ki ahiret esenlik yurdudur; o halde iyi insanın ölümü bu dünya zindanından ve ten kafesinden bir kurtuluştur. “Zindanın bir burcunu yıksan bundan zindandakilerin gönlü incinir de hiç; yazık bu güzel mermer, zindanın burcunu süsleyen o güzel taş kırıldı der mi? Da rağacına götürülenler dışında zindanı dışarıya kim tercih eder?” Hz. Mevlânâ buna örnek olarak da şunu veriyor:

“Kafes içinde bir kuşu bahçeye koysan zavallı kuş dışarıdaki hemcinslerine özenir, bahçeye çıkmaya can atar. Bunu başaramasa bile o hevesle başını ayağını dışarı çıkarır. Ama hemen yanıbaşında pusuya yatıp onun çıkmasını gözeten bir kedi varsa o zaman can korkusuyla ister ki kafesin içinde yüz kafes daha olsun.” İşte ölümden korkanlar gerçekte ölümün arkasından gelecek olan şeyden korkanlardır.

Ölüm Ayrılık mıdır?

Ölümü gözümüzde büyüten hususlardan biri beraberinde getirdiği ayrılıktır. Ama ölüm gerçekte ayrılık mıdır? Hayır, derine nüfuz eden bir bakışa göre ölüm uzak olmadığı gibi ahiret ve ahirettekiler de uzak değildir. Dünya ve ahiret bitişik iki oda kadar yakındır. Dolayısıyla kaybettiklerimizi biz sanki bitişik odaya uğurlamaktayız. Şimdi Mesnevî’nin bu konuyla ilgili bir nüktesini özetleyelim:

Şeyhin biri vardı, peşpeşe çocukları ölüyor, fakat o herhangi bir üzüntü eseri göstermiyordu. Bir gün karısı ona çıkıştı:

-Ne kadar katı kalplisin. Benim ağlamaktan belim büküldü, göz pınarlarım kurudu ama sende en ufak bir üzüntü eseri görmüyorum. Demek ki çocuklarına karşı kalbinde hiç şefkat yok.

Şeyh dedi ki:

-Hayır arkadaş… Sanma ki benim kalbimde şefkat ve merhamet yok. Ben öyle şefkatliyim ki cehenneme gittikleri için kâfirlere ve taşlandıkları için köpeklere bile acırım. Zaten Cenab-ı Hak veli kullarını alemlere rahmet olması için göndermemiş midir?

Karısı yine sordu:

-Madem ki sen bu kadar şefkatlisin ve herkese acıyorsun, öyleyse niçin ecel celladı çocuklarını keserken üzülmüyor, onların ayrılığıyla hüzünlenmiyorsun?

Bunun üzerine şeyh şu cevabı verdi:

– Bu sana göre öyle, ama bana göre öyle değil. İnsan ya ayrılıktan ya hasretten ağlar, halbuki ben her an onlarla beraberim. İster ölü, ister diri olsunlar çocuklarımın hiçbiri benim kalp gözümün önünden kaybolmazlar. Önümde oynayıp dururken ben nasıl onların ayrıldığını düşünebilirim ki! (4/68)

Yakınların Ölümü Bir Ecir

Hz. Mevlânâ’nın üzerinde durduğu hususlardan biri de ölümün ölü yakınları için bir ecir vesilesi olduğudur. Bununla ilgili olarak da şu kısa hikâyeyi nakledelim:

“Bir kadıncağız vardı. Doğurduğu bütün çocukları daha 6 aya varmadan ölürdü. Böylece tam 20 çocuğu ölen zavallı bir gün dayanamadı ve bu takdirden dolayı Cenab-ı Hakk’a sitem etti. O gece rüyasında kendisini cennette bir köşkte buldu. Kaybettiği bütün çocukları da orada çevresinde oynayıp durmada idiler. Ona dendi ki bütün bu nimetlere o çekilen sıkıntıların meyvesidir. O zaman kadıncağız siteminden utandı ve; Allah’ım bu nimete karşı o çilelere çoktan razıyım, dedi.” (4/ 130)

Ölümden Sonra Dirilme ve Uzeyr

Hz. Peygamberin öğretileri arasında müşriklerin inanmakta en çok zorlandıkları konulardan biri yeniden diriltilme olmuştu. Nasıl olur da bu çürüyen, toprağa karışan bedenin cüzleri tekrar bir araya gelebilir ve nasıl olur da insan yeniden diriltilebilirdi? Kur’ân-ı Kerim’de bu suallere geçmiş peygamberlere ait mucizelerle cevap verilmektedir. Haşir konusu İslamdan sonra da bazıları için problem olmaya devam etmiş ve bazı fikir akımları haşrin bedensiz bir diriltilme olduğunu savunmuştur. Hz. Mevlânâ’nın ölümle ilgili tespitleri arasında onun yer yer bu konudaki fikirlerine de rastlamak mümkündür. O, İslam inancının gereği olan cismani haşre/bedeni diriltilmeye inanmakta ve bunun anlaşılabilmesi için gerek kendi buluşu olan gerekse Kur’ân’da geçen deliller vermektedir. Sözgelimi bedenin yeniden diriltilmesini bir testicinin işine benzetir Mevlânâ. Nasıl testici eski testileri kırıp onlardan yeni testiler yaparsa Cenab-ı Hak da çürümüş bedenlerden yeni bedenler inşa etmeye kadirdir. O buna delil olarak Kuran-ı Kerimde de yer alan Uzeyr peygamberin şahit olduğu mucizeyi hatırlatıyor.

Uzeyr peygamber gençliğinde merkebiyle giderken yolu üzerinde eski bir şehrin harabesine rastlamış ve çürüyüp dağılan cesetlere bakarak bunların nasıl diriltileceğine şaşmıştı. Vakit öğle sularıydı ve Uzeyr sıcaklığın da tesiriyle orada uyuya kaldı. Uyandığında güneş batmak üzereydi ve o öğle ile ikindi arasındaki sürede uyuduğunu sanıyordu. Ancak gaibten gelen bir ses kendisine tam yüz sene uyuduğunu bildirdi ve yanıbaşındaki eşeğine bakmasını söyledi. Peygamber eşeğine baktığında dehşet içinde kaldı, çünkü eşeği çürümüş ve tamamen dağılmıştı. Duyduğu ses ona eşeğine seslenmesini emretti. Uzeyr çağırdığı eşeğinin parçalarının bir araya gelerek gözü önünde dirildiğine şahit oldu. Böylece uyku öncesindeki dirilmeyle ilgili kuşkuları gitti ve imanı tahkiki bir imana döndü. Hz. Mevlânâ bu örneği haşir gününde de insanların dağılmış azalarının böyle iğnesiz ipliksiz bir araya geleceğinin delili olarak kullanıyor. (4/66-67)

Onun bu konuyla ilgili diğer fikir ve benzetmeleri de şöyle özetlenebilir: Sabah uyanınca nasıl aklımız bedenimize geri geliyorsa, Sura üflenip bütün bedenler yerlerinden kalktığında da herkesin canı öylece kendi bedenine girer. Sözgelimi kuyumcunu ruhu -yolunu şaşırıp- terzinin vücuduna girmez. Gece ayrı tutulup da sabah salıverilen koyun ve kuzular nasıl birbirini tanır ve yavrular kolayca kendi analarını bulursa, Hakk’ın ilmiyle her ruh da kendi bedeninin yolunu bulur. Ayak bile karanlıkta kendi ayakkabısını tanırken can niye kendi bedenini bilmesin ki? Sadece can değil insanın amelleri de böyledir. Seher vakti uyanınca hayrı ve şerri insana karşı gelir. -Ahirette de- hayır ve şerden ne amelimiz varsa onların yazıldığı defteri elimize tutuştururlar. Küçük ölüm olan uyku büyük ölüme ve büyük dirilmeye böylece delildir. (5/72) Bütün bunlardan sonra bahsimizi ölümün hikmeti hakkındaki bir nükteyle noktalayalım:

Allah Niye Öldürür

Bir gün Hz. Musa Cenab-ı Hakk’a yüz tuttu ve:

– Ya Rabbi. Bunca mahluku önce özene bezene yaratıp sonra Azrailin tırpanına hedef etmenin, öldürmenin hikmeti nedir, diye sordu. Hak Teala:

– Bunun hikmetini bilmek mi istiyorsun? O halde şimdi git toprağına tohum ek, hasat vakti sorunun cevabını alacaksın dedi. Hz. Musa mahsul olgunlaşınca orakla kesip harmanda dövmeye başladı. O zaman gaibden bir ses geldi:

– Ya Musa, o büyüttüğün ekinleri niçin şimdi kesip yok ediyorsun? Hz. Musa:

– Kesme sebebim şu ki, tane ile saman birbirinden ayrılsın; buğday buğday ambarına, saman samanlığa gitsin. İkisini ayırmak için harman yaptım, dedi.

– İşte ben de bunun gibi olgunla ham seçilsin, iyi kötüden ayrılsın diye ölümü ve ruhların harmanı olan mahşeri halk ettim. (4/115)

2. İradi Ölüm

Sufiler biyolojik ölüm yanında bir de isteğe bağlı /iradi bir ölümden bahsederler. Mevlânâ’nın bu ölümle ilgili fikirlerine geçmeden önce bu telakkileri anlamayı kolaylaştırmak için kısaca tasavvufi varlık anlayışı üzerinde duralım…

İslamda varlık düşüncesini aynı isimli eserinde ele alan kapsamlı çalışmasında Izutsu, tasavvuftaki varlık anlayışını izahta iki kelimeyi anahtar gibi kullanır; vücut ve mahiyet. Görünür alemdeki her nesne var oluşu bakımından bir vücut olduğu gibi bir at, bir kuş veya insan olarak var olması itibarıyla da bir mahiyete sahiptir. Dolayısıyla bütün varlıklar var oluşlarıyla bir, mahiyetleri bakımından ise farklıdırlar… Nesnelerin mahiyetleri geçici bir süre için ödünç alınmış kimliklerdir, yani fanidir. Halbuki varlıkları -zatı ve mahiyeti aynı olan- Mutlak varlıktan geldiği cihetle bakidir. Böylece nesneler aleminde tek bir Mutlak varlığın muhtelif mahiyet- lerde görünümü, yani vahdet-kesret ikiliği doğar. (Izutsu, Toshihiko, İslamda Varlık Düşüncesi, Tercüme: İbrahim Kalın, İnsan Yayınları, İstanbul 11-124)

İslam dünyasında bu fikrin yayılmasını sağlayan en önemli şahsiyetlerden biri olan İbnü’l-Arabi’ye göre vücut birdir fakat libasları muhtelif ve çoktur. Yani bütün mertebelerde zuhur eden Hakk’ın bir olan vücududur. Mevcudat mutlak vücudun 7 mertebede tenezzülü ile zuhura gelir. (Tahralı, Doç. Dr. Mustafa ve Eraydın S., Vahdet-i Vucut ve Gölge varlık (A. Avni Konuk’un Fususu’l-Hikem Tercüme ve Şerhi’nden)c. III, M. İ. Y. V, İstanbul 19120, 9-27) Bu anlayışa göre çeşitli vücut mertebeleri arasında düalist bir varlığa sahip olan insanın vazifesi de hakiki benini nefsi beninin esaretinden kurtarması, varlık basamaklarında daha yukarıya tırmanmasıdır. Geleneğe göre İlahi Ben’de (Ruhta, Allah’ta) tekrar doğma hayatın en büyük problemini oluşturmaktadır. Hayat ilahi bene doğru gerçekleştirilen bir hac yolculuğudur. Mevlânâ’nın “vatanından koparılan ney” sembolü ile ifade ettiği bu arayış İslam sanatlarının bütününde çok kuvvetli bir tarzda hissedilir. İşte iradi ölüm de bu yeniden doğuşun veya ilahi bene yönelen hac yolculuğunun bir basamağıdır. Nitekim Mevlânâ, Divanından aldığımız aşağıdaki beyitlerde bizi yeniden doğabilmek için böyle bir ölüme davet ediyor:

Bimirid bimirid ez-in cân bimirid

Çün ez- cân bimirid heme rûh pezirid

Berâyed berâyed ez-in hâk berâyed

Çü ez-hâk berâyed semâvât bigirid

“Ölünüz, ölünüz ki ölümsüz bir can kazanasınız. Bu topraktan kesilip ten bağlarından kurtulun ki eliniz semalara ulaşsın.”

Madem ki insan bu dünyada beden kafesine mahkumdur ve onun istekleriyle çevrilmiştir, kurtuluşu ancak iradi ölümle mümkündür. Her istek ve ve her kabiliyet insanın başına bir sıkıntı olarak geri döner. Ölen kişi içinse hiçbir tehlike yoktur. O halde insan iradi ve mecazi bir ölümle ölmelidir ki sıkıntılardan kurtulsun, hürriyetine kavuşsun. Hz. Mevlânâ bu fikrini aşağıdaki güzel hikâyeye yükleyerek anlatıyor:

Tüccar ve Papağan Hikâyesi

Bir tacirin pek sevdiği bir papağanı vardı. Her zaman onun hatırını sorar, istediği bir şeyi kendisinden esirgemezdi. Bir zaman tacir ticaret maksadıyla Hindistan’a gitmeye niyetlendi. Tek tek bütün ev halkına, köle ve cariyelerine Hindistan’dan bir şey isteyip istemediklerini sordu, siparişlerini aldı. Sıra papağana gelince o şöyle dedi: “Duydum ki Hindistan’da çokça papağanlar varmış. Gördüğünde onlara de ki; kafeste mahpus filanca hemcinsiniz size selam söylüyor. Bu reva mı ki siz ağaç tepelerinde serbestçe dolaşırken ben böyle kafeste hapis hayatı yaşayayım.”

Tacir Hindistan’a gitti satacağını sattı, alacağını aldı ve bütün siparişleri tek tek temin etti. Bir gün yolu ormandan geçerken dallara tünemiş rengarenk yüzlerce papağan gördü ve o zaman kendi papağanının isteğini hatırladı. Atını onlara doğru sürdü ve kuşunun söylediklerini tekrar etti. O bunları söyler söylemez papağanlardan biri titremeye başladı ve dalından yere düşüp can verdi. Tacir hem şaşırmış hem de çok üzülmüştü:

“Ben ne dedim de bilmeden bu kuşcağızın kanına girdim!” diye hayıflandı… “Bu kuş herhalde benimkiyle dost imiş, ve sanki iki bedende âdeta bir ruh gibiymişler ki söylediklerim ona böyle tesir edip ölümününe sebep oldu.” diye düşündü.

Tacir yolculuktan dönünce tek tek herkese hediyesini verip sevindirdi. Sıra papağana gelince kuş kendi selamının sonucunu sordu. Tacir üzüntüyle olan biteni nakletti. Tam Hindistan’daki papağanın düşüp öldüğünü anlatıyordu ki aniden kendi papağanı da titremeye başladı ve düşüp öldü. Neye uğradığını şaşıran zavallı tacir, ah vah etmeye başladı:

“Nedir bu başıma gelen! Öbürü yetmez gibi şimdi de kendi kuşumun kanına girdim!” diyordu. Mahzun tacir kafesi açtı ve ölü kuşu tutup çıkardı. Tam bu sırada kuş aniden dirildi ve uçup bir dala kondu. Şimdi daha büyük bir hayrete düşmüş olan tacir bütün bu olan bitenin sırrını daldaki papağanına sordu. Papağan da ona şu cevabı verdi: “Hindistan’daki kuş bana hal diliyle bir mesaj gönderdi ve dedi ki: ‘Seni böyle kafese mahkum eden diri oluşun ve güzel ötüşündür. Sağ oldukça sana hürriyet yok. O halde ölmüş gibi davran ki bu hapisten seni çıkarsınlar. Ben de bu tavsiyeyi dinledim ve gördüğün gibi kafesten kurtuldum.’” (1/62-74) Şimdi de Hz. Mevlânâ’nın ölmeden önce ölmenin en güzel örneği olarak gördüğü Hz. Ebubekir’le ilgili birkaç beytini nakledelim:

Önceden Ölene Ölüm Yok

Mustafa zi’n güft k’ey esrâr-cu

Mürderâ hâhi ki bîni zinde-rû

Mireved çün zindegan ber-hâkdan

Mürded câneş şüde ber-âsman

Câneşra in dem be-bâlâ meskenist

Ger bemired rûh-ı orâ nakl nist

Hz. Peygamber -sadık arkadaşını kastederek-: “Ey sır arayıcısı! Yeryüzünde bir ölünün dolaştığını görmek istersen Ebubekir’e bak!” buyurdu. Çünkü o diriler gibi toprak üzerinde gezmekte ama çoktan ölmüş ve çoktan canı gökleri yurt edinmiş. Kendisi burada ama ruhu yücelerde; öyle ki ölümle ruhunun intikaline lüzum kalmamış. O ruh zaten ölümden önce asıl yurduna intikal etmiş. Bu yüzden onun ölümü başkasının ölümüne benzemez. Böylesi göçünü önceden gönderen yolcunun göçü gibi kolayca bu alemden öbür aleme intikal eder. (6/29)

Sevgili okuyucu! Ölüm bahsini konuyla ilgili bazı ahlâki sonuçları paylaşarak bitirelim.

1. Yaşayanlara da Acı

İnsan sağlığında birisine ne kadar kızarsa kızsın o kişi ölüm halinde iken bütün nefreti şefkate dönüşür. Demek ki ölüm bütün kusurların üzerini örtüyor. Ama madem ki yaşamak da tedrici bir ölümdür, yaşayan herkese ölen birine duyulan merhametle yaklaşmak gerekmez mi? Aşağıdaki satırlar Mevlânâ’nın bu babdaki fikirlerinin özetidir:

“Bu alemde kadın erkek herkes her an can çekişmede, ölmededir, bu yüzden bütün o söyledikleri sözleri ölüm halindeki bir babanın oğluna yaptığı vasiyetler gibi dinle. Böyle dinle ki içine merhamet yerleşsin, buğz, haset ve kinin kökünü koparsın. Akrabana ve dostlarına öldüklerinde kalbin nasıl müteessir oluyorsa onlara diriyken de öyle bak. Gelecek şey gelmiş, iyi veya kötü olacak şey olmuştur. Bunca yıldır ölüm davul çalıp duruyor ama senin kulağın onu ansızın duyar. Ölürken ah ölüm dersin. Oysa ölümün bağırmaktan boğazı yırtıldı, yıllardır çalmaktan davulu patladı. A yoksul onu şimdi mi duydun ve anladın!” (6/29)

2. Başkasına Değil Kendine Ağla

İnsanlar ölen yakınlarının arkasından ağlar sızlarlar. Oysa çok zaman kendileri ağlanacak durumdadırlar. Hz. Mevlânâ bu durumu aşağıdaki güzel nükteyle açıklıyor:

“Bir garip şairin yolu Aşure günlerinde Haleb’e düştü. Halepliler aşure zamanı Antakya kapısına toplanır Kerbela şehitleri için yaka yırtar, matem tutarlardı. Şair oradan birine dedi ki:

– Bu matemin, göğü kaldıran hay u huyun sebebi nedir? Yasın büyüklüğüna bakılırsa ölen kişi zengin ve çevresi geniş biri olmalı. Ben garip bir şairim, sevinçli zamanlarda kaside, matem vakti mersiye yazarak geçinirim. Şimdi bana ölenin kim olduğunu bildir ki ona da bir mersiye söyleyeyim; ola ki yakınları elime üç beş kuruş sıkıştırsınlar…

Şairin soru sorduğu kişi bu sözlere pek hiddetlenmiş ve:

– Sen deli misin, yoksa gizli bir ehl-i beyt düşmanısın da onun için mi böyle kinayeli konuşuyorsun! Nasıl bilmezsin ki bu gün Kerbela’da şehit olanlara yas tutulan, zalim Yezid’le melun Şimr’e lanet edilen Aşure günüdür.”

Bunun üzerine Mevlânâ şaire şu sözleri söyletir:

– Peki ama Yezid’in ve Şimr’in zamanı nerede bu gün nerede! Aradan bunca asır geçti ve bu hazin hadiseyi gökte melekler duydu, yerde sağırlar işitti. Körler bile bu faciayı görüp yasını tutmuşken siz şimdiye kadar neredeydiniz ki onu bu gün işitip, yasını yeni tutmadasınız… Onlar çoktan cennete uçtular, bu viranhaneden göçüp saadet evine kondular. Asıl ağlanmaya layık olan sizlersiniz. Siz kendi harap halinize, viran gönlünüze ağlayın, sızlayın.” (6/30)

3. Diriyi Sev

Çocuğu ölen günlerce onun kabrine gider taşına toprağına sarılır, göz yaşı döker. Ona sağlığında göstermediği sevgi ve şefkati gösterir ama bir müddet sonra gönlü artık soğumaya başlar. Çünkü ölü olana duyulan sevgi daimi olamaz. Kalbi ölmüş kişilere duyulan sevginin de devamı yoktur. O halde sen de bundan ibret al gönlünü diri olanlara bağla. (5/132)

CEVHER BEYİTLER

61-62

Ölüm kendi renginde:

Merg her yek ey püser hem-reng-i ost

Pîş-i düşmen düşmen ü ber-dost dost 3/3461

Ey ölüm aynası! Sen ne tuhaf bukalemunsun. Kimin yüzüne baksan onun rengini alırsın. İyiye iyi, çirkine çirkin görünürsün. Dostuna dostsun, düşmanına düşman. Bunun sebebi nedir? diye sordum da

Hz. Mevlânâ’dan şu cevabı aldım:

An ki mî-türsî zi-merg ender-firar

An zi-hod tersânî ey can hûşdâr 3/3463

A ölümden korkan! Aslında ölümün rengi yoktur, onda gördüğün çirkinlik kendi çirkinliğin. Lakin bu çirkinlik de kendi eserin. Üstündeki kirli paçavrayı kendin eğirip kendin diktin, yüzündeki gözündeki karaları yine kendin çaldın. Şimdi hayat perdesi aradan kalktı ve ölüm aynasında kendi gerçek kimliğinle yüz yüze geldin. Seni bu kara yüzünle,bu düşkün halinle cennete kabul etmezler. İşte seni korkutan ölümün bu gerçekleri haykıran dili. O halde layıkı o ki sen ölümden değil kendinden kork!

63

Mezar arkadaşın kim:

Bil vefâdârın olur ancak amel

Lahdi eyler ol senin ile mahal 5/1055

Ey mezar yolcusu! Hayattayken dostlarının çokluğuyla övünürdün. O uzun yol boyunca dostlarını nerelerde yitirdin! Son arkadaşların da sana mezar kapısında sırtlarını döndüler. Şimdi yanıbaşında seninle aynı toprağa baş koyan tek bir yoldaşın kaldı:amelin. Eğer bu yoldaş kötüyse vay haline! Yok iyiyse sana müjdeler olsun. O seni hesap gününde avukatın ve şahidin, sırat köprüsünde de bineğindir. O halde mezara böyle bir arkadaşla girmeye çalış.

64

Ölüye âşık olma:

Mürde üzre aşk olmaz pâyidâr

Hayy u kayyum üzre aşkı eyle kâr 5/3281

A şaşkın âşık! âşık olmak için bula bula ölüleri mi buldun. Bu dünyaya ait her ne sevdinse bil ki hakikatte o ölüdür. Madem ki gül daha elini uzatmadan soluyor ve gül yüzler çok geçmeden çarşaf bezine dönüyor… Böyle avucundan kayıp giden güzelliği güzellik deme sen. Ancak diri olan sevilmeye layıktır. Çirkin diri güzel ölüden evladır. O halde sevmek için kendine ölmeyecek ve solmayacak bir sevgili bul, aşkını ona hasret.