“Ölüm bile aşk ile” – Mehmet Çelik

A+
A-

“Ölüm bile aşk ile”

Prof. Dr. Mehmet Çelik

   İrfan geleneğinin en önemli vurgularının başında nefis ve nefsin terbiyesi gelir. İrfan ehli genellikle insanın kâmil, olgun hale gelişini yedi mertebede ele alır. Fakat ben bu konuya girmek niyetinde değilim. Sadece bu mertebelerin yumuşak kalbi olan aşkın, irfan geleneğimizdeki yerine işaretle yetineceğim. Şöyle ki: Sufîler aşkı alemin yaratılış sebebi olarak gördüklerinden ona dair hiçbir ayrıntıyı kaçırmamaya dikkat etmişlerdir. Evren aşk ile yaratılmışsa eğer nefsin her mertebesinin de kişinin aslına yani yaratılıştaki saflığına erişmesinin de yolu aşktan geçmelidir. Nefsin bu mertebelere ulaşması aşk yolu iledir.

Mutasavvıflar aşkın birçok yorumunu yaparlar. Aşk, sözlükte sarmaşık anlamına gelir. Malum olduğu üzere sarmaşık kendi ayakları üzerinde duramaz. Bir başkasına tutunarak yükselir. Bu, ya bir ağaç ya da bir başka bitkidir. Sarmaşığın sarıldığı ağaç veya bitki, sarmaşık kadar güçlü değilse sarmaşık, onun özsuyunu emerek onu kurutur.Bu bitki gıdasız kaldığı için ona sarılan sarmaşığın kendisi de ölür.

Mutasavvıflar, bu durumu fâni olana duyulan aşk; yani mecâzî aşk olarak adlandırmışlardır. Mecâzî aşk geçici aşktır ve fânidir. Kişinin ebedîliği mecâzî aşktan geçip, hakikî aşkı bulmasıyla mümkündür. Buna aşk-ı hakikî, aşk-ı ilâhî adı verilir. Bu yüzden kimileri aşkı ebedîleşme arzusu olarak tanımlamışlardır. Aşk hakkında İslâm mutasavvıfları birçok eser yazmış, birçok tarif ve açıklamalarda bulunmuşlardır. Bunlara geçmeden önce bütün bunların özeti olabilecek Yûnus Emre’nin şu beyitini zikretmeliyiz:

“Yûnus öldü diye selâ verirler

Ölen hayvan imiş âşıklar ölmez.”

Sevgi ve aşkın ne olduğu ve nasıl geliştiği hakkında önemli ve kalıcı fikirler oluşturan ve açıklamalarda bulunanlardan biri de Muhyiddin İbn-i Arabî’dir. İbn-i Arabî aşka, âşıkların durumuna; beşerî aşkın ilâhî aşka dönüşmesine kadar birçok bu konuda veciz açıklamalar yapmış; yaptığı bu açıklamaları da mutlaka Kur’ân-ı Kerim ve sahih geleneğe bağlamaya da dikkat etmiştir. İbn-i Arabî aşk mevzuunda İslâm âleminde artık bir klasik olmuş “İlahi Aşk” kitabını kaleme almıştır. Biz, İbn-i Arabî’nin bu konudaki görüşlerini özetlemeye çalışacağız.

Sevgi yüce bir makamdır. İbn-i Arabî, aşkın ve sevginin Allah’ın kendine ve inananlara dair âyetlerinde bizzat vurguladığı bir makam olduğuna inanır.. Arabî, bunu Allah’ın özellikle “Vedûd” ismindeki man’aya bağlar. Çünkü “Vedûd” ismi hem seven hem de sevilen anlamını birlikte içeren bir kelimedir.       Esasında  Allah’ın işteşlik taşıyan tek sıfatı da Vedûd’dur.

“Allah seni üstün kılsın! Bil ki, sevgi (hubb) ilâhî bir makamdır. Allah kendini onunla vasfetti. Kendini “Vedûd” diye adlandırdı. Hz. Peygamber’in hadislerinde de Allah, Muhibb (Seven) diye nitelendirildi. Allah, Tevrat’ta Mûsâ’ya sevgiyle şöyle vahyetti: “Ey Âdemoğlu! Sana verdiğim hakla Ben seni seviyorum.”

Birçok sûfîye göre yaratılışın hikmeti ve gayesi aşktır. Allah (c.c) kendi güzelliğini seyretmek için kainatı yaratmıştır. Bu bilinirliliğin sağlanması için de insân en önemli bir tamamlayıcı olarak en son gelmiştir. İbn-i Arabî bu noktayı şöyle kristalize eder:

” Kur’ân’da sevgi, daha pek çok yerde geçmektedir. Ayrıca sevgili Peygamber’imizin sözlerinde de çokça geçmektedir. Kudsî bir hadiste şöyle buyurulmaktadır: “Ben bir gizli hazineydim, bilinmiyordum.     Bilinmeyi sevdim, istedim ve yaratıkları yarattım. Onlara kendimi bildirdim. Onlar da Beni tanıdılar.” Bu demektir ki Allah bizi bizim için değil, sadece kendisi için yaratmıştır. Bu nedenle, cezayı amellerle yan yana koydu, onu amellere bağladı. Amellerimiz kendimiz içindir, O’nun için değil. İbadetimiz ise O’nun içindir, kendimiz için değil. ”

Dolayısıyla ibadet amelin aynısı değildir. Yaratıklardaki zahirî ameller, O’nun yaratmasıdır; çünkü o ameli yapan, O’dur. O amellerin güzelliği, o ameller kul tarafından yapılmış olmasına rağmen, edeben ve nezaketen O’na mal edilir. Her şey Allah’tandır; çünkü Allah şöyle buyurmaktadır: “Nefse ve onu şekillendirene, ona kötülüğü ve iyiliği ilham edene and olsun.” (Kur’ân, 91/7-8), “Oysa sizi de, yaptıklarınızı da Allah yaratmıştır” (Kur’ân,37/96). Ve gene şöyle buyurulmaktadır: “Rabbiniz Allah, işte böyledir. O’ndan başka Tanrı yoktur. O her şeyin yaratıcısıdır. Öyleyse O’na ibadet ediniz…” (Kur’ân, 6/102). Demek ki kulların amelleri, bu âyetlerin çerçevesine girmektedir.

Muhyiddin Arabî, aşkın ve âşıkların hangi aşamalardan geçtiğine dair birçok açıklamada bulunur. Bütün sevgiler ve aşklar aşama kaydederek ilâhî aşka dönüşür. Bu dönüşüm bir insânı sevmekle başlamakla birlikte ilerleme kayd ede ede “Vedd” e varır. Bu kavram başta değindiğimiz gibi ağaca sarılı sarmaşığın ölümsüz bir ağaç bulması gibi bir şeydir. Sarıldığı ağaç bâkî ise sarmaşık da bâkî olacaktır. Arabi şöyle der:

“Bu sevgi, “hubbun” veya “ışk”ın yâ da “hevâ”nın kararlı ve devamlı olmasıdır.”

İbn-i Arâbî’ye göre aşkın galebesi, üstün gelmesi âşıkta şu halleri meydana getirir Nûhûl (erime), Zûbûl (harâb olma), Gârâm (helak olma) Şevk (coşkunluk) Hıyam (çılgınlık) Zefrat (derin derin iç çekişler) Kemed (sevda)

Çünkü bütün bu hâller, yaratılıştaki, ilâhî aşkın insân hayatındaki yansımalarıdır. Hayatın yaratılış esası; var oluşun ibtidası aşktır. İbn-i Arâbî, bunu güzellik ile aşkın bağlantısının kopmasının imkansızlığına bağlar ve şöyle der:

” Yine Peygamberimizin bir hadisinde şöyle denilmektedir: “Yüce Allah, önce fitne çıkarmış, fakat sonra pişman olup tövbe etmiş kimseleri sever.” “Birbirini Allah için, Allah’ta sevenlere, benim sevgim, muhabbetim vâcib olur.” “Nimetlerinden size bağışta bulunduğu için Allah’ı seviniz” “Allah güzeldir, güzelliği sever”. Allah, hamd edilmeyi sever. Peygamberimiz gene şöyle buyurmaktadır: “Bana, dünyanızdan üç şey sevdirildi: kadın, güzel koku ve gözümün nûru namaz.”

Gerçekten bu konudaki hadisler pek çoktur. Bil ki, sevgi makâmı çok şerefli bir mâkamdır. Gene bil ki, sevgi varoluşun aslıdır;

Aşka doğru yöneldik

Biz aşktan sudûr ettik

Aşk üzre yaratıldık

Aşka verdik gönlümüzü.”

Mevlânâ da aynı görüştedir. Mevlânâ, Arapça kelimelerdeki erillik-dişilik kaidesinden başlayarak ve bunu dilden irfâna çekerek aşkın yaratılışın sebebi ve hikmeti olduğu noktasına varır.

Mevlânâ, ünlü eseri “Fihi-ma-fih”te; ilâhî sır gereğince her şey çift yaratılmıştır. Yeryüzü dişi, gökyüzü ise erkektir. Yeryüzünün dudakları kuruduğunda, gökyüzü yeryüzüne su ve rutubet gönderir. Yeryüzü ile gökyüzünün aşkından hayat denen çocuk doğar. Dünya dahi gökyüzünde sevgilisine kur yapan âşık gibi, sevgilisi güneşin etrafında döner. İşte sen, bu aşkın çocuğusun, demektedir.”

Mevlânâ, hakikate varmak yolunda iki kavramdan bahseder. Zühd ve aşk. Mevlânâ zühd ve aşk yollarını birbiriyle kıyaslar. Zühd, hakka varmada aşk kadar etkili değildir.

Bilindiği üzere zühdün kelime manası günah ve yasaklardan sakınmaktır. Merhum Mahir İz, zühdü şu şekilde tarif eder:

“Zühd, her türlü mâsâvîdan, kîl u kâldan, abesten sakınmaktır. Bu, kuvvetli bir irade meselesidir. Çünkü cemiyet içinde bundan kurtulmak çok müşkildir. Görülen herhangi bir kötülüğü Peygamber Efendimiz’in tarifi veçhile, önce eliyle, eğer muktedir değilse güzellikle söyleyerek diliyle iknâya çalışmak, ona da imkân bulamazsa, oradan uzaklaşarak kalbi ile nefret etmek zühddür.”

Mevlânâ, zühd yolunu yok saymamakla birlikte, aşk yolunu daha önemli ve daha irfânî bulmaktadır. Sâlikin hakikât yolcusunun olgunlaşmasında “zühd” bir yolsa da kendi deyişiyle “mevhum” dur. Burada hakikat yolcusuna hâkim olan duygu “havf” yani korkudur. Korku ümit ile beraberdir. Ümide “Reca” denir. Bunun bir ma’nası da mükafattır. Mükafatta ise menfaat beklentisi hâkimdir. Ulu kişi mükafat ümidiyle ya da ceza korkusuyla Allah’ı sevdiğinde, kendi rahatını ve menfaatini düşünmektedir. Oysa aşk öyle değildir.aşkta karşılık beklemek “çiğlik” olarak görülmüştür. Oysa aşk; “niçini” “nasılı” terk etmekdir. Aşk her türlü davadan ve dertten kurtarır. Yûnus Emre’nin deyişiyle;

“Aşk gelince cümle dertler bitermiş”

Çünkü aşk zaten derdin derman, dermanın dert olmasıdır. Mevlânâ, bunu şu şekilde ifade etmektedir:

“Zâhid işin sonunu düşünür. Sual ve hesap günü hâlim ne olacak diye dertlenir. Âriflerse, başlangıçtan haberdardırlar; sonu düşünme derdinden de kurtulmuşlardır. Ârifte ârif olmadan önce korku da vardı, recâ da. Fakat Allah takdirini bildiğinden, işinönünden haberdâr olduğundan bu irfân, her ikisini de ortadan kaldırmıştır.Evvelce mercimek ektiğini bildiğinden ne mahsûl elde edeceğini de bilir.Âriftir, korkudan da kurtulmuştur, recâdan da. Allah kalıcı, o hay huyu kesmiş, ikiye bölünmüştür.Evelce Allah’tan korkar, umardı. Havf yok oldu, o recâ meydana çıktı.””O (âşık, ârif), aşkından koşmuştu, bu (zâhidse) havfından (korkusundan) koşmakta. Aşkla korku (havf) arasında büyük bir fark vardır.Ârif her nefes tâ şahın tahtına kadar seyreder. Zâhidse yürür yürür, bir ayda ancak bir günlük yol alır.

              “Gerçi zâhidin de şerefli bir günü olur;

              Ama bir gün ile elli bin yıl bir mi?

              Bu yolun sâlikinin ömrünün her bir günü

              Bu cihân yılıyla elli bin yıldır.”

Mevlânâ bu sözleriyle aslında Yûnus Emre’nin Türkçe söylediğini Farsça söylemiş olur. Bir başka deyişle, Yûnus da Mevlânâ’nın Farsça söylediğini Türkçe söylemektedir. Yûnus Cennet’in ve Cehennem’in; yani ödül ile cezanın hak olmasına rağmen içinde karşılıksız ve riyâsız seven erenlerin yolu olmadığına kanaat getirmiştir. Şöyle der:

“Âşık mı diyem ben ona Tanrı’nın uçmağını seve

Uçmak dahi tuzağımış mü’min cânları tutmağa

Tutulmadı Yûnus cânı geçdi Tamu’dan Uçmak’tan

Yola düşüp dosta gider gine aslın ulaşmağa”

(Allah’ın Cennet’ini sevene nasıl âşık diyeyim; Cennet bile mü’minleri yolda tutan bir motivasyondur. Yûnus’un cânı buna kanmadı Cehennem’den, Cennet’ten vazgeçip, yola düşüp dosta varıp, aslına ulaşmaya gider.)

Bu iki karşılaştırmadan sonra yeniden Mevlânâ’ya dönecek olursak, Mevlânâ’nın kulluğun karşılığı olarak gördüğü şey Cennet yâ da Cehennem değil bizzat “aşktır”. Aşka nâil olmanın yolu kulluktan geçer.

“Kulluk kıl ki sen de aşka nâil olasın. Kulluk, hayırlı amelle elde edilen bir kazançtır.” “Şeriatın cânı da âriftir, takvânın cânı da. Ma’rifet, geçmiş zamanla ki zâhidliğin mahsulüdür.

Zâhidlik, ekmeye çalışmaktır. Ma’rifet de o ekilenin bitmesidir.

Şu hâlde çalışmak ve inanmak bedene benzer. Bu ekmenin cânı da biten mahsuldür ve onu devşirmektir.

Mevlânâ’ya göre aşk, aklın zorlamasından, zevkin çekiciliğinden kurtulmalıdır. Aşk adeta Kâf Dağı’nın arkasına çekilen bir Simurg ya da Zümrüd-i Ankâ gibi… Geri döndüğünde, bütün ayrıntılardan kurtarıp, o kulu âşık mertebesine çıkartmaktadır.

“Kaf Dağı’ndan geri geldi aşkın Ankâ’sı

Cânda akis buldu aşkın heyhat narası

Aşk yeniden başa getirince  o sevdâyı

Timsahça parçalar akıl gemisini aşk deryâsı

Sonuç olarak tasavvuf ehli, günümüzde kötü tüketilen aşktan değil, yeryüzü ve gökyüzlerinin yaratılış sebebi olan aşktan dem vururlar. Bu dem vuruşta, karşı cinse duyulan aşkı, aşk-ı mecâzî; yani geçici olarak adlandırırlar. Onlar için hakikî aşk, ilâhî aşktır. Aşk, kulun Allah’ı (c.c) hiçbir karşılık ve menfaat beklemeksizin sevmesidir.

Böyle olunca ilâhî aşkın merdiveni nefsin terbiyesi ile oluşması gereken hal, kulun Allah’ın (c.c) yüce sevgisine mazhar olabilmesi için kalbini temizleyip kalbinde Hakk’ın sevgisini engelleyen her şeyden kur-tulmasıdır. Birçok erenin işaret ettiği gibi, yüce bir misafiri bekleyen kişi, o misafiri şanına uygun biçimde ağırlayabilmesi için evini tozdan kirden, lekeden, çer çöpten temizlemelidir. Bir gönülde iki aşkın yeri olmaz, denilmiştir. İşte bunun gibi hakikat yolcusu da gönlünde “mihman” (konuk) edeceği ilâhî aşkın oraya yerleşmesi için gönül evini sadece Allah’ın sevgisine ayırmalı ve temiz tutmalıdır.

 

ETİKETLER: