OLMAZ MI?
OLMAZ MI?
Mehmet ile tanıştım yol kenarında.
Ayasofya ile Sultanahmet arasındaki caddeyi kesen kaldırımın kenarında. Yatsıdan sonraydı. Çok soğuk değildi. Hafif yağmur çiseliyordu. Tezgahındaki defterlerin yanında ayakta duruyordu. Siyahtı diye hatırlıyorum ceketi. Belki de karanlıkta bana öyle geldi.
“Kendim yapıyorum bu defterleri.” dedi. “Akşam olunca da burada satıyorum. Zor değil yapması.” Durarak ve bilgece laflar ediyordu. “Akşam lisesine devam ediyorum bir yandan da” dedi. Onunla aynı dünyada yaşadığımı bilmeden yaşamıştım hep. Bir kaç tane aldım. Sonra da yürüdüm.
Havaalanına giderken Bakırköy’den bir taksiye bindim. Çok yorgun görünüyordu şoför. Arabanın içi de dumanla kaplanmıştı. Ben binince attı sokağa geri kalanını sigaranın. “Bırakamadım abi şu zıkkımı” dedi. Çok içiyorum”. “Gece mi çalışırsın hep?” dedim. Başını salladı. “Zor” dedi “..ama ne yapalım?” Ben bu yazıyı yazarken bile o yine ve hala yolda. Onunla da aynı dünyayı paylaşıyoruz.
Üç gün önce uçaktan inince elinde adım yazılı kağıtla karşılamaya geldi Suat. Iğdırlıymış. “Bir saatte geldim buraya kadar trafikte” dedi.” On yıldır da İstanbul’dayım. Pazarlamacılık yapardım önceden. Bütün köyleri karış karış gezdim, tencere sattım.” dedi. “Sonra işler kötüye gitti ve şimdi belediyede çalışıyorum.” O da yorgun görünüyordu. Otuz yaşında, üç çocuk babası. O da yollarda ve aynı dünyada yaşıyoruz.
Samandıra’da cuma vaazında Hoca, “eskiden dedelerimiz kapılarına iki tokmak yaparlarmış” dedi. “Birisi biraz gür ve sert ses çıkarırmış. Diğeri daha hafif. Gelen bir yabancıysa daha çok ses çıkaranını çalarmış. Bir hanımefendi ise veya evden birisiyse diğerini. İçerdekiler anlarmış böylece gelenin niteliğini.” O anlatırken cemaatten insanlar birbirlerine bakıp başlarını sallıyorlardı ve ben dinlerken orda o vaaz,ı başka insanlar da başka camilerde dinliyorlardı başka hocaların söylediklerini. Aynı dünyada başka kelamlar dinliyorduk namaza durmadan önce.
“Anlattıklarınız birbiriyle çelişiyor.” dedi kendisine kitap imzaladığım bir öğrenci. Daha önce hiç görmediğim ve bir daha belki hiç karşılaşmayacağım birine anlatmaya çalıştım gürültü arasında neden olgunlaşmamız gerektiğini. Başını sallayıp “Düşüneceğim bunu.” dedi. O düşünürken öğrencilerin bir bölümü de hızlıca evlerine doğru koşuyorlardı aynı dünyada.
Kimi yerde güneş açarken pazar günü yağmur ve soğuk vardı İstanbul’da. Camın arkasında sıcakta Mesnevi okurken biz, dışarıda otobüs bekleyen yığınla insanla da aynı dünyayı paylaşıyorduk.
Ben hep aynı dünya dedimse de. Hiç kimsenin dünyası aynı değildi. Kendi dünyalarında yaşayan ve herkesin de aynı dünyada yaşadığını zanneden, ayrı dünyalıların curcunası değil mi yaşamı zorlaştıran?
Herkesi kendi gibi zanneden insanın hikayesi ne tuhaf. Kendisi keyfiliyse herkesi de öyle zanneden, acısını herkes bilsin ve paylaşsın isteyen, öfkeliyken anlaşılsın ve bulaşılmasın dileyen insan, bilmez ki dışarıda dünya filan yok. Herkesin dünyası kendi zihninde ve ona göre. Olgunlaşıp farkındalığı artmalı ki insanın, kafasını çıkarıp başka dünya ve dünyalılarında olduğunu görebilsin de, dayatmasın kendi dünyasını diğerine.
Şöyle yapalım mı ilişkilerimizde:
İlişkilerimizi birbirimizin evine misafir oluyormuş gibi oluştursak, birbirimizin dünyalarında misafirlik yapsak, diğerlerinin evlerini yani dünyalarını sahiplenmesek, herkese kendi evinin özgürlüğünü teslim etsek? Başkaların evinde ve dünyasında gördüklerimiz bize abes gelmese? Bunun dedikodusunu yapmasak? Güzel olmaz mı?
Herkesin evi kendi dünyası. Eşyaları düşünce ve fikirleri. Yaşama biçimi kendi evinin kuralları. Sadece misafirlik yapsak kısa süreliğine, muhabbet eder döneriz hem kendi evimize. Kavga gürültü de olmaz sanki?
Zaten tüm dünyaların ve evlerin sahibi ve yaratıcısı yerli yerinde ve bırakalım yargılamayı o yapsın.
Olmaz mı?
Hepimiz için afiyet dilerim, başkalarının ayıplarıyla uğraşmaktan O’na sığınırım