OLMAK ÜZERİNE – Cihan Okuyucu
OLMAK ÜZERİNE
Cihan Okuyucu
Men nedîdem der-cihân-ı cüst ü cû
Hiç ehliyet bih ez hûy-ı nigû (2/818)
Bu arama tarama dünyasında ben çok aradım sordum ve iyi huydan daha güzel şey bulamadım.
A- OLMAK VE SAHİP OLMAK
Çağımızın önemli düşünürlerinden Eric Fromm’un baş eseri şu başlığı taşıyor: To have or to be: Olmak ve sahip olmak. İsmine uygun olarak eserin ana fikri şudur: Bütün klasik cemiyetlerde merkezde olan bizatihi insan idi. İnsanın kendi kalitesi, kendi cevheri kendi ruh kumaşı, asaleti, olgunluğu… Modern çağda değer merkezi insandan, sahip olduklarına doğru kaydı. Yazar yeni anlayışı şu cümleyle özetliyor: “Ben sahip olduğum ve tükettiğim şeyler kadar değerliyim, onun dışında bir hiçim.”(Fromm, Arıtan Yay.1997,s. 62) Fromm’u doğrular tarzda klasik kültürümüz daima insanın kendi değerine vurgu yapar. Tıpkı şu fıkrada anlatıldığı gibi:
Sen Adam Olmazsın
Bir adam oğluna ‘Sen adam olamazsın…’ der dururmuş. Baba evinden ayrılan çocuk zaman içinde yüksele yüksele vezirliğe kadar çıkmış. Bu makama erişince ilk işi bir grup asker gönderip babasını sürükleterek huzuruna getirtmek olmuş. Sonra ona hışımla:
-Hani adam olamazdım, işte bak vezir bile oldum, demiş. Baba ise:
-Ben hala aynı fikirdeyim. Sen vezir olmuş ama adam olamamışsın.
Adam olsaydın babana bu eziyetleri reva görmezdin, cevabını vermiş.
Peki Nasıl Adam Olunur?
Mesnevî baştan başa bir adam olma projesidir. Peki, adam olmak nedir? Adam olmak; yaratılış amacına uygun olarak kendini arındırmak, terbiye etmek ve güzelleştirmektir. Bu çok zor olmalı ki Hz. Peygamber zor bir savaştan sonra; “Küçük cihaddan büyük cihada döndük.” demişti. Yine o nefsi kastederek mealen; “En büyük düşmanın iki kürek kemiğinin arasındaki nefsindir.” buyurmuştu Mesnevî’deki ifadesiyle söylersek:
“Gerçi dışarıdaki hasmı mağlup ettik ama içimizdeki düşman ondan daha fenadır. Nefs cehennemdir; cehennem ise bir ejderhadır. Ona deryalar dökülse sönmez. Safları dağıtanı aslan sanma. Asıl nefsini ezebilendir aslan.” (1/56)
Burada bir hadis-i şerife telmih var. Hz. Peygamber; ‘pehlivan kimdir’ diye sormuş ve sonra cevabını da kendisi vermişti. ‘Pehlivan başkasını değil kendi nefsini mağlup edebilendir.’
Bir şarkıda dendiği gibi çok zaman ‘sözümüz taşa geçer de kendimize geçmez.’ Demek ki insan dışarıdaki fetihten önce kendini yeniden fethetmek ve hücre hücre yeniden inşa etmek durumunda. Bu fetih projesinin eski adı ‘nefs mücahedesi/savaşı’. Biz bu cihadı aşağıda tekrar ele alacağız. Ama şimdilik şunu soralım: Peki ama bu cihadın sonunda elime geçen nedir? İnsan kendini kazanmakla ne kazanmış oluyor? Buna birçok cevaplar verilebilir. Öncelikle biz işe mutluluk açısından bakalım:
Mutluluk Nerede Aranmalı?
Râh-ı lezzet ez-derun dân n’ez-birûn
Eblehi dân cüsten-i kasr u husûn
An yeki der-künc-i mescid mest ü şâd
V’an yeki der-bâğ türş ü bî-murad (6/3447-8)
Bil ki mutluluk ve lezzet içtedir dışta değil. Mutlu olmak için kasr ve kalelere sahip olmak isteyen aptaldır. Kimi bağ bahçe içinde dertlidir, diğeri ise mescit köşesinde mesrurdur… Hasılı mutluluk dış şartlara değil iç şartlara bağlıdır.
Kazancımız Mutluluk
Mutluluk hayatımızın temel gayelerinden. Ve çok zaman mutluluğu -yukarıdaki beyitlerde anlatıldığı üzere- dışarıda, dış dünyaya ait emellerimizin gerçekleşmesinde aramaktayız. Ama insan bir istek ve emel yumağı… İsteklerimizin biri bitmeden diğeri kapımızı çalar. Oysa bunların pek azına ulaşabiliriz. Üstelik ulaştığımız her şey çabucak cazibesini kaybeder. Mutluluk devşirmek için elimizi uzattığımız meyve dalları pörsür, güller avucumuzda solar. Her hayal kırıklığının ardından yeni bir ihtirasla okumuzu yayımızı kuşanır ve emel ceylanının ardına düşeriz. Böylece hayatımız serap peşindeki çöl yolcusunun hazin macerasına döner. Bu koşu boyunca bazan bize hayatı zehir eden olay ve insanlarla bazan da başımızı döndüren baharlarla karşılaşırız Sonra ne o kışın ne de beriki baharın kalıcı olmadığını öğreniriz. Bütün bu tecrübeler bize öğretir ki: Dışarıdaki her şeyi gönlümüzce tanzim etmek mümkün değil. Oysa dış dünyadan başka bir de iç alemimiz var. Orası benlik evimizin iç avlusu, dahili bahçesi. Gönlümüzce orayı bezeyip süslemek, güllerle sümbüllerle donatmak bizim elimizde. Bunu başardığımızda elde edeceğimiz güzellik hayat boyu sürecek bir güzellik, kendi kendimizle dostluğumuz ölüme kadar sürecek bir dostluktur. Hz. Mevlânâ bu gerçeği şöyle dile getiriyor:
Kendinden Kaçamazsın
“Başkasından kaçan ondan uzaklaşıp kurtulunca kaçmayı bırakır olduğu yerde durur. Ben ise hem kendimin düşmanıyım, hem de kendimden kaçıp kurtulmak istiyorum. Kaçarken kendimi de beraber götürdüğüm için kurtulmamın imkanı yok. Bu yüzdendir ki benim işim kıyamete kadar durmadan kaçmaktır. İnsanın gölgesi kendisine düşman olursa o adam ne Hindistan’da emin olabilir ne Hoten’de.” Bunlar ne kadar anlamlı ve derin sözler. İnsan için rahat bir vicdanla yatmak kadar büyük mutluluk var mıdır? Denizin dibine dalsak ya da göklere tırmansak kendimizden kaçabilir miyiz? Asla! O halde tek çare kendimizi ıslah etmek ve vicdanımızın dostluğunu kazanmaktır. Müsterih bir vicdanın verdiği mutluluğu başka hiçbir şey veremez.
Bir Örnek
Victor Hugo’nun Sefiller’indeki baş kahraman Jan Valjan ‘vicdan adamı’ olmanın en başarılı örneklerindendir. Efendim, konu özetle şu: Eski bir kürek mahkumu olan Jan Valjan izini kaybettirerek sahte bir kimlikle zengin olmuş, bir kasabanın belediye başkanı seçilmiş ve kendini hayır işlerine adamıştır. Ama geçmiş kimliği yakasını bırakmaz. Ve bir gün kendisine gelen bir haberle duyguları alt üst olur. Gazete haberinden kendisi sanılan bir adamın yakalandığı ve mahkemeye çıkarılacağını öğrenir. Sabaha kadar vicdan buhranlarıyla kıvranan ve kazandığı her şeyi heba edip etmeme konusunda zorlanan Valjan sonunda vicdanından kaçamayacağına anlar ve mahkemeye gidip kendi kendisini ihbar eder. Yaralı ama mutludur. Çünkü kazandığı her şeyi kaybetme pahasına kendi vicdanını ve dostluğunu kazanmıştır. Aslında hepimizin içinde bir Jan Valjan yatmakta. Bu yüzden yanlış bir iş yaptığımızda kendimizden nefret ederiz. İyi bir işin mükafatını ise herkesten önce vicdanımız bize verir. Mevlânâ bu gerçeği şöyle bir nükteyle anlatıyor:
Gönül Cenneti
Cenab-ı Hak Hz. Davud’a dedi ki: “Benim için hicret edip eşten dosttan ayrıldın. Şimdi ayrılık ateşi kalbini yakmada, seni neşelendirecek, çalıp çığıracak arkadaşlar istemedesin. Biz onların yerine sana dost olarak dağları, dereleri, kurtları, kuşları verdik.” Nitekim Hz. Davut dualarını okumaya başlayınca dağlar bile ses verir, bütün canlılar onun zikrine katılırdı. Sen velileri de böyle yapayalnız ve garip sanırsın; sen duymazsın ama onların içinde bin bir ses ve zikir vardır. (3/163)
Böyle bir gönül elde eden sufi kendi kendisine cennet kesilir. Mevlânâ bununla ilgili olarak da şu örneği veriyor: “Dervişin biri yanından sular akan güzel bir bahçe kenarında oturmuş, tefekküre dalmıştı. Biri ona acıdı da;
– A filan, dedi. Bunca güzellik içinde ondan mahrumsun. Başını kaldır da çevrendeki şu güzellikleri bir gör. Derviş ona şu cevabı verdi:
– Gerçek bağlar bahçeler gönüldedir. Senin o gördüklerinse gönüldeki bahçelerin silik gölgelerinden ibaret. (4/54) Ne kadar doğru! Bakışlarımızı alamadığımız güzelim bahçeler soğuk bir hazan yeliyle solup sararır. Gönlümüzdeki bahçelerin tek mevsimi var. O da ömürlük bir bahar! O halde?”
O Halde Kendin Hazine Ol
Bir mala mülke sahip olursun da gün gelir onu kaybedersin. Senin sandığın her şey bakarsın ki başkasının olmuş. O halde dışarıdaki hazineyi bırak da kendin hazine olmaya bak:
Tu zi-hod key kem şevi iy hoş-hisâl
Çünkü ayn-ı tu türâ şüd mülk ü mâl (4/1132)
Yani: Ey temiz mayalı! şayet sen malın, mülkün, hazinenin ta kendisi olursan, o hazineye hiç zeval olur mu?
Bu dünyada kendi kendisinin hazinesi olmayı kim istemez! şüphesiz herkes. Ama işe nereden başlamalı ve nasıl bir yol izlenmeli.
Terbiyeye Nereden Başlamalı?
Dünyayı cennete çevirme iddiasındaki birçok toplumcu proje buna giden yolun cemiyeti düzenlemekten geçtiğine inanmıştır. Bir şehir plânı yapar gibi insan davranışlarının da kontrol altına alınabileceği fikri eski Sovyet ülkelerinde ve Çin’de uygulama alanına konmuştur. Fertlerin toplum evinin sadece bir yapı taşı olarak görüldüğü bu sistemlerde bireyler tek tek kaale alınmazlar. Sosyal şartlar oluşturulduğunda herkesin aynı davranışları göstereceğine inanılır. Önemli olan arkı açmaktır, su nasılsa o arktan akacaktır. Pavlov’un şartlandırma denemeleri bu düşüncenin en ilginç örneğidir. Oysa bütün dinler doğrudan bireyin kendisini hedef alır ve onu düzeltmek ister. Allah birebir ferde seslenir, emir ve yasaklarını bildirir. Bu terbiye modelinde ferdin dışarıdan gelen etkilerle değişmesinden çok, benimsediği doğrularla kendi kendisini değiştirmesi söz konusudur. Buradaki değişme gönüllü bir değişmedir, icbari değil. Asıl hedef insanın davranışlarını değiştirmekten çok onun ruhunu kazanmaktır. Neden? Çünkü insanın içeriden fethedildikten sonra davranışlar zaten kendiliğinden değişecektir. Nitekim hadis-i şerifte; “Sende öyle bir et parçası var ki, onu düzeltirsen bütün davranışların düzelir, o hasta olursa hepsi hasta olur.” buyurulmakta.
Demek ki terbiyeye insandan ve insanın da ruh ve kalbinden başlamak lazım. Şimdi Hz. Mevlânâ’nın konuyla ilgili fikirlerini aktaralım:
Gönül Terbiyesi
Havuzda ne varsa musluktan da o akar. Birer musluğa benzeyen beş duygu da kalbe bağlıdır, onun emrine göre hareket eder. Bu el ve ayak gönlün emrini bekler. Bunlar sanki Musa’nın elindeki asa gibidirler. Gönül isterse ayaklar rakseder, hareketlerini arttırır veya azaltır. Gönül ele emrederse parmaklar hesap yapar veya kitap yazar. Yedi aza, on çeşit duygu ve başka başka hizmetkarları o kadar çok ki anlatmak mümkün değil. Bu şaşılacak halin acaba sebebi nedir? Gönül yoksa Hz. Süleymanın mührünü mü buldu da ondan mı bütün duygulara böyle hükmetmede. O halde, aman dikkat et! Süleymanın mührünü çalan şeytan senin de gönül yüzüğünü çalıp tahta konmasın (1/ 139)
Dış Temizlik, İç Temizlik
Hun pelidest ü be-âbi mireved
Lik batınhâ necasethâ büved (2/1816)
Beyitte iki türlü temizlikten söz ediliyor; dış temizlik, iç temizlik. İnsan kirli elbiseyle toplum içine çıkamaz. Diyelim ki kan bulaştığında elbiseyi temizlemek için suyla yıkamak kafidir. Peki ama şayet kirli olan içimizse ne yapmalı? Demek ki onu yıkayan başka bir su lazım. Diğer taraftan “Kara balçıkta da su var ama o suyla abdest alınmaz. O da su ama çamurlu. Saf olmayan gönüle de gönül denmez. Su balçıktan kurtulunca temizlenir de bir işe yarar; gider denize kavuşur.” (3/86) Bu böyle olduğu gibi gönül de ancak kirlerinden arınırsa bir işe yarar. Ancak böyle saflaşan ve saf altına dönen gönül sultanın mührüne layık hale gelir: “Geçer altın, üzerinde sultan damgası olandır. O altın ebediyyen değerini yitirmez. Gönül de o damgayla gönül olur.” (3/167)
Süslenme
Yukarıdaki tariflerden anlaşılıyor ki iki türlü güzelleşme söz konusu. Biri zahiri, biri batıni… Günümüzde zahiri süslenme bakımından çok gayretli olduğumuza hiç şüphe yok. Görüntüye büyük önem veriyor, üstlümüze, başımıza, kılık kıyafetimize büyük paralar harcıyoruz. Güzel görünmek için bir şeyler ektiriyor, gerdiriyor, çektiriyoruz. Peki ama bizim güzelleştirmekle sorumlu olduğumuz bir de iç dünyamız yok mu? Beden güzelliği yanında kalp ve ruh güzelliğinden de mesul değil miyiz? Hz. Mevlânâ aşağıdaki cümlelerde dikkatimizi bu konuya çekiyor:
“Ey kardeş! Miski tenine değil, kalbine sür. Münafık miski tenine sürer ruhu ise külhanın dibinde hor ve zelil bir durumdadır. Oysa seni insan yapan tarafın ruhun, kalbin, fikrin ve düşüncendir; geri kalan kısmın kemik ve kıldan ibarettir. Düşüncen gül ise sen gül bahçesisin, dikense külhanı doldurursun. Gülsuyu isen göğüs ve başlara sürülürsün, sidik olursan yerin malum. (2/12) Gerçi bizim bedenimize karşı da görevlerimiz olduğu şüphesiz. Eğer iç bakımımıza da aynı özeni gösteriyorsak beis yok. Ama durum böyle değilse. Mevlânâ böylelerinin durumunu süslü mezarlarda yatan kâfirlerin durumuna benzetiyor. Mezar dışarıdan güzel ama içi mahvolmuş. Keza atlas ya da sırma giymenin de kimsenin aklına bir faydası yoktur. Bu tip insanların dışları gülerken içleri feryat etmededir. Ama öylesi de vardı ki sen onları eski püskü elbiseler içinde görürsün ama düşüncesi ve sözleri şekere benzer vs.
Bir Nükte
Mesnevî’deki bu fikirlere benzeyen bir nükteyi de Şeyh Sadi’nin Gülistan’ından aktaralım. Merhum Sadi şöyle diyor: “Beş para etmez birini çok ağır elbiseler giymiş ve cins bir Arap atına binmiş giderken gördüm. Biri bana:
– Ey Sadi! Şu cahil hayvanın böyle pahalı şeyler giymesi neye benzer, dedi. Ben de dedim ki:
– Altın suyu ile yazılmış çirkin bir yazıya!”
Huy Değişir mi?
Efendim, insan yaratılış bakımından karışık bir madene benziyor. Maden elekten geçerek saflaştığı gibi huylarımızı da çakılından curufundan ayıklayarak güzelleştirmek durumundayız. Kısaca huylarımızı iyi yönde değiştirmemiz, geliştirmemiz gerekiyor. İyi ama, bu mümkün mü? Bazı atasözlerimizin dediği gibi: “İnsan yedisinde neyse yetmişinde de o” mudur? Ya da “Can çıkmadan huy çıkmaz” mı? Bir görüşe göre bu böyledir. Yani insan belli bir fıtrat ve kabiliyetle yaratılmıştır ve bu özellik hiçbir suretle değişmez. Diğer bazıları ise eğitimin fıtrata galip olduğuna kail olmuşlar. Şimdilik biz Mevlânâ’nın fikrini mahfuz tutarak Gülistandan konuyla ilgili şu hoş fıkrayı nakledelim:
Huy mu Üstün, Eğitim mi?
Efendim, bu bahis iki filozof arasında uzun bir münakaşa konusu olmuş. Eğitimin üstün olduğunu savunan filozof hasmını ikna için onu bir akşam yemeğine çağırmış. Yemek esnasında önceden bu iş için eğittiği kedisi arka ayakları üzerinde insan gibi yürüyor ve iki ön ayağıyla tuttuğu mumları masayı aydınlatacak şekilde tutuyormuş. Ev sahibi misafirine:
– Bak demiş, eğitimin gücünü görüyor musun? Bir kedi bile eğitimle ne hale geliyor. Kediliği bırakıp insan özelliği kazanıyor.
Böyle bir sahne için hazırlıklı olan beriki hemen cebinden küçük bir kutu çıkarıp kapağını açmış. Açılan kutudan minik bir fındık faresi dışarı fırlamış. Fareyi gören kedi bir anda eğitimini filan unutup mumları fırlatmış, ok gibi farenin peşi sıra atılmış. Böylece yaratılış özelliğinin eğitimden daha üstün olduğunu savunan misafir filozof galip gelmiş.
Ya İnsanın Durumu?
Yukarıdaki örnek hayvanlar alemi için doğru olmalı. Ya insan için? İnsanda da eğitim cilasının altındaki içgüdüler bir kedininki kadar güçlü müdür? Herhalde öyle olmamalı. Zira öyle olsaydı davranışlarımızla ilgili sorumluluğumuz kalkardı. Yine öyle olsaydı, Hz. Adem’den beri peygamberlerin ve peygamber varislerinin gönderilmeleri, eğitim adına açılan bunca okullar, yazılan kitaplar, söylenen sözler… bunların hepsi anlamını yitirirdi. Esasen eğitim dediğimiz şey insanın iyi yönde değişebileceği inancına dayanır. Bununla birlikte eğitime muhatap olan her insandan aynı sonucun alınamadığı da bir hakikat. Bu konuda şu hadis-i şerifi ölçü olarak alabiliriz: “İnsanlar altın, gümüş, bakır ve demir madenleri gibidirler.” Yani? Yani, her insanın yaratılıştan getirdiği kabiliyetleri farklıdır. Sözgelimi nasıl bazılarımız doğuştan resme veya musikiye yatkın oluyorsak, iyi ve kötü huylar bakımından da farklı kabiliyet ve yatkınlıklarımız olmalı. Yukarıdaki hadis ayrıca şu gerçeğe dikkat çekmekte: Hangisi olursa olsun, hiçbir maden tabiatta saf olarak bulunmaz. Arındırma emeğine bağlı olarak kötü bakır iyi bakıra, düşük ayarlı altın saf altına çevrilebilir. Yani bakırın gümüş veya altın olması beklenmemeli, kendi limitleri içindeki iyileşmenin gerçekleşip gerçekleşmediği sorgulanmalı. İçimizde hangi madeni taşıdığımızı bilemeyiz. Bu bakımdan biz sonuçlardan değil kendimizi gerçekleştirme konusundaki gayretimizden sorumlu olmalıyız. Hz. Mevlânâ hem bu durumu hem de insanda huyların değişken oluşunu şu cümlelerle tespit ediyor:
“Sende hangi huy hakimse hüküm onundur. Nasıl ki madende altın, bakırdan fazlaysa o maden altın sayılır. Senin de varlığında hangi maden yahut hayvanın özellikleri galipse o dem onun şekline dönüşmen gerek. Bir çağ gelir, insanda kurtluk belirir; bir çağ gelir ay yüzlü Yusuf’a benzer.” (2/52) Kurt olmak da Yusuf olmak da insanın bir tercihi… Yani eksik olan çok zaman yeteneğimiz değil gayretimizdir. Bütün bu gayretlere topluca nefs terbiyesi ya da nefs tezkiyesi diyoruz.
B- NEFS TERBİYESİ
Efendim günümüzde insan davranışlarını konu alan kişisel gelişim kitapları moda oldu. Alain’den beri birçok filozof insan davranışlarının nasıl düzeleceğine kafa yormuş… Ama asıl şu soruyu sormak lazım: Davranış terbiyesi mi önemlidir, ruh terbiyesi mi? İnsanı temelden değiştirmeden davranışlarını değiştirmek suretiyle onu iyi yapmak mümkün müdür? Bataklık ortada durdukça öldürerek sineklerden kurtulunabilir mi? Diğer bir benzetmeyle acımış hamurdan yapılan kurabiyelerin tatlı olmasına imkan var mı? O halde temelde nefs terbiyesiyle başlamalı işe. Tıpkı hikâyedeki genç gibi:
Anasını Öldüren Genç
Bir genç anasını öldürdü. Onu gören biri;
– Ey alçak! İnsan hiç anasını öldürür mü, o sana ne yaptı, dedi. O genç dedi ki:
– Ölümü gerektiren çok utanılacak bir şey yaptı, yani zina etti. Beriki;
– İyi ama ananı öldüreceğine onunla zina yapan adamı öldüreydin ya? deyince genç şu cevabı verdi:
– Dediğini yapsam, anamdaki şehvete göre her gün bir adam öldürmem lazım gelir. Ama anamı öldürünce bir defada kurtuldum. Onu öldürmek halkı öldürmekten daha iyi.
Bu hikâyede sonra Hz. Mevlânâ diyor ki: “O kötü huylu ana senin nefsindir. Zira onun fesadı her yerde görünüyor.” (2/30) Tabiatıyla buradaki öldürme mecazi anlamda onun kontrol altına alınması demektir. Yoksa nefsin ölmeyeceği veya öldürülemeyeceği, esasen amacın da bu olmadığı, aşağıdaki örneklerde yeniden karşımıza çıkacaktır.
Nefs Terbiyesinin Zorluğu
Mevlânâ aşağıdaki cümlelerde nefsi put yontan kişiye benzetiyor ve onu terbiye etmenin zorluğuyla ilgili şu nefis tespitlerde bulunuyor:
“Bu nefis putu kırılmazsa ondan diğer bir put doğar. Nefis demir ve çakmak taşına benzer, put ise kıvılcımdır. O kıvılcım su içinde söner. Oysa taş ve demir suyla sönmez ki insan bu ikisinin şerrinden emin olabilsin! Zira o ateş taş ve demirde gizlidir. Suyun o ateşe tesiri yoktur. (1/32)
Yine Mevlânâ’ya göre yaptığımız işler testideki su gibidir; nefis ise daimi oluşu bakımından ırmak suyuna benzer:
“Testinin ve küpün suyu biter. Çeşmenin suyu ise daimidir. Put testide saklı kirli su gibidir. Aşağılık nefis ise o kara suyun pınarıdır. O yontulmuş put siyah sel gibidir, gelir geçer. Put yapanın nefsi ise su yolundaki bir çeşmedir. Bir taş parçası yüz testiyi kırar. Fakat çeşmenin suyuna o taştan bir tasa yoktur. Putu kırmak kolay görünür ama nefsi kırmayı kolay sanmak cahilliktir.” (1/32) Madem ki nefsi terbiye etmek bu kadar zordur; insanın kalitesi de bu konudaki başarısıyla ölçülmeli. Kimin sultan kimin köle olduğuna aşağıdaki nükte anlatıldığı gibi bir de bu açıdan bakılmalı:
Kendini Sultan mı Sanırsın?
Devrin sultanı fakir bir şeyhe:
-Pek yoksulsun. Benden ne istersen söyle, sana yardım edeyim, dedi. Şeyh kızdı ve:
-Bu ne yersiz teklif! Sen benim iki kölemin kölesi olduğun halde bana yardım teklif etmeye utanmıyor musun? diye onu payladı. Sultan şaşırdı:
– Allah Allah, benim efendim olan o iki kölen de kimmiş? Şeyh şöyle cevap verdi:
– Onlardan biri hiddet diğeri şehvettir… Bunlar bana itaat eden kölelerdir, ama sen onların elinde köleye dönmüşsün. (2/54)
Şimdi de nefse hakimiyette insanın ulaşabileceği son nokta olmak üzere Allah’ın aslanından şu ibretli hadiseyi hatırlayalım.
Hz. Ali Olmak Kolay mı?
Hz. Ali bir kâfiri bastırmış, üstüne çullanmıştı… Tam başını kesmek üzere iken adam can havliyle Hz. Ali’nin yüzüne tükürdü. Allah’ın aslanı bunun üzerine hemen kılıcını indirip kınına soktu. Şaşıran kâfir affedilme sebebini sorunca o, -Mevlânâ’nın ifadeleriyle- şu mücevher cevabı verdi:
“Tanrı aslanıyım ben, arzu ve heves aslanı değil. Ben hürüm, ebediyyen kızgınlığın, öfkenin kölesi olmam. Kızgınlık başkalarının padişahı, bizimse kölemizdir. Biz onu gemlemişiz. Benim sevgim de Allah için olmalıdır, buğzum da. Bana Tanrının sıfatları bir senettir. Ben yay ve ok gibiyim, atansa O’dur. Görünüşte kılıç ben isem de kesen yine odur. “Onları siz öldürmediniz lakin onları Allah öldürdü.” “Attığın vakit de sen atmadın ve lakin Allah attı.” ayetleriyle bildirilen savaşta ben nakıştan ve renkten ibarettim. Hakiki fail bizzat Allah’tır. Güneşin emrine tabi bir gölgeyim ben, onun perdedarıyım ona perde sanma beni. Kılıcım ama kavuşma incileri saçan bir kılıcım. İşim ihya etmektir, ölüm ve öldürmek değil. (1/147) Demek ki nefsine mağlup olanlar nefs adına hareket etmekteler. Hz. Ali gibi nefsini ayaklar altına alabilenlerin her hareketi kendilerinden zuhur da etse hakikatte Allaha ait olmakta. Mevlânâ buna örnek olmak üzere Hz. Ali’nin daha sonra kendisini öldürecek katiliyle olan bir konuşmasını naklediyor. Zavallı köle ileride alet olacağı cinayet kendisine malum olunca Hz. Ali’ye:
– Ne olur beni öldür de senin katilin olmaktan kurtulayım, diye yalvarır. Ama takdirin elinde mum olan Hz. Ali henüz gerçekleşmemiş bir cinayet için köleyi öldürmek şeriata aykırı olacağı için bu teklifi kabul etmez. (1/153) Mevlânâ öfkesine mağlup olanların Tanrı katındaki durumunu şuna benzetiyor: “Şeriatte köleye şahitlik caiz değildir, kadı köleyi dinlemez. Tanrı katında da kendi şehvetine kul olanların hali kölelerden daha aşağı ve alçaktır (1/148)
Kurtuldum
Şimdi de gerçek hürriyetin nefis bağlarından kurtulmak olduğuna dair Gülistan’daki şu hoş nükteyi aktaralım:
Şeyh Sadi bir gün halinden pek hoşnut görünen bir ihtiyara sorar:
– Baba sen pek yaşlısın, belin bükülmüş, dizin tutmaz olmuş. Bu haline rağmen nasıl bu kadar mutlu olabiliyorsun? Yaşlı şu cevabı vermiş:
– Ah evlat, gençken sağlıklı ve güçlüydüm ama zahmetim de pek çoktu. Birçok isteğim başıma efendi kesilmişti. Ben zavallı bir köle gibi bu birbiriyle geçimsiz efendilerimin her birini memnun etmek için çırpınıp duruyor, kâh oraya kâh buraya koşturuyordum. Şimdi gerçi gücüm kudretim kalmadı ama içimdeki bu istekler de öldü ve ben zalim efendilerimden kurtuldum, hür oldum.” Nüktede Şeyh Sadi zavallı ihtiyarı ihtiyarlığının bedeli olarak efendilerinden kurtarmış. Ama ideal olanı daha genç ve güçlü iken onlardan kurtulabilmek. Değil mi?
İki cihadın hangisi daha zor?: Düşmanla cihad ve nefs cihadı. Acaba bunlardan hangisi daha zor ve daha faziletli? Bu konuda Hz. Ali meşrebli sufilerden Ayyazi şöyle demiş:
– Ben tam doksan kere zırhsız olarak cenge girdim. Belki bir ok veya kılıç yarası alırım da şehadete ulaşırım diye ümid ediyordum. Ama ok bile her bahtsıza isabet etmiyor. Savaşlarda vücudum yaralarla eleğe döndü fakat ne kadar çabaladıysam öldürücü bir yarayla şehit olmak nasip olmadı. Bunun üzerine ben de küçük cihattan büyük cihada döndüm, riyazete girip nefsimi yormaya başladım. Bir gün aniden sokaktan gazileri cihada çağıran davul sesleri duydum. İçimden nefsim feryada başladı:
– Ne duruyorsun, haydi kalkıp sen de onlara katılsana, gazilik sevabını kaçırmasana!
Ben de dedim ki:
– A aşağılık nefis, sen nerede gazayı düşünmek nerede! Bana yine ne tuzak kuruyorsun, çabuk doğruyu söyle!
O zaman nefsim dilsiz dudaksız feryat edip şöyle dedi:
– Sen burada beni her gün öldürüyorsun. Açlıktan, uykusuzluktan halim ölümden bin beter. Üstelik ne halde olduğumu bilen kimsede yok. Savaşta yaralanır ölürsem hem bu eziyetten kurtulmuş olurum, hem de insanlar benim nasıl bir yiğit olduğumu görürler.
Dedim ki:
– A münafık, işin gücü hep riya, hep gösteriş. Madem ki halka gösteriş peşindesin, bil ki ben seni buradan hiç çıkarmayacağım. Çünkü halvette yapılanların hepsi sırf Allah rızası içindir, onda “halk görsün” demenin payı yoktur. (5/153)
Şimdi efendim, Mevlânâ kalpazan sufilerle Ayyazi’yi mukayese ederek diyor ki: “Bu da sufi, o da sufi. O iğneden ölmede buna ise kılıç kar etmiyor. Böyle kalpazan sufiler gerçek sufilerin de adını kötüye çıkarır, halkı şüpheye düşürürler. Sadece kan dökmekle şehit olunsaydı öldürülen bütün kâfirler de kutlu olurlardı. Demek ki aslolan halis niyet. (5/154) Mesnevî’de yer alan nefis terbiyesiyle ilgili ilginç bir nükte de şu:
Her gün bir dirhem atan derviş: Bir dervişin eline 40 dirhem geçmişti. Nefsini terbiye için her gün birini denize atıyordu. Nefsi; “Madem hepsini atacaksın, bari tümünü birden at da ümidim kesilsin. Zira ümidin kesilmesi de bir rahatlıktır.” dedi. Derviş ise; “Hayır sana bu rahatlığı da vermeyeceğim, seni böyle her gün azar azar öldüreceğim.” cevabını verdi. (5/154)
Adalet nedir? Peki ama nefse karşı da görevlerimiz olduğuna göre ona eziyet adaletsizlik değil mi? Şimdi de Mevlânâ’nın bu konudaki fikirlerine yer verelim: “Adalet atın kapıda durması sultanın da baş köşede oturmasıdır. Adalet bir şeyi layık olduğu yere koymak zulum ise layık olmadığı yere koymaktır. Kendine gel de o kötü dalı kes, buda; şu güzel dala su ver de yeşert. Şimdi ikisi de yeşildir ama sonuna bak; bu yok olur gider; ondansa meyve biter. Bahçenin suyu buna helaldir, ona haram; aradaki ayrılığı sonunda görürsün vesselam. Adalet nedir? Ağaçları sulamak. Zulüm nedir? Dikene su vermek. Adalet bir nimeti yerine koymaktır, su emen her kökü sulamak değil. / Nefsini kepekten yapılmış ekmekle doyur. Hak yolunun düşmanını hor ve zelil kıl. Hırsızı minbere çıkarma, darağacına çek. Uygun olanı hırsızın elini kesmektir, kesmeye gücün yetmezse bari elini bağla, ayağını kır ki o senin ayağını kırmasın. Sen düşmana şarap ve şeker kamışı vermektesin, varsın düşman zehir yesin.” (5/44)
Bedelini Ödemeden Olgunlaşmak İsteği ve Canı Tatlı Döğme Heveskarının Hikâyesi
Her insan tabiatıyla nefsini arındırmak ve insanlık merdiveninde bir üst basamağa yükselmek ister. Ne var ki insanların çoğu bu isteğin gerçekleşmesi için gerekli bedeli ödemek konusunda başarılı değildir. Diğer bir deyimle insanlar teorik doğrularda birleşirler, ama iş o doğruları elde etmeye gelince isteğe, iradeye ve sabra bağlı olarak bin bir derece farkı doğar. Şimdi de bu konuyla ilgili olarak seçtiğimiz döğmeci hikâyesini nakledelim. Mevlânâ’nın anlattığına göre -günümüzde gençler arasında yaygın olan- dövme adeti bir zamanlar Kazvin şehrinde bir hayli yaygınmış ve bu işi de hamam tellaklari yapıyormuş. Döğme meraklısı bir Kazvinli kalkıp hamama gitmiş ve tellaka omzuna bir döğme yaptırmak istediğini söylemiş… Beriki sormuş:
– Ne resmi yapmamı istersin?
– Benim burcum aslan. Aslan burcu kutludur, ondan isterim….
Tellak eline iğnesini alıp deriyi delmeye başlayınca adamın canı yanmış ve:
– Aman, iğnenin acısı beni öldürdü. Resmin neresinden başladın, diye sormuş:
– Kuyruğundan…
– Kuyruğu olmayıversin, başka yerine geç. Döğmeci resmin başka bir yerini yapmaya başlamış ama bir iki iğne yiyen beriki yine feryat etmiş:
– El-aman canım gitti. Bu yaptığın hangi uzvu?
– Kulağı
– Aslanın kulağı olmasa da olur, onu da geç.
Tellağın canı sıkılmış ama ne çare… Bir lahavle çekip hayvanın başka bir yerine girişmiş. Canı tatlı adam onu yine durdurmuş:
– Yahu canım çıktı, şimdi yaptığın neresi?
– Aslanın karnı.
– Aman aman, varsın aslanın karnı da olmayıversin, başka yerine geç.
Artık dayanamayan usta öfkeyle iğnesini yere çalıp şöyle demiş:
– Kim bu dünyada kuyruksuz, kulaksız ve karınsız bir aslan görmüştür. Cenab-ı Hak böyle bir şey yaratmadı… Ya canın bu kadar kıymetli olmasın ya da aslan dövmesi yaptırmaktan vaz geç. (1/118) Sonra Mevlânâ hikâyedeki benzetmeyi yine kendisi açıklar: “Ey kardeş, iğnenin acısına sabret ki nefis kafirinin iğnesini kırasın.” (1/118) Anlaşılacağı üzere aslan burada elde edilmek istenen şeylerin sembolüdür, iğne acısı ise bunun için katlanılması gereken çile ve ödenmesi gereken bedel. Bu dünyada hepimizin gönlünde bir aslan yatmakta. Ama nasıl satın aldığımız her şeyin bir bedeli varsa insan olmanın, aslan olmanın da bir faturası var. Omuzdaki dövme resmi çekilen çileye uygun olarak tam, yarım ya da çeyrek bir resim olacaktır. Hatta canı çok tatlı olanların omuzunda o resimden hiçbir iz bulunmayacak. Hasılı, bedelini ödemeden hedefe ulaşmak isteyen kişi, bu canı tatlı döğme heveskarına benzemez mi? Elhak benzer.
Kalpazan Sufi
Her meslekte olduğu gibi nefis cihadının da kalpazanları vardır. Tabiatıyla her şeyin sahte ile sahicisi ancak iş başında belli olur. Hz. Mevlânâ, savaşa giden mücahitleri küçümseyen ve; “Sizinki de cihat mı, asıl cihad-ı ekber benim yaptığım…” diyen böyle bir kalpazanın düştüğü gülünç durumu şöyle anlatır:
“Bu iddialar içindeki sufi savaşa giden mücahitlere katılarak harp meydanına gitti. Ama berikiler atlarına binip korkusuzca düşmana saldırırken sufi korkusundan yerinden kımıldayamadı, gerideki yüklerin başında kaldı. Mücahitler savaş meydanından nice ganimetler ve esirlerle döndüler. Paylaşılan ganimetten sufiye de bir pay ayırdılar ama o:
– Katılmadığım savaşın ganimetinden pay almam yakışık almaz, deyip bunu geri çevirdi. Bunun üzerine savaşçılar ona bir kılıç verip eli kolu bağlı bir esir teslim ettiler ve:
– Al şu esiri çadırın arkasına götür ve başını vur. Böylece hem gazi olur hem de ganimete hak kazanırsın dediler. Ancak çadırın arkasındaki iş uzayıp sufi geri dönmeyince birkaç mücahit merak edip oraya seğirttiler. Bir de ne görsünler; sufi boylu boyunca yere uzanmış, eli bağlı esirse onun üzerine tünemiş ve dişlerini alttakinin boğazına geçirmiş. Düşmanı öldürüp güçlükle kan revan içindeki sufiyi altından çektiler ve:
– Yahu, onun elleri bağlı sendeyse kılıç varken bu iş nasıl oldu, diye sordular. Kalpazan mücahit:
– Sormayın, bana öyle sert baktı ki korkumdan kılıcı düşürüp sırt üstü devrildim.” diye cevap verdi.
Hz. Mevlânâ daha sonra şöyle söylüyor: “A sufi! Ceng öyle bulgur çorbası içer gibi kolları sıvayıp kolayca girişilecek bir iş değil. Bu iş ekşili çorba içmeye benzemez, sağlam yürek ve demir bilek ister.” (5/152)
Güzellerle Dost Ol
Güzel huyu elde etmenin birçok yöntemi olmalı. Bunlardan başlıcası yukarıdan beri üzerinde durduğumuz nefs cihadı. Ama yolların en kolayı, güzel huylu insanlarla oturup kalkmak. Çünkü huy da birçok özellik gibi saridir, insandan insana, hatta insandan hayvana geçer. Hz. Mevlânâ bu gerçeği şöyle vurguluyor: “Güzel huyu her şeyden üstün tut ve onu elde etmek için güzel huylularla düş kalk. Gül yağına dikkat et! Bak o, gülle beraber olduğu için nasıl da gül gibi kokmakta. Çünkü düzgünlükler de, kinler de, gizli bir yoldan gönüllerden gönüllere gider. Hatta anlayış, bilgi, hüner, insandan öküze, eşeğe tesir eder. İnsana ram olan serkeş at, rahvan yürümeye başlar, ayı oyun oynar; keçi selam verir. İnsanlara benzemeye heveslenen köpek, ya av avlanır, ya da çoban gibi sürüye bekçilik eder. Ashab-ı Kehf’in köpeğine onlardan öyle bir huy bulaştı ki sonunda yürüdü gitti, Allah’ı arar oldu.” Aşağıdaki nüktede de iyiler ve güzellerle yakınlığın neticeleri hakkında ilginç bir örnek veriliyor:
Peşkir Bile Yanmazsa!
Malik oğlu Enes’e bir misafir uğramıştı. O der ki: Yemekten sonra Enes bir hizmetçisine emretti ve elimizi sildiğimiz kıymetli peşkiri tandıra attı. Biz onu niçin yaktığına şaşırdık. Ancak az sonra tandırdan peşkiri çekip aldı. Peşkir yanmamış ama tertemiz olmuştu. Bunu sırrını sorunca:
– Bu peşkiri Hz. Peygamber de kullanmış, onunla ağzını silmişti. Ben de peşkiri onun eline değen hiçbir şeye ateşin dokunmayacağına inanarak tandıra attım, dedi. Mevlânâ bunun ardından soruyor: “Peki onun eline düşen peşkir bile yanmazsa, mümin yanar mı hiç?” (3/119) Mevlânâ aşağıdaki nüktesi de de hem Efendimizin hem de imanın insanı ne halden ne hale çevirdiğini göstermesi bakımından anlamlı:
Zenci Beyaz Olur mu?
Bir zaman çöldeki bir kervan susuz kalmış, ölecek raddeye gelmişti. Aniden Hz. Peygamber oraya geldi ve oradakilere:
– Filanca yerde kırbasıyla su götüren bir zenci var, onu bulun buraya getirin, dedi. Birkaç kişi o tarafa gidince gerçekten su dolu kırbasıyla gitmekte olan zenciyi gördüler ve ona söyleneni aktardılar. Ancak köle tanımadığı bir kişiye itimat edemediği için;
– Ben o zatı tanımıyorum, diye gitmekte ağır davrandı. Nihayet zorlayarak zenciyi getirdiklerinde Hz. Peygamber; herkesi kırbasını doldurup, susuzluğunu gidermek üzere oraya davet etti. Peygamberin mucizesiyle koca bir kervan halkı suya doydu ve nice kırbalar o tek kırbadan doldular. Bu mucize üzerine zenci de iman etti. Hz. Peygamber eliyle onun yüzünü sığadı. O an zencinin yüzü beyazladı ve parlamaya başladı. Zenci dolu kırbasıyla efendisinin köyüne varınca sahibi onu tanımadı:
– Bu deve ve kırba bizim ama sen kimsin? Benim zenci köleme ne oldu, diye sordu.
Köle her ne kadar ona;
– Kölen işte benim. Ama Cenab-ı Hakk’ın lutfu ve o büyük zatın dokunmasıyla böyle güzelleştim, dediyse de efendi buna inanamadı. Bunun üzerine köle eskiden beri ikisi arasında geçen hadiseleri anlatınca o zaman efendi karşısındakinin gerçekten kölesi olduğunu anladı. (3/120)
Güzel Güzelleştirir
Yukarıdan da anlaşılıyor ki çirkin her şeyi çirkinleştirdiği gibi güzel de yakınındakileri güzelleştirir. Bunun hikmeti yine Hz. Peygambere ait şu nüktede gizli: Hz. Ayşe bir gün Hz. Peygambere:
– Nerde olsa namaz kılıyorsunuz, halbuki küçük çocuklar yeri pisletirler, dedi. Hz. Peygamber:
– Allah has kulları için pis yerleri temize döndürür. O yüzden Allah’ın lutfu secde ettiğim yeri baştan başa temizler, dedi. (2/125) Demek ki güzellere çirkinlikten zarar yok. Zira:
Gül Nerede Olsa Güldür
Şâh-ı gül her câ ki revid hem gülest
Hum-ı mül her câ ki cûşed hem mülest
Ger be-mağrib ber-zened hurşid ser
Ayn-ı hurşidest nist çîz-i diğer
Gül dalı nerede biterse bitsin yine gül dalıdır. Şarap nerede köpürürse köpürsün yine şaraptır. Güneş batıdan da doğsa yine güneştir, başka bir şey değil.
Gül ve Kil
Şimdi bu konuyla ilgili güzel bir nükteyi de Şeyh Sadi’nin Gülistan’ından aktaralım:
Gül-i hoşbûyi der-hammam rûzi
Resid ez-dest-i mahbûbi be-destem
Bedu güftem ki müşgî ya abirî
Ki ez bûy-i dilâviz-i tu mestem
Be-güftami gil-i nâçizi budem
Velikin müddeti bâ-gül nüşistem
Kemâl-i hemnişin ber-in eser kerd
Diğer ne men heman hâkem ki hestem
“Bir gün dostlarımdan biri hamamda bana sabun olarak bir kil parçası verdi. Kile; sen misk misin, anber misin ki gönüller büyüleyen kokunla beni mest ettin, dedim. Kil dedi ki: Hayır, hayır! Ben kıymetsiz bir kil parçasıyım ama bir müddet gülün dibinde bulundum. Arkadaşımın güzellikleri bana da aksetti de böyle güzel görünmedeyim. Yoksa ben yine bildiğin o kil parçasıyım.”
Bir Türk şairi de aynı mealde şöyle söylüyor:
Her kemale vâsıl olur hemdem-i ehl-i kemal
Gel heveskar-ı kemal ol görme âlemde keder
Yani: İnsan olgunluğu ancak olgunlardan öğrenebilir. Hakiki olgunlar için ise dünyada gam keder yok!
Varlık Ağacının Meyvesi Güzel İnsan
Hz. Mevlânâ kainatın var oluş sebebini insana bağlıyor. Nasıl ki ağaç dikmekten maksat meyve elde etmekse, bu kainat ağacının var oluşu da onun en olgun meyvesi olan güzel insanı elde etmek içindir. Gerçi ağacın kökleri, dal ve yaprakları meyveden önce çıkar ama meyve hepsinden daha kıymetlidir. Var oluş sırası bakımından diğer canlılardan sonra olan insanın durumu da buna benzer. (2/36-37) İnsan kendini güzelleştirerek Hakk’a layık bir kul haline geldiği takdirde yaratılış amacını gerçekleştirmiş olur. Ona layık hale gelmenin baş şartı ise güzel bir ahlâk kazanmaktır. Acaba güzel ahlâkın en önemli göstergeleri nelerdir. Aşağıdaki nükte bunu anlatıyor:
En İyi ve En Kötü İki Şey:
Efendisi bir gün Lokman’a:
-Bana bir kuzu kes ve en iyi yerlerini getir, demiş. Lokman kestiği kuzunun kalp ve dilini getirip önüne koymuş. Efendisi bu sefer:
-Şimdi de bana onun en kötü yerlerini getir, deyince Lokman yine aynı yerleri getirmiş. Sahibi bunun sebebini sorunca o şu cevabı vermiş:
– Bu dünyada ahlâklı kimsenin temiz kalbi ve tatlı dilinden daha iyisi yoktur. Ama kişi ahlâksız olursa yine bu ikisinden daha kötüsü olmaz
Bana Lazım Olan Sensin
Bu bölümün başında olmak ve sahip olmak arasındaki farktan söz etmiştik. Genellikle insanlar arasındaki değerimiz sahip olduklarımızla doğru orantılı. Mülkün sahibi olan Cenab-ı Hak ise neye sahip olduğumuza değil ne olduğumuza bakacak ve ona göre hükmedecek. Oraya biz başka şeyleri değil bizatihi kendimizi, kendi kalbimizi ve ruhumuzu götüreceğiz. Cenab-ı Mevlânâ bundan başka hiçbir şeyin o kapıda geçerli olmadığını izah için Hz. Süleyman’la Belkıs arasındaki şu olayı kullanıyor:
“Hz. Süleyman”ın Hakk’a davet mektubu Belkıs’a ulaşınca o, mektubun üslubundan bunun ulu bir zattan geldiğini anladı. Davete icabet yerine onu hediyeleriyle yatıştırmak istedi ve 40 deve yükü altın gönderdi. Ancak hediyeleri götüren elçiler Hz. Süley- man’ın ülkesine yaklaşınca yolların bile altınla döşeli olduğunu görerek şaşırdılar ve taşıdıkları hediyelerden utanıp geri dönmek istediler. Fakat elçi olduklarından mecburen görevlerini yerine getirmek üzere yollarına devam ettiler. Hz. Süleyman huzuruna çıkan elçilere şöyle dedi:
– Bu getirdiğiniz şeyler olsa olsa katırların boynunu süsler. Bana bunlar değil bizzat siz lazımsınız. Zaten sizin kendinize ait sandığınız bu mal mülk sadece emanettir. O mal kimseye esir olmaz, elden ele dolaşır, durur. Ayrıca ben sizden davetim karşılığında bir ücret de istemiyorum; onun ücreti Hak katındadır. O halde buraya hediye olarak kendinizi getirin. Kalbinizden yıldızlara tapmayı çıkarıp Allaha iman edin. ” (4/25)
Demek ki Süleyman Belkıs’a, Cenab-ı Hak da bizzat bize, bizim gönlümüze talip. Aşağıdaki hikâye hem bunu hem de istenen gönlün nasıl bir gönül olması gerektiğini vurguluyor.
Ebubekir ve Rafiziler
“Muhammed Harzemşah, Sebzevar şehrini kuşatmış amansızca sıkıştırıyordu. Sonunda bunalan halk aman diledi ve bağışlanma karşılığında haraç teklif ettiler. Şehir halkı rafizi/şii idi. Padişah:
“Başka hiçbir şey kabul etmem, bana bu şehirden bir Ebubekir bulup getirirseniz sizi bağışlarım, yoksa hepinizi ekin gibi biçerim.” dedi.
Onlar bir çuval altın getirdiler ve:
“Ne olur bunu kabul et. Nasıl ırmak içinde kuru toprak bulunmazsa bu şehirde de Ebubekir bulunmaz.” dediler. Sultan ise:
“Benim çocuklar gibi altına, gümüşe aldanacağımı sanmayın, çabuk bana bir Ebubekir bulun, yoksa haliniz harap…” diye onları tehdit etti…
Sebzevarlılar şehrin altını üstüne getirdiler, köşe bucak araştırdılar ve üç gün üç gece sonunda nihayet bir viranede hasta ve zayıf bir Ebubekir bulabildiler. Hemen ona:
“Ne olur, hemen kalk, padişahın huzuruna çık ve bizi bu katliamdan kurtar.” dediler. O ise:
“Eğer yürümeye dermanım olaydı ben bir an bile bu düşman şehirde durmaz, çoktan çıkar giderdim..” cevabını verdi. Rafıziler bin bir ricayla onu razı ettiler ve bir tabut bulup içine yatırıp başları üzerinde taşıyarak sultana götürdüler.”
Hikâye bu kadar. Ama hikâyede kastedilen şeyi bilmek için biz sözü yine Mevlânâ’ya bırakalım: “İşte bu dünya da halkı rafızi olan Sebzevar şehri gibidir, Hak erleri onda sıkıntı içindedir. Cenab-ı Hak ise o sultan gibi bu kavimden temiz bir er diler, altın veya suret değil. Sen huzura yüzlerce çuval altın da getirsen Cenabı Hak senden ancak kalb-i selim bekler. Sen günlerce Sebzevar’ı dolaşsan da işe yarar bir gönül bulamazsın. Sonunda pejmürde bir gönlü tabuta koyup götürürsün. O zaman sana şöyle denir:
– Burası mezarlık değil ki böyle ölü bir gönül kabul edilsin! Var yürü varlık Sebzevar’ının kendisinden aman bulduğu bir gönül getir.” (5/35)
Demek ki hikâyedeki Ebubekir, Hak katında makbul olan hediyeyi temsil etmekte. Ama O’na götürülecek gönül hediyesinin diri bir gönül olması da şart.
Hakk’a Götürülecek En İyi Hediye
Yolları bile altınla döşeli Süleyman”a deve yüküyle bile olsa altın götürmek hiçbir kıymet ifade etmiyor. Mevlânâ’ya göre mülkün sahibi olan Cenab-ı Hak da mahşer gününde insanlara; “Kıyamet günü için bir armağanınız var mı? Sizi nasıl yarattıysak öyle azıksız olarak eliniz boş mu bana geldiniz?” diye soracak ve ne istediğini de şöyle belirtecek:
Mâ zebânra nenegirim ü kâlra
Mâ revânra bingirim ü hâlra
Nahifi merhumun manzum tercümesiyle söylersek:
Sanma kim manzar zeban u kâldir
Bil ki manzurum kulub u hâldir (2/1776)
Yani: Benim kıymet verdiğim ve baktığım şey ne düzgün konuşma, ne kılık kıyafet ne de mal mülktür. Ben insanın kalp güzelliğine ve halinin düzgün olup olmadığına bakarım. Bu ifadelerle Mevlânâ şu ayete tercüman olmuş oluyor: “Yevme la yanfau malun vela benun illa men etallahe bikalbin selim: “Hesap günü ne mal mülk ne de çocuklar insana bir fayda sağlamaz. Allah”ın huzuruna tertemiz bir kalp getirebilenler, getirdikleri şeyden bir fayda görecek olanlar işte onlardır.” Bir Türk şairi bu ayete ne güzel tercüman olmuş:
Sanma ki ey hâce senden zer ü sim isterler
Yevme lâ-yenfauda kalb-i selim isterler
Yusuf’a Ayna Götür!
Neden en makbul hediye temiz bir gönül? Çünkü yere göğe sığmayan Hak Teala oraya nazar etmiş ve “oraya sığdım” buyurmuş. Hakk’ın güzelliğine ayna olmakta güzel bir gönülden daha iyisi yok. Hakk’a böyle bir ayna götürmeyi şuna benzetiyor Hz. Mevlânâ:
Bir arkadaşı Hz. Yusuf’a uğramıştı. Hz. Yusuf ona:
– Ey dost, bize ne hediye getirdin, diye sordu.
Hz. Yusuf böyle deyince misafir utanıp ağladı ve dedi ki:
– Ey zenginlikte eşsiz ve güzellikte biricik olan! Ne kadar düşündüysem de sana layık bir armağan bulamadım. Ben ne getirirsem getireyim bu; madene bir habbe getirmek ya da deryaya bir damla sunmaya benzer. Benim elimde bir tohum varsa senin anbarın onunla dolu. Bu dünyada güzelliğinin bir eşi yok. Bu yüzden ben de senin huzuruna hediye olarak tozsuz bir ayna getirmeyi uygun gördüm. Ey gökteki güneşi kıskandıran, sana kendi güzelliğini seyretmekten daha güzel şey ne olabilir? (1/126)
CEVHER BEYİTLER
35
Kendimden nereye kaçayım:
Benki hasmem hem yine bende-gürîz
Tâ ebed olmakda kârım hîz hîz 5/675
Bir düşmanı olan ondan kaçıp uzaklaşınca kurtulur. Ama benim halim bir değişik: Zira kaçan da benim kovalayan da. Ben kendi kendime hasm olmuş, kendi yolumu kesmişim. Bir yanım iyiliğe koşmakta diğer yanım ona çelme takmakta. Ne denizlerin dibine dalmak, ne göklere çıkmak beni paklar. İnsan kendi kendisinden nasıl kaçar, gölgesinden nasıl kurtulur. O halde kendimi ıslah etmediğim takdirde bu kaçıp kovalamadan ta kıyamete kadar bana kurtuluş yok.
36
Mührü çaldırma, aman:
Kalbin oldu hâtemin ol hûşyâr
Tâ senin div etmesin mührün şikâr 4/1171
Hz. Süleyman”ın mührü üzerindeki yazının hürmetiyle her kapıyı açan bir güç ve kudret kazanmıştı. Aynı yazıyı yazarsan senin kalbin de Süleyman”ın mührüne döner. Dünyada da ahirette de geçer akçe o mühürdür. Aman dikkat et ve mührün üstüne titre. Eğer kalbini şeytana kaptırırsan, yüzüğünü çaldıran Süleyman gibi ortada kalakalırsın.
37
İkinci doğum:
Çün düvüm bâr âdemizâde bi-zad
Pây-ı hod ber-fark-ı illethâ nihâd 3/3599
Bu dünyada herkes bir defa doğar; Hak erleri ise iki defa. İlk doğum için sebepler vesileler lazım. Anasız babasız doğum olmaz. Lakin bu doğum sanki bir hapishaneye doğmaktır. Bu sebep-sonuç âleminde insanı iç içe kuşatan binbir kafes vardır. Sonra bazı Hak erleri maddi âlemden yeni bir âleme doğar da bütün bu zaruri bağlardan kurtulur, hepsini ayaklarının altına alırlar. Aslında bu ikinci doğuş Yunus”un: “Her dem yeni doğarız, bizden kim usanası” diye tarif ettiği daimi bir doğuştur. Doğuşun gerçekleştiği âşıkların gönlü bir süt gölüdür. Bu yeni âlem çekişmelerden, zıtlıklardan uzaktır; orada güller solmaz, bülbüller susmaz, baharlar kışa dönmez. Bu ikinci doğuştan sonra kişinin eski kimliğinden geriye sadece bir gölge kalır.
38-39
Güneşe is bulaşmaz Ay ışığı kirlenmez:
Dûd-ı külhen key resed der-âfitâb
Çün şeved ankâ şikeste ez- gurâb 2/1463
Nûr-ı mâh âlûde olsun mu ebed
Olsa pertev-güster-i her nîk ü bed 5/1266
İyiliğin daima alnı ak aynası parlaktır. Düşkün başkasını da düşürmek, kara başkasına da is çalmak ister. Ama istediği kadar tütsün külhanın dumanından güneşe ne gam. Güneşin alnına kara çalmaya kalkan kendi alnını karartır. Karga istediği kadar arkasından gaklasın, o gak guk sesini Ankanın ruhu bile duymaz. İnsanlar arasında da kimisi güneş gibi kimisi külhan; anka tabiatlı olan da var karga huylu olan da. Peygamber ve veliler güneş ve anka gibi bütün karalamaların ve ayıplamaların üzerindedir. Işığı mezbelelikte sürünüyor diye ayın kirlendiğini sanma. Ay yücelere taht kurmuş oturmaktadır. Işığını göndermesi onun aczinden değil kereminden, cömertliğindendir. Ay gibi yücelere taht kurmuş Hak erlerinin de düşkün insanlara el uzatmakla eli kirlenmez. Onlar güneş gibi, yağmur gibi, ay gibi insanlara rahmettir.
40-41
Doğru ol menzile var:
Lâzım oldu kavse tîr-i müstakîm
Menzil almaz şüphe yok sehm-i sakîm
Müstakim ol tîrveş hatta kemân
Eyleye îsâl-i menzil bî-gümân 1/1443-44
Yaya düzgün ok lazımdır. Yay ne kadar güçlü çekilirse çekilsin düz olmayan ok uzağa gidemez. O halde ey Hak yolunun yolcusu! Sen de niyetinle amelinle bu yolda ok gibi dümdüz ol! Ta ki üstadın bir yay gibi seni ötelerin ötesine ulaştırsın.
42
Haktan kork ki korksunlar:
Kim ki Hakdan havf ederse bîgüman
Havf eder andan zemîn ü âsümân 1/1485
Hak Taala kendisinden korkana öyle bir heybet ve haşmet verir ki yer de ondan korkar, gök de! Yani Hakdan korkan cümle korkulardan kurtulur. O sığınaktan mahrum olanlara ise çepeçevre âlem düşman görünür.
43
Hürmet bulmak istersen:
Kimki hürmet eyleye hürmet bulur
Kand isti’mâl eden lezzet bulur 1/1556
Herkes ektiğini biçer, ettiğini bulur.Saygılı olanın hakkı saygı, iyilik yapanın ücreti iyiliktir. Saygı ve iyilik şekerine maden olan dudak nasıl olur da o tattan nasiplenmez!