Niyazi Sayın – Beşir Ayvazoğlu
Niyazi Sayın
Beşir Ayvazoğlu
19120 yılı nisanının son pazarı, Atatürk Kültür Merkezi Konser Salonu her zamanki gibi lebâlebdi. İstanbul Devlet Klasik Türk Müziği Korosu’nun o haftaki konserinin ikinci bölümü başlarken Neyzen Niyazi Sayın ve Kanunî Erol Deran, birlikte sahneye çıktılar ve kendilerini avuçlarını patlatırcasına alkışlayan dinleyicileri selâmlayıp sahnenin önüne yerleştirilen sandalyelere oturdular.
Alkış sesleri dinince Erol Deran sazını akort etti. Ve başladılar; önce Dede Salih Efendi’nin nefis Acemaşiran Peşrevi, ardından Dede Efendi’nin muhteşem Ferahfeza Âyini’ninden bazı bölümler. Bütün salon nefesini tutmuştu; özellikle yıllardır sahnelerden uzak kalan Niyazi Sayın’ı belli ki çok özlemişlerdi, neyinden çıkan hiçbir nağmeyi kaçırmak istemiyorlardı. İki sanatkâr son notaları da seslendirip susunca beş on saniye kadar süren derin bir sessizliğin ardından müthiş bir alkış koptu.
Bu konserden hemen sonra Koro’nun şefi Nevzad Altığ’la Niyazi Sayın’ı bir arada yakalayıp uzunca bir röportaj yapmış ve Tercüman gazetesinin kültür sayfasında yayımlamıştım. Kadim dostuyla yıllardan sonra tekrar buluşmuş olmaktan çok memnun görünen Nevzad Bey, ney gibi fevkalâde zor bir sazda, üslûp olarak erişilmesi neredeyse imkânsız bir seviyeye erişmiş olan bir sanatkârın musiki âlemine daha fazla uzak durmasına gönlünün razı olmadığını söylüyor, “Vefalı dinleyicilerin tezahüratını siz de gördünüz, diyordu, ne kadar özlemişlerdi, değil mi? O coşkun alkışları dinlerken gözlerim doldu. Baktım, Niyazi’nin de yanaklarından yaşlar süzülüyordu!”
Nevzad Bey’i gülümseyerek dinleyen Niyazi Sayın, o gün, sahnelerden uzak kalsa da musikiden hiç kopmadığını, nitekim hâlen Türk Musikisi Konservatuvarı’nda Nefesli Sazlar Ana Bilim Dalı Başkanı olarak görev yaptığını ve neyzenler yetiştirmeye devam ettiğini söylemişti. Bunun üzerine Nevzad Bey demişti ki: “Evet, Niyazi, hoca olarak da musikimize çok büyük hizmetler etmiştir. Sadece bizim koromuzda onun yetiştirdiği iki genç neyzen var. Daha yirmi beşine bile gelmemiş bu gençlerin başarıları, sırf kabiliyetlerinin değil, hocalarının sahip olduğu büyük ustalığın bir sonucudur”.
Niyazi Sayın’ın bu büyük ustalığı nasıl kazandığını merak ettiğinizi biliyorum. İsterseniz hikâyemize en başından başlamak için yetmiş beş yıl öncesinin âsûde Üsküdar’ına kısa bir yolculuk yapabiliriz: Mütevazı bir karakolda polis memuru olarak görev yapan Ömer Hulusi Bey, 1927 yılının 12 şubatında doğan oğluna, amcasının oğlu olan “Kahraman—ı Hürriyet” Resneli Niyazi Bey’in adını vermiştir. Aile Rumelilidir; baba Resneli, anne Necmiye Hanım’sa Manastır’dan. Ancak Doğancılar’da ahşap bir Türk evinde doğan Niyazi Sayın, katıksız bir Üsküdarlı olarak yetişecektir.
Üsküdar henüz güneşin batarken camlarında ihtişamlı saraylar yarattığı, pek uzun sürmeyen bu saltanatın ardından kendi iç aydınlığına dönen fakir “serviler şehri” ve insanlarda hayırhahlık, sabır, tevekkül olarak tezahür eden bir “mağfiret” iklimidir. Çocukluğunu ve ilk gençliğini bu iklimde ve İkinci Dünya Harbi’nin 1940’larda daha da koyulaştırdığı yoksulluk ortamında yaşayan Niyazi Sayın’ın kulakları evdeki gramofonun borusundan yayılan hüzünlü tanbur ve kemençe nağmeleriyle beslenmektedir. Yakından tanıdığı Tanburî Cemil Bey’in iflah olmaz bir hayranı olan Ömer Hulusi Bey, İkinci Meşrutiyet’i bir şenlik düzenleyerek kutlamak isteyen amca oğlunun, yani Kahraman—ı Hürriyet Niyazi Bey’in arzusu üzerine onu alıp Resne’ye götürmüş ve konserler vermesini sağlamıştır.
Niyazi Bey, evlerinin havasına Cemil Bey sevgisi sindiği için musikiye merakının çok erken başladığını, bazı günler borulu gramafonun başında toplandıklarını, kardeşlerinden birinin plağı gramofona yerleştirmekle, diğerinin zemberek kolunu kurmakla görevli olduğunu, kendisine de iğneyi takmak gibi çok zevk aldığı bir işin kaldığını, borudan çıkıp bütün evi saran tanbur ve kemençe nağmelerini dinlerken babasının gözyaşlarını tutamadığını anlatıyor. Bu gözyaşlarının sebebini yıllar sonra anlayabildiğini söyleyen Niyazi Bey, bazı yönlerden çok benzediği bu sanatkârın plaklarının eksiksiz bir koleksiyonuna sahip olmak için yıllarını verecek, daha da önemlisi, ney icrasında, onun tanburda yaptığı yeniliğin bir benzerini gerçekleştirecektir.
Niyazi Bey’in evde Tanburî Cemil Bey’i dinleyerek edindiği müzik zevki, Haydar Paşa Lisesi’nde okuduğu yıllarda hafif müziğe doğru kayar. İyi ağız armonikası çalmaktadır. Esasen başarılı olduğu üç dersten biri müziktir; diğerleri ise edebiyat ve spor. Sporun bazı branşlarında hatırı sayılır başarılar bile kazanmıştır. Koşma, barfiks, yüzme, masa tenisi ve futbol, bilhassa futbol. Lefter’in Fenerbahçe’ye geldiği yıl, devrin en önemli antrenörü Molnar tarafından genç takım için yapılan seçmeler sırasında, attığı üç golle seçilen ilk eleman olmuş ve bir süre Fenerbahçe Gençler Takımı’nda oynamıştır. Ne var ki müzik ve spor tutkusu genç Niyazi’nin diğer dersleri ihmal etmesine sebep olacaktır; bununla beraber başarısızlığının arkasında babasının vefatı, savaş yıllarının sıkıntıları ve ev geçindirme mecburiyeti de vardır. Başarısızlık, naklini yaptırdığı Beyoğlu Lisesi’nde de devam eder. Müzik ve sporla keyfince uğraşamamak ve para kazanma yollarını aramak, genç Niyazi’yi sınıfın pencerelerinden dışarı bakıp bakıp ağlatacak kadar bunaltmıştır. Sonuç: İki dersten belge aldığı için liseyi bitiremez.
Plastik sanatlara da büyük ilgisi ve kabiliyeti bulunan Niyazi Bey’in çocukluğunda en büyük zevklerinden biri, mahalleden bazı arkadaşlarıyla birlikte resim ve ağaçları oyarak küçük heykeller yapmaktır. Bunun için Güzel Sanatlar Akademisi’ni çok ister, ama bu artık mümkün değildir. Liseyi bitirememiş olmak, Güzel Sanatlar hayalinin de sonu anlamına gelmektedir. Şimdi büyük bir arayış içindedir; 1947 yılında, bir gün mahalle camiinin minaresinde bir ikindi vakti okunan ezanla sarsılır. Her kimse, o kadar güzel okumaktadır ki, büyük bir meraka kapılarak camiin kapısına kadar gider, namaz bittikten sonra dışarı çıkanlar arasında mahallenin büyüklerinden Mustafa Düzgünman’ı görür ve ezanı kimin okuduğunu sorar.
Her insanın hayatında böyle şaşırtıcı tesadüfler vardır: Düzgünman, ezanı kendisinin okuduğunu söyledikten sonra, “Bizim evde dinî eser meşk ediyoruz, eğer istersen sen de gel!” deyiverir. Bu davet, Niyazi Sayın için yepyeni bir âleme, musiki âlemine açılan kapı olacaktır. Geniş bir makam bilgisine ve “kontraltoya yaklaşan lâtif bir tenor sesine sahip” olan Mustafa Düzgünman, nota bilmese de, besteleri usul tutarak mükemmelen icra edebilen müstesna bir şahsiyettir ve en büyük zevklerinden biri, evinde ilâhi meşk ettiği grupla Ramazan aylarında müezzinlik yapmaktır. Çocukluğunda Tanburî Cemil Bey’i dinleyerek geliştirdiği musiki zevki ve terbiye ettiği kulakları sayesinde hiç acemilik çekmeyen Niyazi Sayın, kısa sürede bu grubun en başarılı ve çalışkan üyelerinden biri olur. Daha da önemlisi, dinî ve tasavvufî eserleri geçerken bu eserlerde ifadesini bulan duyuş ve düşünüş tarzı ilgisini çekmeye başlamış, güftelerin anlamını çözmeye çalışırken kendini tasavvufun içinde buluvermiştir.
Niyazi Sayın, bir süre sonra Mustafa Düzgünman’ın Hakimiyet—i Milliye Caddesi’ndeki meşhur attar dükkânında çalışmaya başlar. Böylece üstâdıyla daha fazla birlikte bulunup kendisinden daha fazla istifade etme imkânı kazanır. Sadece Düzgünman’dan değil, dükkânın her biri başlıbaşına bir derya olan ve tatlı sohbetlere dalan müdavimlerinden de başka türlü asla öğrenilemeyecek bilgiler edinmektedir. Prof. Dr. Ahmet Yüksel Özemre’nin Üsküdar’da Bir Attar Dükkânı (1996) adlı zarif kitabında uzun uzun anlattığı bu dükkân, Üsküdar için attar dükkânı olmanın ötesinde bir anlam taşır; burası eski zevkin, estetiğin, terbiyenin, yani Osmanlı irfanının sığındığı, nefes alıp verdiği ve Osmanlı kalıntısı “sırlı” şahsiyetlerin devam ettiği bulunmaz bir mekândır.
Attarlığın yanısıra, Eşref Efendi’den devraldığı Aziz Mahmud Hüdâî türbedarlığını da büyük bir şevk ve heyecanla yürüten Mustafa Düzgünman, yalnızca kudretli bir musikişinas değil, aynı zamanda dayısı Hezarfen Necmeddin Okyay’dan öğrendiği ebru sanatının en büyük temsilcisidir; ayrıca çok iyi fotoğraf çeker, klasik cilt yapar ve zengin bir tesbih koleksiyonu vardır. Bütün bu meraklarını kısa zamanda genç çırağına da aşılayacak, böylece Niyazi Sayın, bitiremediği lisenin yerine, hayatın, birçok sanatın, tarihin ve tasavvufun öğretildiği çok farklı bir mektepte herkese nasip olmayan bir eğitimden geçecektir. Esasen buna rûhen hazırdır. Aynı günlerde ve aynı muhitte devam ettiği ikinci mektepse, ebruda asıl hocası olan Hezarfen Necmeddin Efendi’nin Toygartepesi’ndeki evidir; bu evde özellikle pazar sabahları ömrünce unutamayacağı saatler geçirmiş ve güzel insanlar tanımıştır. Ney’e de o günlerde birdenbire merak sarar. Önüne geçilemez bir meraktır bu; hemen bir ney sahibi olmak ister ve Üsküdar Musiki Cemiyeti neyzenlerinden Emin Akgöze’ye kendisine yardımcı olması için ricada bulunur. Birlikte Beyazıt’a, Çadırcılar’da Osman Dede’ye gider ve on lira vererek süpürde nısfiye cinsinden bir ney satın alırlar.
Niyazi Bey, o günün tarihini, hayatının en önemli günlerinden biri olduğu için hiç unutmamıştır. 4 Mart 1948
Bir ney sahibi olduktan sonra ilk dersini Yenikapı Mevlevihanesi şeyhi Abdülbaki Dede’nin oğlu Neyzen Gavsi Baykara’dan 31 Aralık 1948 tarihinde alan ve neyden iki gün hiç ses çıkaramayan Niyazi Sayın, bazı meseleler yüzünden ilk hocasıyla fazla devam edememiştir.
Bir gün oturup çok iyi bir neyzen olarak bildiği Burhanettin Ökte’ye bir mektup yazarak kendisinden ney meşketmek istediğini, ancak maddî imkânlarının son derece kıt olduğunu anlatır. Tam o günlerde Toygartepesi’ndeki evine gidip geldiği Hezarfen Necmeddin Okyay, Niyazi Bey’in ney merakını öğrenir ve Güzel Sanatlar Akademisi’nden tanıdığı, Devlet Resim ve Heykel Müzesi Müdürü Halil Dikmen’e götürür. Tuhaf bir tesadüfle o gün Burhanettin Ökte’den de olumlu cevap alan Niyazi Sayın, “Emin Dede’nin talebesi ve Türkiye’nin en büyük neyzeni” olduğunu öğrendiği Halil Dikmen’i tercih eder. Bu tercihte, hiç şüphesiz, Dikmen’in ressamlığı da etkili olmuştur. Bir zamanlar çok istediği Güzel Sanatlar Akademisi’ne gidememiştir, ama işte şimdi bu akademinin en önemli hocalarından birinin talebesidir.
Niyazi Sayın, söğüt dalı gibi ince uzun boylu, beyaz ve kolalı gömleğinin temizliği hemen dikkati çeken ve içtiği üçüncü sınıf Birinci sigarasına bakılırsa, Dolmabahçe Sarayı Veliahd Dairesi’nin ihtişamıyla ilk bakışta tezat teşkil eden bu derviş tabiatlı, mütevazı ressam—neyzeni görür görmez etkilenir. Tarih 21 Ocak 1949. İlk ders hemen o gün yapılır. Artık her perşembe günü öğleden sonra Veliahd Dairesi’ne gidecektir. Böylece zorlu bir meşk dönemi başlar; genç ney heveslisi, kalkıştığı işin hiç de kolay olmadığını çabuk anlamıştır. Çok çalıştığından emin olarak gittiği derslerde, Müze’nin bahçe girişindeki çeşmede neyini sulamayı da ihmal etmediği halde istediği sesi çıkaramadığı için kahrolmaktadır. Niyazi Sayın, “Hocam neyden öyle bir ses çıkarırdı ki, bunu duyup da cesaretinizin kırılmaması mümkün değildi!” diyor. Daha da kötüsü, Halil Dikmen, muhtemelen talebesinin erken kifayet duygusuna kapılmasını önlemek için bir gün bile “Aferin, iyi üflüyorsun!” iltifatında bulunmamış, ama her seferinde “Devam, demiştir, devam!”
Halil Dikmen’e resim dersleri almak için giden Turgut Cansever, nasıl ney meşkine de başlarsa, ney için giden Niyazi Sayın da kendini bir süre sonra resim dünyasının içinde bulur. Önce birlikte Holbein’in resimleri üzerine çalışırlar. Ardından hocasının tavsiye ettiği bazı ünlü tabloları taklit ederek tekniğini ilerleten Niyazi Sayın’ın fırçasından çıkma bir Modingliani hâlâ evinde duvarı süslüyor. Salonun duvarına asılı duran, ilk anda orijinal olduğunu zannettiğim Çallı da (Mevleviler) meğerse Niyazi Bey’in fırçasından çıkmış. Halil Dikmen, bu resimler için de olumlu veya olumsuz fikir beyan etmez, “Devam!” dermiş. Halbuki işi bilenler, mesela Modingliani kopyasının birinci sınıf olduğunu söylemişler.
Doğduğu semtten hiç ayrılmayan Niyazi Bey’in Doğancılar’daki evine adımınızı atar atmaz kendinizi başka bir zamanda ve zeminde hissediyorsunuz. Çoğu sanat eseri niteliği taşıyan eski eşya ile tıkabasa dolu bir eve, yaşadığı zamandan hiç memnun olmayan ve bir tarih kaçağı gibi yaşayan bir sanatkârın evine girdiğinizi hissediyorsunuz. Tablolar, büyük hattatların levhaları ve fotoğraflarla bezenmiş duvarlarda boş yer yok. Sadece salon değil, evin tamamı tek başına yaşayan bir adamdan asla beklenemeyecek kadar düzenli, özel bir müze gibi. Mesela holde duvara asılmış bir pencere kafesi artığını merak edebilirsiniz; kendisine sorarsanız “Tanburî Cemil Bey’in evinden!” cevabını alacaksınız.
1950’lerde Cemil Bey’in evinin önünden tesadüfen geçerken birileri tarafından yıkılmakta olduğunu görünce, tanburu ve kemençesiyle bütün çocukluğunu kuşatan bu büyük sanatkârın yaşadığı mekânın büsbütün yok olmasına gönlü razı olmadığı için kapısını, kapı tokmaklarını, pencere kafesini vb. satın alıp kurtaran Niyazi Bey, kapıyı dostu Tanburî Necdet Yaşar’a hediye etmiş, pencere kafesi ve kapı tokmaklarını da kendisi için alıkoymuş. Bir an, Cemil Bey’in bu tokmaklara dokunduğunu ve mutsuz eşi Saide Hanım’ın bir zamanlar bu kafesin arkasından sokağı seyrettiğini düşünerek ürperiyorsunuz. Salonda sizi hemen karşıdaki duvarda asılı duran büyük tabloda, ney üfleyen sikkeli, şişman bir Mevlevi dervişi karşılıyor; Aziz Dede’nin meşhur fotoğrafından talebesinin talebesi Halil Dikmen tarafından yapılmış yağlıboya bir tablo.
Niyazi Sayın, sık sık yeryüzüne bir daha Halil Dikmen gibi bir hocanın gelebileceğine inanmadığını söyler. Bu büyük hocaya talebeliği on beş yıl sürmüşse de, bir yılda en çetin saz eserlerini bile çalacak seviyeye gelen Niyazi Bey, Kasımpaşa’daki askerliği sırasında geceleri Belediye Konservatuvarı’na devam ederek bir yılda üç sınıf geçmek suretiyle mezun olmuş, 1950’den sonra da Üsküdar Musiki Cemiyeti’nin icra heyetinde yer almıştır. Cemiyet, zamanla radyoda konser verme imkânı bulur. Ve Niyazi Sayın, ilk neşriyatını Süleyman Erguner, Hurşit Ungay ve Kemal Batanay’la birlikte 12 Mayıs 1953’te gerçekleştirir. Bu konserlerden birinde yaptığı Şevkefza taksime hayran olan Haluk Recai, “Yahu bir çocuk var, çok iyi ney üflüyor!” deyince, İstanbul Radyosu yöneticileri oturup kayıtları dinlerler. Bir gün, o sıralarda müzik yayınlarının başında bulunan Nevzat Atlığ’dan beklemediği bir davet alan ve daktilo kadrosunda göreve başlayıp müzik yayınları şef yardımcılığına getirilen Niyazi Sayın’ın radyodaki ilk işi, raflar ve dolaplar yaptırıp plak arşiviyle nota kütüphanesini düzene koymak olur.
Radyoda birkaç yıl çalıştıktan sonra Münir Nureddin’in arzusu üzerine istifa ederek Belediye Konservatuvarı İcra Heyeti’nde göreve başlayan ve 1969 yılına kadar bu görevde kalan Niyazi Sayın, tam on üç yıl sonra radyoya neyzen olarak döner. 1975 yılında öğretime başlayan İTÜ Türk Musiki Konservatuvarı’nda da öğretim üyeliği ve Nefesli Sazlar Ana Bilim Dalı başkanlığı yaparak çok sayıda öğrenci yetiştirme imkânı bulacaktır. Radyodan, 1980’de Washington Seattle Üniversitesi’nin davetlisi olarak gittiği Amerika’daki bir yıllık ikameti sırasında maaşı kesildiği için emekliliğini isteyerek ayrılmış, bu üniversitenin Etnomüzikoloji Bölümü’nde Tanburî Necdet Yaşar’la birlikte dersler ve konserler vermiş, ayrıca Seattle Public’de iki ebru sergisi açmıştır.
Hocalarından Necmeddin Okyay gibi, asıl mânâsında bir “hezarfen” olan Niyazi Sayın, ebruculuktan fotoğrafçılığa, tesbihçilikten sedef kakmacılığa, elektronikten tornacılığa, gülcülükten balıkçılığa, yemek pişirmek de dahil olmak üzere her türlü ev işinden kuşçuluğa, ağaç işlerinden tenis raketi germeye kadar elinden gelmeyen iş yoktur. Hatta bir ara kilim dokumacılığına bile merak sarmıştır. Ney mi? Elbette bütün aksamıyla mükemmel neyler de imal etmektedir. Bu bakımdan evini aynı zamanda birçok sanatın icra edildiği bir atölye olarak kullanır; bir oda ebru odasıdır, bir oda tesbih odası. Başka bir odaya uğraştığı sanatlarla ilgili âlet edevatı ve hammaddeleri son derece düzenli bir şekilde yerleştirmiştir.
Her biri tek başına bir insan ömrünü doldurmaya yetecek olan o kadar sanat ve zanaatte “üstâd” olan Niyazi Sayın, sanatta bir yere gelebilmek için bütün yan sanatlarla ilgilenmeyi şart olarak görenlerdendir. “Ama her şeyden evvel ahlâk!” Çok sevdiği Mesut Cemil’in Tanburî Cemil Bey hakkındaki “Babamın ahlâkı musikisinden üstündür” sözünü hatırlatarak sanatta gayenin cemiyete ahlâklı insanlar yetiştirmek olduğunu her fırsatta ifade eden Niyazi Bey’e göre, üstün ahlâka sahip olmayanlar, sanatta başarılı olamazlar. İnsanın karakteri sanatında kendini hemen belli eder. Gerçek sanatkârlar kalpleri temiz ve “cümle yaratılmışa” karşı sevgiyle dolu insanlardır. Kısacası, sanatı aşkın ve ahlâkın dışında düşünmek mümkün değildir. Her biri aynı zamanda büyük birer ahlâk adamı olan hocaları gibi, Niyazi Bey de bildiklerini kendine saklamayan ve parayla satmayan bir sanatkârdır; kim ne isterse verir, yeter ki aşkla ve samimiyetle istesin! Ancak zora talip olan artık o kadar azdır ki, Niyazi Bey, zaman zaman bu işin bittiğine kani olarak derin bir ümitsizliğe kapılmaktan kendisini alamaz. Kapısını aşındıranların çoğu “dün mektebe vardı bugün üstâd olayım” havasındadır; hemen bir şeyler öğrenip piyasada icra-yı sanat etmek isterler. Halbuki onu en fazla öfkelendiren, bu işleri piyasaya, yani ayağa düşürmektir.
Yaşadığı kültür muhitinde hocalarından muhteşem bir geleneği titizlikle korunması şartıyla devralan Niyazi Bey, bu gerçeğin gözden kaçırılmaması için getirdiği yeniliğin abartılmaması gerektiğini, yaptığının Halil Dikmen’den öğrendiği üsluba Tanburî Cemil Bey sevgisini ilâve etmekten ibaret olduğunu söylese de, ney icrasında yeni kalıplar ve pozisyonlarla bir dönüm noktası teşkil ettiği, bu mânâda geleneği kendi içinde yenilediği ortak kanaattir. Yani artık neyde bir “Niyazi Sayın öncesi” ve “Niyazi Sayın sonrası”ndan söz etmek gerekir. Tekke tavrı, Niyazi Bey’den sonra büyük ölçüde terkedilmiş gibi görünüyor. Bazı pozisyonların ve baskı şekillerinin eksikliği dolayısıyla eskiden Kürdilihicazkâr, Şedaraban, Nihavend gibi makamlarla taksim bile yapılamazken, bugün çoğu Niyazi Bey’in talebesi olan genç neyzenler onun açtığı yolda mucizevî başarılar gösteriyorlar.
Perdeleri büyük bir titizlikle kullanması, nefes hakimiyeti ve benzersiz legatosuyla şimdiden musiki tarihinde seçkin bir yer edinen Niyazi Bey’in eskilere nazaran “daha esnek ve nüanslı, daha lirik, yerleşik kalıplara daha az bağımlı üslubu”, bugün bir ekolün üslubudur; Niyazi Sayın Ekolü’nün.
( Aksiyon Dergisi, 2001 )