Nezih Uzel: Modern bir derviş, bir dervîş-i asfer-rîş

A+
A-

Nezih Uzel: Modern bir derviş, bir dervîş-i asfer-rîş

Nezih Uzel, medeniyetimizin kültür ve sanat iklimini doyasıya solumuş bir isim. Yazarlık, çevirmenlik, kudümzenlik ve gazeteciliğin yanında daha birçok yeteneğe sahipti. Modern dünyada, sığlaşan kültür ve medeniyet dünyamıza ışık tutan, o derinliğe ve birikime sahip, mütevazı kişiliğiyle anılan biriydi Uzel. Aramızdan ayrılalı 5 yıl oldu. Mustafa Uzun, Dergâh dergisinin bu ayki sayısında Nezih Uzel’i kaleme aldı.

(Mudanya 1938-İstanbul 2012)

1969 yılı sonbaharındayız… Bir perşembe akşamı…

O akşam Vehbi ağabeyin (Erdebil) ısrarla çağırdığı Milliyetçiler Derneği İstanbul Şubesi’ne gidecektim… Orada dinî mûsikî çalışmaları yapılıyormuş… Vehbi ağabey, daha öncekilere nazaran ısrarla söylediği, hatta muhakkak gelmemi sıkıca tembih ettiği için, bu sefer gitmekten başka çârem kalmamıştı… Yatsı namazını kıldırdıktan sonra yola koyuldum… Adres bildiğim bir yerdi… O yıllarda dernek, lisenin ilk sınıflarından beri aktif üyesi olduğum ve zaman zaman toplantılarına katıldığım, Yeşilay Cemiyeti’nin Cağaloğlu’ndaki Genel Merkez binasındaydı… Eski bir evden, belki de bir konaktan han hâline dönüştürülmüş dik merdivenli, kâgir bir bina… Birinci kata çıktım, sahanlıkta duraklayarak hangi kapıya yöneleyim diye bakınırken ney sesleriyle, ilâhi okuyanların bu sese eşlik eden fevkalâde müessir tegannilerini duymuştum. Koridora kadar taşan bu meşkin kulaklarıma dolan âhengi, bana yöneleceğim yeri işaret ediyordu. Seslerin geldiği kapıya doğru yürüdüm. Ama “meşk başladığına göre galiba geç kaldım” düşüncesiyle biraz da utanıp kapının önünde duraksamıştım. Kendimi toparlayıp, “ne olursa olsun, daha fazla gecikmemeliyim!” düşüncesiyle bir an önce içeriye girmeye karar verdim. Fakat bir taraftan da geç kaldığıma dair ilk endişem peşimi bırakmadığından cesaret edemedim kapıyı açmaya. Gri boyalı yüksel kapının önünde herhâlde birkaç dakika geçirdim. Neredeyse “haftaya ve vaktinde gelirim” niyetiyle geri dönecekken kapı açıldı. Galiba Ekrem’di (Bektaş) dışarı çıkan. Birden burun buruna gelmiştik. O bir şey demeden ben tereddütsüz atılarak:

“Vehbi Ağabey içeride mi?” diye sordum.

“Evet” deyip teklifsizce ekledi; “Çay içersin değil mi?” Ne cevap verdiğimi hatırlamıyorum. Sadece onun “Buyur” dediğini duydum. Ardından açık kapıdan içeriye girmiş buldum kendimi. İki pencereli küçük bir odadaydım. Etrafa şöyle bir baktım. Pencerenin önünde bencileyin ufak tefek ama sevimli ve mütebessim sîmâlı bir arkadaş oturuyordu. Zamanla birçoğunu biraz da şaşkınlık içinde öğreneceğim, kullanmaktan da ayrı bir zevk alacağım dernek argosuyla ifade edersem, “râhatü’l-ervâh makamında’ydı. Toparlanarak samimi bir teklifsizlik içinde bir “Buyur kardeş!” de ondan geldi. Sonradan adının Burhaneddin (Erdebil) olduğunu öğrendiğim bu gerçekten efendi, ehl-i hizmet ve himmet, sevimli ve minyon arkadaş, -dernek cemaati arasında Hafız Burhan lakabıyla anılırdı- yanındaki tahta sandalyeyi gösterdi; oturdum. Binanın arka tarafına bakan iç içe iki odadan ibaret derneğin, kapı boşlukları hariç, her yere çepeçevre dizilmiş tahta sandalyelerden başka mefruşâtı olmayan, bu adeta çıplak odasında, kapısı hafif aralık iç kısmından gelen meşk seslerini şimdi daha iyi duyuyordum:

Şol cennetin ırmakları akar Allah deyû deyû

Çıkmış İslâm bülbülleri öter Allah deyû deyû…

Hafız Burhan’ın hafif bir sesle söylediği: “İlâhiler bitiyor. Şimdi çay arası verecekler. Sen de çayını içip içeriye geçersin” cümlesiyle kulaklarıma dolan o tatlı âhenk dünyasından ayrıldığımı hatırlıyorum. Ekrem de bu sırada elindeki ince belli, bülbülyuvası bardaklara doldurulmuş, tavşan kanı üç çayla odaya dönmüştü. Çaylarımızı yudumlarken neler konuştuğumuz tam hatırımda değil. “Kimsin, nerelisin, nerde okuyorsun?” gibi mutad tanışma faslına ait kalıplaşmış soru-cevaplar olmalıydı bu ilk ve kısacık sohbetimizin konusu.

Beş-on dakika sonra meşke ara verildi. Biraz önce dışarı çıkan Burhan, bu sırada elinde bir tepsi çayla dönmüştü. Tavşan kanı çaylar dağıtıldı. Ben bir bardak daha aldım. Bu mis gibi kokan, yeni demlenmiş dernek çayının tadı hâlâ damağımdadır. Neyse… Ben çayımı yudumlarken, içeriden elinde nâyı ile Vehbi ağabey çıktı. Kendine has bir edâ vü sadâ ile yüzünde, keyifli olduğu zaman daima görmeye alıştığımız nevi şahsına münhasır mütebessim çehresi, nîm-gülüşü ile: “Ooo! Hoş geldin Hocaefendi” diyerek beni içeriki odaya aldı. Yine tahta sandalyelerle çevrili ve iki-üç nota sehpasının dekoru tamamladığı bu odada her sandalyede bir kişi, yerdeki hasırın üstünde ise birkaç kişi olmak üzere 10-15 kişi oturuyordu. Ha, bir de o senelerde zaman zaman elektriklerin kesilmesi tabii olduğundan, çay tabaklarının içinde yanmakta olan birkaç mum gördüğümü hatırlıyorum. Bu odaya biraz da mistik bir hava veriyordu. Yahut bana öyle gelmişti.

Ben biraz şaşkınlık, biraz da çekingenlik içinde etrafa bakınırken Vehbi ağabey, okulumuz sınıflarında bulunan ve öğretmen sandalyesi dediğimiz cinsten, genişçe bir sandalyede oturan beyaz yüzlü, uzun bıyıklı, kınalı saçlı, topluca bir zâta yaklaşarak beni takdim eder gibi bir şeyler söyledi. İçinde “imam” kelimesinin geçtiğini duyduğum bu takdim beni biraz tedirgin etmedi değil… Ayrıca sanki takdimden çok bir hocaya talebe emânet ederken söylenen, “eti senin kemiği benim” edasında algılamıştım Vehbi ağabeyin sözlerini.

Kime mi takdim edilmiştim?.. Tabii ki Nezih Uzel ağabeye. O da hemen yanına oturttu beni. Odada, hepsini sonradan daha iyi tanıdığım ve zamanla kendilerinden çok istifade ettiğim Sadi (Sadettin Ökten), Ferruh (Müftüoğlu), Timur, Neyzen Ömer (Erdoğdular) ağabeylerle, o sıralarda İstanbul Üniversitesi Korosu’na devam eden bazı arkadaşlar bulunmaktaydı. Bunlardan ismen de hatırladıklarım: İsmet (elbaşı), Ender (Ergün) vs.

Daha herkesle merhabalaşamamıştım ki, Vehbi ağabeyin sesi duyuldu: “Haydi arkadaşlar âyine geçiyoruz!” Doğrusu irkildim. Ama bir taraftan da, olacakları bir an önce görmek istiyordum. Rahmetli babamın çevresi dolayısıyla birçok tekke görmüş, zikre, hatm-i hâceye katılmıştım. Ama o zamana kadar hiç âyine iştirak etmemiştim. Hem o zamanki bilgime göre âyin kelimesi daha çok Hristiyanlar tarafından kullanılırdı. Azınlıkların gazetelerde yayınlanan ölüm ilanlarından hatırlıyorum: “…’nın vefatı dolayısıyla… kilisesinde yapılacak âyin-i rûhânî” ibâreli ilânlardan dolayı bu kelime bana oldukça soğuk gelmişti. Sonradan öğrenecektim Mevlevî âyini okunarak semâ edilmesine Mevlevî mukabelesi, bu mukabelede okunmak üzere bestelenen eserlere de âyin-i şerif denildiğini. Derken notalar dağıtıldı. Bana da bir nota verdiler. Ömer ağabey taksime başladı. Ben elimdekine göz gezdirirken bu sefer de notanın ilk sayfasındaki “Beyâti Âyini / Bestekârı: Köçek Derviş Mustafa Dede” yazısına takılmıştım. Tabii bu sırada kimseye bir şey sormam da mümkün değildi. Ama bu “Köçek” kelimesinin de beni ciddi şekilde rahatsız(!) ettiğini söyleyebilirim. Bir âyin(?) bestekârı nasıl köçek(?) olurdu?… Yoksa bestekâr çingene miydi?… Onun bestelediği bu âyin nasıl bir şeydi?… Ben bunları düşünürken taksim bitmiş, odadakiler bir ağızdan, Farsça olduğunu güftesinden çıkardığım eseri okumaya başlamışlardı:

“Şâhâ zi kerem… / Ey kerem sahibi şâh…”

Ben tabiatiyle okuyamıyor, sadece ağzımı açıp kapayarak durumu idare etmeye çalışıyordum. Vâkıa, İmam-Hatip Okulu’ndaki müzik hocamız İrfan Sarmer işi ciddi tuttuğundan biraz nota biliyordum ama öyle notayı ele alıp güfteyi ona göre okumak nerdee, ben nerde?!.. Hem korodakiler bu eseri birkaç aydır çalışıyormuş. Ben bu hâlde gizli bir telâş içindeyken bir saz partisinin çalınmasına sıra geldiğinde, adını odadakilerin bir iki hitabından öğrendiğim Nezih ağabey hafif bir sesle bana:

-Hoca senin niye sesin çıkmıyor? Diye sordu. Cevap veremeden de:

-Hiç nota bilmiyor musun? deyip –nedense bu soru bana biraz da alaycı gelmişti- sonradan çok karşılaştığım yarı şaka yarı ciddi ve daldan dala intikal eden kendine has ifade tarzıyla gülümseyerek ekledi:

-Yoksa “kim ki bilir Fârisi gider dinin yârisi” sözüne inananlardan mısın? Korkma bir şey olmaz! dedi.

Bu sırada saz partisi bittiğinden, herkes (buna cumhur dendiğini sonra öğrenecektim) tekrar âyini okumaya devam etti. Nezih abiye ne diyeceğimi, nasıl cevap vereceğimi bilemediğimden, âyine devam edilmesinden çok memnun olduğumu, tekrarlarda kulak dolgunluğuyla sesimi biraz daha yükselttiğimi söylemeliyim.

Evet, o yıllarda İmam-Hatip Okullarında Farsça eğitimine, dört yıl olan orta kısmın son sınıfında başlanıyor ve üç yıllık lise kısmında da bu öğretim devam ediyordu. Nezih ağabeyin sözünü bu sebeple henüz ortaokul talebesiyken duymuştum. Hatta rahmetli babam daha İmam-Hatib’in orta üçündeyken beni Vâlide Hanı’ndaki Mescid-i İrâniyân’ın imamı olan, aslen âzerî Türklerinden Ahmed Said Hemedâni’ye Farsça öğrenmek üzere gönderdiğinde, ilk derste hocam bu tekerlemeyi söylemiş, bunun gerçekle alâkası bulunmadığını ifade etmek üzere:

-Hafis Mustafa! Men özüm muhaddiseem! Bulâra inanma! Bizde eele böyyük âlimler, yahşı fakihler, üstaz mollalar çıhmıştır ki, sizin hocalarınız hemişe ellerine su tökemeyüptür! Gibi sözler söylemişti.

*

Ben, bir taraftan Nezih ağabeyin sözlerine nasıl cevap vereceğimi düşünüyor, diğer taraftan da nağmesi kulağımda kalan nakarat bölümlerini daha kuvvetlice bir sesle, okur gibi yapıyordum. Ancak Nezih ağabey bazen “olmadı” diyerek koronun okuyuşunu kesiyor, “burası şöyle okunacaktır” gibi tashihlerde bulunuyordu. Fakat Üniversite Korosu’ndan gelen arkadaşlardan olan ve o yıllarda dernekte okunan eserlerin çoğunun notalarını da yazan Ender, mûsıkî bilgisine dayanarak itiraz ediyor, makamın özelliklerine ve seyrine göre “burası şöyle olmalı, seyirde şu diyez, bu bemol vs. yer almalı, yanlış yazılmış!” dese de Nezih ağabey, çoğu zaman “Ben Sadettin Heper Hocamdan böyle geçtim!” yahut “Biz Konya’da böyle okuduk!” diyerek dediğini yaptırıyor ve notalar buna göre düzeltiliyor, neticede âyin-i şerif onun dediği gibi okunuyordu.

Nezih ağabeyin, sonraki meşklerde de çok karşılaştığım ve doğrusu önceleri şaşırdığım, hatta bazan lâyıkıyla nota bilmediği şeklinde yorumladığım bu tavrının, klasik meşk usulünden geldiğini, bunu devam ettirme endişesinden kaynaklandığını zamanla daha iyi anlayacak, eski özel tabiriyle “hâfızasına mâşallaah… kulağına tebârekallaah!..” denmesi gereken mühim bir özellik olduğunu kavrayacaktım.

Nezih ağabey ve dernek yârânı ile bu ilk karşılaşmamın ardından, artık, haftada bir gün yapılan meşklere devama başlamıştım. Kısa zaman sonra da, belki biraz da Arapça, Farsça bilmemden, biraz Eski Türk edebiyatıyla alâkamdan kaynaklanan bir ataklıkla, Ender’in notalara itirazı kadar olmasa da, hatalı yazılmış güftelere müdahaleye başlamış, çok geçmeden de bu işle görevlendirilmiştim. Bu sebeple, artık Nezih ağabeyin yanında oturuyor, sorularına bildiğim kadarıyla cevap vererek onun ilgi ve sevgisine mazhar oluyordum. Doğrusu o yaşta “dün mektebe geldi bugün üstad oldu” havasını taşımasam da bu durumun hoşuma gittiğini söylemeliyim.

Şimdi düşünüyorum da bu görevlendirme işi, benim olur olmaz bir şekilde ortaya atılmama mani olarak bir yanlışlık/edepsizlik yapmamı engellemek –böyle bir durum için o yıllarda daha çok edepsizlik kelimesi kullanılırdı- yanında, metinlere önceden bakarak hazırlanmak ve işi ciddiye almak gibi bir eğitim sürecinin başlangıcı olmuştu, diyebilirim…

Nezih ağabey ile bu ilk tanışmadan sonra, yıllarca süren dernek günlerinde, onu gittikçe daha yakından tanıyacak ve sahip olduğu vasıflar karşısında daima şaşıracaktım “bir insan nasıl bu kadar çok yönlü olur” diye… Gazeteci, yazar, mütercim, fotoğrafçı, derviş, kudümzen, bendirzen, hânende, âyinhân, mûsıkî hocası, koro şefi, organizatör… Ne kadar çok, farklı kesim ve yaştan yerli-yabancı insan tanıyordu?… Yurt içinde ve dışında da kelimenin gerçek mânasında tanındığını eklemeliyim.

Hayatın tabii dağdağası içinde, artıp eksilerek sürüp giden ve vefatına kadar uzanan kırk yılı aşkın bir süreçte Milliyetçiler Derneği’nde, Üsküdar Fıstıkağacı’ndaki eski evinde, Özbekler Tekkesi’nde, çeşitli toplantılar ve seyahatlerde benim ona hürmet ve muhabbetim devam etmiş, onun da bana sevgisi sürmüştü. İlahiyat Fakültesi’nde karşılaştığım istidatlı talebelerimi ona, onun bir mektep gibi, bir dergâh gibi daima kapısı açık saadethanesine gönderdiğimde, onlara yalnız evini değil, gönül kapılarını da ardına kadar açmıştı. İrtibatımızın eski günlere nisbetle azaldığı son yıllarda bile, müşterek talebelerimiz vasıtasıyla selâm ve sevgi alışverişinde bulunurduk. Ancak o derviş tavrıyla, görüştüğümüz, karşılaştığımız her yerde beni mahcup edecek iltifatlarını esirgemezdi.

Telif-terceme yirmi beş kitabı, yüzlerce haberi, köşe yazısı, röportajı, yayınında önemli görevler üstlendiği birçok gazete ve mecmua, bunlarda yer almış pek çok fotoğrafıyla, o basın tarihimizde kendisine önemli yer edinmiş bir isimdi. İlim adamından sanatkârına, devlet adamından politikacısına, mevlevîsinden nakşîsine, farklı tarikatlerin şeyhlerinden derviş ve muhiplerine, askerinden siviline, sağcısından solcusuna, -kendi tabiriyle- “müselmanından yarı ve tam gavuruna” kadar çok geniş bir çevreye sahip olabilmiş ve bunlarla münasebetlerini sürdürebilmiş nadir insanlardan biriydi.

Aynı zamanda son üstadlara yetişmiş, onlardan gerçekten feyz almış bir mûsıkîşinas, üstad bir kudümzen ve bendirzendi. Çoğu İstanbul’dan katılan eski mevlevî şeyh ve dervişleriyle her yıl Aralık ayında Konya’da icra edilen âyinlerde, İstanbul’da Konservatuar İcra Heyeti’nin Münir Nurettin Selçuk idaresinde gerçekleştirdiği Şan Sineması konserlerinde ve radyoda senelerce kudüm vurmuştu. Bunun yanında, yine tekkelerde kullanılan usul sazlarından bendire âdeta hayat vererek onu ilk defa akortlu hâle getirmiş, yeniden koro sazları arasına sokmayı başarmış, tavır sahibi bir bendirzen olarak mûsıkî tarihinde yer alacaktır. Bu satırların naçiz yazarını da bu iki sazla tanıştıran, bu konuda eğiten isim olmasının yanında, amatörlüğüme rağmen, tavrımı beğendiğini söyleyerek dernek konserleriyle özel âyin icrâlarında kendisine refâkat etmemi sağlayan, ayrıca Mevlevî gülbanki okumam konusunda beni yüreklendiren, bu konuda mesafe almamı temin eden de odur.

Yurt içi ve dışında verdiği solo konserlerle Türk dinî mûsıkîsinin kendine has bir tavra sahip önemli bir icrâcısı olduğunu, çoğu artık arşivlerde yer almış bulunan 30 kadar kaset, plak ve CD’ye imza atmış olması göstermektedir. İstanbul Sema grubunu kurup yetiştirdiği gençlerle yerli ve yabancı platformlarda Mevlevî Mukabelesini usulüne uygun bir şekilde icrâ eden başarılı bir organizatör olarak da hafızalarda yer almıştır. Onun Türk Mûsıkîsine yaptığı büyük hizmetler, hakkında bir tez hazırlanacak zenginlikte olduğu gibi, yetiştirdiği talebeler de bu alanda başlattığı hizmetleri devam ettirecek başarılara sahip olmuş kişilerdir.

Bu yazıda anahatlarıyla da olsa işaret etmek istediğim hususların başında onun 1960’lı yılların sonu ile 1970’lerin ilk senelerinde Milliyetçiler Derneği İstanbul Şubesi’nde sürdürdüğü mûsıkî faaliyetleridir. Nitekim 1966 yılında bu dernekte yetiştirdiği gençlerle İstanbul’da bir sinema salonunda ilk ilâhi konserinin gerçekleşmesine öncülük etmişti. “O yıllarda radyoda ilâhi çalmak yasaktı… Bir savaşın içine girdik. Ertesi yıl ben Cağaloğlu’nda Milliyetçiler Derneği’nde bir grup genç insanı çalıştırarak Şehzadebaşı’nda Gündeş Sineması’nda Türkiye’nin ilk ilâhi konserini yaptım” sözleriyle anlattığı ve repertuarını Yunus Emre ilâhilerinden seçilmiş eserlerin oluşturduğu bu program hakikaten bir ilkti. Nitekim, Türk edebiyat ve tasavvuf dünyasının önemli isimlerinden Samiha Ayverdi Hanım tarafından verilen konferansın metniyle, konserde seslendirilen 18 ilâhinin güfte ve notaları da, Cumhuriyet sonrası Türk dinî nota yayıncılığının belki ilk önemli adımı ve örneklerinden biri hâlinde, derneğin İstanbul Şubesi’nin 5 numaralı eseri olarak basılmıştı (İstanbul 1969).

Bunu bir yıl sonra yine İstanbul Beyazıt’taki Yümni Düğün Salonu’nda benim de ilk defa halilezen olarak katıldığım aynı grupla, bu sefer Mahir İz Hocamızın Hz. Mevlâna hakkında verdiği bir konferansın ardından icra edilen Mevlevî âyini konseri takip etmişti. Bu da İstanbul için bir ilkti. Küçük derviş Mustafa Dede’nin Beyati âyin-i Şerîfi’nin seslendirildiği konserin önemli bir diğer özelliği de dinleyiciler arasında Nurettin Topçu, Neyzen Halil Can, divan şiirimizin önde gelen son isimlerinden Kemal Edip Kürkçüoğlu, Halvetî-Cerrâhî meşâyihinden Muzaffer Ozak gibi devrin pek tanınmış isimlerinin yer almış olmasıydı. Ayrıca âyin sonunda okunması mutad olan gülbank, Muzaffer Ozak ve dervişlerince Cerrahi usûlünde çekilerek, bence tarihî bir olaya imza atılmıştı.

Bu âyinin hatırası olarak III. Selim’in Sûzidilâra ve Hicaz Âyinlerinin güfte ve notaları ile (notalar Ender Ergün tarafından yazılmıştı) Halil Can Hoca’nın Mevlevî semâını anlatan bir yazısı Hz. Mevlâna ve Mevlevi Âyinleri (İstanbul 1969) adını taşıyan bir kitapta neşredilmişti. Bu kitapçığı neşirde karşılaşılan güçlükleri aşarak eseri konsere yetiştirmek için Fatih Matbaası sahibi Hilmi Ağabeyin izni ile artık çalıştırılmasına aşina olduğum dizgi makinesinin başına geçmiş, makinist ustanın yardımıyla sayfa bağlamış ve kitabı basmıştık. Üzerinde Hattat Hamid Aytaç’ın Mevlevî sikkesi şeklinde istiflediği “Yâ Hazreti Mevlanâ Muhammed Celâleddin kaddesellahu sırrahu” ibaresinin yer aldığı kapağı, o yıllarda Babıâli’nin en tanınmış kapak ressamlarından Gürbüz Azak hazırlamış, Hz. Mevlânâ yazısı ise semâzen formunda hareketlendirilmiş olduğundan dikkat çekici bir tasarım olarak değerlendirilmişti.

Sonraki yıllarda Nezih Ağabey’in önderliğinde Milliyetçiler Derneği Korosu’yla İstanbul Şehir Tiyatroları Fatih Sahnesi’nde, ertesi yıl Fatih Gündeş Sineması’nda gerçekleştirilen âyin okumaları –o zamanki adıyla konserler- yanında 1969 kışında Karabük’te yaptığımız ilâhi ve âyin icraları, şimdi anlıyorum ki bu konuda birer tohum ekme veya fidan dikme mesabesinde imiş. Mevlevî yahut Hz. Mevlânâ muhibbi bazı ileri gelen zevatın Boğaz’daki yalılarıyla, Teşvikiye’deki dairelerinde yapılan özel Mevlevî Âyini toplantıları, bence uzun uzun anlatılacak kadar önemli ve ses getirmiş faaliyetler olmanın ötesinde Nezih Uzel‘in organizatör yanını ve çevresinin genişliğini de ortaya koyar.

Onun İstanbul’da o yıllarda faaliyette bulunan birkaç dergâhtan biri olan Üsküdar Özbekler Tekkesi ve buranın şeyhi olan merhum Necmeddin Efendi ile olan münasebetleri de devrin tasavvufî hayatı bakımından konu ile ilgilenenlere zengin bilgiler verecek değerdedir.

Bence Nezih Ağabey’in en önemli hizmetlerinden biri yıllarca büyük emek ve imkân sarf ederek oluşturduğu Türk klasik ve dinî mûsıkî kayıt arşividir. Bu arşivde bildiğim kadarıyla yüzlerce solo ve konser kayıtları yer almaktaydı. Ayrıca yurt dışına yaptığı gezilerde, satın alma suretiyle oluşturduğu profesyonel dinî mûsıkî gruplarının ses kasetleri de önemli bir arşivdir. Kitaplarıyla arşivinin İSAM’a intikali burada tasnif edilerek kütüphanede araştırmacıların hizmetine sunulması hakkında kendisiyle sohbetlerimizde vardığımız şifâhî mutâbakat, son rahatsızlığında hastanede ziyaret ettiğimde de teyid edilmişken, aramızdan ani ayrılışı sebebiyle fiilen gerçekleşememiştir. Bununla birlikte sağlığında açtığı ve bir kısım yazılarıyla fotoğraflarından oluşan ex Oriente Lux adlı internet sitesi şükür ki hâlâ yayındadır. Varislerinden metrukâtının İSAM’a intikali konusunda onun da ruhunu şâd edecek bir karar beklediğimizi belirtmeliyim. Bu gerçekleşemediği takdirde en azından terekesindeki malzemenin eklenmesiyle bu sitenin zenginleştirilmiş hâlinin devamı konusunda himmet ve gayret göstermeleri onun aziz ruhunu şad edecektir. Nitekim talebe ve dostlarından bir ekibin bu siteyi güncelleyerek devam ettireceğini duymak sevenlerini mutlu etmiştir. Bu vefakâr mesai, hatırasının yaşatılmasına en önemli katkı olacak değerdedir. Geleneksel ifadesiyle bir sadaka-i câriye olarak onun manevi varlığına da en büyük ve devamlı bir hayır-hasenât kapısını açık tutmak mânasını taşır.

Evlenip çoluk çocuk sahibi olmadığından, ardından kanından canından bir hayrü’l halef bırakamayan Nezih ağabey, inançlarımıza göre vefatından sonra herkesin ihtiyacını duyacağı böyle bir sadaka-i câriye bırakma nimetine nâil olmuş müstesna şahsiyetlerden bir merd-i gayur ve adimü’l-emsâl bir zât idi.

Allah, hasbe’l-beşeriyye vaki taksirâtını affetsin!… Seyyiâtını hasenâta tebdil eylesin!… Rahmetiyle yargılasın!… Sevdikleriyle haşr u cem eylesin!… Nur içinde yatsın!… Mekânı cennet olsun!… Âmin!…

Mustafa Uzun, Nezih Uzel, Modern bir derviş, bir dervîş-i asfer-riş, Dergâh Dergisi, Ekim 2017