Neyzen Halil Dikmen – Beşir Ayvazoğlu
Neyzen Halil Dikmen
Beşir Ayvazoğlu
Halil Dikmen’in aynı zamanda kudretli bir neyzen olduğunu galiba Kütahyalı ressam ve neyzen Ahmet Yakupoğlu ile 1980’lerin sonunda yaptığım bir röportaj sırasında öğrenmiştim.
Yakupoğlu, ney hocasından o kadar büyük bir saygıyla ve hayranlıkla söz etmişti ki, meraka kapılmamak imkânsızdı. Neyzen Niyazi Sayın’la Mimar Turgut Cansever’in de onun “rahle—i tedris”inden geçtiklerini öğrenince merakım yazma arzusuna dönüştü. Evet, Halil Dikmen’i yazmalıydım, ama nasıl? İlk yazma denemem hayal kırıklığıyla sonuçlanmıştı; İstanbul Devlet Resim ve Heykel Müzesi’nde yıllarca müdürlük yapan, hayatının son yıllarında da Güzel Sanatlar Genel Müdürü olarak ciddi faaliyetlere imza atan bu büyük sanatkâr, Türk resim tarihiyle ilgili kitaplarda birkaç paragrafla geçiştiriliyordu; hiç kimse “Halil Dikmen kimdir, neyin nesidir, ne yapmıştır?” diye merak edip doğru dürüst araştırmamıştı.
Bir gün Akademi Mimarlık ve Sanat koleksiyonunu tararken Haziran 1965 tarihli sayısında Nurullah Berk’in “Halil Dikmen” başlığını taşıyan yazısını görünce ne kadar sevindiğimi tahmin edebilirsiniz. Arka sayfalarda da Ahmet Kutsi Tecer’in sözkonusu sergide yaptığı açış konuşmasının metni ile birkaç kısa yazı yer alıyordu. Derhal bu yazıların fotokopilerini alıp arşivimdeki ilgili dosyaya yerleştirdim. Aradan birkaç yıl geçti; okuduğunuz bu yazıları yazmak için evine gittiğimde, Niyazi Sayın, Konservatuvar’daki öğrencilerinden birinin hocası hakkında bir mezuniyet tezi hazırladığını söyledi ve kütüphanesindeki nüshayı çıkarıp verdi. Hızlı bir şekilde gözden geçirdiğim tezde benim de ulaştığım yazılar toplanıp bir araya getirilmişti; fazla olarak Dikmen’in ablası Halide Dikmen ve yeğeni Mefkure Öktem’le yapılmış, başka türlü ulaşılamayacak bilgilerin yer aldığı kısa röportajlar vardı.
Halide Dikmen, üç kardeş olduklarını ve Fatih’te, bahçeli bir evde dünyaya geldiklerini söylüyordu; dayıların, teyzelerin ve dedenin de yaşadığı büyük, kalabalık bir ev. Babaları Mehmet Haşim Bey, güzel sesli, Leon Hanciyan’dan uzun süre ders almış bir musiki sevdalısıydı ve yaz mevsimlerinde bahçede sık sık musiki toplantıları düzenlerdi. Halil, bu toplantıları evin penceresinden hayranlıkla seyrediyor, özellikle Neyzen İhsan Hoca’nın ney üfleyişini dikkatle takip ediyordu. Ve birgün ilgisi farkedilince ney dersleri başlayıverdi. Bir süre İhsan Hoca’nın hediye ettiği ney’le haşır neşir olduktan sonra babasının Kapalıçarşı’dan aldığı ney’e aşkla bağlanıp bu sazı âdeta uzviyetinin bir parçası haline getiren ve Eyyubî Ali Rıza Bey’den de nazariyat dersleri alan Halil Dikmen, on dört—on beş yaşlarına geldiğinde enikonu ney üflüyordu.
Musikiye böylesine aşkla bağlanan Halil Dikmen, eğitimine niçin bu alanda değil, Sanayi—i Nefise’de devam etmişti, daha doğrusu, bu tercih kendisine mi, ailesine mi aitti, bilmiyoruz. Bildiğimiz Harbiye Nezareti’nde görevli bir asker olan dayısı, Halil’i elinden tutup Sanayi—i Nefise Mektebi’ne götürmüş ve “Alın, size küçük bir arkadaş getirdim” diyerek Hikmet Onat’ın sınıfına sokmuştur. Yıl 1923 olduğuna göre, on yedi yaşına basmış olması gereken Halil (11206’da doğmuştur), sınıf arkadaşlarından heykeltıraş Zühdü Müridoğlu’nun tarifine göre, ince uzun boylu, zayıf, sarışın ve yaşından küçük gösteren sevimli bir çocuktu. Bu görüşünden ve sesinin güzelliğinden dolayı “Florya” lâkabı ona muhtemelen o günlerde sınıf arkadaşları tarafından takılmıştır.
Halil Dikmen’in Sanayi—i Nefise Mektebi’ndeki öğrencilik hayatı hakkında fazla bilgimiz yok. Ancak çok başarılı bir öğrenci olduğu, mektebi birincilikle bitirmesinden anlaşılıyor. 1927 yılında Avrupa’ya gönderilecek öğrencileri seçmek için yapılan imtihanda da Yangın adlı tablosuyla birinciliği o kazanmıştır. Hocası İbrahim Çallı’nın bu tablo hakkında “Halil’in resminde belli bir kişilik ve modern bir hava var” dediği söylenir. Kendisi gibi seçilmiş bir grup genç ressamla birlikte daha yüksek bir resim eğitimi almak üzere Paris’e giden genç Halil, neyini ve eski musikimizin Hamparsum notasıyla yazılmış seçkin eserlerini yanına almayı ihmal etmemiştir.
İstanbul’da öğrenciliği sırasında yaptığı peyzajlarda renkçi görünse de, Albert Laurens’den ayrılıp Andre Lhote Atelyesi’ne geçtikten sonra valörcü bir anlayışı benimseyen ve sanat hayatı boyunca, Nurullah Berk’in ifadesiyle “renkten fazla desene, desenden fazla da ışık—gölge kombinezonlarına” önem veren Halil Dikmen, Louvre Müzesi’ni gezerken önemli tabloları kompozisyon bakımından dikkatle inceliyor, kroki defterine taslaklar çizerek Tiziano, Tinteretto, Raphael, Leonardo gibi büyük ressamların ışık—gölge problemlerini nasıl çözdüklerini anlamaya çalışıyor ve düşündüklerini kaydediyordu. Zor olana talipti ve müthiş bir çalışma azmi vardı; Paris’te alabileceği her şeyi almak niyetindeydi. Salon D’Automme’da resimleri sergilenen ilk Türk ressamı olması, gözünü diktiği hedefe ulaştığını göstermektedir. Bu büyük başarıyı kazandığı 1929 yılında, Guimet Müzesi’nde oryantalistlere Türk musikisi hakkında bir konferans vermiş ve ney’le örnekler seslendirmiştir. Bir gün de bir sanat gecesinde bilinmeyen bir şark sazı çalan Türkiyeli gençten sazını icra etmesi istenir; dinleyenler on dakika süren taksimi o kadar beğenirler ki hararetli alkışlarla tekrar etmesini rica eder, sonra genç sanatkârın etrafını merakla çevirip ney’i ellerine alır, inceler, ses çıkarmaya çalışırlar. Başaramayınca yardımcı bir âlet kullanıp kullanmadığını anlamak için Halil Dikmen’in ağzını kontrol ederler. Hâsılı, bu kadar basit bir sazdan bu etkileyici sesin nasıl çıkabildiğini bir türlü akılları almaz.
Halil Dikmen, kalbini ülkesine ve kültürüne gizli tellerle bağlayarak hayatına ayrı bir anlam kazandıran ve belki de Fransa’daki günlerini yaşanır kılan eski musikiyi hiç ihmal etmemiş, kaldığı bütün otel ve pansiyon odalarını Fransızlar tarafından Bach’ın müziğine ve org sesine benzetilen ney sadalarıyla inletmişti.
Paris’teki eğitimini başarıyla tamamlayarak 1931 yılında yurda dönen Halil Dikmen bambaşka bir Türkiye ile karşılaştı. Harf inkılabı yapılmış; musikimizin hayat kaynaklarından biri olan tekkelerin kapılarına kilit vurulduğu gibi Darülelhan konservatuvara dönüştürülerek Türk Musikisi Bölümü kapatılmıştı; Türk musikisi aleyhinde de ağır bir hava esiyordu. Halil Dikmen, bir neyzen olarak, yurda dönünce bu ortamdan olumsuz etkilenmiş olmalıdır; ancak bize öyle geliyor ki, kısa bir süre sonra, Paris’teki eğitiminin bir devamı olmak üzere Almanya, Avusturya ve İtalya’ya gönderilmesi, şoku hafif atlatmasını sağlamıştır.
Altı ay boyunca üç ülkede bütün önemli müzeleri gezerek özellikle Rönesans ressamlarının eserlerini inceleyen Halil Dikmen, bu seyahati tamamladıktan sonra kendini Kayseri Lisesi’nde “resim muallimi” olarak buldu. 1930’ların Türkiyesi, bütün olumsuz şartlara rağmen ciddi bir kaynak ayrılarak Paris’te eğitim görmeleri sağlanan genç ressamlara, yurda döndüklerinde, İstanbul yahut Anadolu liselerinde resim öğretmenliğinden başka imkân sunamıyordu. Paris’te üç yıl boyunca resim sanatının çetin problemleriyle boğuşarak kendini yetiştiren Halil Dikmen, “ney’i ve paletiyle Kayseri’nin sessizliğine” gömülmüştü. Her şeye rağmen zengin resim bilgisini ve tecrübesini Anadolu’nun kavruk çocuklarına aktarıp görevini en iyi şekilde başarmak için canla başla çalışan (Nurullah Berk, buna “faydasız bir çaba” diyor) Halil Dikmen, Kayseri’de elbette mutsuzdu ve sanat heyecanını sadece ney üfleyerek dindirebiliyordu. Aynı tarihlerde aynı lisede edebiyat öğretmenliği yapan Abdülbaki Gölpınarlı, yıllar sonra Turgut Cansever’e Kayseri gecelerinde Halil Dikmen’in neyinden dinlediği yakıcı nağmeleri uzun uzun anlatmıştır.
Ahmet Kutsi Tecer, Halil Dikmen’le Sivas Maarif Müdürü olarak görev yaparken bir vesileyle gittiği Kayseri’de tanışmış ve hemen kaynaşmıştı. Rönesans kültürünü farklı yönlerden inceledikleri için konuşacak çok şey bulduklarını ve Lâhit adlı şiirini, dinç sanat ruhuna ve derin kültürüne hayran olduğu bu büyük sanatkâra o günün hâtırası olarak armağan ettiğini anlatan Ahmet Kutsi, daha sonra Milli Eğitim Bakanlığı Tedrisat Müdürü olacak ve 1936 yılında sevgili dostunun resim öğretmeni olarak Galatasaray Lisesi’ne tayin edilmesini sağlayacaktır. Ancak Halil Dikmen’in bu görevi uzun sürmez. Kızkardeşinin anlattığına göre, Akademi’de yapılan bir toplantıda Atatürk o sırada müdür olan Namık İsmail’e “Bir müzeniz var mı?” diye sorar. “Hayır” cevabını alınca “Derhal bir resim ve heykel müzesi kurulacak!” emrini verir ve etrafına şöyle bir bakındıktan sonra Halil Dikmen’i göstererek ilâve eder: “Bu genç arkadaşımız da kurulacak müzeye müdür olsun!” Bu rivayetin ne derece doğru olduğunu bilmiyoruz; ancak taşradan İstanbul’a yeni gelmiş genç bir resim öğretmeninin birdenbire tecrübe gerektiren bir göreve tayini ancak böyle bir emirle mümkün olabilir. 7 Haziran 1937 tarihinde Devlet Resim ve Heykel Müzesi müdürlüğüne resmen tayin edilen Halil Dikmen, Lepold Levy ve Cemal Tollu’yla birlikte hızlı bir çalışma dönemine girer. Daha çok Dolmabahçe Sarayı koleksiyonlarından seçilerek oluşturulan müze için aynı sarayın Veliahd Dairesi tahsis edilmiştir ve Halil Dikmen ömrünün tam yirmi dört yılını burada geçirecektir.
Halil Dikmen’in müdürlüğü sırasında, Devlet Resim ve Heykel Müzesi devrin sanat ve edebiyat adamlarının uğrak yerlerinden biridir.
Ressamlar, şairler, yazarlar, gazeteciler, musikişinaslar, hattatlar, müzehhipler geçerken şöyle bir uğrayıverirler. Son derece geniş bir çevresi vardır; ziyaretine gelen bütün dostlarını tatlı gülümseyişiyle ve “erenler”, “mîrim”, “sultânım”. “cânım efendim” gibi, İstanbul beyefendilerine has hitaplarla karşılar.
Turgut Cansever, devrin birçok tanınmış simasını onun yanında tanıdığını söylüyor. Mesela İstanbul’un beyaza büründüğü bir kış günü birlikte Dede Efendi’nin Ferahfeza Peşrevi’ni çaldıkları sırada Âsaf Halet Çelebi gelmiş ve büyük bir heyecanla dinlediği peşrev bittikten sonra yeni yazdığı Sema—i Mevlânâ şiirini okumuştur. “Bir gün de, diyor Cansever Hoca, Halil Bey’le Aziz Dede’nin Yegâh Saz Semaisi’ni meşkediyoruz. Zeki Faik İzer askerden o günlerde dönmüştü. İçeri girdi, semaiyi duydu, oturdu, bizi durdurdu, “Halil, dedi, biliyor musun? Erzurum’da çadırda yatıyordum. Müthiş bir tipi vardı. Sabaha kadar hiç uyumadım, tipi ve fırtınayla birlikte sabaha kadar Aziz Dede’nin bu semaisini dinledim”. Ahmet Hamdi Tanpınar da bir gün aziz dostunu uzun uzun dinledikten sonra “Halil, bu yaptığının ne kadar büyük bir iş olduğunu bilemezsin. Bununla Türkiye’yi yeniden inşa ediyorsun! ” demiştir.
Yeni Türkiye’nin dünyaya bakışını ve sanat anlayışını temsil eden bir kurumda, bizzat bu kurumun müdürü tarafından, aynı anlayış yönünde şekillendirilmiş diğer kurumların, yani konservatuvarların kapı dışarı ettiği bir musikinin en saf biçimiyle yaşatılması aslında ironik bir durumdur. Halil Dikmen’de muhtemelen özlediği terkibin ve kültür devamlılığının somutlaşmış halini gören Tanpınar’ın “Türkiye’yi yeniden inşa ediyorsun!” sözüyle ne demek istediğini anlamak için Huzur’u okumalıdır. Bu romanda Halil Dikmen, Ressam Cemil adıyla Neyzen Emin Dede’nin talebesi olarak “kumral Saksonya fağfuru çehresi” ve “tatlı gülümseme”siyle birkaç defa görünür.
Halil Dikmen’in Emin Dede’yle, Sanayi—i Nefise’deki öğrenciliği sırasında tanışmış olması gerekir. Hiç şüphesiz bu tanışıklık, kültür tarihimiz açısından çok büyük önem taşıyor. Salim Bey ve Aziz Dede kanalıyla gelen üslûbu Tophane’deki evde Emin Dede’den teslim alıp kendi talebelerine devreden Halil Dikmen’in şah ve mansur neylerinden çıkardığı sesin olağanüstülüğü hâlâ bir efsâne gibi anlatılır. Niyazi Sayın, “Hocam öyle üflüyordu ki, ben ney üflemekten utanıyorum” diyor. Kendinden söz etmeyi hiç sevmeyen Halil Dikmen, Niyazi Bey’in anlattığına göre, ne zaman ney’ini eline alsa, “Çoktan beri üflemedim, ney’e su koyuver” der ve “Emin Efendi hoca şöyle bir şeyler yapardı, bakalım ben de yapabilecek miyim?” diye üflemeye başlardı.
Radyoda çalarak yahut sahneye çıkarak şöhret kazanmayı aklının ucundan bile geçirmeyen Halil Dikmen, yok olma tehlikesiyle karşı karşıya bulunan bir geleneği yaşattığını biliyor ve bu geleneğin devam etmesi için meraklı gençlere hiçbir karşılık beklemeden ders veriyordu. Onu tanıyanlar, ressam ve neyzen olarak büyük sanatkârlığının yanısıra, yüksek ahlâkından da etkilenirlerdi. Esasen Halil Dikmen’den ney öğrenmek isteyenlerin çoğu birkaç ders sonra işin zorluğunu görerek vazgeçiyor, fakat sadece muhteşem ney’ine değil, bir ahlâk adamı olarak mükemmelliğine, zarafetine ve çelebiliğine de hayran kaldıkları için ondan kopamıyorlardı. Niyazi Sayın bir gün müzeye giderken bahçede, Halil Dikmen’den öteden beri ney dersleri olan bir arkadaşına rastlar ve hatırını sorar; gencin sözleri çok anlamlıdır: “Niyazi, ben artık ders almayacağım, çünkü onun yaptıklarını yapmaya imkân yok. Ama şunu bil ki, yine hocaya geleceğim; ney dersi almak için değil, ahlâk dersi almak için!”
Bir yıl kadar sonra müzedeki görevine ek olarak Güzel Sanatlar Akademisi’ne tayin edilen Halil Dikmen, Resim Bölümü’ndeki öğrencilerini de aynı şekilde etkileyecektir. “Kişinin ne denli erdemli ve kusursuz olabileceğini onda gördüm” diyen Devrim Erbil, derin bilgisi ve hoşgörüsüyle benzerine az rastlanır bir sanat gönüllüsü olan hocasından duyduğu her sözün hayatı güzelleştiren ve anlamlı kılan bir hava taşıdığını söylüyor.
Müze ve Akademi’deki görevlerine rağmen resme hiç ara vermeyen ve sürekli çalışan Halil Dikmen’i akademik sayarak küçümseyenler olmuştur; ancak Devrim Erbil’in belirttiği gibi, resim eleştirmenlerini bu kanaate vardıran ondaki klasisizm tutkusudur. Yahya Kemal’in şiirde yaptığı gibi, tercihini klasikten yana koyarak büyük sabır ve çalışma azmi gerektiren eserleri sevmiş, kendisi de böyle eserler vermiştir. Paris’te ışık—gölge ve valör meseleleri üzerinde ısrarla duruşu, az renkli hacim araştırmaları ve Rönesans resmine düşkünlüğü bu tercihinin kaçınılmaz sonucudur. Ancak Rönesans ressamlarının aksine dikine biçimden kaçarak gerçeğe bağlı kalan Halil Dikmen hiç şüphesiz renkçi değildi; ancak, yine Devrim Erbil’in ifadesiyle “biçimlerini kabartıp çökertirken ışık—gölgeye rengi ezdirmiyor, valörü renkçi bir yorumla ele alıyordu”. Onun resim anlayışı bütün hüviyetiyle Mermi Taşıyan Kadınlar, Balıkçılar, Portakal Toplayanlar gibi sosyal meseleleri ele aldığı, Rönesans klasiklerini hatırlatan âbidevî kompozisyonlarında görülebilir. Gelip geçici modalara pek iltifat etmiyor ve bilgiye dayanmayan çıkışları ciddiye almıyordu. Sanatın “bilgisiz bir içten doğuş olmadığına” ve “acemilikten doğan gözüküşler”in üslûp sayılamayacağına inanmıştı; üslûp ancak “temiz bir biçim duygusunun bilgiyle örülmesinden doğar”dı. Çağdaşlarından hiçbirinin erişemeyeceği genişlikte bir teorik bilgiye sahipti; öyle ki, yeni Türkiye’nin “resmî” ideallerini gözardı eden D Grubu’nun ne yapmak istediğini, bu gelişmeden rahatsız olduğu anlaşılan Mustafa Kemal’e izah etmek, grup üyesi olmadığı halde ona düşmüştü.
Halil Dikmen, önceleri uzak durduğu D Grubu’na, 1939 yılında açılan sergide eserleriyle yer alarak katılmış oldu. Gönlü her zaman klasikten yana olmakla beraber modern resim akımlarını da göz ardı etmiyordu; nitekim Paris’te kübizmle bir hayli ilgilenmişti. 1930’dan sonra Köylü Kadınlar ve Neyzenler gibi figüratif soyutlamalar da yapan Dikmen, 1950’lerin başlarında saf soyutla ilgilenmeye başladı. Ahmet Kutsi Tecer, o tarihlerde bir gün aziz dostunu ziyaret maksadıyla müzeye gittiğini, onu ve Zeki Faik İzer’i beyaz gömleklerini giymiş, şövalelerinin başında çalışırken bulduğunu anlatıyor. Halil Dikmen soyut bir resme başlamıştır; geometrik formlar birbiriyle kesişerek petek gibi sımsıkı bir dokuya dönüşmektedir. Ahmet Kutsi “Halilciğim, der, niye boşuna yoruluyorsun. Bilseydim gelirken sana bir kaleidoskop getirirdim!”Gülüşürler; fakat Halil Dikmen’in dudaklarında cümle haline gelmeyen küçük bir sitem tebessüm halinde donup kalır: “Amma yaptın erenler!”
Ahmet Kutsi, bu hadiseyi anlattığı konuşmasında yaptığı şakanın anlamsızlığını belirtmek için “Bu tuvalin, Dikmen’in altı genç yılını gömdüğü Kayseri’de dokunan kilim ve halılardaki renk ve şekil düzenini tahlil eden bir araştırma olabileceğini kavrayamamıştım” diyor. Buna karşılık, Dikmen’in soyutlamayı “kübist deformasyon” olarak anladığını ileri süren Sezer Tansuğ, Cemal Tollu’nun bir yazısına dayanarak onun non—figüratif resmi, halı, eski yazı vb. gibi geleneksel dekoratif sanatlardan tamamiyle ayrı bir plastik endişenin ifadesi olarak gördüğünü söylüyor. Tansuğ’un sözünü ettiği yazıda, Dikmen’in bu sonuca varılmasına yol açacak herhangi bir ifadesi yoksa da, stilizasyona dayanan soyutlamayla modern soyutun farklı anlayışlar olduğunu düşündüğü tahmin edilebilir. Halil Dikmen’den söz edildiği zaman, asıl merak edilmesi gereken husus, ilgilendiği musiki ile kendi resmi arasında herhangi bir ilişki bulunup bulunmadığıdır. Niyazi Sayın, hocasının özel sohbetlerinde zaman zaman resimlerindeki biçim ve renk düzeniyle taksimlerindeki ses istifleri arasında bazı ilişkiler kurduğunu söylüyor.
CHP’nin 1939 yılında başlattığı yurt içi resim gezileri çerçevesinde, 1940 yılında Giresun’a gönderilen ve dokuz eserle dönerek o yılın birincilik ödülünü kazanan Halil Dikmen, başta Devlet Resim ve Heykel Sergileriyle D Grubu sergileri olmak üzere yurt içinde ve yurt dışında birçok sergiye ve Venedik Bienali’ne katıldı. 1961’de tayin edildiği Güzel Sanatlar Genel Müdürlüğü sırasında müzelerin, sanat galerilerinin Anadolu’da yaygınlaşması ve Türk resminin yurt dışında en iyi şekilde temsil edilmesi için —mizacına aykırı bir iş olduğu halde— bürokrasiye karşı verdiği mücadele olağanüstüdür. Ancak dostlarının çoğu, son görevinin Halil Dikmen’i çok yıprattığını söylüyorlar.
Önce ciğerlerinden hastalanarak İstanbul’da, Valdebağı’nda bir süre tedavi gören Halil Dikmen, 17 Ekim 1964’te görevi başında geçirdiği kalp kriziyle hayatını kaybetti. Dostları, öldüğüne inanmak istemedikleri o güzel insanı, hüzünlü, soğuk ve rüzgârlı bir ekim akşamı Üsküdar’da, araba vapuru iskelesinde karşıladılar. 21 Ekim’de Güzel Sanatlar Akademisi’yle Resim ve Heykel Müzesi’nde yapılan törenlerden sonra Fındıklı Camii’nde cenaze namazı kılındı ve Zincirlikuyu Mezarlığı’nda toprağa verildi. Onu ressam bilenlerin gözlerinde renkler ve şekiller uçuşuyor, neyzen olarak tanıyanların kulaklarında olağanüstü taksimlerinin nağmeleri geziniyordu. Bir gün yolunuz Devlet Resim ve Heykel Müzesi’ne düşerse kulak kesiliniz; siz de duvarlara ve müzeyyen tavanlara sinip kalmış ney nağmelerini hissedeceksiniz.
( Aksiyon Dergisi, 2001 )