NEFSİNİ BİLMEK
“Nefsini bilen, Rabbini bilir.” ne demektir? Nefsini bilen, aynı zamanda haddini de bilir.
Bu sınır, kulluğun yaşandığı yegâne özgürlüktür. Haddini bilmek; Kurân’ın emir ve nehiylerini harfiyyen uymak, nefsin aşırılıklarına sapmadan yaşamaktır. Kulluğunu idrak eden, “Ben acizmişim, bir şey bilmiyormuşum, herkesin benden daha üstün bir vasfı varmış.” diyebilen insan, ruhunun öğreticiliği altına girer ve terbiye olmaya başlar.
Her istediğinin gerçekleşmesini beklemek ilâhlık iddiasında olmaktır. Her sözünün kabulünü beklemek ise Peygamberlik iddiasında olmaktır… Hazret-i Ali, “Allah’ımı isteklerimin olmamasıyla bildim.” diyor. İşte bu söz, hiçliğini bilenin Rabbini bildiğini anlatan en güzel sözdür. Önümüzde Firavun ve Nemrud örnekleri var. “Ben en yüce Rabbim” diyorlar. Fakat Allah’ın lânetine uğruyorlar.
Hallâc-ı Mansur, Bâyezid-i Bestâmî gibi Allah dostlarının da “Ene’l-Hakk” (Ben Hakk’ım) dediklerini biliyoruz. Arada nasıl bir fark var? Âlemdeki yaratıkların hiçbirisi Rablik iddiasına kalkışmamıştır. Sadece insan bu davaya girişmiştir. İnsanın kalp gözü açılmadan yani kalbi gönül hâline gelmeden, kişi “Rablik davası”na girişirse o zaman vücut azgın nefsinin tesirindedir; akıl ise haddini bilemez. İşte o zaman insan felakete uğrar. Böyle birisi kibirli, kendini beğenmiş, görünüşte çok kuvvetli fakat aslında çok zayıf bir insan olur. Bu zayıf insanlar görünüşte olaylara son derece hâkim, her şeyi kendileri yönetiyormuş gibi görünürlerse de ufacık bir hâdise onları hâk ile yeksan eder, yıkıp yok eder. Onlar zelzelelere değil ufacık sarsıntılara dahi dayanamazlar. Ama ne zaman ki mutlak hakîkatin kendilerinden yansıdığı kadarıyla Rahmânî Nefes’i ruhlarında hissederler, o zaman nefisleriyle mücâhedeye başlarlar. O zaman “Ben hakîkate erdim, benden istenen buydu, bunu gerçekleştirdim.” derler. Yani “Rab”lık, ilâhlık iddiası değildir bu…
Tabii ki ben Hakk’ım derken, ben Allah’ım denmek istenmiyor. Bu ifadeyle “Ben hakîkatime erdim, Hak oldum, haklı oldum, haklılığım zuhur etti.” denilmek isteniyor. Çünkü Allah’ın benden istediği mânâ buydu, nefsimle mücadele ettim; kulluğumu bağırdım, çağırdım, söyledim demek bu. Yani “Ben Hakk’ım” derken “Ben kulum” diyor Hallâc-ı Mansur. Fîhi Mâ Fîh’te Hazret-i Mevlânâ, “Mansur’un, Ene’l-Hak demesi, yani ‘Ben fena buldum, yok oldum, yalnız Hakk kaldı.’ demesi büyük bir alçak gönüllülük ifadesidir.” diyor. Peki, bunu nasıl anlamak gerekiyor? Evet, bu bir alçak gönüllülüktür ve asla kibir değildir. Yani “Ben Allah’ım.” dememiştir. Çünkü daha sonra Hallâc-ı Mansur’a dediler ki “Sen bu iddiadan, Allah olma iddiasından vazgeç (onlar anlamadılar), cezadan da kurtul.” Bunun üzerine O da dedi ki; “Kim söylediyse o vazgeçsin, ben böyle bir şey demedim.”
İşte haklılık demek; haklı oldum, ben nefsimle mücâhede ettim demektir. Keşke herkes benim gibi yapabilse, demek ve kulluğa örnek olmaktır. Belki de hatası neydi biliyor musunuz? Haklılığını haksızların önünde ilan etmekte acele etti. Bunu yapmasaydı bu kadar tepki almayabilirdi. Onun için Hazret-i Mevlânâ diyor ki; “Bakın dünya şu gruplardan oluşmuştur. Bir kısım deniz diye bir şey olduğunu duyar. Bunlar ilmen denizin olduğunu duyar fakat denizi hiç görmemiştir. Denizi sadece ilimle bilirler (ilme’l-yakîn). Bir kısım denizi görür, ayne’l-yakîn olur. Görünce çok sever, beğenir, hatta biraz elini falan değdirir ve o zaman bağırır ‘Denizle bütünleştim, ben denizi bildim…’ diye. İşte Hallâc-ı Mansur gibi bağırır… Bir kısım da benim gibi denizde kaybolur, yok olur, denizin içine gömülür. Onlar ağızlarını bile açmazlar; konuşacak, iddia edecek hâlleri kalmamıştır (hakke’l-yakîn).
İşte bunlar evliyâlar arasındaki derecelerdir. Tevhidi de ilimle bilenler “Keşke her şeyde Allah’ı görebilseydim. Ama şimdi hala üzülüyorum, etkileniyorum…” derler. Tevhid makamını gözle görenler “Her şeyde Allah’ı görüyorum!” diye bağırırlar. Ama tevhidde yok olanlar söyleyecek laf bile bulamazlar, neyi iddia edeceklerdir ki? Neyin arkasından koşacaklar? Zaten her şey O’dur. Onun için bu derece çok üst bir derecedir vesselam.