NEFİS MUHASEBESİ
Hepimiz insanız yani beşeriz ve hata ederiz. Fısk ve isyana düşeriz. Çünkü insan bir kuldur ve hatalarıyla malüldür. Bu açıdan tevbe ve istiğfar kapısı daima açıktır.
Çünkü kul olarak bin kere tevbe ediyoruz ve bin kere tevbemizi bozuyoruz. Zaman zaman iç muhasebeye ve murakebeye kendimizi çekeriz. Yaptıklarımızdan bir pişmanlık ve bir nedamet duyarız. Namazda ve niyazda, şükürde ve zikirde Allah’a yalvar yakar günahlarımızın affını dileriz. Gerçekten de pişmanlık duyarız. Bu hal öyle olur ki; ruhen hafifleriz. Bazen bilmeden, gafletten, bazen bile bile yüzümüz kızarmadan günaha gireriz. Kuluz ya mutlaka bir eksiğimiz bir günahımız olacak. İşte bütün bunlardan dolayı devamlı yakarış içinde olmamız gerekir. O zaman içimizde bir diriliş bir uyanış başlıyor.
Malumunuz Nefs-i Levvâme, kendini levmeden nefs; buna kendini kötüleyen, kendi hatâlarını görebilen nefs diyoruz ki, bu ne güzel bir şey. Aniden dirilme başlıyor. Ben bunu “Nefs, terbiyenin başlangıcını görmüş” diye okudum. Terbiyeyle tanışıyorsunuz. Çünkü nefs kendinde bir eksiklik hissettiğinde iş biter. Orada gemi delinir. Yani varlık gemisi o eksikliği hisseder hissetmez delinir. Bu genellikle iki şekilde olur; ya sille-i Hüdâ’yla bir sıkıntı gelir, kendin o sıkıntıyla başa çıkamayınca nefs, İbnü’l Arabî Hazretleri’nin dediği gibi “Yahu, hani her şeyi beceriyordun? Daha bir sıkıntını bile gideremiyorsun, demek ki sende bir eksiklik var!” der ki, eksikliğini ve yanlışlığını idrak ettiği anda dirilme başlar. Yahut da bir aşk, bir cezbe gelir, bir mürşid-i kâmil ile tanışır, onun ilmine bakarken kendi eksikliğini görür ki, o zaman da hisseder. Burada levmeden nefs zevkli bir nefs olsa da daha adam olmamıştır. Neden? Çünkü kendini kötüler ama iki dakika sonra tekrar metheder. Çoğumuz bu aşamada takılıp kalıyoruz galiba evet, bir şeyin yanlış olduğunu fark ettiğiniz, birtakım yanlışlardan vazgeçtiğiniz ama bazılarına da devam ettiğiniz bir dönem. Böylece, iki arada gidip gelirsin. Dengede olmadığın için mutluluk olmaz. Hani Hz. Mevlânâ’nın “Bir neşelisin bir üzüntülüsün”, Hz. Yûnus’un da “Bir dem çıkarım arş üzere, bir dem inerim tahte’s-serâ. Bir dem gökyüzünde Cebrâil gibi rahmet saçıcı olurum, yere iner Firavun’la eşdeğer olurum” dedikleri gibi bu iki arada yaşarsın.
Eğer biraz daha tekâmül edersen, biraz daha Allah aşkıyla ilgilenirsen, ilim öğrenip onu aşka çevirirsen, bu sefer ibâdetler zevkli hâle gelmeye başlar. İbâdet edersin ama yaparken hâlâ “ben yaptım” dersin. Bu hâl “nefs-i mülhime” mertebesidir. Bu mertebeyi tam anlatan bir hikâye var: Adamcağızın biri namaz kılıyormuş. İki kişi de gelmiş ona “Ne güzel namaz kılıyor” diye methediyormuş. Adam namazını bitirmiş, onu methedenlere dönüp “Biliyor musunuz efendim, hem de oruçluyum” demiş. Yani bu seviyede, kıldığı namazı “kendim kılıyorum” zanneden bir insanla karşılaşıyorsun. Allah kıldırma izni vermezse namaz bile kılamayacağımızı idrak edemeyen mesâbe, bu mesâbedir. Buraya kadar insan gider gelir, bir emareye döner bir levvâmeye. Bu makamlar hayvanlık makamlarıdır. İşte burada bir öğretmen gerekir. Aslında birçok kişiye göre “levvâme”ye bile gelmek için bir öğretmen gerekir. Fakat burada gerçek bir öğretmen lâzım. O öğretmen seni “Mutmainne makamı”na çıkarır ki, bu çok yüce bir makamdır.
İnsan ibadetini taatını arttırdıkça, iyiliklerini hayır hasenatını sürdürdükçe, dünyanın ne kadar fani olduğunu idrak ettikçe cennet kokularını hisseder. Öyle olur ki iyilikler güzellikler kendinde bir huy ve güzel ahlak halini alır. Kendinde bir varlık görmez. Yaradan’ına ve Rabbine olan teslimiyeti Allah’ın rızasını kazanmaktan başka bir şey değildir. Allah bizi imanımızda, amelimizde ve ahlakımızda nefsimizin zaaflarından muhafaza buyursun. Allah bizi şeytanın vesvesesinden korusun. Namazımızla, niyazımızla, şükrümüzle, zikrimizle, hayır hasenatımızla bizleri doğru yoldan saptırmasın. Bizleri salih kullarından eylesin vesselam!..