Müslümanlar St Petersburg’u inşa edebilir miydi?
Müslümanlar St Petersburg’u inşa edebilir miydi?
On beşgün önce bir vesile ile St Petersburg’a gittim. Kaldığım birkaç gün boyunca başta en büyük ve en tanınan caddesi olmak üzere şehrin caddelerini, sokaklarını dolaştım durdum. Dolaşırken şehirle ilgili garip bir duygu oluştu ve hep kendime şu soruyu sordum:
Müslümanlar böyle bir şehir kurabilirler mi?
Zihnimi epeyce meşgul eden bu sorunun cevabını düşündüm ve düşüncelerimi paylaşmak için de kaleme döktüm.
Şehir nedir?
Şehir, medeniyetle yaşıt. Medeniyet şehirle başlıyor. Medeniyet tarihi aynı zamanda şehirlerin de tarihi. Dolayısıyla şehir aynı zamanda bir gelişmişlik göstergesi. Şehirler toplumların psikolojisini yansıtan birer ayna.
Kitaplar şehri şöyle tanımlıyor: İnsan hayatını düzenlemek üzere meydana getirdiği en önemli, en büyük fiziki ürün ve insan hayatını yönelten çevreleyen yapı.
Şehirler sosyal hayatın her yönünü kapsayan, çeşitli faaliyetlerin görüldüğü, ekonomik ve kültürel birikimin yoğunlaştığı yerleşim birimleri olup fiziksel ve sosyal çevre ile toplumsal hayatın merkezini teşkil ediyor.
Bir şehrin kurulması için üç unsura ihtiyaç var. İlki uygun coğrafi ortam, ikincisi farklı nedenlerle bir araya gelmiş insan toplulukları ve sonuncusu da bu insan topluluklarının hem birbirleriyle, hem de coğrafya ile ilişkilerini düzenleyen yönetim organizasyonu.
İlkçağlardan beri filozoflar ideal bir şehrin nasıl olması gerektiğini tasarlamışlar, nasıl olacağına dair eserler kaleme almışlar. İdeal şehri anlatan eserlerin en eskisi Eflatun’a ait. Devlet isimli eserinde Eflatun ideal bir şehir-devletin nasıl olması gerektiğini en ince ayrıntısına kadar tasarlar. Bilge krallar tarafından yönetilen bu şehirde erdem herkesin, özellikle yöneticilerin sahip olması gereken niteliklerin başında gelir. Thomas Moore Ütopya’sı ile Compenella Güneş Ülkesi ile kendilerine göre ideal bir şehrin nasıl olması gerektiğini anlatırlar. İslam dünyasında bu konuda müstakil bir eser olarak kaleme alan ilk filozof Farabi’dir.
Farabî, Medînetü’l-Fâzıla isimli eserinde şehirleri önce erdemli ve erdemsiz olarak ikiye ayırır. Dikkatinizi çekerim, erdem yine belirleyici oluyor. Daha sonra erdemsiz şehirleri niteliklerine göre dörde ayırır.
Cahil şehir: Cahil şehrin halkının yaşamdaki amacı sağlık, servet, şehvet, saygınlık gibi şeylerdir. Onlar gerçek mutluluğu bilmedikleri gibi öğrenmeye de açık değildirler. Bu şehir türünü lütfen aklınızın bir kenarında tutun.
Sapkın şehir: Erdemli şehrin bildiği ve inandığı her şeyi bilmekle birlikte cahil şehir gibi davranan şehirdir.
Değişmiş şehir: Değişmiş şehir eskiden erdemli olan ama sonradan bozulan şehirdir.
Şaşkın şehir: Şaşkın şehrin başında ise yalancı bir peygamber vardır ve onlar Allah ve yüce varlıklar hakkında yanlış düşüncelere sahiptirler.
Farabî’ye göre erdemli şehir; sakinleri erdemli, dünyaya bağlı olmayan, irfan sahibi kimselerin yaşadığı şehirdir. Cahil şehirlerin sakinlerinin ruhları eksik kalmıştır ve nefisleri zorunlu olarak maddeye bağlıdır.
Farabî şehirlerin fiziki durumlarına bakmaz, sakinlerinin yaşayışına bakarak karar verir. Bunu da bir kenara not edelim.
1920’lerden itibaren özellikle Fransa’da İslam şehirlerini inceleyen araştırmalar yapılmaya başlanıyor. Bu çalışmaları yapan insanların hepsi önyargılı ve Müslümanların kurduğu şehirleri kendi şehirlerine göre değerlendirip eksik taraflarını bulmaya çalışıyorlar. İki önemli eksiklik buluyorlar kendilerine göre. İlki Antik Yunan şehirleri gibi düzenli olmamaları. Diğeri de Orta Çağ şehirleri gibi şehir meclislerinin olmaması. İslam’da bir şehrin nasıl kurulacağını, İslam’ın ruhunu ve Müslümanların ihtiyacını pek hesaba katmayan bu araştırmacılar, biraz da o dönemlerde İslam şehirlerinin yıldızlarının sönmüş olması, savaşlardan dolayı yıkılması ve yeterince bayındır olmaması gibi nedenlerden dolayı güzel görünmemesine aldanarak İslam şehrinin özelliklerini kavrayamıyorlar.
İslam’ın şehir dini olduğu herkes tarafından dile getirilen apaçık bir gerçektir. İslam, bireylerin önce kendileriyle ve Allah ile, daha sonra sırayla ailesi, komşuları, diğer insanlar, yönetimler ve doğayla olan ilişkisinin nasıl olacağını düzenleyen kurallar bütünüdür. Kur’an’a göre şehirler estetik zevklere uygun olmalı, güzel görünmeli, emin ve güvenilir olmalıdır. Müslümanların şehirli bir toplum olmaları için neler yapılması gerektiğini söyleyen ayetler vardır. Hz. Peygamber de şehirlerin mamur olmasını, kimi sıkıntıları olmakla birlikte şehir hayatının insanlar için daha hayırlı olduğunu söyleyerek şehirleşmeyi teşvik etmiştir.
Medine: Müslümanların ilk şehri.
Hz. Peygamber, Mekkelilerin zulmünden kurtulmak için geç etmeye karar verdiğinde kendisine vatan olarak o zamanki adıyla Yesrib’i seçmişti. Kendisi gitmeden önce şehrin yönetiminde karar vermeleri için iki büyük kabileden on iki kişilik bir meclis tayin etmiş, bu meclis ile şehrin hazırlanmasını istemişti. Şarkiyatçıların İslam şehirlerini eleştirirken ileri sürdükleri iddialardan biri de Ortaçağ kentlerinde olduğu gibi Müslüman şehirlerinde halk meclisinin olmaması idi. Oysa daha Müslümanların yönettiği ilk şehir işe şehir için önemli kararları alacak bir meclis kurarak başlamışlardı.
Medine mütevazi ve şaşaadan uzak bir şehir. Yaşamın sakin olduğu, yaşayanlarının özellikle Mekkelilere göre oldukça mülayim oldukları tarih kitaplarında yazılı. Peygamberimizin bu şehri tercih etmesinin nedenlerinden biri de belki bu.
Peygamberimiz şehre gelince ilk olarak kendisine bir ev inşa etmiyor, şehri idare edebileceği bir yapı ile işe başlıyor. İlk şehrin ilk idari binası aynı zamanda bir okul ve ibadethane. Mescid inşa edildikten sonra yakınında kendisi için yapılan bir odada yaşamaya başlıyor. Ve mezarlık için mescidin çok uzak olmayan bir tarafında yer ayrılıyor, insanlara, hayat ve ölümün birbirine yakın olduğunu her zaman hatırlatmak üzere.
Daha sonra çarşı-pazar yerini belirliyor Hz. Peygamber. Böylece şehir hayatının vazgeçilmez unsurlarını tamamlamış oluyor.
Hz. Peygamber’in inşa ettiği mescid ve ev o kadar mütevazi ki sıradan bir tüccarın, bir yöneticinin evi bile ondan daha büyük ve gösterişli. Hayatının sonuna kadar mütevazi bir evde yaşamını sürdürüyor ve mescid hiç bir zaman dünyanın diğer taraflarındaki mabetler gibi haşmetli ve gösterişli olmuyor.
Bir kadını utandırmamak için sağırmış gibi davranan bundan dolayı da lakabı sağır anlamında Esamm olan Hatem Medine’ye geldiğinde muhafızlara burası neresidir, diye sorar. Medine-i Münevvere’dir demeleri üzerine de, olamaz burası Firavun şehridir, deyince muhafızlar kızarlar ve ‘Sen nasıl Peygamber’in şehrine Firavun şehri dersin’ diye çıkışınca onlara ‘o zaman bana Peygamber’in sarayını gösterin, der. Peygamberin sarayı olmadığı cevabını alında tekrar firavun şehri olduğunu söyleyince onu valinin yanına götürürler. Hatem, valiye, Peygamber ve ashabının nerede oturduğunu sorar. Vali onların toprak, ahşap ve kamıştan evlerde oturduklarını söyleyince Hatem şu cevabı verir: Fiaravun’un yaptığı gibi taştan yapılan bir şehir Peygamber şehri olamaz.
Bu hikayeyi fazlaca mistik bulabilir ve eleştirebilirsiniz. Günümüz gerçekleriyle örtüşmediğini de düşünebilirsiniz. Ama Hatem’in itiraz ettiği nokta üzerinde düşünmenizi istirham ediyorum.
Biz yine mevzumuza dönelim. Peygamberimizin önce mescid inşa etmesi ve şehri mescidin etrafına göre şekillendirmesi daha sonra Müslümanların şehir kurarken kendilerine örnek aldıkları bir sistem olmuştur.
Hz. Ömer devrinde devlet işlerinin mescidden idare edilemeyecek kadar büyümesi üzerine mescidin yakınlarına bir bina inşa edilir. Ondan sonra inşa edilen her bina mescide göre konumlandırılınca mescidlerin İslam şehirlerinin merkezi olması gelenekleşti.
Diğer medeniyetlerle temasa geçtikçe Müslümanlar çok güzel mescidler inşa ettiler ama en büyüğü ve en görkemlisi bile sıradan bir katedralin yanında sade kalıyordu. Bunun sebebi katedral kadar büyük ve görkemli ibadethane yapacak inşaat ve mimarlık bilgisinden yoksun olmaları veya yapacak paralarının olmaması değildi. Bunun altında yatan sebep dünyayı algılayış biçimlerinden başka bir şey değildi.
Hz. Ömer devrinde Kûfe kurulurken şehrin valisi Sad b. Ebi Vakkas ilk önce mescidin yerini belirlemiş, daha sonra güçlü bir okçudan dört tarafına dört ok attırarak evlerin okların düştüğü yerden öteye yapılmasına izin vermiştir. Medine’nin nasıl geliştiğini bilen bir sahabenin Kûfe’yi de ona benzetmesi ileride yapılacak idari, kültür ve eğitim binalarının şehrin merkezinde, mescidin etrafında yer almasını, buna karşın evlerin daha dışarıda olmasını sağlamıştır.
Osmanlılar şehri nereye kurarlardı?
Osmanlılar, İslam’ın mescidi merkeze alan şehir yapısını olduğu gibi aldılar ve ona fıtratlarına uygun yaşayacakları coğrafi ortamlarda bir takım özellikler ilave ettiler. Şehir herşeyden önce sırtını bir dağa vermelidir. Böylece ovadaki tarım arazileri korunmuş olacak, bunun yanı sıra şehrin güvenliği daha iyi sağlanacaktı.
Yamaçta olduğu için de serin rüzgarları alacak, bu rüzgar şehre sağlık getirecektir. İnsanlar kafalarını kaldırdıklarında karşı dağları, tepeleri görecek, böylece ufuk sahibi, açık görüşlü olacaklardır. Yolları hiç bir zaman geniş ve düz olmayacak, ihtiyaçlarını görecekleri büyüklükte ve kıvrımda olacaktır.
Osmanlı şehrinin merkezinde ulucamii olur. Bu aynı zamanda cuma camisidir. Caminin etrafında çarşı, han-hamam, medrese, hükümet konağı olur. Böylece şehre gelen yabancılar şehrin mahremi olan mahalle aralarına girmek zorunda kalmaz, adeta bu merkez şehirlerin selamlığı vazifesini yerine getirirler.
Şehir merkezleri her zaman en değerli arazilerdir. Osmanlılar, bu değerli arazinin özel kişilerin mülkü olmalarına izin vermez, bunları vakıflaştırır ve şehrin ihtiyaçları için harcanmasını isterdi. Böylece şehrin ürettiği artı değer, şehre kalırdı. Vakıflar şehre ve şehirliye hizmet ediyordu.
Merkezin çevresinde mahalleler kurulur. İnsanlar buralarda yaşarlar. Her mahalle de küçük bir şehir gibi mahalle mescidlerinin çevresinde büyürler. Mahalle camileri iki minareli ve iki şerefeli olmazdı. Bugün İstanbul’da Çapa’da, Eminönü’nde, Eyüp’te ve daha bir çok yerde örnekleri görülecek olan bu küçük mescidler küçük, sade ve sevimli olur. Mahalle imamı mahallelinin akıl hocası ve danışmanıdır.
Mahalle arasında yollar dar olur, evler birbirlerine bitişik değildir ve her ev farklı yönlere bakar. Aynı sokaktaki bir veya iki katlı evler birbirine benzemez. Cumbalı evler duvarlarla çevrilidir ve avlularına geniş ahşap kapılardan girilir.
Avlu duvarları sadece mahrem alanlar, bugün özel alan diyoruz, oluşturmazlar, aynı zamanda evi rüzgardan, tozdan, topraktan, yabancıdan, soğuktan ve sıcaktan da korurlar. Bu duvarlar evleri hem sokakla bağlantısını sağlar, hem de sokaktan ayırır. Kapı açıldığında sokakla birleşir, kapıyı kapatınca kendine özel bir dünya oluşturur. Bu özel dünyada otorite ve devletin gücü yoktur, sadece ailenin kuralları geçerlidir.
Evler ahşap yahut kerpiç gibi kısa ömürlü ve yeniden kullanabilen malzemeden üretilirdi. Böylece ihtiyaca göre devamlı yenilenebilirdi. Her ev yeni taşınanına göre biçim alır, yeni sakininin zevki çevre düzenlemesi ve boya ile kendini gösterir. Her ev bu haliyle özgündür.
Evlerin avluları küçük bir bahçedir, bazılarında kuyu da vardır. Her biri farklı yöne bakan cumbalar hem içeridekilerin dışarıyı kontrol etmelerini sağlar, hem de dışarıdan bakanların algılamalarına yardımcı olurdu.
Yukarıda sıraladığımız hususları göz önünde bulundurarak St Petersburg’u değerlendirmeye çalışalım.
St Petersburg
İşe önce kuruluşundan başlayalım. Rusya’nın ikinci, Avrupa’nın dördüncü büyük şehri olan St Petersburg, bizim Deli Petro, onların Büyük Petro dedikleri Çar 1. Petro tarafından 16 Mayıs 1703’te Baltık Denizinin kıyısındaki Neva Nehri üzerinde 42 ada üzerinde kurulmuş.
Şehir Venedik ve Roma’ya benzetilmeye çalışılmış. Binalar arasında kanallar açılması Venedik’i çağrıştırırken abidevi binalar da Roma etkisinde olduğunu gösteriyor.
Çar bu şehri kurarken önce bataklığı kurutmuş. Bunun için binlerce köylü, işci, mahkum ve köle çalışmış. Ülkenin dört bir tarafından toplanan köylüler kaçmasınlar diye başlarına asker dikmiş. Zorunlu askerliğe alınmış olanların kendi aletlerini temin etmeleri ve yolculuklarında da yiyeceklerini kendilerinin sağlaması istenmiş. İnsanlar yüzlerce mil yürüyerek seyahat ettikten sonra St Petersburg’a gelip çalışmışlar. Yolculukta ve çalışma esnasında ölenlerin sayısı bilinmiyor ama tahmin edilebilir.
Ayrıca şehir bitene kadar Rusya’da taştan ev yapmayı yasaklıyor ve tüm taş ustalarını St Petersburg’da topluyor.
Temel soru şu: Bir Müslüman insanları yerlerinden yurtlarından ederek zorla çalıştırabilir mi? Bu zulüm değil midir? Mescidi inşa edilirken taş taşıyan, çalışanlarla birlikte olan bir peygamberin takipçisi böyle bir şey yapabilir mi?
Şehir merkezi
Şehir dere yatağına kurulmuş, deniz kenarında ve kanallarla bölünmüş. Şehrin merkezi diyebileceğimiz bir coğrafi ortam yok. Şehrin merkezi bir tarafı sarayın olduğu diğer tarafı başka bir binanın yer aldığı uzun bir caddenin iki tarafı. Dairesel bir gelişme yerine doğrudan bir gelişme ve büyüme var.
Şehir iddia sahibi, meydan okuyor. Hem doğaya meydan okuyor hem de Avrupa’da kendilerine benzeyeme çalıştığı şehirlere. Mütevazi şehirlerin yanında mütekebbir şehrin temsilcisi.
Şehir birbirine benzeyen aynı yükseklikte ve aynı görünümde binalardan oluşuyor. Tesbih taneleri gibi yanyana dizilmiş evler arasından geçerken ne bir kavis var, ne de tırmanma. Adeta cetvelle çizilmiş gibi birbirine paralel ve kesişen cadde ve sokaklar. Evlerin hepsi aynı yöne bakıyor, pencereleri karşı evin penceresine bakacak şekilde. Bir müddet sonra hangi sokakta olduğumuzunu anlayamıyoruz. Oysa bir Osmanlı şehrinde her mahallenin, her semtin farklı bir ruhu var. Suriçi, Üsküdar, Eyüp, Boğaz’a gitmek galakside yıldızlar arasında seyahat etmek gibidir diyor Cansever. St. Petersburg’da bunu görmek mümkün değil. Nereye giderseniz gidin hep aynı yüz.
Evlerin tüm pencereler birbirinin aynı, çatı bir, bahçe cetvelle çizilmiş, iki-üç katlı devasa binalar ve odalar. Dolayısıyla binaların kimliği yok, hepsi tespih taneleri gibi yanyana dizilmiş.
Şehir bu haliyle bir kişinin emriyle ve bir şekilde yapılmış. Bir emirle, bir üst irade ile yapılmış, dolayısıyla şehrin her tarafında bir gücü, bir otoriteyi görmek mümkün. Şehirde görünen şey otorite ve onu temsil eden yapılar, oysa şehirleri şehir yapan insanlar olmalı. Bizim geleneğimizde en iyi padişah en az idare eden padişahtır.
Ölümün hatırlanmadığı şehir
Peygamberimiz Medine’de mescidi inşa ederken yerini belirlediği mekanlardan biri de mezarlık idi. Osmanlı şehirlerinde mezarlıklar hep görünür yerlerdedir. İnsanlar şehri gezerken mutlaka bir mezarlığın ya önünden ya yanından geçerler. Bunun hem ölülelere hem dirilere faydası vardır. Ölülere faydası oradan geçenlerin birar fatiha okumalarıdır. Dirilere faydası ise ölümü hatırlatması, dünya işlerine kendilerini kaptırıp maddi nedenlerden dolayı bir birlerini kırmamalarını hatırlatmasıdır. Petersburg’da ne bir mezar, ne de dünyanın geçiciliğini hatırlatan bir iz var.
Özetle söyleyecek olursak;
Şehrin yapılışında zulüm var, kan var, gözyaşı var. Zulüm ve gözyaşı üzerine hiç birşey inşa edilmez.
Türkler sadeliği sever, tezyinatta abartıyı sevmez. III. Ahmed Çeşmesi yaptırıldığında halk çok süslü ve gereksiz olduğu için itiraz etmişti.
St Petersbur mütekebbir ve kendini beğenen bir şehir, devasa yapılar, büyük büyük evler. Müslümanların şehir mütevazi olur, küçük ve sevimli evlerden biraraya gelir.
St Petersburg bir otoritenin inşa ettiği ve yaşadığı şehir, Müslümanların şehri sivil olmalı.
St Petersburg’da tüm binalar taştan yapılmış. Oysa bizde sadece kamu binaları taştan, evler ise ahşap veya kerpiç. Biri kalıcılığı (devletin bekası) diğeri ise bireylerin ölümlü olduğunu hatırlatıyor.
Şehrin her tarafının heykellerle doldurulması konusunda bir şeyler söylemeyi zaid gördüğüm için geçiyorum.
Şehirde olmadığını gördüğüm şeylerden biri de manevi bir hava ve şehrin insan ruhuna genişlik veren duygu eksikliği idi.
Şimdi aynı soruyu size de soruyorum. Müslümanlar böyle bir şehir inşa edebilirler mi?