Murat Pay’ın Saklı Miras Miraciyyesi

A+
A-

Murat Pay’ın Saklı Miras Miraciyyesi

Murat Pay Mevlid’i ve okunuşunu anlattığı Maşukun Nefesinden sonra güzel bir iş daha çıkarmış: Saklı Miras Miraciyye. Seyredince bu satırları karalamaktan kendimi alamadım.

Her ne kadar film dediysem de aslında bir belgesel. Öğretmek ve göstermek amacıyla çekilen film kurgu ve belgesel olarak iki düzlemde gidiyor ve en sonunda birleşiyor.

Kurgu olan kısım Raci’nin başından geçenler. Çocukluğu, gençliği ve olgunluk döneminde yaşadıkları. Çocukluk köyde, gençlik ve öğrencilik bekar evinde, olgunluk ise annesi ve kızıyla birlikte daha büyük bir evde geçiyor. Belgesel kısmı ise Mevlevihane ile başlayıp Bursa’da Numaniye Dergâhı ile bitiyor.

Film olan kısım aslında bu bir nevi Raci’nin olgunlaşma hikayesi. Kahramanımızın adı, filmin bir yerinde de geçtiği için tesadüf olmadığını düşündüğüm Amak-ı Hayal’den alınma ve doğal olarak biraz da Amak-ı Hayal’in Raci’sinin hikayesi.

Raci’nin daha küçük bir çocukken yağmurlu ve soğuk bir kış günü gecesi anneannesi veya babaannesinden ilk kez dinlediği miracın hayatını etkileyeceğini nereden bilebilirdi. Raci büyümüş ve üniversite öğrencisi olmuştur. Çocukluğunda dinlediği hikayeler onu sema öğrenmek için Mevlevihaneye götürür. Bu merak onu filmin bir sahnesinde kılıfı içinde olduğu için bilemediğim ama bağlama olduğunu tahmin ettiğim sazı bırakıp tambura da götürecektir.

Murat Pay meramını sözlerden daha çok semboller üzerinden anlatmayı seviyor. Filmde o kadar çok sembol var ki. Sema tahtası, kırılan çerçeve, ayakkabı, süt, kedi, futbol, tesbih, sahaflar, dergahlar, şadırvan, musluk ve bir çok nesne.

Raci’nin olgunlaşma hikayesini en bariz sema ile öğreniyoruz. Onun hamlığı sema meşkinden kovulmasına neden oluyor ve bu kovulma onu olgunlaştırıyor. Cennetten kovulmadık mı? Yunus da kovulmamış mıydı? Aynı zamanda semanın sadece dönmek olmadığını, ruhu tekâmül ettiren bir eğitim olduğunu, kişinin miracını yaşayabilmesine götüren bir araç olduğunu da görüyoruz. Nasıl mı? Anlatayım.

Raci ile birlikte semaya başlayan bir kişi daha var. İlk başlarda çok acemi ve Raci onu bakışlarıyla adeta ‘bu mu sema çıkaracak, ne işi var burada’ diyerek küçümser. Bir dervişte asla bulunmaması gereken kendini beğenme ve başkalarını küçük görme onun terakkisini engelleyecektir. Dedenin tuz istemesi üzerinde çantasında olduğu halde yok demesi düşüşün başlangıcı. Satranç-ı urafadaki gibi baş aşağı tekrar başladığı yere indiriyor. Tuzu olduğu halde vermemesi ile başlayan kıskançlık ayakkabılarının eşikte ucu dışarı bakacak şekilde konulmasına, yani kovulmasına giden süreci hızlandırıyor. O acemi çocuk Raci’den çok daha güzel sema çıkarıyor ve ilk derste ‘Elif gibi ol’ sözünü sadece bedeninin elif gibi olması şeklinde anlayan Raci’yi başka bir mecraya sürüklüyor. Yaptığı hatanın farkına varan Raci her akşam gördüğü yavru kedilere süt vermeye akıl edebiliyor en sonunda. Murat Pay kedilere süt verdirmekle hem Raci’nin kendinden başkalarını düşünmesi, canlılar arasında ayırım yapmaması gerektiğini gösteriyor, hem de gizliden miraca ve miraç geceleri içilen süte bir göndermede bulunuyor.

Raci’yi meşkten alıkoyan bir şey daha var. Futbol tutkusu. Süfli şeylere düşkünlük de bir engel bu yolda gidenler için. Futbol merakı ile dünyaya olan ilgi kastediliyor. Bu aşırı ilgi Raci’nin terakkisini engellerken kendisiyle başlayan çocuğun futbol üzerine sohbet ettiği halde mesafe kat etmesi bize deniz-gemi metaforunu hatırlatıyor. Gemi su alırsa batıyor, ama su almazsa yüzüyor. Raci’nin ilgisi gemiye su aldıracak düzeyde, arkadaşı ise gemiye su aldırmadan bu işleri yapıyor. Raci gemiye su aldırıyor ama batmasına da izin vermiyor. Gemiyi kurtarıyor ama artık başka denizlerde yelken açacak.

Raci ile ilgili bir muamma var filmde. İlk kez fotokopicide gördüğü, kütüphane de karşılaştığı bir kıza aşık olması. Bir fotoğraftan evlendiklerini öğreniyoruz. Ama kızının annesinin nasıl kaybolduğunu bilmiyoruz, öldü mü, boşandılar mı, terk mi etti, çözülmeyi bekleyen bir düğüm olarak izleyicinin zihninde kalıyor.

Ve Raci’nin olgunluk dönemi. O artık iyi bir tamburî ve musiki araştırmacısı olmuştur. Kutb-ı nâyî Osman Dede’nin pek bilinmeyen miraciyesinin peşine düşer. Sahafları dolaşır, kitaplar alır ve araştırır. Kırıntı kadar da olsa bulma ümidi ile Kırıntı köyüne kadar bile gider. Sonunda aradığını Bursa’da Numaniye Dergahında bulur. Burada geleneğe uygun bir şekilde okunan miraciyeyi kızıyla birlikte dinler.

Raci’nin olgunluk döneminde sahip olduğu arabada izleyicinin gözüne sokulan bir nesne vardır: Aynaya asılı tesbih. Sanki Raci’nin eline almaya korktuğu veya beceremediği ama gözünden de ayıramadığı ve günün birinde mutlaka eline alıp çekeceği bir emanet.

Bir diğer sembolik olay iki defa üstüne kuş pislemesi. İlkinde çocukluğunun geçmiş olduğunu tahmin ettiğim evin önünde. İkincisi konser öncesinde ama farkında değil. Arkadaşlarının uyarısı üzerine fark eden ve bunu bir işaret olarak kabul edip ilk gittiği eve gider.

Raci’nin üç evresinde üç süt hikayesi var. İlki çocukluğunda babaannesinin sağdığı sütü içmesi, ikincisi gençliğinde kapısındaki kedilere süt içirmesi, üçüncüsü ise Numaniye dergahında ikram edilen süt. Yalnız sonuncusunda sütle birlikte şerbet de var. Artık o hamlıktan kurtulmuş ve zevk ehli olmuştur. Bir hatırlatmada bulunayım. Süt ikramı tasavvufta önemli bir remizdir. İlm-i ledüne işarettir. Miraçta Hz. Peygamber’e ikram edildiği için teberrüken içilir. Özellikle

Bir tabakla geldi üç kâse ana
Biri hamr u biri süd birisi mâ

Beyti okunurken ikram edilir. Murat Pay’ın bize hatırlattığı unuttuğumuz bir diğer gelenek.

Akla şöyle bir soru gelebilir. Miracı neden sema ve miraciye üzerinden işledi de namaz üzerinden anlatmadı? Nedensizlik ilkesi ile cevap verilebilir hiç şüphesiz. Bir tercih nihayetinde. Fakat gözden kaçırmamız gereken bir şey var. Murat Pay burada bize miracı anlatmıyor sadece, miraç kandillerindeki geleneklerimizi ve kaybettiğimiz hazinelerimizi gösteriyor. Bunu da tasavvuf, musiki ve edebiyat gibi anlatıma zenginlik katan unsurlarla yapmış. Gayet de güzel yapmış.

Bunlar dışında üzerinde konuşulacak o kadar çok şey var ki filmle ilgili. Unutulan ve artık söylenmeyen musiki makamları ve eserleri, Mevlid’in tamamını okumayan mevlithan eleştirisi, geleneğin ihyası, İstanbul, Mevlevihane, cami, bir zamanlar içinde hikayelerin anlatıldığı, musikilerin meşk edildiği evler, pikaplar, çoğumuzun ilk defa gördüğü ses kayıt cihazları.

Bir film gibi anlattım sanki. Şimdi birden öyle hissettim. Sizi yanlış yönlendirmiş olmayayım. Aslında biraz film, biraz belgesel. Murat Pay’ın Tarkovski ve Kaplanoğlu yolundan gitmesi belgesel kısmını daha çok hissettiriyor ama benim ısrarla filmi hikaye üzerinden izleme merakım sizleri bir film beklentisi içine sokabilir. Uyaraım da sonra beni suçlamayın.

Filmin adı Saklı Miras. Sahip olduğumuz mirasın nasıl saklandığını da filmin son karelerinde görüyoruz. Numaniye dergahından başlayan ve genişleyen çekimlerde dergahın şehrin kalabalıklığı arasında sıkışıp kaybolması aslında her şeyi özetliyor.

Marifet o kalabalık arasında o dergahı görmekte ve bulmakta. Ateş böceklerini geceleri herkes görür, gündüzleri görebiliyor muyuz? Tüm mesele bu.

Üsküdarlı Nasuhi Efendi’yi de, Hz. Ahmed’in sıfatını, Hz. Mustafa’nın mucizatını söyleyen Kutb-ı Nâyî Osman Dede’yi de rahmetle ve minnetle anıyorum. Bize bu duyguları yaşatan Murat Pay’a da can u gönülden tebrik ve teşekkür ediyorum.

Her kim eylerse Muhammed vasfını
Âkıbet Mahmûd eder Hakk ismini

Beytinde buyurulduğu üzere ismi övülenlerden olması niyazıyla huuuuu.

 

ETİKETLER: