MUHSİN İLYAS SUBAŞI: MEVLÂNÂ, BİZİ KENDİMİZE GÖTÜREN YOL GÖSTERİCİDİR!
MUHSİN İLYAS SUBAŞI: MEVLÂNÂ, BİZİ KENDİMİZE GÖTÜREN YOL GÖSTERİCİDİR!
Yazar Muhsin İlyas Subaşı: Mevlânâ bizi kendimize götürmelidir. Çünkü o, bizi kendimize götüren bir yol göstericimizdir. Merkez insanın kendisidir.
Muhsin İlyas Subaşı ile Türkiye Yazarlar Birliği Konya Şubesi’ndeki konuşmasının ardından hoş bir sohbet gerçekleştirdik. Bugüne kadar onlarca eserde imzası bulunan Subaşı’nın özellikle Mevlana hakkındaki düşünceleri bazı bulantıları da gidermeye vesile olacak kudrette. Tabi yazmak gibi bir çileyi omuzlayan pek çok kimse gibi onun da dertli olduğu hususlar var. Mevlânâ ile ilgili derdinden tutun da “Daha lise öğrenimim sırasında bir solcu hocanın ısrarına uyarak İmam-Hatip Okulu’ndan ayrılıp liseye geçseydim, şimdi o kesimin en büyük yazarı olurdum” sözlerinde ifadesini bulan derde kadar ne varsa kanattık. Size de okumak düşüyor.
Söyleşi: M. ALİ KÖSEOĞLU
-Mevlânâ ile ilgili eserler kalem alıyorsunuz, Peşinen sorayım: Derdiniz ne?
-Mevlânâ ilgili bugüne kadar yazan insanların salih niyetleri neyse, benim derdim de o. Öncelikle Mevlânâ düşüncesini eğip bükmeden kendi yerine oturtabilmek. Bu yolda çalışan insanlara benim de imkânlarım ölçüsünde katkım, öncelikle dıştan bu düşünceye yönelik yozlaştırıcı yorumlara karşı insanları uyarıp set çekebilmektir. Bakınız aziz dostum, size bir hususu hatırlatayım: Daha 22-23 yaşlarımda iken, Mevlânâ üzerine şiir yazdım ve Türkiye’nin o yıllarda en önemli dergilerinden birisinde neşrettim: 1966 Ocak ayında Türk Yurdu dergisinde, “Aşkı Mevlânâ’da arayıp buldum, / Ney’inden dinledim şarkılarını ./ İçtim tasavvufu ben yudum yudum, / Okudum Yunus’un sayfalarını”, mısraları bendenize aittir. Gençliğin uçarılığı ve maceraperestliğini bir kenara itmiş bir gencin Mevlânâ’ya bu şekilde yaklaşması, bugün bu eserlere zemin hazırlayan bir tercih anlayışının sonucudur. O kültürün içinden yoğrularak geldik, yazdığımız bu eserleri yeterli bulmuyorum. Mevlânâ ile kendi zaaflarına meşruiyet kazandırmak isteyenlerin yeni bir dinî anlayış oluşturma çabalarına karşı durabilmek için aklı başında her insanın üzerine düşeni yapması gerekiyor. “Derdiniz ne?” diyorsunuz. Benim temel derdim işte budur!
-Bugün dünyada popüler olan Bir Mevlânâ ile karşı karşıyayız, bu Mevlânâ insanlara; “ne olursan ol gel” diyor. Çok hoşgörülü. Bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?
-Peşinen söyleyelim, bu ifadenin yer aldığı metin Mevlânâ’ya ait değildir. Hiçbir eserinde böyle bir sözü yoktur. Yine de şöyle bakabiliriz: İnsanların, ne olurlarsa olsunlar, Mevlânâ’nın dergâhına gelmeleri tabii bir şeydir. Mecusi de olabilirler, putperest de, Hıristiyan da, Yahudi de. Gelmeliler, o dergâhın kapıları elbette onlara sonuna kadar açıktır. Ancak, bu ifadenin merkezinde yer alan şu ifade, böyle bir çağrıya izin vermez. “Tövbeni bin kere bozmuş olsan da yine gel!” Yani tövbesinde yalama olmuş bir insanı kabul edecek kadar ilkesiz değildir Mevlânâ ve dergâhı… Böyle bir gizli niyeti “hoşgörü” ambalajıyla getirmeyi bir kenara bırakıp, doğrudan hoşgörüyü ele alırsak, bu bizim inancımızın temel hareket noktasıdır. İslam Peygamberi, amcasının oğlu çok sevdiği dostu Hz. Hamza’yı şehit eden insanı affedebiliyorsa, biz elbette insanlara sevgiyle yaklaşacağız. Ancak bunu hümaniteryen niyetlere çekerek yapmamalıyız… Her gün binbir pisliğe bulaşan insan akşam tövbe edecek, Mevlânâ’nın dergâhına gidecek ve oradan icazet alıp cenneti umacak. Hıristiyanlar, Endüljans maskaralığıyla bunu yaptılar, geldikleri noktayı görüyorsunuz. İslam’da olmayan bir şeyi Mevlânâ’da var etmek o insana büyük bühtan olur. Bu, Amerika’da ve Batı’da kotarılıp bize kabul ettirilmeye çalışılan “Ilımlı İslam”, projesinin ambalajlanmış bir tuzağı olabilir. Dikkatli olmak mecburiyetindeyiz. Değilse, Kur’an bile insanların tövbe etmelerini, istemiyor mu? Ancak, onu bu kadar ölçüsüzlüğe götürmemek lazım diye düşünüyorum. Bununla farklı bir Mevlevilik meşrebi oluşturmak istiyorlar ki, gerçek tehlike de işte buradadır!
-Mevlânâ’yı dünyada bu kadar tanınır kılmışken sizce neler yapmalı?
-Mevlânâ’yı kendi öz düşüncesiyle takdim etmek gerekir. Bugün Batı’da aklı başında insanlar, onu eserleri dolayısıyla kabul ediyorlar. Birçok insan Mesnevi, Divan-ı Kebir’i, Rubailer’i okuyarak ona sığınıyorlar. Yapılacak iş, bu kitapların belli başlı büyük dillere çevirip insanlığın istifadesine sunmaktır. Çok değil elli yıl önce Batı’da Mevlânâ ancak birkaç şiiriyle biliniyordu. Yapılan tercümelerin birçoğunda, Mevlânâ’nın felsefesini bilmeyen insanlar, çoğu kere tasavvufi terkipleri ve derinliği kavrayamadıkları için bu tercümeler verimli olmamaktadır. Bu işi bir komisyon eserlerin ruhuna sadık kalarak yaptırırlarsa Mevlânâ’ya, kültürümüze ve bütünüyle İslam’a büyük bir hizmet yerine getirilmiş olacaktır. Batı’da manevi çöküş giderek toplumsal felaketlere kayacaktır, onlar da bu işin farkındalar, çıkış yolu arayanlara Mevlânâ yoluyla İslam’ı sağlıklı bir referans yolu olarak sunabiliriz diye düşünüyorum…
-Dünyadaki bunca kirlenmişlik ve krize Mevlânâ’nın diliyle çözüm üretmek mümkün mü? Bugün dünyaya Mevlânâ ile nasıl ulaşılabilir?
-Aslında, bu sorunuz biraz önceki cevabın içinde talebini bulmuş olmaktadır. Yine de daha net ifadeyle şöyle diyebiliriz. Bu kirlenmişlik ve krizin anahtarı bütünüyle İslam’dadır. Mevlânâ ise onlara anlayacakları dille hitap ettiği için sağlıklı bir vasıtadır. Bunu da, Batı’da Müslüman olan aydınların hemen hepsi söylemektedir.
-Sema törenlerini eleştirileriniz oluyor, sizce ne tür zararları var bu işin?
-Efendim, sema’yı eleştirmiyorum. Sema bir vecd halidir, bir zikir tarzıdır. Onun da adabı ve erkânı var. İzleyenin de bu edebe sahip olması gerekir. Bunu turistik amaç için kullananlara itiraz ediyorum. Kaldı ki, konuda yalnız da değilim. Aklı başında birçok Mevlânâ dostu da benim gibi düşünüyor. Bu mesele netameli bir konu, yanlış anlaşılması halinde, iyi niyetli çabamız düşmanlık doğurur. Onun için izniniz olursa, Konya’daki konuşmamın bu konuyla ilgili bölümünden bir kısmını buraya aktarayım. Söylediklerimin mana ve mahiyeti daha iyi anlaşılır sanıyorum. Orada bu konuda şöyle dedim:
“Sema bir zikir hali ise, bırakalım o zikri yapanlar onu kendi derununda yaşasınlar. Bunu gösteriye dönüştürmenin dayanılmaz ıstırabından ne zaman kurtulacağız? Bakınız size düşündüren bir örnek nakledeceğim. Aslında bu, bir ferdî tepki değildir, bu, bir maşeri vicdanın sızlanışının örneğidir. Cenazesini ölümünden on yıl sonra vasiyeti üzerine getirip Konya’ya “Havva” adıyla defnettiğimiz Eva de Vitray Meyerovitch, Konya’ya geldiğinde gördüğü durumu kendisine yöneltilen bir soruya karşılık şöyle anlatmaktadır:
[Türkiye’de sema izleyip dönen ve hayal kırıklığına uğramış olan insanlar gördük. Onlar orada sema diye turistler için bir gösteri, bir halk dansı görmüşler.
Maalesef, böyle bir şey mümkündür. Bir gün, Konya’ya varır varmaz, bir ‘sema’ görmek için acele gittim. Âyin icra edilen yer, neon ışıklarıyla aydınlatılmış büyük bir spor salonuydu, girişte bazı insanlar coca cola içerken, bazıları da pirinçten yapılma yaldızlı küçük semazenler satmaya çalışıyorlardı. ‘Sema’nın kendisi her zamanki kadar güzeldi, ama canım, sema bu değil ki. İçim daraldı ve âyin bitmeden orayı terk ettim. Odamdan içeri girerken, Mevlânâ’ya hitaben kendi kendime, ‘Aslında, bu karikatür yerine başka bir şey seyretmeyi ne kadar isterdim’ diye mırıldandığımı fark edince şaşırdım, tam o esnada, telefon çaldı ve bana ‘Hanımefendi sizi arıyorlar’ denildi. Beni aramalarının mümkün olmadığını, çünkü geldiğimi daha kimseye haber vermediğimi söyledim, fakat santraldeki görevli ısrar etti ve karşıdakinin Doktor Eva diye aradığını söyledi. O zaman derviş dostlarımdan birinin sesini duydum: ‘İnsan semanın tam orta yerinde bizi bırakır da gider mi?’ Ruhumun daraldığını söyledim, o bana ‘Âyini folklor gösterisine çevirmek bize haz mı veriyor sanıyorsunuz? Haydi, gelin sırf sizin için Sema edeceğiz’ dedi. Böylece gecenin saat ikisinde bir Sema âyini seyrettim. Mevlânâ’nın istediği kâinatın gerçek dansıydı bu, atomların ve gezegenlerin baş döndürücü dönüşünü yansıtan âyin işte bu.]
Burada soru soran; “Türkiye’de sema izleyip dönen ve hayal kırıklığına uğramış olan insanlar gördük. Onlar orada sema diye turistler için bir gösteri, bir halk dansı görmüşler”, ifadesi Sema’nın dışarıdaki algılanışın çok net fotoğrafıdır. Hayal kırıklığına uğrayanlar kimler? Batı’dan gelen gönül adamları. Onlar kendi boşluklarından kurtulmak için bir sığınma amacıyla geliyorlar buraya. Tabii burada hüsrana uğradıkları için bu genel kanaati besleyen duygularını dillendiriyorlar gittikleri ülkelerde. Şimdi şunu düşünebiliriz: Sema bu kadar kötü mü algılanıyor? Hayır, sema maksadının dışına çıkarılıp seyirlik hale getirilirse öyle algılanıyor. Nasıl algılanmasın? Onlar Mevlevi Sema ekiplerinden haz alırken bu defa otellere dönüyorlar, karşılarında bir sema karikatürü… Hatta yemek yenen yerlerde bir başka rezalet. Bunlar kuşkusuz, Mevlevi sisteminin dışında, ama fatura Mevlânâ’ya çıkarılıyor. Mevlânâ bu mu? Mevlevilik bu mu? Bakınız, bizzat kendisinden dinledim, bu ihtifalleri başlatanlardan Feyzi Halıcı, 1978’de Amerika’ya çağrıldıklarında, oradaki iki ay boyunca süren gösterilerinden sonra da, birisi kendilerini davet eden Rotko Vakfı’nın başkanı Bayan Menil olmak üzere, üç ayrı şahıstan “Bu yapılanlar Mevlânâ’nın ruhaniyetini yansıtmıyor”, şeklinde eleştiri aldıklarını bizzat bana söylemişti. Görünen o ki, giden sema ekibi ne kadar teslimiyet duygusu içinde olurlarsa olsunlar izleyenlerde bu ihlas duygusu yoksa bu defa yaptığınız zikir hali değil, gösteri şeklini almaktadır. Artık şuna doğru gidiyoruz: Otel lobilerinde sarhoş dansçıların dönüşlerine bir çare bulmak gerekir. Kültür Bakanlığı’nın tamim yayınlayıp tedbir alması öyle sanıyoruz ki yetmeyecektir. Avrupa’da samimi Mevlevilerin müdahalesiyle belki istismarın önü alınabilir, ama özellikle Amerika’da bunu “gösteri sanatı”na dönüştürenler giderek artıyor. Türkiye’de ise düğünlere kadar indirdiler. İnsan Allah’tan korkar. Geçenlerde bir politikacı dikkat toplamak için Meclis’e bir semazenle geldi ve orada sema gösterisi yaptırdı. İş bu kadar mı çığırından çıkarılır? Bu davranışlar Mevlânâ’nın düşüncesini yansıtması gereken Mevleviliği de büyük ölçüde olumsuz etkilemektedir. Ben semayı hareket halindeki teslimiyet hali, zikir hali olarak görüyorum. İzleyenlerin de o şuur ve o edeb içinde olmaları gerekir. Bir ilahi dinler gibi, mevlit dinler gibi huşu ile ona bakmaları gerekir. Kola içerek, sakız çiğneyerek değil!”
-“Aşkta Yanan Dede” isimli eseriniz var, Elif Şafak’ın ” Aşk”ı oldukça popüler olurken sizin bu ve bunun gibi eserleriniz sadece sarrafı tarafından biliniyor, bunu neye bağlıyorsunuz?
-Bizim kesim, hala birbirine kuşkuyla bakıyor, hatta biraz da kıskanıyor gibi geliyor bana. Bakınız, sözünü ettiğiniz roman niye popüler oldu? O kesimde de ciddi bir manevi boşluk var ve bu buhrana doğru gidiyor. Çıkış arayanlar bu romanda kendi geleceklerine reçete aradılar. Meselenin bir cephesi bu, diğer cephesinde ise, onların ekip anlayışından beslenen medya pompalaması var. Onlar meseleye ideolojik bütünlük içinde bakıyorlar. Kendinden bir insanı ön plana çıkarabilmek için medyanın bütün imkânlarını kullanıyorlar. Bizdeki felakete bakın: “Aşkta Yanan Dede” romanı yazdık, bir Allah’ın kulu çıkıp da, “iyi yaptın,” ya da “senin ne haddine be adam”, demedi. Hiçbir TV kanalına çağrılmadım, hiçbir dergi ya da gazetede bu kitapla ilgili doğru dürüst bir değerlendirme çıkmadı. Hâlbuki bir Rum aileden gelen Diyamandi, daha 13 yaşında iken Mesnevi’nin ilk üç beytiyle yanıp tutuşarak teslim oluyor. Yirmi beş yıl Müslümanlığını gizleyerek yaşıyor, azınlık okullarında devletin adeta tek başına istihbarat elemanı oluyor. Teslimiyetini ve vecdini sokakta bile yaşanacak şekilde içtenlikli bir Müslüman haline dönüşüyor. Soyunun Karakeçili aşiretine dayandığını, aslen Türk olduğunu ispat etmek için yıllarca “Şer’iyye Sicilleri”ni tarıyor ve sonunda bunu bulup açıklıyor. Müslümanlığını açıkladıktan sonra, Patrikhanenin talimatıyla eşi ve kızının kendisini sokak ortasına atmasına aldırış etmiyor. Bu roman, böyle bir insanın, Mevlânâ’ya bağlılıkla İslam’la şereflenmesinin ve dramlarla dolu hayatının hikâyesi. Kitap kendini götürüyor. Okuyan bir başkasına tavsiye ediyor ve böylece üç baskıya ulaştı. Üzülerek söyleyeyim, ben daha lise öğrenimim sırasında bir solcu hocanın ısrarına uyarak İmam-Hatip Okulu’ndan ayrılıp liseye geçseydim, şimdi o kesimin en büyük yazarı olurdum. Çünkü onlar beni istediğim fakültede okutmayı da taahhüt ediyorlardı. Bu teklife “hayır”, dedim. Pişman değilim, ama bizim kesimin kadir bilmezliğinden içtenlikle üzüntü duyuyorum. Bu duyarsızlık, yalnızca bana değil, bir yığın yazarımıza yapılıyor. İlginç bir tevafuktur, bana bu teklifi yapan öğretmenle tam elli yıl sonra, bir kongrede birlikte bildiri sunmak için 2010 yılında karşılaştım, eserlerimi görünce; “Seni ben ta o zaman fark etmiştim, ama beni dinlemedin. Bizim kesimde olsaydın şimdi çok daha farklı yerlerde ve güçte olurdun”, dedi. Bunun bir abartı olmadığını belirtmek için bu öğretmenin adını da vereyim: Kayseri Lisesi’nin 1960’lı yıllarda İngilizce öğretmeni Bekir Özgen. Bu konudaki durumumuz işte bu.
-Bir de “İki Mevlevi” isimli eserinizi biliyorum. Bu eserdeki iki Mevlevi’yi biraz açar mısınız?
-Bu eserde, Mevlânâ’nın iki önemli sevdalısını anlatmaya çalıştım. Bunlar, Ahmet Remzi Dede ile Yanan Dede’dir. Ahmet Remzi Dede, Üsküdar Mevlevihanesinin son şeyhidir. Tekke ve Zaviyeler kapatılınca, onu oradan alıp Osmanağa Kütüphanesinde görevlendirmişler. O dönemin önemli isimlerine hizmetini sürdürmüş. Düşünebiliyor musunuz, dönemin Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel, günümüzün popüler şairi Arif Nihat Asya, Konyalı, Prof. Dr. Feridun Nafiz Uzluk, Hüseyin Vassaf, Ord. Prof. Süheyl Ünver, Prof. Bedii N. Şehsuvaroğlu, İbnü’l Emin M. Kemal İnal, Hakkı Süha Gezgin, daha birçok kişi onun mürididir. Ünlü politikacılarımızdan Prof. Turhan Feyzioğlu damadıdır. Daha da önemlisi, Diyamandi diye bilinen ve bizim Yanan Dede dediğimiz Mehmet Abdülkadir Keçeoğlu onun sayesinde İslam’ı seçmiş ve çok büyük hizmetleri yerine getirmiştir. İkinci Mevlevi de işte bu Yanan Dede’dir. Hıristiyan bir aileden gelen bu zatın 25 yıl ailesinde dahi gizlediği Müslümanlığını yaşayış macerası ve yaptıkları hizmeti, Mevlânâ’ya tutkusunu “Aşta Yanan Dede” adıyla ayrıca bir roman yaptım. Bu kitabın özelliği ana hatlarıyla böyle.
-Mevlânâ’yı bugünlerde elitlerin anladığından bahisle, yaşadığı dönemde halka hitap ettiğini söylemiştiniz, bu kadar uçurum nasıl oluştu?
-Mevlânâ’nın hitap ettiği halk demek ki, bugünkü elitler seviyesindeydi. Ya da bugünkü elitlerimiz o günkü halkın seviyesini aşamamış, tabii bu işin esprisi. Mesele şu: Mevlânâ halkın ufkunu görüyor, kalbini okuyabiliyordu. Dili Farsça olmasına rağmen, kullandığı malzeme bizim halkımızın irfan alanına giriyordu. Bakınız size enteresan bir örnekten söz edeyim, Mevlânâ’nın yaşadığı yıllarda, bazı camilerde hutbeler Farsça okunuyordu. Demek ki, halkta bu dili anlayanlar vardı. Bugünkü halk ise, onun hitap ettiği o günkü halk değil. Bırakın Farsça’yı, Arapça’yı, Türkçeyi doğru dürüst öğretemediğimiz bir topluluk var karşımızda. Asırlarca bu halkı cehalete mahkûm etmişiz. Bu halk Mevlânâ’yı anlamıyorsa ne diyebiliriz. Kusur onlarda mı, o insanların idrak duygularını besleyecek yönetenlerde mi? Doğal olarak bugün aydın bu meseleye ilgi duyuyor. Türkiye bu iki kesim arasındaki farkı asgariye indirdikçe, kültür ve medeniyetteki yükselişini sürdürecektir. Umarız bu gelecek pek uzakta olmasın.
-“Batı’daki Mevlânâ” üzerine de çalışmanız var, bize biraz da bundan bahseder misiniz?
-“Batı’daki Mevlânâ” aslında kitaplaşmış bir çalışma. Batı’da Mevlânâ’nın algılanış biçimi nedir? Bu sorunun cevabını aramaya çalıştım. Bu kitabın ortaya getirdiği temel espri şu oldu: Batılı aydın, Mevlevilik kültürü içinde yetişmiş ya da ona gönül vermiş olanlarıyla birlikte bizdeki aydından çok daha sağlıklı bir şekilde Mevlânâ’yı anlamış ve yorumlamış gözüküyor.
-Mevlânâ’nın bazılarınca yanlış anlaşıldığını da söylüyorsunuz. “Mevlânâ Moğol ajanıydı” gibi söylemlerle karşılaşıyoruz zaman zaman, olabilir mi bu?
-Bakın M.Ali bey, size bir örnek vereyim: 1991 yılında Dünya şairler kongresi İstanbul’da yapıldı. Buraya Fransa’dan gelen bir hanımla Süleymaniye Camii’nde yaşadığım bir diyalog vardır. Ondan kısaca söz edeyim size. Fransız bayan camiyi gezdikten sonra şunları söyledi:
“Çok şanslı bir milletsiniz, hatta özel bir milletsiniz. Tanrı, Yunus’u ve Mevlânâ’yı insanlığa sizden armağan etmiş. Hadi, Yunus’un dili sizin halkınızın gönlüne çok yakın. O sizin olsun ama Mevlânâ bizden çıksaydı ne olurdu yani?..”Şair hanım, ‘Mevlânâ bizim dilimiz olsaydı’ demek istiyordu. Sorusunun altındaki niyet buydu. Buna rağmen, sormadan edemedim:
“O, bütün insanlığın rehberidir. Bizden çıkmış, sizden çıkmış ne fark ederdi ki? Sonra sizden olsa nasıl olurdu?”
“Bizden olsaydı, biz bütün dünyada Fransız kültürünü hakim kılardık!..”
“O bizden çıkmış ama bizimle yetinmemiş, bütün insanlığın sesi oluvermiş. Bakın sizler geldiniz burada, Yunus’la buluştunuz. Mevlânâ’yı bu kadar yakından tanıdığınıza göre, Fransa’da da Mevlânâ ile berabersiniz herhalde?..”
“Evet, orası öyle, ama yine çıkıp birileri ‘Kimdir Mevlânâ?’ diyebiliyor. Bu soruya, ‘Fransız!’, cevabını vermenin ayrıcalığına da sahip olmayı çok isterdik…”
Şimdi düşünün dışarıdaki böyle bakıyor, bizim içimizdekiler onu ajanlığa götürecek kadar insafsız bir suçlamaya yöneliyorlar. Bunun izahını nasıl yaparsınız? Bu mübarek insan “Fihi Ma Fih”ine, “Bilginlerin kötüsü, beyleri ziyaret eden bilgindir; beylerin hayırlısı da bilginleri ziyaret eden bey. Ne güzel beydir yoksulun kapısındaki bey; ne kötü yoksuldur beyin kapısındaki yoksul” cümleleriyle başlasın, siz kalkın onu, götürüp Moğol Valisinin emrine kapıkulu eyleyin. Hadi ilmi hassasiyetiniz yok, bari milli ferasetinizde mi kalmadı? Sonra bu insan devlet adamı mı, asker mi, komutan mı ki, kalkıp Moğollarla savaşsın? Dahası, Mevlânâ daha çocukken, babası Sultanül Ulema Bahaeddin Veled Hazretleri, Hazretleri, ailesini Moğol zulmünden kurtulmak için yurdunu yuvasını terk etmek suretiyle 10 bin km.yi bulan bir kaçış yolculuğuna çıkacak. Çoğu zaman yaya olarak bulabilirse merkep, at ve deve sırtında aylarca yolculuğun çilesine ailesiyle birlikte katlanarak gelip Konya’ya yerleşecek. Oğlu Mevlana da büyüyünce babasının kemiklerini sızlatacak bir işbirliğine gidecek. Bunu, dikkate almadan konuşanların zekâ sorunu olması gerektir. Unutmayalım, kim iddia ederse etsin, bu tür suçlamalar tarihin realitesiyle ve suçladığınız kişinin misyonuyla örtüşmüyorsa iftiradır. Bu da büyük günahtır, büyük saygısızlıktır.
-Son olarak şunu sormak istiyorum: Mevlânâ’nın bizi alıp götürmesi gereken yer neresi? Mevlânâ ile yolu bir şekilde buluşanların ulaşacakları nihai bir merkez.
-Mevlânâ bizi kendimize götürmelidir. Çünkü o, bizi kendimize götüren bir yol göstericimizdir. Merkez insanın kendisidir. “Eşref-i Mahlukât” sırrını kavrayan bir insanın erdemlerine ulaşmak için Mevlânâ’yı çok iyi anlamak gerekir. Onu anladığımız zaman gideceğimiz yolu da, kapıyı da bulabiliriz. İlginize teşekkür ediyorum efendim.
-Biz de teşekkür ederiz Muhsin İlyas Hocam.
Memleket Gazetesi