Muharremdir cihan ağlar – Bilal Kemikli
Muharremdir cihan ağlar
Her Muharrem geldiğinde bir hüzün çöker yüreğime. Gönlüme bir darlık gelir. Bilirim tarih “keşke” ile okunmaz; lakin yine de her muharremde, “ah keşke tarihimizde bu trajedi olmasaydı” demekten kendimi alamam. Kerbelâ, baştan sona bir trajedidir.
Bir yanda kendini “kurban eden bir yüce can var”. O can ki, şâh-ı şehîd, cümle şehitlerin şahıdır. O can ki, Efendimin biricik yadigârı, pâk Fâtıma”nın canıdır. O can ki, şâh-ı merdân, yiğitlerin, kâmil insanların, gönül adamlarının, mânâ ve ruh derinliğine ermiş bilgelerin, ilm-i ledün sırrına mazhar olmuş âriflerin şâhının, Allah”ın aslanının, Hayber Fatihinin canıdır. O can ki, bir yiğit, bir er kişi…
Öte yanda iktidarın, mevki ve makamın, şan ve şöhretin, mal ve mülkün cazibesine yenik düşmüş, manayı, himmeti, hizmeti, şefkat ve merhameti unutmuş bir koca karabulut. Evet, karabulut. Bu karabulutların getirdiği kasırga, sadece şâh-ı şehîdi değil, kundakta bir bebek olan Ali Asgar”a değin o soylu, o pâk, o masum canların hepsine kastetmiştir. Günlerce susuz bırakmış, aç, biilaç bırakmış, sonra da hırsını alamayıp, zehirli oklarıyla ve kanlı kılıçlarıyla o masumlara akla gelmedik eziyetler ederek pek çoğunun kanını Kerbelâ toprağında akıtmış, bir kısmını da Şam zindanlarında mahkûm etmiş yahut da köle pazarında satmıştır.
Her Muharrem geldiğinde, bedenim buradadır, ama aklım ve gönlüm Kerbelâ”da. Mahzunlaşır yüreğim, gözlerim yaş dolar, “keşkeli” cümleler kurarım… Olmaz; o hatırayı, o anı unutmak mümkün değildir. Unutmak niyetinde de değilim, lakin tarihten neden ders almadığımızı, niçin hala o acıların bizi birleştirmediğini sorar dururum. Evet, niçin? Zaman ırmağını geriye akıtmak mümkün değildir, tarihi tersine çeviremem. Bu yüzden sorulara sığınır, cevaplar ararım. Sorular ve cevaplar beni ana, yarına taşır. Bu bakımdan Muharrem, benim için, siyasi-sosyal anlamda bir muhasebe ayıdır. Muhasebe defterim, elimden bırakamadığım Kerbelâ şairi Fuzûlî”nin Hadîkatü”s-süedâ”sıdır. İlginçtir, bu defterde rakamlar bulunmaz, her satırında, tarih ve gözyaşı vardır. Bilirim ki, tarihe gitmeden yarını kuramam. O yüzden okurum, okurum… Sonra, her cümlesinde, her paragrafında, o anı yaşar, ağlarım, ağlarım.
Akar sular gibi aksun ağlasun
Sinesin dağlayıp yansun ağlasun
Ac susuz bu demde kansun ağlasun
Senin âşıkların İmâm-ı Hüseyn
Şeb-i gamda bülbül gibi zâr eyle
Siyahlar bürünsün bu efkâr ile
Pür etsün eşkini hûn-i nâr ile
Senin muhiblerin İmâm-ı Hüseyn
Aklım ve gönlüm Kerbelâ”da… Kerbelâ mahzun, ben mahzun. Bilhassa içinde yaşadığımız zamanlarda bu mahzunluk daha da arttı. Kerbelâ, eskiden hacılarımızın uğrak yerlerinden birisiydi. Hacımız önce buraya uğrar, Âl-i abâ sevgisi tazeler; sonra Harem-i Şerîf”e giderdi. Âşıkları Kerbelâ toprağını, gözlerine sürme olarak çekerlerdi. Kutsaldı, değerliydi bu toprak… Oysa şimdi yollar kapandı; dosta gidilmez, Şâh-ı Şehîd ziyaret edilmez oldu. Hüznüm daha da arttı. Dilimde Osman Kemâlî”nin mersiyesi, gözlerimde yaş.
Muharremdir, kamer mahzûn, güneş me”yûs kan ağlar
Felek şerkeşte mebhût, hayrete dalmış cihan ağlar
Cefâ-yı şâh-ı mazlûma tahammül etmeyip dağlar
Ezelden gözlerinden âblar olmuş revân ağlar
…
Kesildi başları bin cevrile bir âşık-ı zârın
Kesen mel”unlara lânet edip seyf-i Sinan ağlar.
…
Yirmi bin kişi birden ok atdı Şaâh-ı Mazlûm”a
Bizi atman diyüp zâlimlere tir ü keman ağlar
…
Cihânın sâhibinden bir içim su kıskanılmış, âh
Fırat ağlar, Murad ağlar, zemin ü âsuman ağlar
…
Döküldü hûn-i mazlûmân yere, yer mâteme girdi
Melekler titreyüp inler, felek”de kehkeşan ağlar
…
Döküldü hûn-i mazlûmân yere, yer mâteme girdi
Melekler titreyüp inler, felek”de kehkeşan ağlar
…
O Şâhın derdi etmiş cümle insan oğulunu giryân
Bilenler bilmeyenler hep bu derd ile inan ağlar
…
Belâ-yı Ehl-i Beyt”in yazmağa imkan mı var, asla
Söz ağlar, söyleyen ağlar, kalem ağlar, yazan ağlar
Osman Kemâlî”nin mersiyesi uzar gider. Ama yürekteki sızı, o tarifsiz acı, o hüzün hep orada kalır. Söz tükendi. Kalem sustu. Ne diyelim? Ehl-i Beytin rûhu şâd olsun, onları seven canların gönülleri şen olsun, aşk olsun!