Muhammed İkbâl

Muhammed İkbâl

İKBAL ve MEVLANA

Dr. Cavit İkbal

Muhammed İkbalin oğlu

Muhammed İkbâl ve Mevlâna dinî şairler olarak, şiirleriyle kendi çağlarının manevî iradelerini tasvir etmeye çalışmışlardır. Her ikisi de okuyucuyu büyüler. Çünkü mesajlarındaki tazelik, zamanın akışı ile tesirini yitirmemiştir. Her ikisi de olağanüstü çalkantılı dönemler yaşamış olmalarına rağmen, şaşkın insanlığa umut ve huzur vermişlerdir.

Mevlâna’nın yaşadığı 13’ncü yüzyıl İslâm’ın yarattığı görkemli medeniyetin yıkılışına tanık oldu. Bu bir manevî ve kültürel çöküş devresıydi. Din bilginleri sadece zevahirle ilgileniyorlardı; Kur’an-ı Kerim ‘i de sadece bir “kuramlar kitabı” hâline getirmişlerdi. Sûfîler Şeriât’ı terketmiş, Budizm ve Vedantik felsefenin etkisiyle pasifliği, kaderciliği ve dünyadan kaçışı benimsemişlerdi. Hukukçular zamanlarının çoğunu saçma sapan tartışmalar ile geçiriyor ve İslâm’ı sadece bir yasal düzen hâline getiriyorlardı. Ulemâ ise sadece akılcı bilimlerle ilgileniyor ve neredeyse ruhbanlık sistemini benimser bir hâle geliyorlardı. Hurafeler ve batıl inançlar yayılmış ve birçok tanınmış Müslüman “Haşşaşîlerin” kurbanı olmuştu.

Bu dönemde; İslâm en korkunç iki düşmanıyla da karşılaştı. Batı’daki Haçlılar ve Doğu’dakı Moğollar. Her tarafta ölüm ve tahribat vardı. İlim adamları kendi canlarını ve güvenliklerini korumak için vatanlarından kaçıyorlardı. Ancak bu karışıklık Konya’ya varamadı ve burası bunalımlı bir dönemde bile bir ba­rış beldesi olarak kaldı.

İkbâl’in yaşadığı çağ; yani 19’ncu yüzyılın sonuyla, 20’nci yüzyılın başı da bunalımlı bir dönemdi. Osmanlı İmparatorluğu dağılıyordu. Balkanlardaki savaşlar Türkiye’yi Avrupa’daki topraklarından mahrum etmişti. Müslümanlar Doğu Avrupa’dan kovuluyorlardı. Mısır, İngilizlerin çizmesinin altındaydı. Fransa, Fas’ı ele geçirmişti, Çin ve Orta Asya’daki Müslümanlar Milliyetçi Çin İmparatorluğu ve Rus Çarlarının kölesi olmuşlardı. Iran çöküyordu. Afganistan İngilizlerin hakimiyeti altındaydı. Hint Müslümanları ise kaybettikleri özgürlüklerini tekrar kazanmaktan umutlarını yitirmişlerdi. İngiliz hakimiyeti altında “büyük azınlık” durumuna düşmüşlerdi. İtalya Trablusgarb’a saldırmıştı. Ruslar Meşhed’i bombalıyordu. Irak ise İngilizlerin istilasına uğrayıp işgal edilmişti. İstanbul bile Ingilizlerin eline düşmüştü. Suriye Fransa’nın eline geçmiş ve Sevr Antlaşması uyarınca Türkiye de parçalanmaya çalışılıyordu.

Diğer tarafta ideoloji alanındaki durgunluk ulemanın sadece geriye bakmalarını sağlamış ve düşünceleri bakımından özgür ve yaratıcı olmaktan çıkmışlardı. Çökmekte olan tasavvuf hareket iradesini öldürmüş, hukukçular da “içtihad” kapılarını kapatmıştı. Böylece, Ikbâl’in yaşadığı çağda genellikle geçmişte yaşayan ve sürekli olarak “savunmada olan” Müslümanlar insiyatiflerini kaybetmişlerdi.

Mevlâna ve İkbâl arasında 700 yıllık uzun bir ara olmasına rağmen her ikisinin de kendi çağlarında fitne ve kötülükleri bastırdığı görülür.

Onun için diyebiliriz ki, Mevlâna’nın 13’ncü yüzyılda kazandığı başarıyı, İkbâl de O’ndan ilham alarak 19. ve 20’nci yüzyılda kazanmıştır.

İkbâl öğrencilik çağından beri Mevlâna’nın eserlerini biliyordu. 0, ilk olarak Mevlâna’nın düşüncesindeki geleneksel “vücûdî” yorumunu benimsemiş; ancak kendisi derinlemesine inceledikten sonra Mevlananın geniş kapsamlı “vucüdiyet”in değil; aksine, insan ile Allah arasındaki çok yakın ve samimi sevgisinin savu­nucusu olduğunu anladı. İşte bu safhada Mevlâna, ikbâl için “Âşıklar Kervanının Rehberi” oluverdi ve O, O’nu bir pîr ve mürşit kabul etti.

Daha önce de belirttiğimiz gibi düşünce bakımından İkbâl ve Mevlâna arasında bir çok benzerlik vardır. Her ikisi de İslâm tarihinin bunalımlı dönemlerinde yaşamış; ve çürümekte olan çevrelerine karşı alışılmışlığın dışında bir tepki göstermişlerdi. İkbâl’in felsefesinin ana teması olan “benlik”in kökleri, Mevlâna’nın insan haysiyetine saygı ve Allah’ın ulûhiyeti ile ilgili basit öğretilerinde bulunabilir, ikbâl, O’nu izlerken bir adım daha ile gidip, insan kişiliğinin var olması ve benliğinin güçlendirilmesi için ayrıntı­lı bir sistem geliştirdi.

Mevlâna, demir ve ateşi örnek göstererek insan ile Allah arasında birleşip tamamen kaybolma durumunun hasıl olmadığını ve tamamen geçici bir değişiklik meydana geldiğini, dolayısıyla insanın Allah’tan her zaman ayrı bir kimliğe sahip olduğunu vurguluyor. İkbâl ise, Allah’ın sıfatlarının, sevgi vasıtasıyla insana sirayet ettiğini düşünüyor, ikbâl bunun için şöyle bir örnek veriyor : Nasıl ki denizin dibinde bulunan sedefe düşen bir damla su, bir inciye dönüşüyorsa, insan da daha iyi bir evren ve daha mükemmel bir dünya düzeninin kurulması için çalışmalarında Allah’ın iş ortağı ve yardımcısı mertebesine yükselebilir. Dahası; Mevlâna evrime (gelişim,değişim) inanırken, ikbâl de değişiklik felsefesinin savunucusu ve evrenin sürekli değişiklik içinde olduğuna ve bunun, Allah’ın daimi bir işi olduğuna işaret eder. Böylece, ona göre “insanın yaratıcı faaliyetlerinin” bir sonu yoktur.

Mevlâna’ya göre akıl, şeytandan aşk ise Hz. Adem’den kaynaklanır. Bu bakımdan,   aklın,   aşka  tabi  olduğuna inanır. İkbâl’e göre sezgi (veya aşk) aklın  daha yüksek bir şeklidir ve mürşidi gibi aşkı sadece övmekle kalmaz, bunu yaratıcıtıcı ve dinamik bir güce çevirir.

İkbalin düşüncesindeki şeytan, insanın evriminde dinamik ve hareketli bir güçtür. Bu, gene Mevlâna’nın bu konudaki görüşünün ileri bir safhasıdır. Çünkü Mevlâna da insanın düşünsel, ahlâki ve manevî gelişmesindeki kötü yanlarını iyi bilmek­tedir.

Mevlâna da, İkbâl de hür iradeci olup, insanın özgürlüğüne inanırlar. Her ikisi de onun hayat mücadelesine katılmaları ve bunun için düşünce, ahlak ve yenilenen evrene “sevgiyle” katkıda bu­lunmalarını ister. Mesajları, geçmiş veya rafa kaldırılmış eski geleneklerle ilgili olmadığı için, “çağdaş insan”a yöneliktir.

Bunlar, ileri görüşlü olup, insanın taptaze, yenilikçi ve yaratıcı olmasını sağlar.

Sonuç Olarak;

İkbâl’in kabrinden alınan bir avuç toprak, Mevlâna Müzesi’nde müridi için yapılan sembolik bir mezarda durmaktadır. Hint Yarımadasında Müslümanlara ait ayrı bir devletin rüyasını görmüş olan Pakistan’ın manevî kurucusu İkbâl, mutlak surette Mevlâna’nın eserlerinden ilham almıştı. Bu nedenle; Pakistan, coğrafi olarak Güney Asya’da bulunmasına rağmen kökleri Konya’da bulunmaktadır.

Mevlâna’nın dönemini, kendi dönemi ile karşılaştıran İkbâl, doğru olarak şöyle demiştir: “O geçmişte fitneciliği bastırdı, ben de günümüzde aynı şeyi yapıyorum.”  Böylece,  Mevlâna’nın  13. asırda yaptığını, ondan ilham alan İkbâl 19 ve 2O.yy’da başardı.

İkbâl, hem Doğu hem de Batı felsefesini  çok  iyi   biliyordu. Ortaya çıkan önemli soru, değişik felsefe disiplinlerin­den geçerken, niçin Mevlâna’yı kendisine “üstat” ve “manevî rehber” olarak seçti?

Buna sebep, pek çok ortak yanlarının olmasıdır, derim. Her ikisi de İslâm tarihinin karmaşık dönemlerinde yaşadılar. Mevlâna, insanın değerini telkin etmiş ve Allah’nın üstünlüğünü vâz etmiştir. İkbâl’in Benlik Kavramı’nı, Mevlâna’nın bu öğretilerine dayandırdığı söylenebilir. İnsanın manevî gelişmesinde kötülüğün pozitif değeri konusunda Ikbâl’in rehberi gene Mevlâna’dır. Ikbâl’in, insan hayatının evriminde ve evrenin genişliğinde şeytanın kavrayıcı, dinamik ve aktif kudreti hakkında görüşü, Mevlâna’nın fikirlerinin bir uzantısıdır. Mevlâna bir özgürlükçü olup, insanın özgürlüğüne inanırdı. İkbâl de Mevlâna gibi bir özgürlükçüdür; ve O da insanın hür olduğuna inanır.

Böylece her ikisi de insanlığa bir ümit mesajı verirler. İleri görüşlü, insana hayat mücadelesine katılmasını öneren, tabiatta bir yol bulucu olmayı ve daima en yeniyi bulmayı öğütlerler.

 

Muhammed İkbal kimdir? Pakistanlı İslam alimi, şair, filozof ve politikacı Muhammed İkbal’in hayatı.

 

1873’de Pakistan’ın Pencap eyaletine bağlı Siyalkut kentinde doğan Muhammed İkbâl, Hindistanlı Müslüman düşünür, şairdir. Muhammed İkbal mutasavvıf bir anne ve babanın oğlu olarak dünyaya geldi. İkbal çocukluk yaşlarından itibaren tam bir Kur’an aşığıydı. Devamlı Kur’an okumakta olduğunu gören babası, ona Kuran-ı Kerim’i anlamak istiyorsan, sana indiriliyormuş gibi oku” dedi.

EĞİTİM HAYATI

Kur’an eğitimini medresede tamamladıktan sonra, Arapça ve Farsça hocasının yönlendirmesiyle İslam edebiyatıyla ilgilenmeye başladı. Lahor’da yüksek öğrenimini tamamladıktan sonra Doğu Dilleri Fakültesi’ne hoca olarak tayin edildi. Bu yıllarda Muhammed İkbal’in şiirleri de yayınlanmaya başlandı.

11205’de Londra’daki Chambrich Üniversitesi’nin felsefe ve iktisat bölümünden mezun oldu. Londra’da üç sene kadar kalan İkbal, burada Arap Dili ve Edebiyatı Fakültesi’nde hocalık yaparken, bilhassa Londra’da ilgi görmesine sebep olacak çeşitli İslâmi konularda bir dizi konferans verdi. Yine Londra’da kaldığı müddet içinde hukuk üzerine okuyan İkbal, savcılık diplomasını aldıktan sonra Almanya’ya giderek Münih Üniversitesi’nde felsefe dalında doktora yaptı. Kendisi, Londra’da kaldığı üç yıl içerisinde bir kere bile teheccüt namazını geçirmediğini, en büyük zevkinin de seher vaktinde soğuk suyla abdest almak olduğunu belirtirdi.

11208’de Hindistan’a döndüğünde, yazı ve şiirlerine hayranlık duyanlar tarafından büyük bir coşkuyla karşılandı.

SİYASİ ÇALIŞMALARI

Muhammed İkbal ülkesinin siyasetine de katılmış ve halkını bu konularda yönlendirmişti. Onun bu konudaki düşüncesi ise, “Siyaset; çalışmak, izzet ve şerefe davet etmektir” şeklinde idi.

Müslüman Hintli mücahitler adıyla yazdığı şiirleri Hindistan’daki müslümanların hareketlenerek İngiliz sömürüsüne başkaldırmalarında ve Pakistan’ın kuruluşunda büyük tesiri olmuştu. Bu yönüyle İkbal M. Akif Ersoy’a da benzetilmiştir.

1932’de uzun süren bir hastalık sonrasında ölümü tebessüm ve rıza ile karşılayan İkbal 21 Nisan 1938’de Allahın rahmetine kavuşmuştur. İşte bu sıralarda İkbal ölümle ilgili olan şu sözleri söylemiştir: “Ölümü ve acıyı mutluluk ile karşılamak, müminin alametlerindendir.”

ANA TEMASI “İSLAM”

İkbal yazı ve şiirlerinde müslümanları derinlemesine İslâm’ı öğrenmeye çağırırdı. Çünkü “Müslümanların izzeti ve hürriyeti, İslâm’ın asıl kaynağı olan Kuran ve Sünnet’tedir” diyordu.

Ona göre fert kendisini iyi yetiştirirse cemaattaki görevini daha iyi yapacaktır. Eğer hata yaparsa iyi yetişmiş cemaat onu ikaz edip düzeltecektir. Bu konuda bir şiirinde şöyle diyor:

“Eğer fert bir cemaata mensup olsa tıpkı bir damla iken nehir olur.

Artık onun ruhu, bedeni, açığı ve gizlisi, her şeyi bağlı bulunduğu toplumuna ait olur.”

İkbal cihad ve çalışmada hayat; tembellik ve uyuşuklukta da ölüm olduğunu söylerdi. Yine ona göre insanın kendisine güvenmesi ve devamlı olarak nefsini zorluklara karşı kuvvetli olabilecek şekilde hazırlaması kişiye mutluluk vermektedir. Kişinin kendisine güvenmesi konusunda şöyle diyordu:

“Başkalarının nimetlerinden kendi rızkını arama. İsterse güneşin kaynağından gelmiş olsun. Hiç kimseden su bile isteme. Allah’a güven ve çalış. Bu şerefli İslâm ümmetinin yüzünü utandırma. Bir gün Hz. Ömer at üstünde giderken elinden kamçısı düştü. O, etrafindakilerden hiç birinden kamçısını vermelerini istemeyip, bizzat atından inerek kendisi almıştı.”

Pakistan’ın mânevî mîmârı Muhammed İkbâl, birgün Medîne’den dönen hacıları ziyâret ederek onlara bir müslüman gönlünü sergileyecek şu suâli sorar:

“-Medîne-i Münevvere’yi ziyâret ettiniz! Uhrevî Medîne çarşısından gönlünüzü ne gibi hediyelerle doldurdunuz? Getirdiğiniz maddî hediyeler, takkeler, tesbîhler, seccâdeler bir müddet sonra eskiyecek, solacak ve bitecek. Solmayan, gönüllere hayât veren Medîne’nin rûhânî hediyelerini getirdiniz mi?”

MUHAMMED İKBAL NELER YAPTI?

İslâm dünyasının içinde bulunduğu durum, diğer Hintli müslüman aydınlar gibi İkbal’i de İslâm milletlerinin bir rönesans gerçekleştirmesi gerektiği fikrine yöneltti. 1922’de İngiliz yönetimi tarafından kendisine “sir” unvanı verilmişse de bu unvanı kullanmadı. 1926-1929 yılları arasında Pencap Yasama Konseyi üyeliğinde bulundu. 1928-1929’da Madras, Haydarâbâd ve Aligarh üniversitelerinde İslâm düşüncesinin yeniden kurulması üzerine konferanslar verdi. 1930’da Allahâbâd’da gerçekleştirilen Hindistan Müslümanları Birliği’nin yıllık toplantısına başkanlık etti. Bağımsız Pakistan Devleti’nin kuruluşu yönünde ilk ciddi adım, İkbal’in bu toplantının açılış konuşmasında ortaya koyduğu düşüncelerle atıldı. 1931 yılında yapılan II. Milletlerarası İslâm Konferansı’nda Dünya İslâm Kongresi’nin başkan yardımcılığına getirildi.

Hindistan halkına sınırlı yönetim hürriyeti verilmesi konusunu görüşmek üzere 1931’de Londra’da düzenlenen II. Yuvarlak Masa Konferansı’na İkbal de katıldı ve orada Muhammed Ali Cinnah ile yakın temas içinde bulundu. Dönüşte İtalya ve Mısır’a uğradıktan sonra Filistin’de düzenlenen Dünya İslâm Konseyi toplantısına iştirak etti. 1932 yılında yine Londra’da gerçekleştirilen III. Yuvarlak Masa Konferansı’na katıldı ve toplantının ardından Paris’e giderek Henri Bergson ve Louis Massignon ile görüştü. Buradan İspanya’ya geçen İkbal’in Kurtuba Ulucamii’ni ziyaret etmesi ve güçlükle izin alarak camide namaz kılması onun unutamadığı bir hâtıra oldu, bununla ilgili olarak “Mescid-i Kurtuba” başlıklı şiirini yazdı. İspanya’dan İtalya’ya geçerek Mussolini ile görüştü ve ondan Kuzey Afrika müslümanlarına iyi davranmalarını istedi. 1933’te Afganistan Kralı Nâdir Şah’ın daveti üzerine Süleyman Nedvî ile birlikte Kâbil’e giderek Afganistan’ın idarî sisteminin yeniden düzenlenmesi üzerine temaslarda bulundu.

İkbal 1934’te gırtlak kanserine yakalandı ve sesini kaybetti, daha sonra gözleri de iyice zayıfladı, maddî problemler yaşamaya başladı. Buna rağmen gerek halkının gerekse İslâm âleminin meseleleri ve geleceğiyle ilgisini devam ettirdi. 1937’de, ülkesindeki müslüman halkın en büyük lideri olarak gördüğü Muhammed Ali Cinnah’a, Hindistan Müslümanlarının bağımsızlığı ve güvenliği hususundaki görüşlerini içeren bir mektup yazdı. 21 Nisan 1938’de vefat etti ve Lahor’daki Mescid-i Şâhî’nin minaresi dibine defnedildi. Üç evlilik yapan Muhammed İkbal’in ikinci evliliğinden olan oğlu Câvid İkbal, babasının eserlerini ve düşüncelerini tanıtma yönünde önemli çalışmalar yapmaktadır.

MUHAMMED İKBAL’İN EDEBİ YÖNÜ

İkbal genç yaşta bir şair olarak ülkesinde adını duyurmayı başardı. “Himalaya”“Öksüzün Feryadı”, “Kandil ve Kelebek”“Terâne-i Hindî” gibi manzumelerin de içinde bulunduğu çoğu gazel tarzındaki lirik şiirlerinin temel konusu tabiatı, insanı ve tarihiyle Hindistan’dır. Bundan dolayı, vatan sever bir ruh taşıyan şiirler müslümanlar kadar diğer Hintliler arasında da büyük ilgi görmüştür. Edebiyat tenkitçileri İkbal’in ilk dönemdeki şiirlerinde sembolizmin zayıf kaldığını, şairin bu problemi uzun yıllar sonra 1935’te yazdığı Bâl-i Cibrîl ile aştığını kabul ederler.

İkbal’in Avrupa’dan ülkesine dönmesinin ardından yazdığı eserlerde giderek artan bir yoğunlukta dinî ve felsefî konulara girdiği görülür. 1911’de kaleme aldığı “Şikve” ve 1912’de yazdığı “Cevâb-ı Şikve” başlıklı Urduca şiirlerinden sonra şöhretinin doruğuna 1915’te yayımladığı Esrâr-ı Ħôdî adlı uzun mersiyesiyle ulaşmış, bunu Rumûz-i bî-Ħôdî takip etmiştir.

Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî hayranlığının sonucu olarak Meŝnevî-i Manevî tarzında Farsça kaleme aldığı her iki eserde de felsefî konuları işlemesine rağmen duygu yoğunluğunu korumayı başarmıştır. İkbal’in Farsça’ya yönelmesi, hem kendisine daha çok okuyucuya hitap etme imkânı veriyor hem de onu köklü bir gelenekle bütünleştiriyordu. İkbal’in, Goethe’nin divanına (Westoestlicher Divan) bir mukabele sayılan Peyâm-ı Meşrıķ adlı manzumesinde yeniden lirizme döndüğü görülür. 1927’de yazdığı Câvidnâme ise onun şaheseri sayılır; Farsça olan eser bir tür manzum dramdır.

İkbal şiirde açık seçikliğin şart olmadığını, hatta şiirdeki muğlak unsurların duygu dünyasını etkilemede yararlı olabileceğini söyler. Fakat onun sanat anlayışını “fonksiyonalizm” şeklinde nitelemek mümkündür. İkbal sanat sanat içindir anlayışını benimsemez. Sanat insana ve topluma hayat vermeli, benliği güçlendirmeli, Mûsâ’nın elindeki asâ gibi bâtılı yok edip gerçeği ortaya çıkarmalıdır. Onun şiirinin bir tek temel hedefi vardır:

Müslümanlara, gerek fert gerekse ümmet olarak kendi kişiliklerini geliştirip güçlerini yeniden kazanmalarını öğretmek.

YENİDEN KURULUŞ

Dinamik ve organik bir felsefe anlayışına sahip olan İkbal bunun bir gereği olarak İslâm ülkelerinde fert, toplum, teorik düşünce gibi alanlarda bir yeniden kuruluş faaliyetine girişmenin zorunlu olduğunu düşünür. Çünkü İslâm’da dinî düşünce özellikle son beş asırda hareketliliğini yitirmiştir. Zamanımızda gözlenen büyük gelişmeler karşısında İslâm’da dinî düşüncenin yeniden kurulması ertelenemez bir görev haline gelmiştir. Bu görevi yerine getirmenin iki önemli safhası vardır:

Geleneksel yapının tahlil ve tenkidi, tefekkürün gelişmeler ışığında yeniden inşası. Bu çerçevede İslâmî geleneği eleştiri süzgecinden geçiren İkbal, klasik kelâm ve felsefenin Kur’an’ın ruhuna uymayan yönlerine temas eder, bu yolla vahyin tecrübî ve rasyonel yönünü yeniden ön plana çıkarmaya çalışır. Ardından aynı tenkitçi bakışları tasavvufa çevirerek onun modern düşünce ve tecrübelerden yararlanmak suretiyle yeni olan hiçbir şey ortaya çıkaramadığını, hâlâ günü geçmiş yöntemlerini devam ettirdiğini belirtir.

İslâm hukuku ve bu hukukun ana ilkelerini de aynı yaklaşımla gözden geçiren düşünür, Kur’an ve Sünnet’i yeni gelişmeler ve ihtiyaçların ışığında yeni baştan anlamaya, yorumlamaya çalışarak ictihad faaliyetine yeniden koyulmadıkça gerek İslâmî düşünceye gerekse dinî hayata bir hareketlilik getirilemeyeceğini savunur. İkbal, konferanslarının beşincisinde İslâm kültürünü tenkitçi bir yaklaşımla açıklamak, altıncısında da İslâm’da hareket ilkesini tahlile çalışırken bu yeniden kuruluşun amelî yanına dikkat çekmek istiyor, yeniden inşa faaliyetini gerçekleştirebilmek için müslümanların vahye dayanarak evrenin mânevî yorumunu yapmaları, insanı ruhanî özgürlüğüne kavuşturmaları ve ahlâkî temele dayalı bir sosyal yapı oluşturmaları gerektiğini söylüyordu.

TÜRKİYE VE TÜRKLERLE İLGİSİ

Türk milletinin yakın tarihteki sıkıntılarıyla ilgilenen İkbal, bu ilgisini daha 1911’de Trablusgarp Savaşı şehidleri için yazdığı şiiriyle terennüm etmiştir. Burada İkbal, huzuruna çıktığı Hz. Peygamber’in kendisine hediye olarak ne getirdiğini sorması üzerine cennette bile bulunmayan bir hediye getirdiğini söyleyerek içinde Türk şehidlerinin kanının bulunduğu şişeyi Resûlullah’a sunar. İkbal, sömürgecilik döneminde bağımsızlığını koruyabilen tek müslüman millet olarak övdüğü Türkler’i aynı zamanda “İslâm rönesansını” gerçekleştirebilecek potansiyele sahip olarak da görmektedir.

Türkler’in gerek İslâm tarihindeki rolleri gerekse Trablusgarp, Balkan, I. Dünya savaşları ve Millî Mücadele’deki kahramanlıkları İkbal’in hayran olduğu ve gelecek için ümit beslediği özelliklerdir. Saltanatın kaldırılıp hilâfetin ilga edilmesi de İkbal tarafından alkışlanmış ve cesur bir ictihad olarak İslâm dairesinde değerlendirilmiştir. Ona göre müslüman milletler içinde sadece Türkler dogmatizm uyuşukluğundan kurtulabilmiş ve entelektüel hürriyet bilinciyle kendilerini yenilemek yolunda mesafe almışlardır. Ancak İkbal, sonraki yıllarda ortaya çıkan gelişmeleri ve Batılılaşma hareketlerini bir geçiş dönemi zarureti gibi görmek istemişse de böyle olmadığı neticesine varınca bunları Câvidnâme’de açık şekilde eleştirmiş ve üzüntüsünü dile getirmiştir.

İkbal’e göre taklitçi bir anlayış içinde Batı’ya yönelmek kendinden uzaklaşmaktır. Batı’nın kuvveti eğlencede değil ilim ve fendedir. İlim ve fen için Avrupalılaşma’ya değil kafaya ihtiyaç vardır. Hikmet, ilim ve hünerin kıyafetle ilgisi yoktur. “Türk, kendinden geçmiş bir halde Avrupa’nın sarhoşu ve kölesi olma yolundadır ve kendini gösterme arzusundan dolayı Batı’dan raks ve şarkıyı getirmiştir.” Fakat İkbal bütün bu ifadelerine rağmen Türkler’le ilgili olarak nihai noktada bir kararsızlık içindedir. Bir taraftan laikleşme ve Batılılaşma’yı eleştirirken diğer taraftan bu sürecin gerçek İslâm’a yönelişle noktalanacağı ümidini taşımaktadır. Nitekim Nehru’nun, Türkler’in din bağından kurtularak ilerleme yoluna girdikleri şeklindeki bir ifadesine tepki olarak “Türkler’in dinlerinden vazgeçmediklerini, aksine daha gerçek bir İslâm’a yöneldiklerini” söylemektedir.

ESERLERİ

Muhammed İkbal’in çeşitli şiirleri, mektup, makale, nutuk, bildiri, başkalarının eserlerine yazdığı önsöz gibi yazıları yayımlanmıştır. Bu arada onun eserlerindeki şiirlerden seçmeler yapılarak neşredilmiş, ayrıca Farsça şiir kitapları Külliyât-ı İķbâl başlığıyla (Lahor 19120), Urduca şiir kitapları da aynı adla (Lahor 1991) basılmıştır.

Muhammed İkbal, son dönem İslâm düşünürleri arasında hakkında en çok inceleme, araştırma ve yayın yapılanların başında gelir.

Kaynaklar: Altınoluk Dergisi, 194. Sayı / DİA