MODERN İNSANIN BUHRANLARINA HZ. MEVLÂNÂ’NIN MESAJLARI – Abdullah ÖZTÜRK
MODERN İNSANIN BUHRANLARINA HZ. MEVLÂNÂ’NIN MESAJLARI
Yrd. Doç Dr. Abdullah ÖZTÜRK
İnsanoğlu varolduğu günden beri, bir yandan nereden gelip nereye gittiği sorusunu sormuş, dinî ve dünyevî bütün ilimlerle bu soruya cevap aramış; diğer yandan hayatın bütün cephelerinde sınırsız ihtiyaçlarını karşılamanın mücadelesini vermiştir.
İradesinin dışında gelişen hayatın, bu alemde bir başlangıcı ve sonu olduğuna şahit olan insanoğlu, kendisi için meçhul olan bu gerçeğin sırrını birazcık olsun anlayabilmek için, kendisine yol gösterdiğine inandığı inanç sistemlerine ve mitolojilere yönelmiştir. Bu tür yönelişlerde aklını, tecrübesini ve sezgisini kullanan insan, kendi mahiyeti hakkındaki farklı görüşleri nedeniyle zaman içinde dogmatik, pozitivist ve ateist anlayışları benimsemiş ve hayatla ilgili problemlerin çözümünde de bu temel anlayışları esas almıştır.
Aklıyla diğer canlılardan farklı olduğunu idrak eden insanoğlu bazen dinin öğrettikleri ile aklın öğrettiklerini birleştirmiş, bazen de dini reddederek her şeyi aklın sınırlan içinde açıklamaya çalışmıştır.
Bugün hakim konumda olan Batı medeniyeti XVII. asırdan itibaren ilahî mesajlara sırt çeviren, yalnız aklın kılavuzluğunu kabul eden, gerçeklerin sadece laboratuarlardan çıkabileceğini iddia eden pozitivist bir anlayışa girmiştir.
Batının yeniden doğuş adını verdiği “Rönesans” terakkisi ile XVI. yüzyıldan itibaren kendini Tanrı yerine koyan modern insan, kainatı Tanrı’nın yerine yönetme iddiasına kalkışmıştır. Bilim ve tekniğin kendisine verdiği güçle, başka insanlara, başka kıtalara hükmetmeye çalışan bu insan, tabiatın mucidi ve sahibi olmak gibi başka bir mutluluğu hayal etmiştir. XVIII. ve XIX. yüzyıllarda hüküm süren ve doruğa ulaşan bu geçici zaferin sarhoşluğuna kapılan ve yeniden doğduğuna inanan modern insan, hayatın felsefesini yeniden yazmaya başlamıştır.
Tanrı’nın yerinde modern insanın hüküm sürmesini isteyen Rönesans filozoflarının bu umutları XX. yüzyılın birinci yarısında yani Birinci ve İkinci Dünya Harbiyle sona ermiş ve yerini umutsuzluğa bırakmıştır. Önce Tanrı’yı öldüren sonra içindeki Tanrılık duygusunu yitiren modern insanın ümitsizliği Heidegger, Sartre ve Foucault gibi ideologları isyan edebiyatına itmiştir. Kendisini 1942 yılında bu bunalımın ortasında bulan Jean Paul Sartre, “Varlık ve Yokluk” adlı eserinde aynen şunları söylemiştir: “İnsan Tanrı olmayı tasarlayan bir varlıktır. Fakat Tanrı fikri çelişkilidir. Kendimizi boşuna yoruyoruz. İnsan ihtirazsız bir tutkudur.” Yine varoluşçu yazar Albert Camus “İsyan Eden İnsan” adlı eserinde, “hayat saçmadır, hayatın hiçbir anlamı yoktur” demiştir. Fransız komünist yazar André Malraux da “Hayatın anlamı var mıdır? sorusunu ilk soran ve bilmiyorum cevabını veren bizim medeniyetimizdir” demektedir. Cüz-i aklıyla tanrılık sevdasına kalkışan insanoğlu kendi iflasını kendisi imzalamıştır.
“Çok karmaşık olan dünyanın pilotluğunu insanın yapması çok zordur. Problemlerimizin çözümünü bilgisayarlara bırakmamız lazım” diyen Nobert Wiener ile daha birçoklarının sibernetik uygulamaları da insanın mahiyetini anlamada yetersiz kalmıştır.
İnsanda manayı öldüren, onu madde alemine hapseden bu materyalist anlayış, önce batı insanını, sonra onun hayranlarını ancak maddi tatminlerle son bulan uzvi arzulara köle etmiştir.
Modern dünyanın bu krizini zamanında fark eden René Guenon 1946’larda yazdığı “Modern Dünyanın Krizi” adlı eseriyle batı dünyasında şok etkisi yapmıştır. Bir örnek verecek olursak önce koyu bir Hıristiyan olan, sonra ateizme yönelen Fransız yazar André Gide “Eğer René Guenon’un söyledikleri doğru ise benim söylediklerimin hepsi yanlış olur ve tüm eserlerim hükmünü yitirir.” demiştir.
Bugün bilgi ve haberleşme çağında yaşadığını, söyleyen, ama yalnızlık ve ilgisizlikten şikayet eden, adeta bu dünyadan kaçmaya, uzayda yaşamaya hazırlanan modern dünyanın insanları, yaşadıkları bu paradoks içinde, “Tanrıya ihtiyacımız var mı?” sorusunu tekrar sormaya başlamışlardır. Fransız filozof Roger Garaudy’nin daha çok Hıristiyan dünyası için kaleme aldığı bir eserinin başlığı da budur: “Avovons- nous besoin de Dieux?”
İnsanlığın problemini çözeceğini vadeden, dünyaya ekonomik ve sosyal refahı getireceğini iddia eden ve bunu bir bakıma sağlamış olan Batı’nın materyalist ve liberalist anlayışı, diğer taraftan aç gözlü, amaçsız, doyumsuz bir insan tipini de ortaya çıkarmıştır. İnsanda ruhun eserini yok eden bu materyalist değişim, onu şiddetle alkolizme ve uyuşturucu kullanmaya da itmiştir.
Dünyayı geniş bir pazar yapan serbest pazar ekonomisinin vahşi rekabet kanunları zenginliğin, toplumun belli bir kesiminde, sefaletin de toplumun diğer kesiminde toplanmasına neden olmuştur. Serbest Pazar ekonomisi sisteminin insanı sömüren canavar mantığı, bir kısım insanların servet yağmalayıcısı olmasını, diğer insanların da sömürülmesini ve esaretini gerektirmektedir. İngiliz Filozof, Thomas Hobbes’in (1588-1679 ) dediği gibi bu sistem insanı, insan yiyen canavar haline getirmiştir.
Bugün Batı dünyası, yukarıda arz ettiğimiz tablo içerisinde bir taraftan liberal kapitalist sistemin sosyo-ekonomik baskılarıyla karşı karşıya kalmakta, diğer taraftan kendilerinin basit bir tüketim aracı olmalarını reddeden insanlar, dinî ve mânevi arayış içerisinde bulunmakta, kendi inanç sistemlerinde bulamadıkları mânevi boyutu İslâm dininde ve özellikle Hz. Mevlânâ’nın görüşlerinde aramakta ve ona akın etmektedirler.
Geçmişte olduğu gibi günümüzde de gerek doğulu gerek batılı bütün bilginlerin ve düşünürlerin ifade ettikleri gibi Hz. Mevlânâ tüm zamanların en büyük mütefekkir ve şairlerinden biridir.
Hz. Mevlânâ’ya göre kainatın özü olan insan, Allah’ın yeryüzündeki halifesi olma şerefine sahip yüce bir varlıktır. Ancak madde ve ruhtan müteşekkil olan bu varlık, madde yönüyle, süfli, mana yönüyle ulvi alemlere ulaşır.
O’na göre mutluluk insan-ı kamil olabilmektedir. Mükemmel insan demek olan insan-ı kamil, bencilliğin ve kendini beğenmişliğin dar kalıpları içerisinde kalmayıp yaratılışını ve ölümünü müdrik olan insandır. Beşeriyeti teşkil eden kainat tarihinin hepsini ve ilahi vahdaniyetin tecellisini kendinde toplayan bu insan, mükemmel bir hayatın varlık sebebidir.
“Bağları kopar ve özgür ol ey oğul!” diyerek insanlığa hitap eden Hz. Mevlânâ İnsan-ı Kamil mertebesine, ben duygusunun öldürülmesi ve nefsi arzulardan kurtulmakla ulaşılabileceğini söylemektedir.
Bunun için insan, evrensel hayatı ezelden yaratan ilahi gücü, vahdaniyet yani birlik sıfatıyla, ruhunun ta derinliklerinde hissederek kendisini arındırmanın mücadelesine koyulmalıdır. Ona göre toplumdaki kötülerle ve kötülüklerle mücadeleden önce fertler, kendi içlerindeki düşmanı görmeli, bencilliği, makam ve mevki sevdasını terk etmeli, ilmin gururuna kapılmamalı, ihtiraslarına yenilmemeli ve hepsinden önemlisi Allah yolunda “ölmeden önce ölmeyi” bilmelidir. Bu yolda kişi yiğitliğin hakkını vermeli, gerek ferdi gerekse toplumsal yaşantısında zorluklardan yılmamalıdır.
“Aşk burakı ve Mürşid’in kılavuzluğu olmadan Peygamber gibi menzilleri nasıl aşabilirsin” diyen Mevlânâ, aşkı Allah’a doğru yükselmekte en önemli vasıta olarak görür. Ona göre “Aşksız dünya ölü olacaktır.”
Hayatı anlamlı kılan ve dünyaya hayat bahşeden bu aşk, en küçük bir Okyanus dalgasından, insanın Allah ile olan en yüce alâkasına kadar kâinattaki her şeye karşı muhabbetin hareket gücüdür.
Bu aşk ile Mevlânâ’nın “yeniden doğuş” diye adlandırdığı bir uyanışla dirilen insan, tabiat ile bir bütün oluşturur. Ona göre tabiattaki varlıklar Allah’a işaret eden birer ayettirler. O, her parçada bütünü, her atomda bir güneşi görebilir.
Aynı asıldan geldiğinin şuurunda olan bu kamil insan ancak beşeriyet ile birlik ve bütünlük oluşturabilir. Bu, hudutsuz bir Müsamahayla insanlığı hakim kılan, dünyayı ahret haline getiren, iyiliği ve hayrı hedef edinen bir birliktir.
Hz. Mevlânâ, insanları bugün dil, din, ırk, renk bakımından farklı göstererek aralarında düşmanlıkları körükleyen anlayışa, kesinlikle karşıdır. O, insanlar arasında barış ve diyaloga mani olacak her türlü engelin aşılmasını ister ve şu dizelerle, bunu açıkça ifade eder:
“Gel, ansızın ayrılıp gitmeden birbirimizin kıymetini bilelim.
Alicenap kişiler, arkadaşları uğruna canlarını feda ederler. Düşmanlığı bırak, biz de insanız.
Kin ve garez, dostlukları karartır; niçin onları gönlümüzden söküp atmayalım?
Madem ki öldükten sonra bizimle barışacaksın, şimdi öldüğümüzü farzet de barışalım.”
Hz. Mevlânâ’ya göre aynı dili konuşanlar değil, aynı duyguları paylaşanlar anlaşır. Sevgi, tahammül ve hoşgörü ile açılamayacak kapı yoktur.
“Sevgiyle acılar tatlılaşır, sevgiyle dertler şifa. bulur. Sevgiyle ölüler dirilir. Sevgiyle padişahlar kul olur. Barış dalgaları kalplerden kinleri atar, savaş dalgaları ise sevgileri altüst eder. Kin ve nefret gelince göze yüz perde iner, marifetler görünmez olur.”
Ancak O, gayeye ulaşmak için Allah’ın ipine, peygamberlerin gösterdiği kutlu yola sımsıkı yapışmayı ve bu yolda sürekli çalışmayı tavsiye eder. “İnsanın uğradığı zararların ve başına gelen sıkıntıların, çalışmamaktan ve gayret göstermemekten ileri geldiğini söyler.”
İnsanoğlu ihtiyaçlarına çözümler ararken akıl ve bilginin en üstün değer unsurları olduğunu bilmelidir. Fakat, akıl sınırsız olan bilginin çok az bir kısmını ihata edebileceğinden, hakikati aramada o, küllî akla müracaat etmek zorundadır. İnsan bu engin ufuklara ancak aklı- külli ile ulaşabilir.
Güç, adalet ise, herkese layık olduğunu vermektir prensibini benimseyen Mevlânâ, doğrunun ve hakkın hakim kılınması, yanlışlıkların ve kötülüklerin bertaraf edilmesi için hiçbir fedakarlıktan kaçınılmaması, bu uğurda sabır, metanet, tahammül, sevgi ve hoşgörüyle ilerlenmesini öğütler.
İnsanın biyolojik yapısından atom fiziğine kadar insanlığı ilgilendiren çok çeşitli mevzulara el atarak, dünyevi ve uhrevi sorunlara cevaplar veren Mevlânâ’nın çağları aşan mesajları, XXI. yüzyılda hâlâ parçalanıp kutuplaşma dönemini yaşayan, modern dünya insanına ışık tutacaktır.
Bir nevi semavi dinlerin ve kültürlerin özünü oluşturan sevgi ve hoşgörüye dayanan Mevlânâ anlayışının yer almadığı toplumlar ve toplumlararası kuruluşlar her zaman insanlık buhranına mahkumdurlar.Ülkeler arasındaki dini, kültürel ve etnik farklılıkları ayrılık sebebi sayan insanları beyaz ve siyah ırk ayırımına tâbi tutan ve bunları diyaloga engel gören zihniyetler, hiçbir zaman kalıcı çağdaş uygarlıklar kuramazlar. Hangi din ve kültürde olursa olsun insanlık tarihinde insan özünde kabul görmeyen anlayışların ömrü, bir anda gök yüzünde parlayan ve kayarak yok olan yıldızlarınkine benzer. Çünkü onlar güneşten kopan, yörüngesinden çıkan, sonra atmosferde kaybolan meteor taşlarıdırlar. Aynı şekilde Mevlânâ için de, Külli akıl’dan kopan Cüz-î akıl her zaman hakikatlerden sapmaya sonunda yok olmaya mahkumdur.
Halbuki Hz. Musa da, Hz. İsa da, Hz. Muhammed de farklı mekan ve zamanlarda insanı insan yapan aynı gerçekleri ve mesajları vurgulamışlar ve toplumları, huzur ve refaha götüren aynı hedeflere yöneltmişlerdir.Çünkü Bütün insanların aslı ve kaynağı birdir. “Biz ayırmak için gelmedik, birleştirmek için geldik”, diyen Hz. Mevlânâ’nın insanlık buhranı ile ilgili tespiti ve düşüncesi gayet açıktır:
“İnsanlar bir vücudun uzuvları gibidirler; zira yaradılışta aynı cevherdendirler.
Zaman bir uzva bir dert musallat ederse, diğer uzuvların da rahat ve sükûnu kalmaz.
Sen ki başkalarının sıkıntısına üzüntü duymazsın; sana insan demek yaraşmaz.”
Örneklerini yaşadığımız bu gerçekleri görmeyen veya görmek istemeyen modern ülkelerin veya kuruluşların içinde bulunduğu insanlık bunalımlarından kurtulmaları pek de olası görünmemektedir.Üstelik günümüzde insanlığa yapılan ben ve ben merkezli çirkin davranışlar ve korkunç cinayetlerin, “Yeni dünya düzeni veya dinler” adına yapılması çağımız için çok daha iğrenç ve ürkütücüdür.
Kısacası, iletişim çağında gittikçe küreselleşen dünyamızda, İnsanlığın ortak problemlerinin lâyıkıyla çözülmesi ancak fikirleri her zaman çağları aşan, Mevlânâ ve onun gibi düşünenler sayesinde mümkün görünmektedir.
* VIII. Millî Mevlâna Kongresi, Tebliğler, S. Ü. Selçuklu Araştırmaları Merkezi Yay., Konya, 1996, s. 145-150