Türkler Müslüman olduktan sonra edebiyatlarını geliştirdiler ve zenginleştirdiler. Özellikle Hz. Peygamber’in hayatı, doğumu, mucizeleri, hicreti, gazaları, şemaili, ahlakı, çevresi, ailesi ve hakkında daha birçok bilgiyi edebi metinlerden öğrendik, öğrenmeye de devam ediyoruz. Ben, Türklerin Hz. Peygamber’i bu kadar sevmelerinin nedenini, kanaatimce başta mevlitler ve naatlar olmak üzere Hz. Peygamber için yazılan şiirlerden olduğunu düşünüyorum.

Hz. Peygamber’in hayatındaki önemli birkaç olaydan biri olan mi’râcı anlatan edebi eserler de yazmış şairlerimiz. Bunu da iki şekilde yapmışlar. İlki sadece mi’râcı anlatan müstakil eserler vücuda getirerek. Diğeri, mesnevi gibi uzun şiirlerin içinde, konusu Hz. Peygamber’in hayatı olmamasına rağmen, mevzuya girmeden önce, hamdele ve salveleden sonra, tevhid, na’t, mucizât ve mi’râctan bahseden bölüm ilave ederek.

HÜSN Ü AŞK’TA Mİ’RâC

Hz. Peygamber’in hayatını anlatan eserlerde önce mi’râc ayeti verilir, sonra mi’râc üzerine farklı görüşler dile getirilir ve Hz. Peygamber’den nakledilen rivayetlerle mîrac açıklanır.

Oysa edebi metinler bilgi vermek endişesi taşımaz. Tartışılan konulardan birini doğru imiş gibi kabul eder ve onu hissetmemiz için etraflı ve duygusal anlamı kuvvetli kelime ve ibarelerle bize anlatır. Anlatmakla kalmaz, âdeta yaşatır.

Ne demek istediğimi Şeyh Galib’in Hüsn ü Aşk‘ındaki mi’râc bölümü üzerinden açıklamaya çalışayım.

Ümmü Hânî’den rivayet edilen hadiste, Ümmü Hânî, mi’rac gecesi Resûlullah’ın kendi evlerinde bulunduğunu, o gece yatsı namazını kılıp yattığını, sabah namazından biraz önce kendilerini uyandırıp beraber namaz kıldıklarını belirtir ve Resûl-i Ekrem’in ona yatsı namazını kendileriyle birlikte Mekke’de kıldıktan sonra Beytülmakdis’e gidip orada namaz kıldığını ve sabah namazından önce tekrar Mekke’ye döndüğünü anlattığını nakleder.

Oysa edebi metinler nakletmekle yetinmezler, daha fazlasını anlatırlar. Şeyh Galip de mi’râc bölümüne Ümmü Hânî’den nakledilen hadise uygun bir şekilde;

Bir şeb ki sarây-ı Ümmü Hânî
Olmuşdu a mâhın âsumânı

beytiyle başlar. Ama siyer kitaplarından bir farkı vardır. Mi’râc gecesinin manevi havasını ve tesirini anlatır.

Ammâ ki ne şeb emîn-i rahmet
Şeyhu’l-harem-i harîm-i hazret

Aman Allah’ım, nasıl bir geceydi o! O gece Hz. Peygamber, sanki rahmet emini ve Allah’ın hareminin, Kabe’sinin şeyhi, sorumlusu idi.

Emin, Osmanlılarda, yapılması planlanan bir işin takibi için görevlendirilen yetkili kimselere verilen unvan. Rahmet emini, “Ben rahmet peygamberiyim” diyen Hz. Peygamber’i tarif ediyor adeta. O, bize, Allah’ın rahmetinin kimlere ve nasıl dağıtılacağını anlatan bir rehber. Allah’ın bizi rahmetiyle kuşatacağını haber veren bir müjdeci. İlaveten Hz. Peygamber’in Muhammedü’l-Emîn olduğunu da hatırladığımızda kelimenin neden seçildiği daha iyi anlaşılıyor.

Eminlik bir işin sorumluluğu idi. Şeyhlik ise bir mekânın sorumluluğunu ifade eder. Kâbe’nin sorumluluğu, yani merkezinde bulunduğu dinin sembolü olan, dolayısıyla dinin kendisini işaret eden bir mekânın sorumluluğu demek o dinin sahibi ve yöneticisi olduğu anlamına gelir. Ayrıca Kâbe’nin kıble olduğunu, namazlarda oraya yöneldiğimizi, namazın da mi’râc gecesinde beş vakit olarak üzerimize farz kılındığını düşündüğümüzde beytin anlamı bize biraz daha açılıyor. Mekke’nin, Allah tarafından harem kılındığını düşündüğümüzde, bir yeri harem kılanın o yere yönetici de atayabileceğini ve Allah’ın, harem kıldığı mekânın başına da Hz. Peygamber’i getirmesine işaret eder.

Anlamı biraz daha açan kelimelerden biri de harîm ve harem kelimeleri. Haram sözlükte “”yasaklanmış, korunmuş, dokunulmaz” anlamına, harîm de “yasaklanan, korunan, dokunulmayan, mukaddes olan ve saygı duyulan şey” anlamına geliyor. Bu mânaya uygun bir şekilde harim hem kadınlar için kullanılır hem de bir evin haremlik denilen hanımlara mahsus iç kısmını ifade etmek için kullanılır. Kâbe’nin çevresine de caminin içine de harîm denilmesi, buraların Allah’ın evi olması ve kendimizi Allah’a yakın hissetmekle de ilgisi var. Aslında şair, okuyucuya, Allah’a ne kadar yaklaşabileceğini düşündürmekte. Çünkü o gece Hz. Peygamber, iki kaş arasından daha yakın bir mesafede Allah’a yaklaşmıştı. O kadar yaklaştı ki Cem Sultan’ın veciz ifadesiyle;

İsrâ deminde hâsıl olan sırra olmadı
Cibrîl emânet ile emîn Muhammed’in

Cebrâil bile yaklaşamadı.

Bu yaklaşmanın ve yakınlığın ilk derecesi ise harim, yani Kâbe’nin avlusu ile başladı. Şairin harim ve harem kelimelerini seçmesi de boşuna değil. Allah’a bu kadar yaklaşan biri elbette Allah’ın harimi ve evinin sorumlusu olacaktı. Onun rahmetini insanlara ulaştıracaktı.

Haremin bir de terim anlamı var: “Mekke ve Medine’nin, sınırları Hz. Peygamber tarafından çizilen çevresi“. Bu bölgelere harem adının verilmesi, zararlılar dışındaki canlılarının öldürülmesi ve bitki örtüsüne zarar verilmesinin haram kılınmış olmasından. Bu emin olmak hali de insanlar için bir rahmet.

Son bir şey daha. Mi’râcın gerçekleştiği dönemde Hz. Peygamber büyük sıkıntı içindeydi. Hanımını ve amcasını kaybetmişti. Kâbe’ye giremiyor, rahatça tavaf edemiyordu. Bu beyitle Şeyh Gâlib, Kâbe’nin gerçek sahibinin kim olduğunu bize göstermiş oluyor.

Edebi metinler olmasa biz mi’râcı nasıl hissederek anlayabilirdik, bilmiyorum.

Kandiliniz mübarek olsun.

İsmail Güleç

https://www.fikriyat.com/yazarlar/ismail-gulec/2021/03/10/miraci-siirlerden-okumak