Mihrâb-ı Aşka Uyan -1
Hayâl perdesinin bu sahnesinde aşkını, minber-i insandan âleme ilân eyleyen, sonra dönüp can kulağı açıklardan dinleyen Cenâbı Mevlevi zevkiyle hoşça bir yanalım, kendimizden geçelim istedik…
Varlığın Sevinci’nden çoktan duydu aşk ile uyanlar:
Bütün insanlar, uykudadır
Ölen, derhal uyanmadadır
Peki sebep nedir ‘Mihrâb-ı Aşk’ ismine?
Evvelemirde gönlümüze öyle düşürdü bilmem niye
…
Ve akıl, derhâl kalbe secde eyledi
Kısık bir sesle ‘lebbeyk’ diyebildi
Sebepsiz duramayan, aklın kulağına da küpe olsun mâdem:
Kelâm-ı kadîm olan kitapta, tek bir hikâye
Ahsen-i Kısâs: “Kıssaların en güzeli”
diye anılmaya lâyık görülmüş
Sûre-ı Yûsuf’tan görünen, kûyudan saraya bu sırla çekilmiş ya neden:
İpin ucu aşka değiyor…
Dahası ipi, aşk ile aşka, aşk çekiyor
Aşk olunca âşık, mâşuk eriyor da ondan…
Ve başlıyor her bir âşıktan, yoksulluktan korkmayan bir cömertlikle akmaya:
Şeribnâ ve ahriknâ ale’l ardı cur’aten
Fe-l’il ardı min ke’si’l-kirâmı nasîb
Şerâb içtik ve son yudumunu yere saçtık ey yâr
Kerîm olanların kadehinden yerin de nâsibi var
Akarız nur-ı müselsel gibi aşkın seliyiz
Biz onun saçlarının bestedil-i sünbüliyiz
Gülşen-i vuslat içre açılır bir gülüyüz
Ne şuyuz biz, ne buyuz, bâğ-ı Hudâ bülbülüyüz
Mevlevîyiz, Alî-evi, Şâh-ı Velâyet kuluyuz
[M. Beytûr Dedem]
Artık biz ağzımızı mühürleyelim de Sultân-ı Aşk aksın damarlarımızdan:
از بییاری ظریفتر یاری نیست
وز بیکاری لطیفتر کاری نیست
هرکس که ز عیاری و حیله ببرید
والله که چو او زیرک و عیاری نیست
Ez bî-yârî zarîfter yârî nîst
Ve’z bîkârî lâtifter kârî nîst
Herkes ki zi ayyârî-ü hîle bibürîd
Vallâh ki çü û zeyrek-ü ayyârî nîst
No better love than love with no object
No more satsifying work than work with no purpose.
If you could give up tricks and cleverness
That would be the cleverest trick!
Nesnesi olmayan aşktan zarîf yâr olmaz
Gâyesi olmayan işten latîf kâr olmaz
Düzeni, hileyi bırakandır en büyük düzenbaz
Her ayarı hem akıl bağı çözülendir en kurnaz
[Cenâbı Mevlevî zevkiyle]
Böyle buyurdu rubâilerinden birinde güzeller güzeli…
Şimdi buyrun, bu zevkle aşkın bir seyre dalalım…
Bu bedende merkezlenen, kudreti ya iradesi elinde olan, müstakil bir varlık olarak BEN varım da onu sevip bunu sevmemeyi, onu iş bilip de şuna hiç dokunmamayı tercih edebileyim öyle mi?
Heyhât ne mümkün…
Kalbinize kurulan, bedeninizin içinde oturan, hayatınızdan sorumlu olan, gözlerinizle bakan, bedeniniz aracılığıyla yaşayan varlığa, parmağınızla işaret edebilir misiniz?
[Abdal Kadrî]
Kendini gizlediği beden-zihin örtüsünde, işbu kişi hâlinde merkezlenen
Bir sevişi ya işi başlatacak, şunu, buna tercih edecek bir güç ne gezer…
Âlemde nefhâ nefhâ esen Rahmân’ın nefesi, bu bedenden geçerken “ben” sesi duyuluyor, nefs kendinde bir güç olmadığını samîmîyet, aczîyet ve hayretle anlayınca nihayet secde ediyor…
Dışardaki neysene, nesne çözülüyor, özüne dağılıyor
Andaki murâd-i ilâhi olan ş’ennn-oluş kalıyor
Âkıbet ışık, ışığa değiyor…
İşte bu, “hiçbir nesnenin” herhangi bir belirli yön, biçim veya durumla sınırlı olmadığı ima edilen, koşulsuz sevgiye ne güzel işaret…
Ne olursa olsun, iş de seviş de öyle akıyor…
Bu çok dolu, bu çok müjdeli, bu çok müdhîş bir işâret…
Yine de her bir söz ve o sözü açan her bir söz, bir taraftan da manâyı daraltıp hayâlin manzarasını kapatmakta…
Ârîfe tek işâret yeter vesselâm
Aşkı anlatmak için bin söz desem
Görse bir âşık, susarmış dil o dem
Söz de kâfî gerçi aşkın şerhine
Şerh olandan olmayan yeğdir yine
Her ne var dünyada şerh eyler kalem
Aşkı anlat derseniz, çatlar o dem
[Cenâbı Mevlevî’den]