MİDHAT BAHARİ BEYTUR: SON MEVLEVÎ ŞEYHİ, ŞÂİR VE EDİP – Emin IŞIK
AŞKIN SULTANLARI SON DÖNEM İSTANBUL MEVLEVÎLERİ ULUSAL SEMPOZYUMU
14-15 Mayıs 2010 / İSTANBUL
MİDHAT BAHARİ BEYTUR: SON MEVLEVÎ ŞEYHİ, ŞÂİR VE EDİP
Dr. Emin IŞIK
(Emekli Öğretim Üyesi)
Asıl adı Ahmet Midhat, Eyüp sultan Bahariye Mevlevîhânesi’ne intisabı ve şiirlerinde “Baharî” mahlasını kullanmış olması dolayısıyla Midhat Baharî diye tanınmış ve öyle anılmıştır. Soyadı kanunu çıkınca, Beytur soyadını almış, Ahmet Midhat Baharî Beytur olmuştur.
Ahmet Midhat, 1879 yılında Eyüp Sultan semtindeki Taşlıburun Sa’diye Dergâhı’nda doğdu. Babası Askerî Mahkeme Başkâtibi Kütahyalı Mehmet Nuri Efendi, anası Sa’diye dergâhı şeyhi Süleyman efendinin kızı Fatma Aliye hanımdır. Babasını küçük yaşta kaybettiği için anası ile birlikte dedesi Süleyman efendinin yanında kaldı ve onun terbiyesinde yetişti.
İlkokulu Eyüp Sultan’daki “Dâru’l Feyz-i Hamidî” mektebinde, ortaokulu “Eyüp Askerî Rüşdiyesi’nde” okudu. İdadî (lise) tahsilini, daha sonra Ankara Defterdârı olacak olan ve o sırada Bitlis’te görevli bulunan ağabey’i İsmail Zihnî Bey’in yanına giderek, Bitlis İdadisi’nde tamamladı. İlk dinî bilgilerini dedesinden, Şark dilleri ve edebiyatındaki köklü ve derin kültürünü münevver aile çevresinden ve ailenin seçkin dostlarından edindi. Farsça’yı diğer ağabeyi Mustafa Rafet efendiden ve aynı semtte, komşu tekke olan Bahariye Mevlevîhânesi şeyhi, şâir, bestekâr, neyzen ve Mesnevîhân Hüseyin Fahreddin Dede Efendi’den, Arapça’yı da Beyazıd dersiâmlarından ve dârulfünun müderrislerinden Hüseyin Avni efendi’den öğrendi. Bu zatın diğer derslerine de devam ederek, medreseden mezûniyet icazetnâmesi, ayrıca gümüş liyakat madalyası aldı. Devrin sayılı aydınlarından biri olan kayın pederi Mehmed Said efendi’den Arap edebiyatı okudu. Bu ders ilişkisi, daha sonra hocasına damat olma sonucunu doğurdu. Yine o devirde, Sahihi Buharî hafızı olarak tanınan muhaddis Saîd Efendi’den Buharî kıraat eyledi. İlmine ve irfanına hayran olduğu Hüseyin Fahreddin Dede’nin yanında, Mevlevî usûl ve âdâbına uygun olarak çile çıkardı ve semazen oldu. Hâtûniye şeyhi Hüsam efendi’den Mesnevîhânlık icazeti aldı. Konya makam çelebisi Abdulhalim Çelebi’den destar alarak, dede rütbesini kazandı (1924).
Rivayete göre olay şöyle gerçekleşti:
Ankara Mevlevîhânesi’ndeki bir sohbet sırasında, Midhat Baharî’nin sözlerinden etkilenen Abdulhalim Çelebi, başındaki destarlı sikkeyi çıkarıp, Midhat Baharî’ye giydirdi. Bu olay, Konya Makam Çelebisince yapılan son şeyhlik tayini olması dolayısıyla, Midhat Baharî, Mevlevîler arasında, son Mevlevî Şeyhi olarak tanındı ve saygı gördü.
Dergâhlar kapandığı zaman, kendisi Kasımpaşa Mevlevîhânesi Mesnevîhânı idi. Mevlevîlik aynı zamanda bir kültür ve sanat faaliyeti olduğundan, kendisi bu kültürle olan bağını hiçbir zaman koparmadı, hayatının sonuna kadar sürdürdü.
Midhat Baharî lise (idadi) mezuniyetinin ardından, 17-18 yaşlarında, o zamanın bir çok mektepli genci gibi, Maliye Nezareti kaleminde katip olarak görece başladı. İki yıl sonra Orman Maden ve Ziraat Müdürlüğü kalemine naklen tayin edildi. Bir ara Akşehir Hatip Mektebi Türkçe ve Edebiyat muallimi görevinde bulundu. Türkiye Sanayi ve Maadin Bankası kurulunca, bu bankanın haberleşme şubesi başkatipliğine getirildi. Daha sonra Sümerbank Alım-Satım Şubesi Haberleşme Şefliğine tayin edildi ve emekli oluncaya kadar(1945) bu görevde kaldı.
Vefat tarihi olan 11 Temmuz 1971 yılına kadar, İstanbul Göztepe semtindeki mütevazi evinde ilmî çalışmalarını sürdürdü. 1959 yılında açılan İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsü Farsça öğretmenliğine ücretli olarak tayin edildiyse de bu görevinde ancak bir buçuk sene kadar hizmet verebildi. Abdulkadir Keçeoğlu (Yaman Dede) da ücretli olarak Farsça derslerine geliyordu. Midhat Baharî, derslerini, dostuna emanet ederek, görevi bıraktı. O sene eşinin vefatı, ilerlemiş yaşı ve sağlık durumu, Göztepe’den Fındıklı’ya üç-dört vasıta ile gidip gelmenin zorluğu yüzünden, söz konusu görevi daha fazla sürdüremedi.
Midhat Baharî, içinde bulunduğu kültür çevresinin etkisiyle küçük yaştan itibaren şiirler yazmaya başlamış, ancak şiirlerini ve yazılarını, lise tahsilini tamamladıktan sonra yayınlamıştır: Hazine-i Fünûn, Mektep, Malumat, Terakki, Tercüman-ı Hakikat ve Resimli Gazete gibi o devrin belli başlı yayın organlarında yazmıştır. Nesir ve şiirlerinde, Midhat Baharî, Nurizâde Midhat, Midhat Baharî Hüsâmî gibi imzalar kullanmıştır.
Gerek şiirlerinde, gerek nesirlerinde, Servet-i Fünûncuların dilini andıran ağır ve sanatlı bir Türkçe görülür. Mesela Midhat Baharî Hüsâmi imzasıyla yayınladığı Tercüme-i Risâle-i Sipehsâlâr (Dersaâdet Selânik Matbaası, 1331/1914) böyle ağır ve sanatlı bir dille tercüme edilmiştir. Oysa daha sonra, özellikle dil devriminden sonraki yazılarında, eski dilden uzaklaşmış, oldukça arı ve duru bir Türkçe ile yazmaya başlamıştır. Özellikle şiirlerinde, Mehmet Akif’i ve Yahya Kemal’i andıran bir dil kullanmıştır.
Semâzenlerle ilgili şu kıta buna misal gösterilebilir:
“Sanma beyhude döner vecde gelen âşıklar;
Mest-i cânân olarak akla vedâ eylerler
Nâydan bâng-i elestîyi duyup, âh ederek,
Hakk’ı âğûşa sarar, öyle semâ ederler.”
Tevhîd inancını da şu mısralarla dile getirir:
“Bütün esrâr-ı hilkat nûr-i vahdetten ibarettir.
Bu eşya Hakk’ın esmasıyla rengârenk olur zâhir.
Görülmüştür senin nûrunla Allah’ım muhakkak Bir.
Cihanda var olan her şey minel-evvel, ilel-âhir.”
Hazret-i Peygambere aşkını ve hâlini şu niyaz ile arz eder:
“Gönlümüz, gül yüzünün âşık-ı pervânesi
Cânımız, pertev-i hüsnünle yanan aşk âteşi.
Bir eşin varsa, yine kendin o bir tâne eşi.
İki âlemde de sensin bize Hakk’ın güneşi.
Ey nebbiyy-i ezeliyyü’l-ebediyyü’l-Kureşi!”
Yıllar süren uzun bir hasret döneminden sonra, Hazreti Pîr’in türbesinde okuduğu uzunca şiirden, buraya aktarılan şu bir kaç beyit, onun Mevlâna’ya olan hayranlığına delildir:
“Ey zîynet-i bağ-ı ebediyet sana geldik.
Ey Kâ’be-i maksûd-i hakîkat sana geldik.
Biz zerreleriz, sen ise hurşîd-i İlâhî,
Ey vâris-i sultân-ı risâlet sana geldik.
Lâyık değiliz gerçi bu Firdevs-i cemâle,
Biz boynu bükük, acz ile hazret sana geldik.
Ey neş’emiz, îmanımız, ümîdimiz ey Pîr
Bîçâreleriz, eyle mürüvvet sana geldik.”
“Mihrab-ı Aşk” isimli divanındaki şiirlerinin tamamı Mesnevî neşvesi taşır. O şiirler, şâirinin nasıl bir Allah ve Resulllah âşığı, nasıl bir Mevlâna hayranı olduğunu açıkça ortaya koyar.
Mesnevî Gözüyle Mevlâna adlı eserinde, Hz. Mevlâna’yı Peygamber Efendimizin izinden giden bir İslâm âlimi ve velisi olarak, aslî hüviyetiyle tanıtmaya özen gösterir. Onu, bir takım yabancı ideoloji mensuplarının keyfi anlayışlarından ve istismarlarından korumayı hedefler. Onu, ozan veya filozof şeklinde tanımlamak isteyen münasebetsiz yaklaşımlardan uzak tutmaya çalışır.
Midhat Baharî, zarif, hassas ve edepli bir insandı. Terbiyesi kalp kırmaya izin vermediği için, üzüntülerini belli etmez, içine atardı. Bu yüzden de çok acı çekerdi.
Hüseyin Top, Reşit ağabey ve bendeniz, her Pazar günü, saat on ile on iki arasında kendisini ziyaret ederdik. Öğleden sonra, ziyarete gelenler çoğalıyor diye, erken sayılan bu saati, bize kendisi vermişti. Hüseyin Bey, Yüksek İslâm Enstitüsü’nden sınıf arkadaşımdı. Reşit (Sarıca) ağabey de ünlü tezhipçi Rikkat Hanımefendi’nin oğluydu. Mutad ziyaretlerimizden birinde, kendisini, biraz halsiz ve neşesiz gördük. Reşit ağabey, “Efendim, geçmiş olsun, rahatsız mısınız?” dedi. O da “Hayır evladım, şükür Allah’a değilim, lakin üzgünüm” diye cevap verdi. Reşit ağabey, “Niçin efendim, ne oldu ki?” diye sorunca, bir süre sustu, cevap vermek istemiyor gibiydi. Kısa bir tereddütten sonra öfkeli bir sesle “Olmaz efendim, böyle edepsizlik olmaz! Cenâb-ı Pîr’e karşı bu yapılmaz! Dün bir hanımefendi geldi, elinde acâip hezeyanlarla dolu bir de kitap vardı. Bu şiirleri, bana Hz. Mevlâna yazdırdı, diyerek saatlerce onları okudu durdu. Âsâbımı da alt üst etti. İlk defa ziyaretime gelen birinin kalbini kırmak istemedim, kendisine bir şey demedim. Lâkin çok üzüldüm. Kitabına “Yeni Mesnevî Hazreti Mevlânâ’dan Esintiler” ismini vermiş. Şiir mi, nesir mi, her neyse, yazacaksan, kendin yazarsın, ne diye Hazreti Pîr’i alet edersin? Güya, her gece Hazreti Pîr efendimiz, kendisine geliyormuş ve sabahlara kadar, bunları yazdırıyormuş. Olacak şey mi bu!”
Ben işi şakaya vurup, neşelendirmek istedim, “Üzülmeyiniz efendim!” dedim. “Hazreti Pîr, orada, her gece, Şems ile sohbettedir. Merak etmeyiniz, Şems’i bırakıp da bir yere gitmez!” Bu söz üzerine, “Hay Allah iyiliğini versin! Galiba öyledir” deyip, başladı gülmeye.
Nezih Uzel, bir sohbet sırasında, kendisine, “Efendim, Hazreti Mevlâna’yı tanımasaydım bana çok yazık olurdu” deyince, o da “Evladım, hepimize çok yazık olurdu” demiş.
Mevlâna ve Mesnevî’den bahsedilince, heyecanlanır, yüzünün rengi değişirdi. Konya sözü bile onu heyecanlandırmaya yeterdi.
Doksan yaşının üstünde vefat etti. Son nefesine kadar hiçbir unutkanlık belirtisi göstermedi. Mesnevî’den ve Divan-ı Kebir’den şiirler okur, ilgili âyet ve hâdisleri de delil getirirdi. Taptaze hâfızası, pırıl pırıl zekâsıyla ve çok ince latîfeleriyle herkesi hayretler içinde bırakırdı. Bir sohbet sırasında, “Efendim, maşallah ne kadar sağlam bir hafızanız var!” demiştim, o da “Mevlevîlerde, üç haslet bulunur: Yüreklerinden ölüm korkusu kalkar, kınanmaktan korkmazlar, bunaklık illetine uğramazlar” buyurmuştu.
Mevlevî neşesiyle yaşadı. İmanını aşk hâlinde yaşayan bir bahtiyardı. Bir şiirinin mahlas beytinde aşkını şöyle dile getiriyordu:
“Ey Bahârî, feyz-i Mevlânâ ile yoktur hazân!
Sen baharistân-ı sevdâsın, derûnun lâlezâr.”
Midhat Baharî, Hz. Mevlâna’yı yakından tanımakla kalmamış, onun hâliyle hâllenmiş, tasavvuftaki adıyla “Fenâ fi’ş-şeyh” makamına erişmiştir. Mevlevî zarafetiyle İstanbul efendiliğini şahsında mezcetmiş olan merhûmun kabri, İstanbul’da Sahra-yı Cedîd mezarlığındadır.
Yayınlanmış eserleri şunlardır:
- Rûh-i Kurân’dan Bir Sahife-i Nûr, (1342/1926).
- Tercüme-i Risâle-i Sipehsâlâr, (İstanbul 1331/1914)
- Destegül, (1343/1927)
- Leâli-i Me’ânî, (İbni Kemal’in Beyanu’l-Vücûd adlı eserinin tercümesidir. İstanbul 1328/1912)
- Ravza, (İstanbul 1324/1899)
- Sünbülistan Şerhi, (İstanbul 1325/1910)
- Divan-ı Kebir’den Seçme Şiirler (İstanbul 1942-MEB. Şark İslam Klasikleri, I-III c).
- Mihrâb-ı Aşk, (İstanbul, Sulhi Garan Matbaası, tarihsiz, 1963?).
- Mesnevî Gözüyle Mevlânâ, (İstanbul 1965).
- Güşvar, (İstanbul, tarihsiz 1324/1899’dan önce).
Yayınlanmak üzere hazırlanmış olan eserleri:
- Mevlânâ’nın Rubaîleri,
- Kitabu’l-İlm (İmam Gazali’nin İhyau’l Ulûm adlı eserinden İlim bölümünün tercümesi).
- Şiir ve Musikîde Mevlevîler.
- İlim ve Edebiyatımıza Hizmet eden Mevlevîlerden Bazı Simalar.
- Geçmiş Büyüklerimizi Analım.
- Çocukluk Hatıralarım.
Hakkında bilgi veren kaynaklar:
– İstanbul Ansiklopedisi, V, 2723-2724;
– Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi, I, 292;
– İbnülemin Mahmud Kemal İnal, Son Asır Türk Şairleri, I, 170-172
– Emin Işık, “Midhat Bahârî”, TDVİA, XXX, 6-7
– Edip Seviş, “Mevlevî Şair Midhat Baharî Beytur ve Neyzen Fahreddin Dede Efendi”, VI. Milli Mevlânâ Kongresi-Tebliğler, Konya, 1992, ss. 83-86
– A. Nezih Galitekin, “Tozlu Sayfalar Arasından Ahmed Midhat Bahârî Beytur”, Yedi İklim, c. V, Sayı: 43, Ekim 1993, ss. 67-69
– H. Hüseyin Top, Mevlevî Usûl ve Âdâbı, İstanbul, 2001, s. 72, 102, 110
– Müjgan Cunbur, “Beytur, Ahmet Mithat Bahârî”, Türk Dünyası Edebiyatçıları Ansiklopedisi, II, 260-261, Ankara, 2002
– Nuri Şimşekler, “Midhat Bahârî ve Feridun Nâfiz Uzluk’a Gönderdiği Mektuplar”, X. Millî Mevlâna Kongresi-Tebliğler II. Cilt, Doğumunun 100. Yıldönümü Anısına Prof.Dr. Feridun Nâfiz Uzluk Armağanı, 2-3 Mayıs 2002, Selçuk Üniversitesi Yay., Konya, 2003, ss. 127-139;
– H. Nur Artıran, “Ben Sizin Aşkınızın Aşkıyım”, Keşkül, Sûfî Gelenek ve Hayat, Ocak-Mart 2003, ss. 72-79
– Nuri Şimşekler, Pîr Aşkına Mevlevî Şeyhi Midhat Bahârî’nin Mektupları, Timaş Yay., İstanbul, 2009