Mevleviyye’nin dramı
Bilgi ve görgü dünyâsı olarak Mevleviyye’nin dramı
Süleyman Seyfi Öğün
Türkiye’de her sene Mevlâna Celâleddin-i Rûmî, vefât ettiği gecenin sene-i devriyesinde, Şeb-i Arus törenleriyle anılır. Tekke ve zâviyelerin kapatılmasından Mevlevîlik de nasibini almıştır. On seneler devâm eden bir kopukluğun ardından 1950’lerin ortalarından îtibâren bu törenler yeniden tertip edilmeye başladı. Bu aşamada kolları sıvayanlar, meseleyi sâhiplenenler Mevlevî dergâhlarından yetişmiş, Mevlevî kültürünün “bilgi” ve “görgüsüne” sâhip son nesildi. Refiî Cevad, Abdülbâkî Gölpınarlı, Saadeddin Heper, Ahmed Bîcân, Rasuhî Baykara, Gavsî Baykara gibi isimler vaziyet ediyordu bu sürece. “Bilen”, sâdece bilen değil, “görmüş geçirmiş” insanlardı bunlar. Bu isimlerin varlığı, geleneğin, en azından şeklen, aslına uygun bir şekilde hatırlanmasına ve yeniden üretilmesine imkân veriyordu. Ama ortada o günler pek farkına varılmayan derin bir mesele vardı. Şeb-i Arus törenleri elbette Mevlâna’nın yaşamış olduğu ve buna hürmeten “Âsitâne” olarak nitelendirilen ve Mevleviliğin en yüksek makamı olan Çelebiliğin merkezi olan Konya’da tertip edilecekti. Ama Mevlevî kültürünün târihsel gelişiminde başat rolü oynayan merkez Konya değil, İstanbul’du. Gelenekler devâm ederken, bu, mesele değildi belki. Ama artık İstanbul’daki Mevlevîhâneler kapalıydı. Buradaki kültür muhitleri dağılmıştı, içine, evlere kapanmıştı. Konya’da Şeb-i Arus törenlerine cevâz verilmesiyle bu son “görgülü” ve “bilgili” nesil en başta Mevlâna ve vazife aşkıyla Konya’ya koştular. Evvelâ tiyatro sahnelerinde, daha sonra basketbol sahalarında tertip edilmesi gibi garâbetleri dert edinmeden üzerlerine düşeni yaptılar. Bilgilerini ve hâtıralarını sonraki nesillere aktardılar. Bu sûretle Mevlevî kültür ve erkânı “görece” yaşatılmış oldu. Ama işâret etmeye çalıştığım üzere bu canlanma İstanbul ayağından kopuktu. Zaman içinde, Mevlevî kültürü Konya ile özdeşleşti. 1980’lerden başlayarak , husûsen İstanbul’daki Galata, Yenikapı ve daha sonraları Üsküdar ve Eyüp Mevlevîhânelerinin ihyâsı ve buralarda Mevlevî âyinlerinin icrâ edilmeye başlaması da durumu değiştirmedi. Ama en mühimi, bu son “bilgili” ve “görgülü” kuşak hâmuşân olduktan sonra, geride belki “bilgili” lâkin “görgülü olmayan” bir nesil bıraktı. Bunu yeni nesilleri küçük düşürmek adına söylemiyorum. Bahsettiğim fiilî bir durumdur. Bugün Mevlevîliği temsil eden zevât içinde, tasavvuf ve Mevlevîlik husûsunda hayranlık derecesinde bilgi birikimi olanlar, başta mûsıkî olmak üzere Mevlevî san’atlarında temâyüz etmiş, ikili ilişkilerde gâyet nâzik olan çok sayıda kişi olduğu muhakkak. İçlerinde bizzât tanıyıp hayranlık beslediklerim olduğunu da söylemeliyim. Ama bunların Mevlevî kültürünün içerik kaybını telâfî etmekten çok uzak kaldıklarını düşünürüm. Bilgi ve görgü arasındaki farkın çok mühim olduğu gözden ırak edilmemelidir.. Görmemişlik elbette yeni nesillerin suçu değildir. Bilgiler sonradan edinilebilir; lâkin “görgü” varsa vardır, yoksa yoktur. Ama trajik olan Mevlevîliği var eden temelin “görgü” dünyâsı olmasıdır. Onun incelikleri, usûl ve erkâyı uzun seneler isteyen bir terbiye eğitimi gerektirir. Taklidinden değil, hazmedilmesinden bahsediyorum. Bu da her şeyden evvel bir “muhit” ve “mekân“ işidir. Dergâhsız olmaz bu işler. Dergâh görmüşlerin aktardığı hâtıraları tekrar etmekle görgü eksikliği maalesef giderilemiyor. Yeni nesilleri hayli sorumsuz bulduğum husus da budur. Onlar görgü eksikliklerini pek kabûl etmediler. Bilgiyi ve kendilerine görmüşler tarafından nakledilenleri “görgü” yerine koyup, bu kültürü devâm ettirdiklerini zannettiler. Hâlbuki artık bu, “tavşanın suyunun suyu” kabilindedir. İç yaralayıcı olsa da Mevlevî kültürünün görgü târihi îtibârıyla ölmüş olduğunu kabûl etmek gerekiyor.. Nasıl yeniden diriltilebilir, onu da bilmiyorum doğrusu.. Bilgi kopukluk kaldırabilir; üzeri örtülmüş bilgiler hatırlanabilir, canlandırılabilir; lâkin görgü bu hususta çok kırılgandır. Hâsılı dökülen su toplanmıyor… Adına dergâh denilen ve kendisine has bir muhit veyâ mekânda uzun ve ayrıntılı bir öğretim ve eğitim gerektiren Mevlevî kültürünün yaşadığı görgü boşluğu sebebiyle, onun-bunun elinde kaldığı, zaman içinde evvelâ “folklorik”, daha sonra da “endüstriyel” bir hâle gelmesi şaşırtıcı olmamalıdır. Muhteviyatı olmayan şeylerin kendi sabitelerinde kalması bir hayli zordur ve kolayca savrulurlar.
İBB’nin girişimi ile tertip edilen Şeb-i Arus’ta yaşananlar bu süreçlerin en apseli tarafını ortaya koymaktan başka bir şey olmadı. Üzerine yapılan tartışmaları, -en tertipli ve ayakları yere basan olarak Murat Bardakçı’nın yazısı hâriç- ciddiye aldığımı söyleyemem. Hele ki siyâsal nitelikli olanlarını hiçbir noktada tâkip etmeye değer görmedim. Kültürel nitelikli tartışmalarda ise “sahicilik” temelindeki iddialaşmaları yerinde bulmadım. Elbette EMAV’lıların yaptıklarının geleneksel ayin disipliniyle bir alâkası yoktu. Yapılan tam bir rezâletti. Ama her sene Konya’da yapılan, ışık ve ses gösterisine dönüşen mutantan “gösterilerin” gelenekle ne alâkası varmış? Alevi semâhını, Kâdiri veyâ Rufâi zikirlerini Mevlevî ayinleriyle paçal etmenin gelenekle ne alâkası var? Eğer “bozulma” ise mevzubahis olan, onun en ileri evresinde, yâni EMAV işinde ileri-geri konuşanların dönüp bir kendilerine de bakmaları, bozulmanın neresinde durduklarını kendilerine sormaları gerekmez mi?