“Benlik zehirleriyle hastalanmış, hastalığa tutulmuşsan; eline ne alır, elini
nereye atar, neye sâhib olursan, hastalığa âlet olur, onu da berbad edersin!
Eline mücevher alsan taş olur, gönül sevgisine yapışsan savaş olur.
Kimse tarafından söylenmemiş, kimse tarafından kullanılmamış latîf bir
nükte duysan, anlayınca, sence zevksiz ve kötü bir hâl alır.
Sen sendeki illeti gider… İllet geçti mi, sence her eskimiş, söylenmiş söz yeni
olur. O eski söz, yepyeni dallar budaklar verir; yüzlerce meyva hevenkleri bitirir, yetiştirir!
Biz böyle hekimleriz, Allah’ın öylesine yetiştirdikleriyiz ki, okyanuslar bile
bizi gördü de yarıldı.
Biz başkayız, insanın hastalığını nabzına bakarak anlayan hekimler başka!
Biz gönüle vâsıtasız bakarız; bizim görüşümüz, anlayışımızdan dolayı pek yücedir.
Onlar, insanı gıdalarla, meyvalarla doyurup kuvvetlendiren hekimlerdir.
Hayvanî can, onların tedavisi ile kuvvet bulur, yaşar.
Biz ise iş ve söz hekimleriyiz. Bize ululuk nûrunun ışığı ilhâm vermektedir.
O hekimler hastanın idrarına bakar, hastalığını öyle anlar… Bizim
delîlimizse Ulu Tanrı’nın vahyidir, hastalığı vahy ile anlarız.
Kimseden ücret istemeyiz, ücretimiz hiçbir eksiği olmayan Allah’dan gelir.
İlleti onulmaz hastalara salâ… İlâcımız, hastalara birebirdir.”
(Mesnevî, III, 219)
Konuya nereden başlayacağımı bir türlü kestiremeyince Mesnevî’den yardım istemeyi düşündüm ve “tefe’ül” ettim. Bu kelimenin yeni yetişenlerce bilinmemesi tabiîdir. O hâlde mâhiyetinin açıklanması gerekir: Bir mes’ele hakkında karar verilirken, başkalarıyla istişâreye rağmen neticeye varılamazsa; Mesnevî, Hâfız Dîvânı, Gülistan gibi, mevzûları îtibâriyle insanı “hakîkî insan” yapmağa çalışan mûteber kitaplardan sahîfe açılırdı. Geçmişteki toplu hayatımızda ve inanan çevrelerde geniş tatbîkat sahası bulunan “tefe’ül” için, eserin müellifinin önceden “üç ihlâs-bir fâtiha sevâbı” ile anılması da hayırlı neticeye varmak için mânevî bir anahtar sayılırdı. Ben de bu eski âdeti canlandırmağa niyet ettim. Bakalım Mesnevî tefe’ülde bize nasıl yol gösterecekti?
Derken aziz okuyucularım, kitabı açınca karşıma -yazımızın girişinde sunulan- bahis çıkmasın mı!
Mesnevî’nin bu faslında Mevlânâ, doğru yolda olmayan Sebâ halkına gönderilen peygamberleri böyle konuşturmaktadır. Lâkin, hakîkatde bu sözlerle kendi yolunu da anlatmış oluyor. Çünkü hekimlerin tıbbî tedavî ile iyileştirdikleri insanoğlunu, o da İslâmî bir anlayış içinde, söz ve hareketleriyle mânevî yoldan tedaviye çalışmaktadır. Esâsen bütün dergâhlar gibi Mevlevîhâneler de, faaliyetlerini ihlas ve samîmiyetle devam ettirdikleri müddetçe, beşeriyetin rûhî mes’elelerini çözmekte en sağlam mercîler olmuşlardır.
***
Geçirdiğimiz 17 Aralık günü, Mevlânâ’nın rûhen geldiği yere, asıl vatanına dönüşünün, Hakk’a kavuşmasının -ki Mevlevîlerce buna Şeb-i arûs(düğün gecesi) denilir- yıldönümüdür. İşte bu vesîle ile kaleme alınan şu nâçîz yazının çerçevesi, Hz. Mevlânâ’dan ve onun tasavvufî anlayışından bahsetmeğe müsâid olmadığı gibi, tasavvufun bir kāl ilmi değil, hâl ilmi olduğuna, yâni anlatılmakdan ziyâde hissedilip yaşanacağına inanan makāle yazarı da böyle derin mevzûlara girerek haddini aşmak niyetinde değildir. Çünkü, Üsküdar Mevlevîhânesi son Şeyhi Ahmed Remzi (Akyürek) Dede’nin (1872-1945) bu beldedeki bir berber dükkânında hatırlayıp okuduğu, bunu işiten Mevlevî muhibbi arkadaşı Necmeddin Okyay‘ın da (1883-1976) celî ta’lîkhattıyla yazarak bu berber dükkânına armağan ettiği:
“Sezâ-yı kat’ olur haddin tecâvüz eyleyen her mû,
Anınçün tîgden âzâdedir müjgân ile ebrû” (Resim 1)
(Haddini aşan her kıl kesilmeğe lâyıkdır. Onun için kaş ve kirpikler kesilmekten kurtulurlar) beytinde denildiği gibi, biz de ebrû veya müjgân olarak kalmak gayretindeyiz! Ancak gâyemiz, mânevî cephesi bir yana, asırlar boyunca kültür ve san’at sâhasında, Osmanlı-Türk topluluğuna kıymetli ve mûteber şahsiyetler kazandıran birer akademi hüviyetini taşıyan Mevlevîhâne’lere ve onların mahsullerine kısaca bir nazar atf eylemektir.
Mevlevî Dergâhları
Herkes tarafından Mevlânâ (Efendimiz) diye anılan Mehemmed Celâleddin Rûmî’nin (Rûm, Anadolu’nun Roma İmparatorluğu devrinden kalma ismidir ve Arabçada ‘o’ sesi olmadığı için bu kelime Rûm’a dönüşmüşdür) fikir ve fiillerine dayanılarak oğlu Sultan Veled (1226-1312) tarafından kurulan Mevlevî tarîkatine intisâb eden kimseler, İslâmiyet’in umûmî, Mevlevîliğin husûsi kāidelerine uymak mecburiyetindeydiler. Çünkü, Mevlânâ her şeyden önce İslâm’a râbıtasıyla müftehirdi. Şimdilerde çekilmek istendiği lâdînî istikāmeti bilirmiş gibi, bundan duyacağı rahatsızlığı işaret etdiği bir rubâîsini Hasan Âlî Yücel‘in (1897-1961) aynı vezindeki manzum tercümesiyle birlikte naklediyoruz:
“Men bende-i Kur’ânem, eger can dârem
Men hâk-i reh-i Muhammed-i muhtârem
Ger nakl küned cuz, în kes zi guftârem
Bîzârem ez o, vez ân suhani bîzârem”
Tercümesi:
“Can tende var oldukça kulum Kur’ân’a
Yol toprağıyım Peygamber-i zîşâna
Hakkımda bunun zıddına söz etse biri
Vay bu söze, vay böyle diyen insana”
Bu tarîkate meyil duyanlar, tam teşkîlâtlı olan ve âsitânenâmıyla da anılan Mevlevî dergâhlarına girip çile çıkarırlardı. Âsitâneler -ilki Konya’da olmak üzere- İstanbul’da (Yenikapı, Galata, Kasımpaşa, Bahâriye) ve Osmanlı İmparatorluğu’nun bazı büyük şehirlerinde (Afyon, Manisa, Bursa, Kütahya, Eskişehir, Gelibolu, Kāhire…) mevcuddu. Küçük çapta olan dergâhlara zâviye adı verilirdi ki, 100’e yakın adedleriyle asıl bunlar yaygındı.
Mevlevî tarîkatine intisâb edenler üçe ayrılabilir:
- Çile çıkararak dede ünvânını alanlar.
- Çile çıkarmadan, yani dede olmadan, Mevlevîliğin örf ve âdetlerine uyarak dervişlik vecîbelerini yerine getirenler.
- Dede ve derviş olmadan, dergâhlara devam ederek Mevlânâ bendelerinin sohbetinden feyz alanlar. Bunlara Mevlevî muhibbi (Mevlevîliği seven) denilirdi.
Çileçıkarmağa tâlib olan kimseler, dergâhda saka postu denilen bir post üzerine üç gün müddetle oturtulur ve bu sırada kendisine kimse ehemmiyet vermezdi. Benliği, kibri yok etmek yolunda ilk imtihan olan bu üç güne tahammül edemeyip çileden vazgeçenler olurdu. Sonra, bu hakîr görülme müddetine sabırla göğüs gerenlere, dergâh mensuplarını “pişirip” kemâle erdirmekle vazîfeli sertabbah (Aşçı Dede): “Dervişlik kolay değil, demir leblebidir. Ne çiğnenir, ne yutulur! Tam binbir gün ‘yoruldum‘ demeden söyleneni yapacak, herşeye ‘eyvallah’ diyecek ve kimseden şikâyet etmeyeceksin. Şeriat’a muhâlif hareketin olmayacak. Eğer râzı isen ‘ikrâr’ını alırız” derdi. Bunu kabul edenler, matbah-ı şerîfe, yâni maddeten yemeklerin, mânen dervişlerin pişirilip olgunlaştığı yere, mutfağa alınırdı. İkrar vermek (kabul etmek, doğrulamak, inkâr’ın zıddı) çileye başlamak demekdi. Çileye yeni başlayan ve nev-niyâz adıyla anılan derviş namzedleri, “onsekiz” in Mevlevîlik’de müstesnâ bir rakam oluşu dolayısıyla geldikleri kıyafeti on sekiz gün muhâfaza ederler, ayakçılık denilen getir-götür hizmetinde tecrübe olunurlardı. “Nezr-i Mevlânâ” üzere, onsekiz gün tamamlanınca, başına arâkıyye, sırtına tennûre giyen nev–niyâz, günlük hizmetinin yanı sıra, çilesini bitirmiş bir semā’zen‘den semā‘ öğrenmeğe başlardı. Semā‘ tâlîmini bitiren can, başına sikkegiymeğe hak kazanır ve kendisi için mübtedî mukābelesi, yâni semā‘a yeni çıkanlara mahsus âyîn icrâ olunurdu. Dergâha yeni intisâb edenler, kendisinden evvel başlayanlara –isterse bir saat önce gelmiş olsun- hürmet ve itaatte kusur etmezlerdi. Yeni gelen can‘larla hizmetlerde de değişiklik yapılır; kısacası, bu binbir günlük (aşağı yukarı 2 sene 9 ay) çile, görünüşde eziyetli, ancak benliğinin esîri olmakdan kurtulanlar için zevkli bir şekilde devam edip biterdi. Çile‘ye tahammül edemeyenler ya terk edip giderler, yâni çile kırarlar; yâhud ikrar verip yeniden başlarlardı. Nihâyet, binbir günün sonunda, çilekeş‘e dedeünvânı verilirdi. Bu müddet zarfında Mevlevî canları, geceyi dışarda geçiremezler, zarûrî işleri için -izin alarak- sâdece gündüzleri âsitâneden ayrılabilirlerdi. Dergâhın bu sıkı disiplininden söz açılmışken, Mevlevî olan bestekârların en büyüğü, mûsıkî dehâmız Hammamîzâde İsmail Dede Efendi’nin (1778-1846) bir menkabesini nakledelim:
Çocukluğundan beri mûsıkîye karşı büyük bir meyli olan İsmail Efendi (Resim 2), yaşı 20 civarında iken, Başmuhasebe Kalemi’ndeki vazîfesinin yanı sıra, Bâb-ı Cedîd (Yenikapı) Mevlevîhânesi Şeyhi Ali Nutkî Dede‘den ( ö.1804) mûsıkî meşkıne başladı. Zamanla Mevlevîliğe de ilgisi artınca, bir gün hocasına: “Efendim! Fakîriniz artık Kalem’i filân terkedip, kabul buyurursanız bugünden îtibâren bu yüce tarîkate girmek arzusundayım, ikrar vereceğim” dedi. Şeyh Efendi: “Oğlum! Pekâlâ, ammâ burası tekkedir. Çilekeşlik kolay değildir. Sonra yapamazsan nafile bu işe girme… Çünkü burada, insana sırasına göre odun yarıcılık da yaptırırlar” cevabını verdiyse de, İsmail Efendi hizmetde kusur etmeyeceğini bildirerek, çilekeşliğe kabûlü için yalvardı. Ancak, yegâne oğullarının Mevlevîhâne’ye derviş olarak kapılanmasına İsmail’in anne ve babasının rıza göstermediğini Şeyh Efendi daha önceden işittiği için, onlardan muvâfakat almasını şart koştu. İsmail Efendi bunu da sağlayınca 3 Haziran 1798’de Yenikapı Mevlevîhânesi’ne dâhil oldu ve semā’zenliği öğrenmeğe başlayıp 27 Ekim 1798’de âyîne çıktı. Bu sıralarda vefât eden babasından miras kalan hamamı ve evi satmak isteyen nev-niyâz İsmail can, annesinin râzı olmayışına rağmen onları satıp bu parayı Mevlevîhâne matbah‘ına tahsîs etti; Dergâh’daki ziyafetlerde kullanılan para bitince, annesi ve dadısı Ayasofya civârında bir kira evine çıktılar. Derviş İsmail çilesinin ikinci yılında, ilk eseri olarak Bûselik makāmından “Zülfündedir benim baht-ı siyâhım” şarkısını besteledi. Çok beğenilen bu eser, Saray hânendeleri tarafından Sultan III. Selim‘in huzûrunda okununca, her bakımdan mükemmel bir âyîn-i şerîf vücûde getirecek kadar Mevlevîliğe de, mûsıkîye de vukûfu olan san’atkâr padişah, eserin bestekârını görüp tanımak arzûsunda bulundu. Musâhiblerinden Ahmed Ağa, Yenikapı Mevlevîhânesi’ne gidip Hünkâr’ın irâdesini bildirerek müsâade taleb edince, Ali Nutkî Dede: “Emr-i şâhâneleri baş üstüne… Ancak kendisi çilededir. Çilesi de iki seneye erişdi. Tarîkımızın usûlü îcâbınca, gece haricde kalamaz. Rica ederim, herhâlde akşam ezânından evvel Dergâh’a avdet etsin…” diyerek, evlâdı kadar sevdiği İsmail’i Ahmed Ağa ile birlikde Topkapı Sarayı’na gönderdi. Sultan III. Selim, geleceğin bu dâhi bestekârını derhal huzûruna kabul ile birçok iltifatlardan sonra şarkıyı bizzat onun ağzından dinledi ve memnuniyetinden bir kese altın ihsânında bulundu.
Derviş İsmail, Saray’dan çıkdığında akşam ezânına ancak bir saatlik vakit kalmışdı. Hemen Ayasofya civârında vâlidesinin oturduğu kirâ evine uğrayıp: “Anneciğim! ‘Hamamı sattın da, parasını tekke dervişlerine yedirdin’ diye bana darılmışdın. Bak, Pîr’im (Hz.Mevlânâ) bana neler ihsân etti!” dedi; aceleyle altın kesesini atıp, geç kalma telâşı içinde yoluna devam ederek akşam ezânından önce Dergâh’a yetişti ve böylece çilesi yanmamış oldu. Ancak, bu gibi “hünkârî” dâvetlerin sıkça tekrarlanabileceğini tahminde zorlanmayan Ali Nutkî Dede, yetkisi dâhilindeki “müddeti kısaltma” yolunu Derviş İsmail için tercîh ederek, onun 27 Mart 1799’da çilesini bitirip Dede ünvânını almasına imkan tanıdı. Genç İsmail Dede, Yenikapı Mevlevîhânesi’nde kendisine tahsîs olunan hücre‘ye çekildi, yâni hücre-nişîn‘ler arasına girdi.
Şunu da ilâve edelim ki, çileye soyunmadan, îtibârî olarak dedeünvânıyla anılan Mevlevîler de mevcuddu (Resim: 3’de sülüs hattını sunduğumuz Neyzen Emin Dede (1884-1945) gibi). Konya’daki âsitânede çelebilik makāmında oturan ve Mevlânâ soyundan gelen Çelebi Efenditarafından hilâfet verilenler de bu ünvânı alırlardı.
(Devamı önümüzdeki haftaya…)
Prof. Uğur Derman
Resim: 1 – Necmeddin Okyay’ın hattı ve kendi ebrûlarıyla bir levhası; yazıldığı tarih kaydedilmemişse de, 1940’ların başına âid olduğu bilinmektedir.
Resim: 2 – İsmail Dede Efendi‘nin, Âyetullah Sümer‘in (11205-1979) fırçasıyla târiflere göre resmedilmiş bir portresi.
Resim: 3 – Neyzen Emin Dede’nin celî sülüsle “Yâ Hz.Mevlânâ Mehemmed Celâleddîn-i Rûmî, kuddüse sırruhü’l-âlî ” istifi (1343/1925 tarihli).