Mevlevîlik

A+
A-

Mevlevîlik

Nuri Şimşekler

      Tarihler bundan yedi yüz küsur yıl öncesini, 17 Aralık 1273’ü gösteriyor, gün başka coğrafyalarda doğmak üzere garbı kızıla bürüyordu. Tabi ki güneş her ne kadar batıyor gibi görünse de mutad seyrini tamamlayıp nöbeti gereği bütün dünyayı aydınlatacaktı. Şems’in sebebi ve Yüce Allah’ın inayeti ile tüm dünyaya ışık olacak olan Hz. Mevlânâ güneşi de aynı saatlerde batıyor; ama bu gidiş Sevgili’yle buluşmanın kutlu bir habercisi olmakla birlikte, yakın zamanda batmamak üzere tekrar doğacağı müjdesini de veriyordu.

“Ölüm hayattır; hayattır ölüm. Fakat gerçeği örten görüş onu tersine gösterir.” (Hz. Mevlânâ, Divan-ı Kebir, I-VII c., Çev. A. Gölpınarlı, Ankara, 1992, Gazel, V, 97)

Fazla uzun sayılmayan ve Şems öncesi ve sonrası olmak üzere hayatında ‘âlimlik’ ve ‘âşıklık’ mertebelerini aşan Hz. Mevlânâ, başta insan gibi yaşama sanatını öğrettiği Mesnevî’si olmak üzere, ilâhî cezbelerle dilinden dökülen sırların yer aldığı Divanı ve diğer mensur eserlerini bırakmıştı geriye. Asıl önemlisi bu yazılı eserlerin haricinde her Müslüman’a örnek olabilecek ve kendisinin de buyurduğu gibi ‘Kur’ân’ın kulu ve Hz. Peygamberin yolunun tozu’ felsefeli İslâm merkezli yaşam tarzının önemli hususiyetlerini miras bırakmıştı.

Peki bu eserlerindeki bazen açıkça, bazen sırlar halinde, bazen de en cahil kişinin dahi anlayabileceği tarzda ifade edilen öğretiler, kendisinin Hakk’a yürümesiyle görevini tamamlayacak mıydı? Yada; örnek ve yerli yerinde hoşgörü dolu yaşam biçimi bir-iki kuşak dilden dile dolaşıp sonra unutulup gidecek miydi?

“Bizden sonra Mesnevî şeyhlik edecek ve arayanlara doğru yolu gösterecek; onları yönetecek ve onlara önderlik edecektir.” (Hz. Mevlânâ, Sipehsâlâr, Çev. Tahsin Yazıcı, s. 75)

İşte bütün bu soruları kendi kendine soran oğlu Sultan Veled, yakın dostu Hüsâmeddin Çelebi ve diğer müritler bu görevi üslenmiş ve beklentiler doğrultusunda Mevleviliği kurmuşlardı.

Mevlevîliğin tarihi seyrini kaleme almaya çalıştığımız bu yazıda aşağıdaki Mevlevîlik tarihinin kaynaklarından istifade edilerek makamda bulunan Çelebiler, yaptıkları önemli işler ve dönemi siyaset adamlarıyla ilişkileri ana hatlarıyla sunulacak, hayli tafsilatlı olan Mevlevîliğin öğretileri, örf ve adetleri ve âdâb ve erkânı gibi konulara girilmeyecektir.

Mevlevîlik Tarihinin Bazı Önemli Kaynakları:

– Velednâme, Sultan Veled (ölm. 1312), Nşr. Celâleddîn-i Hümâî, Tahran, 1315 hş./1937, Çev. Abdülbaki Gölpınarlı, İbtidânâme, Ankara, 1976
– Risâle-i Sipehsâlâr be Menâkıb-ı Hüdâvendigâr, Ferîdûn b. Ahmed-i Sipehsâlâr (ölm.1312 ?), Nşr. Sa’îd-i Nefîsî, Zindegî-nâme-i Mevlânâ Celâleddin-i Mevlevî, Tahran, 1325 hş./1947, Çev. Tahsin Yazıcı, Mevlânâ ve Etrafındakiler, İstanbul, 1977
– Menâkıbü’l-ârifîn, Şemseddin Ahmed-i Eflâkî (ölm. 1360), Nşr. Tahsin Yazıcı, I-II c., Ankara, 1976-1980, Çev. Tahsin Yazıcı, Âriflerin Menkıbeleri, I-II c., İstanbul, 1986-1987
– Sefîne-i Nefîse-i Mevlevîyân, Sâkıb Dede (ölm. 1735), I-III c., Mısır, H. 1283
– Tezkire-i Şu’arâ-yı Mevleviyye, Esrâr Dede (ölm. 1796), Yazma (Bir nüshası Mevlânâ Müzesi İhtisas Ktp. No: 5959’dadır.)
– Mecmû’atü’t-tevârîhi’l-Mevleviyye, Seyyid Sahih Ahmed Dede (ölm. 1813), Yazma (Bir nüshası Mevlânâ Müzesi İhtisas Ktp. No: 5446’dadır.)
– Mevlânâ’dan Sonra Mevlevîlik, Abdülbaki Gölpınarlı, ilk baskı İstanbul, 1953, gözden geçirilmiş 2. Baskı İstanbul, 1983
– Mevlânâ ve Mevlevilik, Mehmet Önder, İstanbul, 1998
– Mevlevî Usûl ve Âdâbı, H. Hüseyin Top, İstanbul, 2001

Mevlevîliğin Kuruluşu

Vefatına kadar Hz. Mevlânâ’nın yanından ayrılmayan Sultan Veled olgun sayılacak bir yaşta (47) olmasına rağmen babasından boşalan makama geçmeyi reddetmiş ve Mesnevî’nin yazılmasına sebep ve aracı olan Hüsâmeddin Çelebi’yi uygun görmüştü. Onun bu vazifeyi devralması Mevlevîlik tarihi içinde bir ilk ve son olacak; bu makama Hz. Mevlânâ soyundan gelmeyen bir kişi oturacaktı. Çelebi çok mütevazı bir insandı, makamda kendi oturmasına rağmen Sultan Veled’e büyük saygı besliyor ve daima onun fikirleri doğrultusunda hareket ediyordu. Hz. Mevlânâ türbesi üzerinde yer alan Yeşil Kubbeyi o inşa ettirmiş ve bugünkü şeklinin ilk temellerini atmıştı. Aynı zamanda Hz. Mevlânâ’nın mürit ve dostlarını da etrafında toplayarak irfan meclislerinde Kur’ân-ı Kerim ve Mesnevî okutarak gönüllere şifa vermişti. Bu usul de ileride Mevlevîliğin ana unsurlarında biri olacaktı. Aynı dönemlerde bu ‘yol’da olanlara Hz. Mevlânâ’ya izafeten Mevlevî denilmekteydi. İlk yüzyılında Hz. Mevlânâ ahfadına binaen Veledî, Ârifî, Âbidî, Âlimî ve Âdilî olarak da adlandırılacak müntesipler, günümüzde de olduğu gibi genel olarak Mevlevî sıfatıyla vasıflandırılıyorlardı.

“Hz. Mevlânâ vuslatının yaşlaştığı hastalığının son dönemlerinde etrafındakilerin ‘Sizden sonra hilafet kimin olacak, sizin yerinize kim geçecek’ sorularına ‘Çelebi Hüsâmeddin halifemiz olur.’ diyerek cevap vermiş ve makamın kime geçeceğini bildirmişti.” (Eflâkî, Çev. Tahsin Yazıcı II, 162)

“Ey Hak Ziyâsı Hüsâmeddin, sen öyle bir ersin ki, Mesnevî senin nurunla ayı geçti, aydan bile parlak bir hale geldi. Ey lûtfu, keremi umulan! Yüce himmetin bu Mesnevî’yi nereye çekmekte? Allah bilir! Bu Mesnevî’nin boynunu bağlamış, bildiğin yere doğru çekmektesin. Mesnevî, koşup gitmekte; çeken gizli. Fakat, sadece görecek gözü olmayan gâfilden gizli! Mesnevî’nin yazılmasına önce sen sebep olmuştun; artar, uzarsa arttıran, uzatan yine sensin. Mademki sen böyle istiyorsun. Allah da böyle istiyor; Allah takvâ sahiplerinin dileğini ihsan eder.” (Hz. Mevlânâ, Mesnevî, Çev. Veled İzbudak, I-VI c., MEB. Yay., 3. Baskı, İstanbul, 1995 III, 1-5)

Mevlevîliğin Tesisi, Yaygınlaşması ve Makamda Bulunan Çelebiler

Hüsâmeddin Çelebi 11 yıl süren bu görevi sırasında vefat etmiş (1284) ve Sultan Veled’in makama geçmesi bir zaruret olmuştu. Çünkü o, yol büyüğü olarak gördüğü ve babasının sağlığında lütuflarına mazhar olan Hüsâmeddin Çelebi varken posta oturmayı bir saygısızlık olarak nitelendiriyordu.

Sultan Veled 58 yaşında makama geçtiğinde; Şems’in, Hz. Mevlânâ’nın, kayınpederi Kuyumcu Selâhaddin’in, Hüsâmeddin Çelebi’nin ve Baktemüroğlu Şeyh Kerimüddin’in mânevî terbiyesi ve ilimleriyle teçhiz edilmiş ve yol’u bizzat hakke’l-yakîn olarak öğrenmiş bir kişiydi. Onun makamda bulunduğu 28 yıl zarfında mürit ve dostlar artmış, sarayla olan ilişkiler kuvvetlenmiş; daha da önemlisi semâ, mûsıkî ve Mesnevîhânlık usulleri belli bir düzene sokularak kurumsallaşmanın temelleri atılmıştır. İleriki yıllarda bu temel üzerine bina edilen Mevlevîlik âdâb ve erkânı da günümüze kadar büyük bir değişikliğe uğramadan devam ede gelecektir.

Mevlevîlik Sultan Veled döneminde (1284-1312) bir taraftan belli usullere oturtulurken, diğer taraftan da onun halife olarak gönderdiği elçiler sayesinde başta Kırşehir, Amasya ve Erzincan olmak üzere Anadolu topraklarında yayılmaya başlamıştı. Bu elçiler gittikleri yerlerde büyük bir sempati ile karşılanıyor, kurulan Mevlevî zâviyelerinde de Hz. Mevlânâ’nın fikirleri, semâ ve mûsıkî sayesinde gönüller fethediliyordu. Yine babasının Mesnevî’sini örnek alarak yazdığı İbtidânâme’si ve Hz. Mevlânâ’ya 40 yıl müritlik yapmış Sipehsâlâr’ın Risâlesi ile de Mevlevîlik tarihinin ilk kaynakları bu dönemde yazılmış oluyordu.

“Sultan Veled hazretleri bütün mutad ilimlerinde sonsuz bir deniz; ilâhî bilgi ve kutsal hakikatlerde eşi benzeri olmayan bir padişah idi.” (Sipehsâlâr, s. 145)

Sultan Veled Hakk’a yürüdüğünde (1312) artık, Mevlevîlik Yolu’nun esasları büyük ölçüde belirlenmiş ve bu kurallar çerçevesinde akın akın gelen gönül dostlarına İslâm’ın güzellikleri bir başka üslupla sunulmaya başlanmıştı. Sultan Veled’den sonra meşihatta bulunan oğlu Ulu Ârif Çelebi (D. 1272) daha babasının zamanında kendini yetiştirip bu yol’da ilerlemiş; Anadolu ve İran tarafına yaptığı seyahatlerle Mevlevîliği yaymak için çaba arfetmekteydi. Karaman, Beyşehir, Aksaray, Akşehir, Afyon, Amasya, Niğde, Sivas, Tokat, Birgi, Denizli, Alanya, Bayburt, Erzurum ve devamında Tebriz’de kurulan Mevlevîhâneler onun bu ziyaretleri sırasında attığı temeller sayesinde kurulmuştu. Bu seyahatlerin birçoğuna katılan Eflâkî Dede de Bahâeddin Veled, Şems-i Tebrizi, Hüsâmeddin Çelebi, Kuyumcu Selâhaddin, Hz. Mevlânâ ve çağına kadar olan çocuklarının menkıbelerini toplayarak yazdığı Menâkıbü’l-ârifîn adlı eseriyle Mevlevîlik tarihini yazmayı gelenek haline getirecektir.

“Bugünden sonra bizim Ârif’imiz tam bir şeyhtir ve başbuğluğa lâyıktır ve beşikten mezara kadar olgunlaşacaktır.” (Hz. Mevlânâ’nın, torunu Ulu Ârif Çelebi doğduğunda söylediği söz. Eflâkî, II, 230)

Ulu Ârif Çelebi’den sonra (ölm. 1320) kardeşleri Şemseddin Âbid (ölm. 1338) ve Hüsâmeddin Vâcid (ölm. 1342) Çelebiler makama geçmiş ve cedlerinden öğrendikleri gelenek üzere Mevlevîliği yaymak isteseler de Anadolu’daki siyasi karışıklıklar nedeniyle bunda muvaffak olamamışlar, ellerindeki imkânlarla tarikatın ayakta kalmasını sağlamışlardır.

“Âbid Çelebi keremi bol ve âdil biriydi. Allah’tan başka her şeyi daima çoluk çocuğuna ve müritlere verirdi.” (Eflâkî, II, 367)

“Şemseddin (Âbid) Çelebi’nin kardeşleri Zâhid ve Vâcid Çelebiler kutupların ciğerleri, akıl sahiplerinin gözleridirler. Atalarının âdetlerini devam ettirmede ve doğruluk ve hidayet yolunu herkese apaçık bir hale getirmede insanların onlara olan güveni sonsuzdur.” (Sipehsâlâr, s. 149)

Ulu Ârif Çelebi’nin oğlu Emir Âlim Çelebi I ise gelenek üzere iki amcasından sonra makama geçmesi gerekirken gittiği İran ve Türkistan seyahatinden geri dönmemiş ve âkıbeti hakkında da bir mâlumat elde edilememiştir. Bazı kaynaklar ise onun Türkistan bölgesinde Mevlevîliği yayıp 1350 yılında da oralarda vefat ettiğini kaydederler.

Emir Âlim Çelebi I’in vefat ettiğine dair haber Konya’ya ulaşınca makama geçme hakkı küçük kardeşi Emir Âdil Çelebi’ye verilmiş ve bu zât da 18 yıl meşihatta bulunarak tarikatı idare etmiştir. Konya’nın Karamanoğulları elinde bulunduğu bir dönemde postta bulunan Emir Âdil Çelebi bu hükümdarlığın liderlerini ve ileri gelenlerini de aydınlatmış ve hatta bazıları da müridi olmuştur.

Emir Âdil Çelebi (ölm. 1368)’den sonra makamda 27 yıl meşihatta bulunacak olan Şemseddin Âbid Çelebi oğlu Emir Âlim Çelebi II vardır. Âlim Çelebi II de Karaman’da medfun bulunan Hz. Mevlânâ’nın annesi Gevher Hatun ve ağabeyi Muhammed Alâeddin’in türbelerini onartmış ve bitişiğine bir cami ve Mevlevîhâne tesis ederek buralara vakıflar bağlanmasını sağlamıştır.

“1201 tarihlerinde Karaman’a ulaşan Hz. Mevlânâ, babası ve diğer aile fertleri 7 yıl kadar burada kalmışlar ve Sultan Alâeddin Keykubad’ın ısrarlı davetleri üzerine Konya’ya gelmişlerdir. Hz. Mevlânâ, eşi Gevher Hatunla Karaman’da evlenmiş; Sultan Veled ve Alâeddin Çelebi burada dünyaya gelmişlerdir. Bu yüzden Karaman’ın Mevlevîler nezdinde özel bir yeri vardır.”

Emir Âlim Çelebi II’nin (ölm. 1395) Hakk’a yürümesinden sonra yerine Emir Âdil Çelebi oğlu Ârif Çelebi II geçmiş, o da siyasi çalkantılar içinde bulunan Anadolu’da tarikatını fazla genişletmeye imkân bulamamış; ancak ceddi Hz. Mevlânâ’nın türbesini esaslı bir onarıma vesile olmuştur. 26 yıl makamda bulunduktan sonra 1421 yılında vefat eden Ârif Çelebi II’den sonra tarikatın başına Emir Âlim Çelebi oğlu Pîr Âdil Çelebi (Âdil Çelebi II) geçmiştir.

“Ey Konya! Önce Mevlânâ’nın varlığıyla parlamıştın, şimdi de türbe sayesinde eminsin.” (Sultan Veled, Divan-ı Sultan Veled, Nşr. F.Nafiz Uzluk, 1941, s.438, Gazel No: 711)

Pîr Âdil Çelebi Sultan Veled’den sonra fazla bir değişikliğe uğramayan semâyı aslına sadık kalarak yeniden yapılandırmış, tarikatın usullerini de gözden geçirerek yeni bir oluşum yoluna gitmiştir. Tabi ki bu oluşumda kendi döneminde yaygınlaşıp kurumsallaşmaya başlayan Bektaşîlik, Halvetîlik ve Kâdirîlik gibi tarikatlardan Mevlevîliği belirgin çizgilerle ayırma fikri önemli bir etken olmuştur. 39 yıl meşihatta bulunan Pîr Âdil Çelebi 1560 yılında Hakk’a yürümüş ve yerine oğlu Cemâleddin Çelebi geçmiştir.

“Mevlevîlik, semâ, sefâ, vecd ve hâl gibi kendi âdâb ve erkânının yanında Nakşbendi tarikatının esasları ve Şems’in aşk ve cezbe temelleriyle oluşturulmuştur.” (Sâkıb Dede, I, 134)

Cemâleddin Çelebi dönemi (1460-1509) Mevlevîliğin olduğu kadar Konya ve Anadolu tarihinin de önemli köşe taşlarının konulduğu bir çağ olmuştur. Konya bu dönemde Osmanlı topraklarına katılmış (1467), Ege Bölgesinde ise Mevlânâ soyundan olan inas Çelebilerden (anne tarafından Mevlânâ torunu) Divane Mehmed Çelebi (ölm. 1529) ve müridi Şâhidî Dede (ölm. 1550) sayesinde Mevlevîlik, Afyon, Denizli, Kütahya, Bursa, Muğla, Isparta, Burdur, Aydın, İzmir, İstanbul ve çevresinde yayılmış ve buralarda Mevlevîhâneler kurulmuştur. Yine Hz. Mevlânâ’nın torunu Mutahhara Hatunun kızı Devlet Hatundan doğan II. Yıldırım Bâyezid (slt.1481-1512), ceddi saydığı Hz. Mevlânâ’nın dergâhına büyük hizmetlerde bulunmuş ve Anadolu’da Mevlevîliğin yayılmasında maddî-mânevî desteklerini esirgememiştir. II. Yıldırım Bâyezid’in oğlu Mehmed’in de Osmanlı padişahlarının aldığı ‘Sultan’ unvanı yerine Mevlânâ soyundan gelenlere verilen ‘Çelebi’ unvanını tercih etmesi Mevlevîliğe verilen önemin ne denli büyük olduğuna bir delildir. Cemâleddin Çelebi de 49 yıllık meşihatı döneminde bu ilgi ve yakınlığı olumlu bir şekilde kullanarak bu yol’a büyük hizmetler etmiştir.

“Cemâleddin Çelebi Fâtih Sultan Mehmed’e II. Bâyezid’in doğumunu müjdelemiş; daha sonra II. Bâyezid de Cemâleddin Çelebi ve Mevlânâ’ya büyük sevgi ve saygı beslemiştir; tahtta bulunduğu dönemlerde de türbedeki sandukaları yeniletmiş, üzerlerine örtülmek üzere değerli kumaşlar göndermiştir.” (Sâkıb Dede, I, 139, 144)

Cemâleddin Çelebi’nin 1509 yılında vefatından sonra yerine torunu ve inas Çelebilerden Hüsrev Çelebi geçmiştir. Usul gereği Cemâleddin Çelebi’nin oğlu Kadı Mehmed Paşa makama geçmesi gerekirken babasının sağlığında vefat ettiği için hizmeti de onun oğlu Hüsrev Çelebi almıştır. Hayli uzun bir süre (62 yıl) meşihatta bulunan Hüsrev Çelebi zamanı da Osmanlı Hanedanının iki güçlü sultanı Yavuz Sultan Selim (slt. 1512-1520) ve Kanuni Sultan Süleyman’ın (slt. 1520-1566) tahtta bulunduğu zamana rastlar. Her iki sultan da Doğuya yaptıkları seferler sırasında Konya’ya uğrayarak Hz. Mevlânâ Dergâhını ziyaret etmişler ve buraya yaptıkları bağışların yanı sıra, gösterdikleri ilgi nedeniyle Mevlevîlerin mânevî olarak güçlenmesini de sağlamışlardır. Ayrıca bağladıkları vakıflarla buranın zenginleşmesine katkıda bulunmakla birlikte su getirterek, semâhâne ve mescit yaptırarak dergâhın mimari yapısına da hizmet etmişlerdir.

“Mevlânâ ve oğlu Sultan Veled’in mezarlarının üstündeki mermer sandukaları Kanuni Sultan Süleyman yaptırmıştır. Mevlânâ’nın evvelki ahşap oyma sandukasını da babası Sultânü’l-Ulemâ’nın kabri üzerine nakletmişlerdir.” (Evliya Çelebi, bkz. A. Gölpınarlı s. 154)

Hüsrev Çelebi 1561 yılında Hakk’a yürüdüğü zaman yerine oğlu Ferruh Çelebi geçmiştir. Ferruh Çelebi babasından kalan zengin vakıflarla türbeyi idare etmekle birlikte Karatay Medresesi’nin müderrisliği de kendisine tevcih olunmuş ve bu etkinliği bazı muhaliflerin dedikodusuna sebep olmaya başlamıştır. Bu dönemde ise Osmanlı tahtında Kanuni’nin oğlu II. Selim vardır (slt. 1566-1574). II. Selim önceleri Konya’da vali iken Hz. Mevlânâ dergâhına bağlanmış, oradan feyizlenmiş ve bu bağlılığın eseri olarak da dergâhın yanına Selimiye Camii’nin inşası emrini vermişti. Ferruh Çelebi ise padişahın nezdinde saygın bir yeri olmasına rağmen kendisini çekemeyenlerin ‘bolluk içinde şaşaalı bir hayat sürüyor’ gibi mübalağalı dedikodular nedeniyle padişah tarafından azlediliyor ve İstanbul’a sürgüne gönderiliyordu. Bu olay Mevlevîlik tarihi açısından büyük bir önem taşıyor; bir padişah ilk kez Mevlânâ Dergâhı Postnişînliği görevine müdahalede bulunuyordu. Ferruh Çelebi’nin 30 yıl meşihatta bulunduğu varsayılsa da 18 yıl süren bu sürgün nedeniyle resmi olarak 12 yıl makamda oturduğu kabul edilir.

“Yâ Rab! Bize bir teslîyet-i hâtır olur mu?
Yoksa bu fütûr ile dem-i âhir olur mu?”
(Ferruh Çelebi, Şairlik yönü de bulunan Çelebinin azil ve sürgün dönemi hakkında söylediği gazelin ilk beyti, bkz. Sâkıb Dede, I, 153))

Ferruh Çelebi 1591 yılında vefat etmiş ve yerine Sultan III. Mehmed’in emriyle oğlu Bostan Çelebi I geçmiştir. Çelebi’nin 1630 yılındaki Hakk’a yürüyüşüne kadar makamda kaldığı bu 39 yıl, Mevlevîliğin sarayla arasını tekrar düzelttiği, yeniden Anadolu’ya, İstanbul’a ve hatta Balkanlar, Mısır, Suriye ve Kuzey Afrika gibi bölgelere yayıldığı bir dönem olmuştur. Yine Mevlânâ muhibbi olan Sultan I. Ahmed (slt. 1603-1617) ve devlet ileri gelenleri bu tarikata olan bağlılıklarını dile getirmiş, ziyaretleri ve bağışları sayesinde Mevlevîliğe yeniden bir heyecan ve etkinlik getirmişlerdir. Bugün dahi Mesnevî’yi güzel ve doğru bir şekilde şerh ettiğine inanılan ve bu hizmetiyle ‘Hz. Şârih’ unvanını alan Ankaralı Rüsuhi Dede de Bostan Çelebi I’e mürit olmuş ve hizmetinde bulunmuştur.

“Bahtiyâ! Bendesi ol Dergeh-i Mevlânâ’nın
Taht-ı ma’nîde odur pâdşeh-i dünyanın”
(Bahtî mahlasıyla şiirler söyleyen Sultan I. Ahmed’in Hz. Mevlânâ hakkında söylediği gazelin son beyti)

Bostan Çelebi I’in vefatından sonra yerine kardeşi Ebubekir Çelebi geçmiş ve ne yazık ki, parlak geçen ağabeyinin döneminin ardından tahtta bulunan ve sufî düşünceye zıt olan Sultan IV. Murad (slt. 1623-1640) nedeniyle epey zorluklar çekmiştir. IV. Murad Ayasofya Camii vâizi Kadızâde (ölm. 1635) ve çevresinin etkisinde kalarak diğer tarikatlara olduğu gibi Mevlevîliğe de karşı çıkmış, hatta Bağdat Seferine giderken uğradığı Konya’da Mevlânâ Dergâhını yıkmayı bile aklına koymuştur. Fakat dergâhta yaşadığı bir olay neticesinde bu fikrinden vazgeçmiş, Ebubekir Çelebi’ye hediyeler vererek, dergâha da vakıflar bağlamak suretiyle asırlardır gelen ‘Mevlânâ Yolu’nu onaylamıştır.

Sultan IV. Murad’ı da arkasına alan Ebubekir Çelebi daha da güçlenmiş bir şekilde makamda bulunurken yine kendisini çekemeyenler tarafından ‘Dergâhın maddî imkânlarını şahsı için kullanıyor’ iftiralarıyla İstanbul’a sürgüne göndertilmiştir (1637). Çelebi burada iken 1638 yılında vefat etmiş ve Yenikapı Mevlevîhânesi’ne defnedilmiştir.

“Hâb-ı gafletten uyan ey Âl-i Osman bilmiş ol!
Aç gözün elden gider taht-ı Süleyman bilmiş ol!”

(Kadızâde’nin Sultan IV. Murad’ı sufîlere karşı kışkırtmak için ona takdim ettiği şiirin bir beyti)
Ebubekir Çelebi’nin sürgüne gönderildiği tarihte makam, inas Çelebilerden ve Afyonkarahisar Mevlevîhânesi şeyhi Divane Mehmed Çelebi soyundan Ârif Çelebi III’e (Küçük Ârif Çelebi) geçmiştir. Afyon’dan çağrılarak posta oturtulan Çelebinin 5 yıl süren bu görevi sırasında kayda değer bir olaya rastlanmamıştır.

“Salunursak tan mıdır deff u kudüm ü nây ile
Ehl-i aşkız fahrimiz âyîn-i Mevlânâ ile”
(Divane Mehmed Çelebi, bkz. A. Gölpınarlı, s. 488)

Ârif Çelebi III’ün 1642 yılındaki vefatıyla, Çelebilik Makamı yeniden zükur Çelebilere (baba tarafından Mevlânâ torunu) geçmiş; Hasan Çelebi oğlu Hüseyin Çelebi posta oturarak 24 yıl meşihatta bulunmuştur.

Hüseyin Çelebi dönemi de Sultan Deli İbrahim (slt. 1640-1648) ve IV. Mehmed (slt. 1648-1687) zamanına rastlar ve ülke içerisindeki karışıklık ve isyanlar nedeniyle Osmanlı Devletinin gerilemesine paralel olarak Mevlevîlik de yeni adımlar atılamaz; hatta siyasete karıştığı iddialarıyla da zaman zaman kötü dönemler geçirir.

“Hüseyin Çelebi, deliliği geçmesi için Sultan Deli İbrahim’e arakiyye (bir çeşit külâh) tekbirleyip giydirmek üzere İstanbul’a davet edilmiş; fakat Sultan bu arakiyyenin Şehzâde Mehmed’e giydirilmesini emretmiş ve böyle de yapılmış. Şehzâde Mehmed’in tahtla müjdeleneceğine yorumlanan bu olaydan bir müddet sonra Şehzâde, IV. Mehmed unvanıyla padişah olmuştur.” (Sâkıb Dede, I, 176)

Hüseyin Çelebi’nin vefat yılı olan 1666 tarihinde ise Abdurrahman Çelebi oğlu Abdülhalim Çelebi I makama geçer. Mevlevîlik bu Çelebi döneminde ikinci kez büyük sarsıntı geçirir. Daha önce IV. Murad’ın saltanatta bulunduğu zaman Mevlânâ Dergâhı’nın yıkılmasıyla dahi karşı karşıya gelen ve tarihe ‘Kadızâdeler Olayı’ olarak kaydedilen bir dönemden sonra, bu kez de sahnede Vani Mehmed (ölm. 1685) adlı softa bir hoca vardır. Vani, Sadrazam Köprülü Mehmed Paşa’nın oğlu Fazıl Ahmed Paşa’nın Sadrazamlığı getirildiği dönemde onun ve Sultan IV. Mehmed’in itibarını kazanarak ‘Hünkâr Şeyhi’ sıfatıyla saraya girer. Vani, birkaç yanlış örnek göstererek ülkedeki tarikatların artık zararlı bir hale geldiğini savunarak tarikatların lağvedilmesi yönünde padişahtan karar çıkartır. Tabi bu karar, Mevlevîlik ve onun en önemli unsurlarından olan semâyı da bağlamaktadır. H. 1077 / M. 1666 yılında ilan edilen bu yasak Mevlevîler tarafından ebced hesabıyla eden ‘yasağ-ı bed’ (kötü yasak) tabiriyle tarihe kaydolmuştur. 18 yıl süren bu olaydan sonra Vani’nin gerçek yüzü ortaya çıkmış ve saraydan azledilmesiyle Mevlevîlerin ve semânın yasağı kalkmıştır. H. 1095 / M. 1684 yılında meydana gelen bu yasağın kalkması da Yenikapı Mevlevîhânesi şeyhi Naci Ahmed Dede (ölm. 1708) tarafından ‘Mevlevîler döndü câna aşk-ı Mevlânâ ile’ mısraı ile tarihe nakşedilmiştir.

“Semâ âşıkların gıdasıdır; çünkü semâda Allah’la buluşma hayali vardır.” (Hz. Mevlânâ, Sipehsâlâr, s. 73)

“Bir bedevi Hz. Peygamberin huzurunda şiir okuyordu. İlk ve son gelenlerin efendisi olan Hz. Peygamber bu beyitleri duyunca marifet, sevgi ve istek denizi coştu; ve bedeviye bu beyitleri tekrarlamasını söyledi. O tekrar ederken Hz. Peygamber de şevkinin coşmasından dolayı kollarını açıyor ve aşırı hareketler yapıyordu; öyle ki, mübarek ridası omzundan düştü. Semânın Allah erleri için mübah olduğuna dair birçok risaleler yazılmıştır. Hakikat ehli, semâyı kabul edip, caiz görmüşlerdir.” (Sipehsâlâr, s. 71)

“Bir softa Hz. Mevlânâ’nın müritlerinden birinin önüne gelerek semâ ile ilgili şöyle der: ‘Ben bir eşek yükü kitap okudum, fakat semânın mübah olduğuna dair bir şey görmedim.’ Mürit gülümseyerek ona şu cevabı verir: ‘Sen o kitapları eşek gibi okumuşsun da onun için bir şey anlamamışsın.’ “ (Eflâkî, I, 303 )

Dönemindeki karışıklık ve yasaklarla uğraşan Abdülhalim Çelebi I, 1679 yılında Hakk’a yürümüş ve yerine oğlu Kara Bostan Çelebi geçmiştir. Kara Bostan Çelebi makamı döneminde ilk iş olarak yasak nedeniyle müritleri dağılan ve vakıflarına dahi el konulan Mevlânâ Dergâhını eski parlak ve şaşaalı günlerine kavuşturmak için çaba sarf etmiş ve bunda da başarılı olmuştur. Artık sadece Mevlânâ Dergâhı’nda değil Osmanlı topraklarının dört bir köşesine yayılan diğer Mevlevîhânelerde de Mevlevîler akın akın toplanmaya başlamıştır.

Kara Bostan Çelebi müritlerini yeniden toplarken Sultan II. Süleyman’ın (slt. 1687-1691) Balkanlara gazaya çıkacağı haberi üzerine Mevlevîlerden bir alay oluşturmuş ve savaşa katılmak üzere Edirne’de sultana intisap etmiş; sultanın ‘Efendim, siz zaferimiz için dua ediniz’ cevabı üzerine de geri dönmüştür. Sultan II. Ahmed’in (slt. 1691-1695) tahtta bulunduğu sırada ise artık son dönemlerde adet olduğu üzere Çelebi ‘Dergâhın vakıflarını geri aldığı menfaatçiler’ tarafından Sultana şikâyet edilmiş ve o da Çelebinin Hacc’a gitmesi bahanesiyle onu Konya’dan uzaklaştırmış ve dönüşünde de Kıbrıs’a sürmüştür. Kısa bir müddet burada kalan Kara Bostan Çelebi affedilmiş ve büyük bir karşılama töreniyle Konya’ya vasıl olmuştur. Çelebi, görevinin geri kalan kısmında Hz. Mevlânâ Dergâhında onarımlar yaptırmış, Yeşil Kubbenin çinilerini yeniletmiş ve 1711 yılında hayli yaşlı bir vaziyette Hakk’a yürümüştür.

“Yazık Konya halkına bizim zevkle dolu olan semâmızdan usandılar ve alttan alta bizim aleyhimizde bulunuyorlar. Bizim bu güzel ve neşeli şeylerimiz hoşlarına gitmiyor. Saba halkı gibi Allah nimetini inkâr ediyorlar. Onların bizi kötüledikleri kulağıma geliyor… Bu insanlar daha sonra öyle perişan olacaklar ki, eşyalarını terk edip bu şehirden uzaklaşacaklar… Nihayet tövbe ile bizim evlâd ve ahfâdımızı kabul ettikleri vakit Allah’ın inâyeti ile Konya yeniden gelişip canlanacak. Bu dönemin insanları da semâ sever ve zevk adamı olacaklar. Bu aşk âlemi bütün dünyayı kaplayacak, bütün insanlar bizim sözümüzün âşığı olacaklar…” (Hz. Mevlânâ, Eflâkî, I, 304 vd.)

Kara Bostan Çelebi’den sonra yerine oğlu Sadreddin Çelebi geçmişse de ancak 1 yıl meşihatta bulunabilmiş; o da babası ile aynı yıl içerisinde vefat etmiştir. Çelebi’nin yaptığı en önemli iş Osmanlı şehzâdelerine arakiyye tekbirlemek üzere İstanbul’a davet edilip bu görevi yerine getirmesi olmuştur.

“Cübbe ve sarık ile insan âlim olmaz. Âlimlik insanın zâtında olan bir hünerdir. Bu hüner ister ipekli bir kaba, ister yünden bir aba içinde olsun.” (Hz. Mevlânâ, Fîhi mâfîh, Çev. Meliha Ü. Tarıkâhya, İstanbul, 1985, s. 134)

Mevlânâ’nın makamı ne yazık ki bu dönemde de bazı kişilerin post kavgasına neden olmuş ve nihayetinde Kara Bostan Çelebi’nin amcası Abdurrahman Çelebi oğlu Mehmed Ârif Çelebi posta oturtulmuştur. Mehmed Ârif Çelebi’nin 35 yıl meşihatta bulunduğu dönem, Mevlevîliğin özellikle Balkanlar, Arap ülkeleri ve Akdeniz’deki adalarda yaygınlaşmasıyla tarihte yer alır. Bu süre içinde Bağdat, Musul, Kerkük, Halep, Hama, Humus, Şam, Kudüs, Medine, Mekke, Tebriz, Lefkoşe, Hanya (Girit), Sakız, Midilli, Siroz, Belgrad, Bosnasaray, Filibe, Niş, Peç, Selânik, Üsküp ve Vodine gibi şehirlerde Mevlevîhâneler kurulmuş ve bölge insanlarını aydınlatmayı bir görev olarak benimsemiştir. Mehmed Ârif Çelebi ayrıca yakın dönemimize kadar ulaşan Dergâhın batısındaki Sultan Veled medresesini tâdilatla büyütmüş ve Çelebi çocuklarına okul olarak ihdas etmiştir. Yine bugün hâlâ ayakta duran Dergâhın kuzeyindeki Çelebi misafirhanesini de o yaptırmıştır.

“Sevgili bir an olsun gel eve; bir an olsun şu canımızı tazele
Şu arkadaşları bir an olsun güldür; bir an olsun meclisimizi süsle;
Süsle de gökyüzü, gece yarısında güneşi apaçık görsün
Süsle de aşk ışığı, Konya’dan parlasın, bir anda Semerkand’a, Buhârâ’ya vursun…”
(Hz. Mevlânâ, Divan-ı Kebir, IV, 270, Gazel No: CXXXIV)

Mehmed Ârif Çelebi’nin bu velud döneminden sonra yerine oğlu Ebubekir Çelebi II geçmiştir (1746). Şair bir zat olan Çelebi, makamda bulunduğu zamanlarda hayli çalkantılı bir dönem geçirmiş, hatta siyasete ve isyanlara adı karıştığı için idamı bile söz konusu olmuştur. Dönemin Şeyhülislâmı tarafından idamı önlenen Çelebi Manisa’ya sürülmüş (1776), affını müteakiben Konya’ya dönerek 1785 yılında burada vefat etmiştir.

“Allah, insana şah damarından daha yakındır. Halbuki sen ok gibi olan düşünceni uzaklara fırlatmadasın.
Ey yayını çekip oku atan! Av yakında, sense uzağa bakmaktasın.”
(Hz. Mevlânâ, Mesnevî, VI, 2353, 2354)

Birkaç yüzyıldır, iyice genişleyen Mevlânâ ailesi artık makama geçmek için zaman zaman ikili, hatta üçlü çekişmeler içine giriyor ve bu mücadele saraya taşınıyordu. Ebubekir Çelebi II’nin vefatıyla da durum böyle olmuş, inas Çelebilerden Mesnevîhân Seyyid Alizâde ile zükur Çelebilerden Karaman Mevlevîhânesi şeyhi İsmail Çelebi’nin oğlu Hacı Mehmed Çelebi makama talip olmuşlardır. İstanbul’da saraya davet edilen bu iki Çelebi dinlendikten sonra makam Hacı Mehmed Çelebi’ye verilmiştir.

“Binlerce dâvacı, dâvaya kalkışsa kadı, kulağını şahide verir. Onun için şahidin sözü, göz yerine geçer. Çünkü o, garezsiz olarak sırrı görmüştür. Dâvacı da görmüştür; ama garezle görmüştür. Garez, gönül gözüne perdedir. Allah diler ki, sen zahid olasın; garezi bırakasın da tanık kesilesin. Bu garezler perdedir. Göze perde indimi, İnsan her şeyi göremez; ‘Sevdiğin şeyler, seni kör ve sağır eder.’ ” (Hz. Mevlânâ, Mesnevî, VI, 2868, 2870-2874)

30 yıla yakın süren Hacı Mehmed Çelebi zamanı da Mevlevîlik tarihi açısından iyi ve kötü olayları barındıran bir dönem olmuştur. Çelebi, Mevlevî olan III. Selim’in (slt. 1789-1807) İstanbul’daki Mevlevîhâneleri sık sık ziyareti, ilgisi ve Şeyh Gâlib (ölm. 1799) gibi bir şairin yetiştiği dönemde bu yakınlığı yeterince kullanamamış, aksine Konya ve çevresinde meydana gelen siyasi hareket ve ayaklanmalara dahi katılarak tepki çekmiştir. Çelebi, dergâhın vakıf konularındaki anlaşmazlıklarında da epey yıpranmış ve çaresiz makamdan çekilerek yerine dokuz yaşındaki oğlu Mehmed Said Hemdem Çelebi’yi önermiş; saraydan onun hilâfet fermanı gelmeden de 1815’de vefat etmiştir.

“Sultan III. Selim Sûzidilârâ makamında bestelediği âyin-i şeriflerle Mevlevî müziğine büyük katkılarda bulunmuş; Divan Edebiyatımızın güçlü şâirlerinden ve Galata Mevlevîhânesi postnişînlerinden Şeyh Gâlib de ‘Esrârın Mesnevî’den aldım; çaldımsa da mîri malı çaldım’ diyerek eserlerindeki Mevlânâ etkisini vurgulamıştır.”

Hemdem Çelebi küçük yaşta Konya’daki Çelebilerle birlikte saraya hilafet almak için İstanbul’a gittiğinde burada büyük ilgi görmüş, hediyelerle birlikte hilâfetini de alarak Konya’ya geri dönmüştür. Hemdem Çelebi resmî olarak 44 yıl makamda bulunmasına rağmen ilk dokuz yılı yaşının küçük olması nedeniyle amcası Ferruh Çelebi’nin vekâletinde geçmiştir.

Sultan II. Mahmud (slt. 1808-1839) ve Abdülmecid (slt. 1839-1861) dönemlerinde meşihatta bulunan Hemdem Çelebi, kendi döneminde meydana gelen siyasî olaylarda; ve hele II. Mahmud’un Bektaşîlerin oluşturduğu Yeniçeri Ocağı’nı lağvetmesi (1836) sırasında tarafsızlığını korumuş ve sarayın Mevlevîlere olan itibarını artırmıştır. Yine Abdülmecid döneminde kendisine sarayda ‘üstün derece nişanı’ verilmiş, Mevlevîler bu ilgiyle saygınlıklarını daha da artırmışlardır. 1858 yılında Hakk’a yürüyen Hemdem Çelebi’nin dergâha yaptığı en büyük hizmetlerden biri de burada dervişlerin elinde dağınık halde bulunan kitapları toplatıp kayda geçirmek suretiyle bir kütüphane kurmasıdır (1854).

“Kitaptan maksat içindeki bilgilerdir; ama dilersen sen onu yastık yapıp başının altına da koyabilirsin.
Bu, kılıcı çivi yerine duvara çakıp mağlubiyeti baştan kabul etmeye benzer.”
(Hz. Mevlânâ, Mesnevî, III, 2989, 2991)

“Nice aktâb, nice ârif-i bi’llâh gelir
Dergeh-i Pîr’e; velî ben gibi Hemdem gelmez”
(Said Hemdem Çelebi)

Hemdem Çelebi’nin vefatından sonra sırasıyla 4 oğlu Mahmud Sadreddin, Fahreddin, Mustafa Safvet ve Abdülvahid Çelebiler makamda bulunmuşlardır.

Mahmud Sadreddin Çelebi 23 yıl makamda kalmış, bu süre içerisinde Mevlevîlik olağan seyrinde devam ederken Konya’da bazı yangın ve kıtlık gibi felâketler baş göstermiştir. Çelebi bu felâket günlerinde vali ile birlikte Konya halkının yardımına koşmuş, dergâhın maddî-manevî imkânlarını seferber etmiştir. Bu çabaları sayesinde Sultan Abdülaziz’in (slt. 1861-1876) özel nişanlarını da kazanan Çelebi, Konya halkının da büyük ilgi ve sevgisine mazhar olmuştur. 1881 yılında Hakk’a yürüyen Çelebinin yerine, kardeşi Manisa Mevlevîhânesi şeyhi Fahreddin Çelebi atanmıştır.

“Nice toprak gibi mezarda yatanlar var ki faydaları, feyizleri bakımından yüzlerce diriden iyidir, üstündür.
Gölgesini gizlemiş (ölmüş) ama toprağı gölge vermekte. Yüz binlerce diri, onun gölgesinde gölgelenmekte.”
(Hz. Mevlânâ, Mesnevî, VI, 3012, 3013)

Fahreddin Çelebi, dergâhtaki dedelerin önermesi ve Şeyhülislâmın onayı ile makama geçmiş; ancak fazla bir iş yapamadan bir yıl sonra vefat etmiştir (1882). Daha sonra ise yerine kardeşi Mustafa Safvet Çelebi geçmiştir.

“Fikir ona derler ki, bir yol açsın. Yol ona derler ki, önüne bir padişah çıka gelsin.
Padişah ona derler ki, kendiliğinden padişah olsun; hazinelerle, askerlerle değil.”
(Hz. Mevlânâ, Mesnevî, II, 3207, 3208)

Mustafa Safvet Çelebi de beş yıl kadar meşihatta bulunmuş bu süre zarfında dergâhta bazı onarımlar yapmış, 1887 yılında vefat ettiği zaman yerine kardeşi Abdülvahid Çelebi geçmiştir.

“Bizim türbemizi yedi defa yapacaklar. Sonuncu defada zengin bir Türk çıkacak, türbemizi bir tuğlasını altından, bir tuğlasını da ham gümüşten olmak üzere inşâ edecektir. Bizim türbemizin etrafında da bir şehir oluşacak sonra türbemiz bu şehrin ortasında kalacak. O zaman da Mesnevî’miz mânevî şeyhlik edecektir.” (Eflâkî, I, 441)

4 kardeşin sonuncusu olan Abdülvahid Çelebi de yirmi yıl kadar dergâhta postta oturmuş; fakat tahtta bulunan Sultan II. Abdülhamid’i (slt. 1876-11209) sık sık eleştirdiği için sarayla arası pek iyi olmamıştır. Oldukça hareketli ve biraz da Bektaşî-meşreb bir kişiliğe sahip olan Çelebi, sarayın emriyle her ne kadar Konya valilerinin gözetimi altında tutulmaya çalışılmışsa da, o çeşitli bahaneler bularak bunu ihlâl etmiştir. Abdülvahid Çelebi, yine Sultan Abdülhamid’in Yıldız Sarayı’na karşılık Meram’da Yıldız Köşkü yaptırmış, saray faytonlarına benzer bir fayton imal ettirerek Konya sokaklarında onunla dolaşmıştır. Çelebi bütün bunlarla birlikte Konyalıların bütün sıkıntılarına koşmuş, hükümetle problemi olan insanlara çözümü için yardım etmiş, fakirlere maddi yardımlarda bulunmuş ve bu hareketleriyle de Konya halkının sevgisini kazanmıştır.

“Hz. Mevlânâ, padişahlardan, emirlerden, şehrin büyüklerinden ve yardımsever zenginlerden dergâha bağış olarak gelen para ve hediyeleri Hüsâmeddin Çelebi’ye verir, ihtiyaçlar giderildikten sonra kalanını müritlere ve fakirlere dağıtılmasını emrederdi.” (Eflâkî, II, 166; ayrıca bkz. Aynı eser, I, 281)

Abdülvahid Çelebi 11207 yılında Hakk’a yürüdüğünde oğlu Abdülhalim Çelebi II geçmiştir. Fakat, huy bakımından babasına oldukça benzeyen Çelebinin makamda bulunduğunun ilk yıllarında II. Meşrutiyet ilan edilmiş ve meşrutiyetçilerin yanında yer aldığı gerekçesiyle makamdan alınarak yerine Hz. Mevlânâ soyundan Necib Çelebi oğlu Veled Çelebi (İzbudak) getirilmiştir (11209).

“Demedim mi sana gitme oraya; seni tanıyan, bilen benim ancak;
Şu yokluk serabında yaşayış kaynağın benim ancak.
Kızsan da, bin yıllık yola gitsen de sonunda gene bana gelirsin;
Varacağın yer benim ancak”
(Hz. Mevlânâ, Divan-ı Kebir, Gazel, III, 250)

Edib bir zat olan Veled Çelebi’nin şeyhlik döneminde ise I. Dünya Savaşı çıkmış ve Çelebi, Mevlevîlerden oluşturduğu bir alayla (Mücâhidîn-i Mevleviyye) Kanal Harekâtına katılmak için Şam tarafına gitmiştir. Osmanlı topraklarının dört bir köşesindeki Mevlevîhâne şeyhlerinin de katıldığı bu alay, herhangi bir savaşa girmeden geri dönmüştür. 1919 yılında ise Veled Çelebi şeyhlikten azledilmiş ve yerine kendisinden önce makamda bulunan Abdülhalim Çelebi II tekrar geçmiştir.

Abdülhalim Çelebi ilk kez makama geçtiği zaman görevden alınışını haksızlık olarak nitelendirmiş ve İttihad ve Terakkî’nin aldığı bu azil kararını yıllarca içine sindirememiştir. İttihatçıların siyasi etkinliği kaybolduktan sonra ise Şeyhülislâma müracaat ederek 1919 yılında tekrar Makam Çelebiliğine getirilmiş; bu dönemde Osmanlı Meclis-i Mebûsânı’nda da Konya milletvekili olarak görev yapmıştır. İkinci meşihatında da ancak bir yıl kalabilen Çelebinin yerine Âmil Çelebi getirilmiştir.

Âmil Çelebi makama geçtiği vakit hayli yaşlı ve rahatsızdı. Aynı yıl içerisinde vefat ettiği zaman, yerine Abdülhalim Çelebi II üçüncü ve son kez posta oturacaktır.

Son dönem Çelebileri arasında hayli renkli kişiliğiyle Abdülhalim Çelebi bu üçüncü kez makama geçişinde 1920-25 yılları arası meşihatta bulunmuş; bu görevinin yanı sıra seçime ilk sıradan girerek TBMM’ne Konya milletvekili olarak katılmış ve M. Kemal Atatürk’ün ardından seçimle Meclis Başkan Vekilliği (II. Başkan) görevini üstlenmiştir. Çelebi bundan önce de Millî Mücadele günlerinde göstermiş olduğu başarılı tutumlarından dolayı TBMM tarafından İstiklâl Madalyasıyla onurlandırılmıştır (21 Ekim 1923). Abdülhalim Çelebi milletvekilliği sona erdikten sonra tekrar Konya’ya dönmüş bir müddet dergâhın hizmetinde bulunmuş, sonra da İstanbul’a giderek orada bir otel odasına yerleşmiştir. Ama ne acıdır ki, bu otel odasının balkonundan düşerek, ya da menfur bir olaya kurban giderek vefat etmiştir (12 Ekim 1925). Bu olaydan sonra ise makama Veled Çelebi (İzbudak) ikinci kez geçmiştir (1925).

“Mezarımın başında oturur, o güzelim gözlerinden çok yaşlar akıtırsın.
Benim ölümüme ağlar, gözlerini yumup benim mazlumluğuma yaş dökersin.
İyisi mi o lütufların birazcığını ben ölmeden önce şimdi söyle; o sözleri şimdi benim kulağıma küpe et!
Toprağıma, mezarıma söyleyeceğin o sözleri, şu gamlı kulağıma saç; şimdi söyle bana!”
(Hz. Mevlânâ, Mesnevî, VI, 2710-2713)

TBMM’de Yozgat ve Kastamonu milletvekilliklerinde bulunan ve Mesnevî’nin tamamını Türkçe’ye çeviren Veled Çelebi’nin ikinci şeyhliği de uzun sürmemiş ve döneminde çıkarılan Tekke ve Dergâhların kapatılması kanunu ile ülkedeki bütün tekkeler gibi Mevlânâ Dergahı da kapanmıştır (1925). M. K. Atatürk’ün çocukluğu zaman zaman Selânik Mevlevîhânesi’nin bahçesinde geçmiş ve bu yüzden Mevlânâ’yı ve Mevlevîleri çok sevmektedir. Ama yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin mayasının tutabilmesi için birçoğu aslından ve hatta İslâm’dan uzaklaşan tarikatları kapatmak gerekiyordu. Bu konuda F. Rıfkı Atay’la sohbet ederken Atatürk’ün sarf ettiği şu sözler oldukça mânidardır: “Karar gereğince Konya’da Mevlânâ Dergâhı’nın da kapanmış olmasından üzgünüm. Fakat istisna yapamam, buna çok üzülüyorum.”

“Hey koca Sultan (Mevlânâ)! Evet bütün tekkeleri kapattık; fakat senin kapın kapanmadı” (M. K. Atatürk, Niyazi Ahmed Banoğlu, “Atatürk ve Mevlânâ”, Tarih ve Coğrafya Dünyası, Mevlânâ Özel Sayısı, 15 Aralık 1959, s. 415-416)

“Mevlânâ, Müslümanlığı Türk ruhuna intibak ettiren büyük bir reformatördür. Müslümanlık aslında geniş manası ile müsamahalı ve modern bir dindir. Mevlevîlik ise; Türk an’anesinin Müslümanlığa nüfuz örneğidir. İlâhî bir mûsıkînin ahengi içerisinde dönerek Allah’a yaklaşma fikri, Türk dehasının, ileri görüş ve düşüncesinin tabii bir ifadesidir.” (M. K. Atatürk, Dr. Celâleddin B. Çelebi, Hz. Mevlânâ Okyanusundan…, Derleyen: Esin Çelebi Bayru, İl Kültür Müdürlüğü Yay., Konya, 2002, s. 166 vd.)

Genç Türkiye Cumhuriyeti sınırları içindeki tüm tekkeler gibi Mevlânâ Dergâhı ve diğer Mevlevîhâneler de kapanmıştır. Abdülhalim Çelebi vefatından önce (1925) bu konuyu M. K. Atatürk’le konuşmuş ve onun da onayını alarak oğlu Mehmed Bâkır Çelebi’yi Halep’teki Mevlevîhâneye Şeyh olarak atamıştır. İşte bu tarihten itibaren Mevlevîliğin resmî merkezi Suriye Devleti tarafından lağvedildiği 1944 yılına kadar Halep Mevlevîhânesi olmuştur. Mehmed B. Çelebi Halep’te meşihatta bulunduğu dönemde usulü gereğince Mevlevîliğe hizmet ederken, Hatay’ın anavatana katılması hususunda da hayli yardımları ve gayretleri olmuş; bu yüzden Suriye’de hüküm süren Fransız yetkililerinin tepkisini çekmiştir. Çelebi, daha sonra Suriye ve orada bulunan Fransız idareciler tarafından casuslukla itham edilmiş; bir aile ziyareti için gittiği İstanbul’dan (1937) bir daha Suriye’ye geri dönmesine izin verilmemiştir. Bu dönemde ise Halep’teki Mevlevîhânenin şeyhliğine kardeşi Şemsül Vahid Çelebi vekâlet etmiş, ağabeyinin 1943 yılında İstanbul’daki vefatından sonra ise Suriye Hükümeti onun resmî makamını onaylamamış ve 1944 yılında Halep Mevlevîhânesi’ni de kapatarak bu makamın resmen sona ermesine neden olmuştur.

“Makâm Çelebiliği ‘mânevî’ bir makâmdır, bir gönül makâmıdır. Çelebi Hüsâmeddin, Sultan Veled, Ulu Ârif Çelebi ve birçok Çelebi siyasî bir otorite tarafından tayin edilmemişlerdir. Makâm Çelebiliğinin büyük erkek evlâda intikali gibi yine bu nur yolu’nun kurucuları tarafından konulmuş kurallar vardır.” (H. Hüseyin Top, Mevlevî Usûl ve Âdâbı, s. 266)

Günümüzde ise;
Mehmed B. Çelebi’nin oğlu Celâleddin Bâkır Çelebi, Suriye Hükümetinin ‘kendi tabiyetlerine geçerlerse Halep Mevlevîhânesi’nin zengin vakıflarını tekrar kendisine verme’ şartını kabul etmeyip ailesiyle birlikte Anavatanına geri dönmüş; İstanbul’a yerleşerek Hakk’a yürüyüş tarihi olan 1996 yılına kadar gayretli çalışmalarıyla yurt-içi ve dışında Mevlânâ fikirlerini anlatmış; bununla birlikte Türk kültür ve an’anesini tanıtmada bir elçi görevi üstlenmiştir. Celâleddin B. Çelebi’nin bu gayretli çalışmaları ilmi makamların da dikkatini çekmiş ve hayatta olduğu dönemde Selçuk Üniversitesi tarafından kendisine “Fahri Doktorluk” unvanı verilmiştir (1989).

“Yaradan’ın ‘Dön’ (Ircı’î) emriyle bir gün
Ruhum vuslata erip, Allah’a kavuşunca,
Bedenim de toprak olunca,
Canlı cansız bütün zerrelerimle, sonsuzluğa kadar
Yine de Hz. Muhammed’in ayağının tozu kalacağım ben!”
(Celâleddin B. Çelebi)

(Celâleddin B. Çelebi’nin hayatı ve çalışmaları için bkz. Esin Çelebi Bayru, “Babam Celâleddin Bâkır Çelebi”, X. Millî Mevlânâ Kongresi Tebliğler-I, Konya, 2002, s. 23-33; Dr. Celâleddin B. Çelebi, Hz. Mevlânâ Okyanusundan…)

Hz. Mevlânâ’nın 21. kuşaktan torunu olan Celâleddin B. Çelebi’nin 13 Nisan 1996 günü İstanbul’da vefat edip Konya’ya getirilerek Üçler Mezarlığına defnedilmesinden sonra, başta oğlu Faruk Hemdem Çelebi, kızı Esin Çelebi Bayru ve diğer evlatları bu görevi üstlenmiştir. Çelebi ailesi günümüz teknolojilerini de kullanarak insanlara bu yol’u anlatmakta; İnternet aracılığıyla da Mevlânâ’nın fikir ve öğretilerini sadece ülkemize değil tüm dünya insanlarının hizmetine sunmaktadırlar.

“Allah’a tekrar tekrar yemin ederim ki, bu mânâ güneşin doğduğu yerden battığı yere kadar bütün dünyayı kaplayacak ve bütün ülkelere gidecektir. Hiçbir mahfil ve meclis olmayacak ki, orada Mesnevî okunmuş olmasın; hatta o dereceye varacak ki, mâbedlerde zevk ve sefa yerlerinde okunacak, bütün milletler bu sözlerle süslenecek ve onlardan faydalanacaklardır.” (Hz. Mevlânâ, Eflâkî, I, 470)

“Allah’a hamd ve minnet olsun ki, bu hanedanın çocuklarının çocuklarının çocukları erkek ve kadın artmadadır. Onların temiz olan nesillerinin aslı Adem’in nesli son buluncaya kadar yeryüzünden eksik olmasın!” (Eflâkî’nin duası, II, 387)

divider11