MEVLEVİLİK VE TÜRK EDEBİYATI
MEVLEVİLİK VE TÜRK EDEBİYATI
XIII. yüzyıl, siyasi ve sosyal tarih açısından, bir geçiş ve oluşum devridir. Bu bakımdan, bir yandan Moğol istilasının sebep olduğu kargaşa, yeni doğuşlara vesile olmuştur. Bu doğuşlar, sadece merkezi otoritenin bıraktığı boşluğu dolduran beyliklerde aranmamalıdır. Zihni ve sosyal hayatı inşa eden Mevlevilik ve Bektâşîlik gibi irfânî yolların tesisinde ve yazılan eserlerde de aranmalıdır. Nitekim “birlik” ilkesine sıkça atıfta bulunan bu gelenekler, zihni planda ulaşılan birliğin (tevhit) zaman içerisinde sosyal ve siyasi düzende derlenip toparlanmaya ve toplumun her bakımdan dirliğe erişine vesile olacağını bilmekteydiler.
XIII. yüzyıl metinlerini ve bu dönemde teşekkül eden irfani geleneklerin geride bıraktığı yazılı ve sözlü kültür malzemelerini “birlik” kavramı etrafında yeniden okumak icabeder. Fakat bu bahsi diğerdir; bizim burada ele almak istediğimiz konu, şu soru etrafında teşekkül etmektedir: Bu topraklarda asırlardır birliğe erişin yollarını gösteren irfani geleneklerden birisi olarak Mevleviliğin edebi hayatımıza katkıları nelerdir?
Bu soru, ilk bakışta dar bir alana işaret etse de oldukça geniş bir açılıma sahiptir. Çünkü her şeyden önce, Mevleviliğe ruh üfleyen Mevlânâ şair ve müellif olduğu gibi, onun izinde giderek ruhen aydınlanan ve kemale eren nice can da şair ve müelliftir. Bu itibarla, başlı başına bir Mevlevî edebiyatından sözetmek gerekir. Öte yandan Mevlevî olmayıp da, Dede Ömer Ruşenî ve Oğlanlar Şeyhi İbrahim gibi, Mevlânâ’dan etkilenen şairler de vardır. Hatta bu etkiyi, belirli bir irfanî gelenek içerisinden gelen sufi şairlerle de sınırlamamak lazımdır. Pek çok şair, gerek Mevlânâ’dan ve gerekse onun açtığı çığırda eser veren diğer şairlerden etkilenmiştir. Dolayısıyla bu soru şu açılardan ele alınabilir:
- Mevlana ve edebi mirası,
- Mevlevilik ve edebi hayat,
- Mevlânâ’dan etkilenen sufi şairler,
- Mevlânâ’dan etkilenen divan şairleri,
- Mevlevi gelenekten ve Mevlevî şairlerden etkilenen şairler…
Mevlana ve geride bıraktığı kültürel mirasın edebi hayatımıza tesiri, tarihi malzeme açısından bu başlıklar altında tetkik edilebilir. Ancak bu meseleyi halletmez; bir de, meseleye mana ve mazmun açısından bakmak gerekir. Diğer bir ifadeyle, Mevlânâ ve Mevlevî gelenek, şiirimize, estetik anlayışımıza ve algımıza kazandırdığı mana derinliği ve söz zenginliği, oluşmasına imkân verdiği mazmunlar, teşbihler ve telmihler itibariyle de ele alınmalıdır. Dolayısıyla burada sorulan soru, geniş bir zaviyeden bakarak cevaplandırılmayı gerekli kılmaktadır.
Bu soruya cevap sadedinde, bildiğim kadarıyla, Eski Türk Edebiyatı alanında iki tez yapılmıştır. Bunlardan ilki, Necip Fazıl Duru, Mevlevi Şairlerin Mevlevilik Unsurları (G. Ü. SBE, Doktora Tezi, 1999, 504s.) ve Nilgün Açık, Divan Edebiyatında Mevlevîlik Etkisi ve Mevlevî Sâirler (G. Ü. SBE, Ankara 2002, 544s.) adlı çalışmalardır. Her iki doktora tezi de Gazi Üniversitesinde yapılmıştır. Ancak her iki tezde de, temel olarak Mevlevi şairlerin eserleri esas alınmıştır.
Ayrıca Osman Horata’nın HORATA, Osman (1999), “Mevlâna ve Divan Şairleri”, (Hacettepe Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi Dergisi, Osmanlı’nın Kuruluşunun 700. Yılı Özel Sayısı, s.43-56.) ve bu makalenin devamı niteliğinde, “Türk Kültür Hayatında Mevlana ve Mevlevilik” (Türk Edebiyatı Tarihi, Ankara: Kültür ve Turizm Bakanlığı Yay. , C. 1, s. 91-97.) yazısı bu konuda muhtasar bilgiler vermektedir. Keza bendenizin Şiir ve İrfan kitabına aldığım, “Mesnevî ve Edebî Geleneğimiz” ile “Mesnevîhanlık Geleneği” isimli makaleleri de burada zikretmek gerekir. Yine Kaplan Üstüner’in Klasik Türk Şiirinde Mevlevilik ve Mevlevilik Etkisi: 14. ve 15. yy. Divanlarına Göre (Harran Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Dergisi Mevlana Özel Sayısı, S. 18, Aralık, 2007, Şanlıurfa.) adlı makalesini burada zikretmek gerekir. Bu meyanda yazılan makale ve yazılar, sunulan tebliğler bir yekûn tutar. Ancak bütün bunlar, konuyu genel çerçevesiyle ele almakta ve bu genellikle bir bakış sunmaktan ibarettir. Konuya günümüz şiiri açısından bakan Hasan Aktaş da Yeni Türk Şiirinde Mevlânâ Okulu ve Misyonu (Yort Savul Yayınları, Edirne, 2002.) adlı kitabında aynı genel bakışla bazı değerlendirmeler yapmaktadır.
Şurası çok açıktır ki, Mevlânâ ve Mevlevîlik, edebiyatımızı besleyen en önemli kaynaklardan birisidir. Esasen Mevlânâ’nın diğer eserlerini ve Mevlevi geleneği bir kenara bırakıp, sadece eskilerin deryâ-yı mârifet olarak nitelendirdikleri Mesnevî’yi ele alıp, edebi hayatımıza etkisini ortaya koymak bile başlı başına bir genişliğe sahiptir. Zira Mevlânâ der ki:
“Kim bu Mesneviyi masal diye okursa, onun için masaldır. Fakat kendisinin hâlini bu kitapta gören kişi de er kişidir.” (Mesnevi, IV, 32).
Mesnevîhanlık kavramını tetkik ederken gördüm ki, hemen her irfani muhit içinde bu eser okunmuştur. Dolayısıyla bu eserin izleri Mevlevîliği aşmıştır. Bu yüzden, o gerçekten bir marifet deryasıdır ve ondan her kez kendi nasibine göre almıştır. Tıpkı deniz gibi, orada dalgaların arasında boğuşarak inci çıkarmak isteyen inci çıkarmış, midye çıkarmak isteyen de midye. Edebiyat tarihçisine düşen, metinlerarasılık yönteminden de yararlanarak, bu incileri ve midyeleri teker teker tepsi etmektir.
Gerçekten de Mevlânâ, Mesnevî ile edebiyatımızda bir çığır açmıştır. Eser, dönemin edebiyat ve kültür dili olarak Farsça yazılmıştır ve bu da bir bakıma, edebi hayatı canlandırmaya vesile olmuştur. Çünkü yapılan tercümeler ve şerhler, edebi hayatımız içerisinde tercüme ve şerh geleneğine canlılık katmıştır. Öte yandan Mevlevihanelerde sürekli okunup, her bir mananın üzerinde durulması, Mevlevi matbahında yeniden doğan canların edebi ve estetik dimağını beslemiştir. Tezkirelerde, 300’den fazla Mevlevî divan şairinin olmasının ve pek çok şairin bu geleneğe alaka duymasının arkasındaki en önemli sebep bu olsa gerektir. Mustafa İsen’i istatistikî kullanarak tezkirelerden yola çıkarak yaptığı bir tespiti burada hatırlamak mümkündür. İsen’in tespitine göre, divan şairlerinin % 68’i Mevleviliğe alaka duymuştur.
Burada malumu ilam sadedinde olacak, ama yine de bir hususu ifade etmeden geçemeyeceğim: Esasen Mevlâna, geride manzum büyük bir külliyat bırakmasına karşın, kendisini şâir olarak nitelendirmez(1). Şiir onun için sadece, ulaştığı hakîkatleri ifade formundan ibarettir. Daha doğrusu şiir, “bir hekimin ilaçtan bıkıp onu içmek istemeyen, canı şerbet çeken bir hastaya ilacı şerbete karıştırarak vermesinden başka bir şey değildir.” O adeta bir tâbîb-i hâzıktır; kime nasıl ilaç içireceğini ve kimi nasıl tedavi edeceğini bilmektedir. Şiir, bu bilişin dışarıya yansımasıdır. Osmanlı şâiri, gerek Mesnevihanlık müessesesinin imkânları dâhilinde, gerekse kendi özel müracaatıyla, kendisine ilacı şerbetle karıştırarak sunan tabîb-i hâzıka teslim olmuştur.
Daha doğrusu Mevlânâ, her ne kadar formdan ve biçimden uzak olduğunu söylese de o kadar da hayal-engîzdir. Osmanlı şiir geleneğinde bir eleştiri kavramı olan hayal-engîz, şiirde zekice buluşlar kullanmak anlamına gelir. Gerçekten de Mevlânâ, zengin buluşlar yapan bir mânâ işçisidir. Onun estetik boyutu da burada kendisini ele vermektedir. İç âlemdeki yolculuk ve cân mirâcına çıkış, bu tecrübeyi tadamayan diğer şâirlere nazaran, onu derûnî boyutta yüceltirken büyük bir mânâ kâşifi de yapmıştır. Bu sebepten hep içerden, bizatihi yaşayarak tecrübe ettiği dünyadan haberler taşır. Bu estetik seviyenin şiirimize zengin mazmunlar kazandırması tabiidir. İşte bu yönüyle, şiirde fikri değil estetik duruşu önceleyen şâirleri de kuşatmıştır.
Kısaca işaret edildiği gibi, Osmanlı şâiri, Mesnevî’de Mevlânâ denizinin dalgaları arasında boğuşarak nice inciler çıkarmıştır. Bu incileri sadece mazmun seviyesinde de değildir. Diğer bir ifadeyle şâirler, Mevlânâ’nın insanda keşif heyecanı uyandıran buluşlarıyla yetinmemişler, onun hikâyelerle anlattığı ve tasvir ettiği Doğu mitolojisine ve kültürüne de aşina olmuşlardır. Dolayısıyla Mesnevî, her ne kadar Farsça yazılsa da yapılan tercümeleri ve şerhleriyle Osmanlı aydınını etkisi altına almış ve onu hayal-engîz mânâlarla ve hikmetle buluşturmuştur. Bu sebeptendir ki, kasîde geleneğinin öncü şâiri Nef’î, Mesnevî’nin her beytinin cihân-ı mârifet olduğunu söylemiştir.
Mesnevî ammâ ki her beyti cihân-ı ma’rifet
Zerresiyle âfitâbının berâber pertevi
Nef’î, deryâ-yı mârifeti, cihân-ı mârifete dönüştürerek Mesnevî’nin her bir beytini başlı başına bir dünya olarak tasavvur ediyor. Evet, her bir beyit, her bir ev, başlı başına bir dünyadır… Ona göre, bu mârifet dünyasının sadece güneşi ışık yaymaz, zerresi de ışık kaynağıdır. Edebi mirasımıza biraz da bu ışığın rehberliğinde bakmanın bizi nice manalara ulaştıracağı aşikârdır.
(1) Mevlânâ’nın şiire yüklediği anlama dair kısa bir okuma içinbkz: M. Erol Kılıç, Sufi ve Şiir: Osmanlı Tasavvuf Şiirinin Poetikası, İstanbul, 2004, 69-74.