MEVLEVÎLİK VE HAT SAN’ATI

A+
A-

MEVLEVÎLİK VE HAT SAN’ATI

UĞUR DERMAN

Tarihimizde hattı san’at ve meslek olarak kabullenmiş kimselerin çoğunun bir tarîkata intisâbı vardır. Mevlevîlik de bunlar arasındadır. Ancak hattatlar mevlevî olmasalar da Mevlevîlik ve Hz. Mevlânâ ile ilgili eserler vermekten geri kalmamışlardır. Bu cümleden olarak Mesnevî ve Mevlevî Evrâdı nüshaları kitap hâlinde yazılanların en önünde gelir.

Mevlevîhânelerdeki levhalardan zamanımıza kadar gelebilenler, en ziyâde celî sülüs ve celî ta’lîk nevilerindedir. Her iki hat çeşidiyle de yazılmış levhalar, celî yazının tekâmüle erdiği XIX. yy. başlarından bu yana kalan örneklerdir. İstifler, umumî kaide olarak alttan üste doğru tertiplenir ve buna göre okunurlar. Destarlı mevlevî sikkesi biçiminde istif tertîbine de hattatlarca ehemmiyet verilmiştir (Resim 1). Ayrıca tuğra şeklinde Mevlânâ isimleri de yazılmıştır. Uzaktan okunabilecek kadar iri yazılarda mükemmeliyet, celî sülüs için Mustafa Râkım (1758-1826), celî ta’lîk için Yesârîzâde Mustafa İzzet (1770?-1849) efendilerle başlar.

İctimâî hayatımıza dergâh terbiyesinin hükümran olduğu geçmiş yüzyıllarda, hat san’atı mahsulleri de bu anlayışı nazarlardan gönüle aktaran bir vazîfeyi üstlenmiştir. Bir tarîkat mensubunun gözü önünde duran ism-i pîr levhası “Mürşid önünde mürîd, gassâl önünde meyyit gibidir” telakkîsine bağlı olanlar için, herhalde mânevî râbıtayı sağlamakta rehberlik ediyordu.

Levhaların bir kısmı açık renkli zemîne is mürekkebiyle yazılmakla beraber, daha gösterişli olanları zer-endûd (sürme altın) veya yapıştırma altınla koyu renkli zemîn üstüne hazırlanmıştır. Bunların tezyînatında da -devir iktizâsı- Batı üslûbu hâkimdir.

Mevlevîliğe mûtad “çile çekme” yoluyla veya “muhib” vasfıyla dahil olan hattatların tam bir listesini hat kaynaklarına bağlı olarak çıkarmak yerine, tarihimizde isim bırakmış olanlarının kısaca tanıtılmasıyla yetineceğiz. Esasen, kaynaklarda her hattatın tarîkatı belirtilmediği için böyle bir liste de gerçeği bütünüyle aksettirmeyecektir. Her ne kadar hüsn-i hat meşkı aldılarsa da, sâir meziyetleri hattatlıklarının önüne geçen Gavsî Ahmed Dede (ö.1697), Kutb-i Nâyî Osman Dede (ö.1729) gibi mûteber mevlevî şeyhleri ve Şeyhülislâm Küçükçelebizâde İsmail Âsım Efendi (ö.1759) gibi ulemâ sınıfından mevlevîler sâdece ismen anılmışlardır.

Mevlevî dervişlerin bilhassa XIX. asırda hat san’atına zarif katkıları, dergâha vâridat kaydedilmek üzere îmal ettikleri fildişi maktalardır (Resim 2).

Resim 2: Mevlevî dervişlerinin eseri olan iki makta : (solda) Resmî, (sağda) Fikrî (Topkapı Sarayı Müzesi’nden)

Üzerinde Mevlânâ’yla ilgili bir rumuz yahut ismin daima yeraldığı ve bu tarikatın inceliğini gösteren maktalar, kamış kalemin üstüne konulduktan sonra ucunun kattedildiği (düzeltilerek kesildiği) bir âlet olarak hattatların daima yanlarında bulundurdukları levâzımdandı.

Mevlevîliğin intişârından sonra hattatlığı meslek edinen dervîşanın isimlerine ve eserlerine rastlanmakla beraber, biz Osmanlı-Türk hat san’atının kendine has kimliğiyle teşekkül ettiği XV. asır sonunu başlama noktası kabûl ederek bazı mevlevî hattatlarını sıralıyalım:

Derviş Abdi-i Mevlevî (ö.1647)

Aslen Buharalı olup Seyyid Abdullah-ı Buhârî adıyla da tanınır. Isfahan’da Mîr İmâdü’l- Hasenî’den (ö.1615) -Osmanlılar’da ta’lîk denilen- nesta’lîk hattını öğrenip İstanbul’a geldi. Nakş-bendîliğinin yanısıra mevlevîliğe de intisâb ederek Yenikapı Mevlevîhânesi’ndeki hücrelerin birinde kalmağa başladı.

Firdevsî’nin Diyarbekirli Şerîfî tarafından nazmen tercüme edilmiş olan Şehnâme’sini hurde ta’lîkle yazmayı başardı. 591 varak tutarındaki bu minyatürlü şâheser hâlen New York Public Library (Spencer Collection- Turkisch Manuscript I)’dedir (Resim 3). Eseri yazdıktan sonra 1000 akçe aldı ve padişah ihsanı 40 akçe gündelikle Medine’ye yerleşti; ölümüne kadar da orada oturdu.

Derviş Abdi, Mîr Imâd üslûbunun Osmanlılar’a intikal zincirinde birinci halkayı oluşturur. Bu üslup, talebesinden Tophaneli Mahmud Nuri (ö.1669) yoluyla sonraki hattat nesillerine intikal etmiştir. Kendisinin ta’lîk kıt’alarına bâzı murakkaalarda rastlanmaktadır.

Resim 3: Derviş Abdi’nin hurde ta’lîk hattıyla yazdığı Şehnâme’den bir sahîfe

İbrahim Cevrî Çelebi (ö.1655)

İstanbullu olan İbrahim Cevrî, bu şehrin Mevlevîhânelerine devam ederek kazandığı irfanın yanısıra, Mesnevî şârihi Sarı Abdullah Efendi tarafından yetiştirilmiş ve Derviş Abdi-i Mevlevî’den de ta’lîk hattını meşketmiştir. Dîvan sâhibi mükemmel bir şâirdir. Hayatı boyunca Nezr-i Mevlânâ üzere istinsah ettiği 18 Mesnevî dışında, geçimini -beyti bir paraya (bir kuruş 40 paradır) olmak üzere- kendisinden istenilen dîvanları çoğaltarak sağlıyordu; çünkü yaşadığı devirde matbaa İstanbul’da henüz yoktu. 25.618 beyit tutarındaki Mesnevî’yi 300 varak (600 sahife) içine hurde ta’lîk hattıyla sığdırmanın kolay bir iş olmadığı açıktır (Resim 4). Denizden korktuğu için hayatı boyunca Anadolu yakasına geçmediği,

Galata ve Beşiktaş’ı ziyaret edebilmek için Haliç’in nihayetine kadar yürüyüp Kağıdhane-Kasımpaşa üzerinden bu semtlere vardığı nakledilir. Cevrî’nin nereye defnolunduğu bilinmemektedir.

Resim 4: İbrahim Cevri’nin hurde ta’lîk yazdığı Mesnevî nüshasının 5. cildindeki unvan sahîfesi

Ahmed Fasih Dede (ö.1699)

İstanbulludur ve Dükakinzâdelerdendir. Köprülüzâde Fazıl Ahmed Paşa’nın hazine kâtibi olduğu sırada Büyük Derviş Ali’den (ö.1673) sülüs-nesih yazılarını öğrendikten sonra, kazandığı melekeyle kendine has bir müselsel hurde ta’lîk hattı buldu ve o yolda yazmayı sürdürdü. Galata Mevlevîhânesi’nde Şeyh Ahmed Gavsi Dede’ye intisâbla, çilesini ikmâlden sonra hücre sâhibi oldu ve hayatını dervişâne bir şekilde burada tamamladı. Dîvanı ve tasavvufî eserleri olan mükemmel bir şairdir; dergâhda medfundur.

Derviş Ali (ö.1715)

Kendisinden önce yaşayan aynı isimli hattattan ayırd edilmek için “İkinci”, “Anbârîzâde” veya “İmam” lakaplarıyla anılan Derviş Ali, İstanbulludur. Sülüs- nesih yazılarını Ağakapılı İsmail Efendi’den (ö.1706) öğrenip icâzet almakla beraber, Hâfız Osman Efendi’den (1642-1698) de faydalanmıştır. Mevlevî olan hattatımız Sultanhamamı’ndaki Alacamescid’in imametinde bulunduğu sıralarda birçok mushaf, En’âm ve evrâd-ı şerîfe yazmış; vefâtında Karacaahmed kabristanına defnedilmiştir. Yetiştirdiği hattatlar arasında Zühdi İsmail Ağa (ö.1731) ve Hüseyin Hablî (ö.1744) ön sırayı alırlar.

Mîr Mehmed Emnî (ö.1744)

İstanbulludur. Babası Sultan II. Mustafa devri vezirlerinden, annesi Hz. Mevlânâ sülâlesindendir. Enderûn-ı Hümâyûn’daki tahsili sırasında Yedikuleli Seyyid Abdullah’dan (ö.1731) sülüs-nesih yazılarını meşketti. Muhtelif devlet hizmetlerinde bulundu. Sultan I. Mahmud devrinde “Rumeli Beylerbeyi” pâyesiyle Moskova’ya elçi olarak gönderildi; dönüşünde Başmuhâsebe’ye getirildi. 1737 yılında Mevlânâ Dergâhı postnişînliği sırası kendisine gelmişken, bunu kendi rızâsıyla amcazâdesine bıraktı.

Şeyh Abdullah Enîsî Dede (ö.1746)

Edirne’de doğdu ve bu şehrin Mevlevîhânesinde Enis Receb Dede tarafından yetiştirildi. Hacca gittikten sonra memleketine dönmeyerek Kahire’ye yerleşti ve oranın mevlevîhânesinin şeyhi ve “dede”si oldu. İstanbul’da hat san’atını öğrenip de Kahire’ye yerleşmiş olan Mehmed Nûri-i Mısrî’den (ö.1749) sülüs-nesih yazılarını meşkederek icâzet aldı ve ömrünü bu şehirde tamamladı.

Mahmud Celâleddin Efendi (ö.1829)

Kafkasya’nın Dağıstan bölgesinde doğan Mahmud Celâleddin, babası Şeyh Mehmed Efendi’yle İstanbul’a geldi. Akmolla

Ömer (ö.1777), Abdüllatîf (ö.1777), Yamak Salih (ö.1784) ve Ebûbekir Râşid (ö.1783) isimli üstadlardan yazı meşk etmek istemesine rağmen, dikbaşlılığı yüzünden hocaları tarafından kabûl görmediği rivâyet olunmaktadır. Bunun üzerine Şeyh Hamdullah’ın (1429-1520) ve Hâfız Osman’ın (1642-1698) eserlerine bakarak kendi gayretiyle san’atını geliştirmiş ve çok beğenilen bir hattat olmuştur. Önceleri bâzan Mahmûdü’l-Mevdûd imzâsıyla yazdığı, görülen eserlerinden anlaşılmakdadır; sonradan dâimâ Mahmud Celâleddin ismini tercîh etmiştir. Mushaf, duâ kitâbları, kıt’a, murakkaa, hilye ve levha şeklinde mükemmel yazıları çoktur. Eski hattatların eserlerine taklîd olarak yazdığı kıta ve murakkaaları da dikkate değer. Ancak celî sülüs hattı, sert ve durgun ifâdesinden, ayrıca harekelerinin zayıflığından dolayı (Resim 5) Mustafa Râkım’ın (1758-1826) olağanüstü hareketli ve gergin görünüşlü tavrına karşı pek tutunamamış; Sultan Abdülmecîd’in (1823- 1861) hüsn-i hattı Mahmud Celâleddin’in önde gelen talebesi Mehmed Tâhir Efendi’den (ö.1845) meşk etmesi sebebiyle bu yola rağbetinden dolayı bir müddet daha devâm edebilmiştir. Celâleddin üslûbunda yürüyen hattatların çoğu, Sultan Abdülmecîd’in vefâtından sonra Râkım yoluna dönmüşlerdir. Eyüp’teki Mihrişâh Vâlide Sultan türbesinin 1207/1793 târihli, mermer üzerine celî sülüs yazıları da Mahmud Celâleddin Efendi’ye aittir.

Resim 5: Mahmud Celâleddin’nin “Yâ Hz. Mevlânâ Dost, kuddüse sırruh” istifi

Sert karakteri celî sülüs levhalarından da belli olan Mahmud Celâleddin Efendi hayatını Boğaz’ın İstavroz semtinde (Beylerbeyi’nin şimdiki Abdullah Ağa mahallesi) sürdürürken, 1829 yılında vefât edince Eyüb Sultan semtindeki Şeyh Murad Dergâhı hazîresine gömüldü. Kendisinin Nakş- bendîliğe intisâbı bilinmekle beraber, bir nesih kıt’asını “Aşk-ı Mevlânâ ile hayretzede- Mevlevî Mahmud Celâleddin şüde” (Mevlevî Mahmud Celâleddin, Mevlânâ aşkıyla hayretzede oldu) şeklinde imzâlaması onun mevlevî muhibbi olduğunu göstermektedir. Zevcesi Esmâ İbret (doğ.1780) de, hat san’atında isim bırakan hanımlardandır, ancak vefât tarihi belirlenememiştir.

Zeki Dede (1812-1881)

Bursa’da doğan Mehmed Zeki Efendi dînî ilimler tahsilinin yanısıra bu şehrin mevlevîhânesinde çilesini tamamladı. Türkiye’de yaşayan Sahib-Kalem-i Efşar isimli bir İranlı hattattan ta’lîk meşketti. 1855’deki Bursa zelzelesinden sonra İstanbul’a taşındı ve artık bu şehirdeki meraklılara Mesnevî okutarak ve yeni nüshalar yazarak hizmet etti. Sadrâzam Yusuf Kâmil Paşa’nın konağında da aynı maksadla çalışan Zeki Dede, buradaki kütüphanenin hâfız-ı kütübü oldu; Paşa’nın istediği kitaplardan da yeni nüshalar çoğalttı. Fetvâhâne’de ta’lîk muallimliğinde bulundu.

Resim 6: Zeki Dede’nin hurde ta’lîk ile yazdığı bir kıt’ası

Burasının sonraki hattatı Karinâbâdi Hasan Hüsni Efendi (ö.1914) onun talebesidir.

1874’de Üsküdar Mevlevîhânesi’ne şeyh olarak tâyin edilen Mehmed Zeki Dede burada ve Ramazan aylarında bazı camilerde Mesnevî derslerini sürdürdü. 31 Aralık 1881’de vefat ederek Mevlevîhâne’nin hazîresine defnolundu.

Bazı şiirleri de bulunan Zeki Dede’nin Bursa’daki Osman Gazi türbesine yazdığı kitâbe, onun celî ta’lîk hattına örnek teşkil eder; ayrıca kıt’a ve levha şeklinde eserleri de mevcuttur (Resim 6).

Atâullah Dede (1842-1910)

Seyyid Mehmed Atâullah Efendi babası Kudretullah Efendi’nin şeyh olarak bulunduğu Kulekapısı (Galata) Mevlevîhânesi’nde doğdu. Dînî ve tasavufî ilimlerden başka Fransızca ve Almanca tahsil etti. Felsefe ve hendeseye merak sardığından getirttiği yabancı kitapları okuyarak kendisini yetiştirdi. Kanun ve ud çalmasını öğrendi; musıkinin ilmî tarafında ilerlemek için mıkyâsu’s-savt (sonometre) îmâl etti.

Ta’lîk hattını Sami Efendi’yle (1838-1912) beraber Kıbrısîzâde İsmail Hakkı Efendi’den (1785-1861) meşketti. Babasının 1871’de vefatı üzerine Kulekapısı Mevlevîhânesi’nin şeyhliğine getirildi ve 14 Eylül 1910’daki ölümüne kadar meşîhatini sürdürdü; babasının Dergâh’daki kabrine defnedildi.

Örnek ahlâkıyla tanınan Atâullah Dede arasıra ta’lîk yazmayı da sürdürmüş olup 39 yıl postunda oturduğu Mevlevîhâne’nin matbah kapısı üstündeki celî ta’lîk kitâbe kendisine aittir.

Ömer Vasfi Efendi (1880-1928)

Hırka-i Şerif Câmii hatîbi Eyüp Sabri Efendi’nin oğlu ve Neyzen Emin Efendi’nin ağabeyi olan Ömer Vasfi, 30 Nisan 1880’de İstanbul’un Tophâne semtinde doğdu.

İbtidâî Mektebi’nden sonra, Tophane’deki Fevziye Rüşdiyesi’nde okurken, oranın yazı hocası Çukurcumalı Kadri Efendi’den hat meşkine başladı; câmi derslerine devâmı sırasında Aziz Efendi’den (1870-1934) sülüs ve ta’lîk, sonra Kâmil Akdik’den (1861-1941) sülüs, dîvânî ve celî dîvânî öğrendi. Nihâyet Sâmi Efendi’den (1838-1912) ta’lîk, celî ta’lîk ve celî sülüs meşkeden genç Ömer Vasfi’ye, babasının 1899’da vefâtı üzerine, Hırka-ı Şerîf Câmii hatipliği tevcîh olundu; o da bu vazîfesini ölünceye kadar sürdürdü, ayrıca bâzı maarif mekteplerinde yazı muallimliğinde bulundu.

Celî tarzıyla uğraşmayı tercîh eden Ömer Efendi, hocası Sâmi Efendi’den sonra, o yolun en usta tâkibçisi oldu (Resim 7). Latîfeye ve mizaha düşkün, sözünü esirgemez, mûzip tabiatlı bir zât olduğu için çevresinde “Deli Ömer” diye anılan -kendisi de bundan hoşlanan- san’atkârımız, câmideki vazîfesinden dolayı “Hatip Ömer” ismiyle de tanınırdı. Hocası Sâmi Efendi, talebesi arasında en çok ona takılır ve nüktelerini onu hedef alarak yapardı.

Resim 7: Ömer Vasfi Efendi’nin celî sülüs bir istif kalıbı

Kulekapısı ve Yenikapı Mevlevîhânelerinin müdâvimlerinden olan Hacı Ömer Vasfi daha çok eserler verebileceği bir sırada, 48 yaşında iken, 25 Kasım 1928’de üremiden vefât ederek, Eyübsultan’daki Gümüşsuyu kabristanına defnolundu.

Yeri sâbit eserleri arasında, Eyüb’de, Sultan Reşad türbesindeki hârici yazılar ve içerde çini üzerindeki kuşak yazısı, Kısıklı câmii ve çeşmesi yazıları, Mekteb-i Nüvvâb’ın (sonradan İstanbul Üniversitesi Kütübhânesi olan bina) kitâbesi, Edirne-Karaağaç’daki çeşme kitâbesi, bâzı kabir kitâbeleri ve vazîfeli olduğu Hırka-i Şerif Câmii’ndeki celî sülüs bir levhası akla ilk gelenlerdir. Hat san’atında yetiştirebildiği bir öğrencisi yoktur.

Hulusi Yazgan (1869-1940)

Fâtih’in Çarşamba semtinde 27 Nisan 1869 günü, Fâtih dersiâmlarından ve Dârüşşafaka muallimlerinden, Mismar Şüca’ Câmii imâmı Hâfız Mustafa Efendi’nin oğlu olarak doğan Mehmed Hulûsi, ilk tahsîli sırasında hıfzını tamamladı ve câmi derslerine devâm ederek bu sâhada yetişti. Sultan Selim Câmii müezzinliği, onun –sıhhati müsâade ettiği nisbette- ömrünün sonuna kadar sürdürdüğü dînî vazîfesi oldu.

Resim 8: Hulûsi Efendi’nin Yenikapı Mevlevîhânesi’nin semâhânesine yazdığı celî ta’lîk yazı kalıbı.

Hulûsi Efendi önce Sultan Selim Mektebi’nde Osman Nûri Efendi’den (1842-1915), sonra Muhsinzâde Abdullah Bey’den (1832-1899) sülüs-nesih yazılarını öğrendi. Ta’lîk hattına Fetvâhâne müsevvidi

Karînâbadî Hasan Hüsni Efendi’den (ö.1914) başlayıp, Çarşanbalı Hacı Ârif Bey’e (ö.1892) devâm etmiş; fakat asıl feyzi Sâmi Efendi’de (1838-1912) bulmuştur. Her iki yazı nev’inden de icâzetnâme aldıkdan sonra, daha ziyâde ta’lîke yönelen Hulûsi Efendi’ye bu tercîhinde telkînde bulunan Sâmi Efendi âdetâ ileriyi görmüş ve onun, ta’lîk hattında devrinin yegânesi olması için gerekli bütün şartları sağlamıştı.

Hem üstâdâne eserler vermeğe, hem de san’atını yeni heveslilere öğretmeğe başlayan Hulûsi Efendi, 1915’de kurulan Medresetü’l- hattâtîn’e ta’lîk muallimi olarak tâyîn edildi ve harf inkılâbına kadar vazîfesini sürdürdü. San’at şevkıni mânen ve maddeten söndüren bu vâkıadan sonra, düştüğü sıkıntıyı gören ve kendisini seven Topkapı Sarayı Müzesi müdürü Halil Edhem Eldem (1861-1938), geçimine yardımcı olmak için Hulûsi Efendi’ye “türbeler başbekçiliği” vazîfesini verdi. Böylesine kudretli bir san’atkârın mesleğinden koparılmasının getirdiği teessür -dervîş yaradılışına rağmen- onda kısmî bir felce yol açtı ve Hulûsi Efendi’nin san’at hayatı 1929’dan îtibâren sönmeğe başladı.

Hulûsi Yazgan’ın hattat olarak kırk yıldan fazla devâm eden bir meslek hayâtı vardır. İcâzet aldığı 1897 senesinden îtibâren sür’atle tekâmül göstererek, bilhâssa 1903’den sonra yazı meraklılarının hayranlığını kazanmıştı. Verdiği her san’at mahsûlünde kendi kendisini geçer bir hamle içinde bulunuş hâli, hurde yazıları için 1917, celî yazıları için de 1922 yıllarına kadar devâm eder; ondan sonra aynı dereceyi muhâfazaya çalışan üç-beş sene… Ve hayâtının son devresindeki maddî sıkıntılar, çileler, vefâsızlıklar, hastalıklarla birlikte gelen günler… Nihâyet, 8 Ocak 1940 sabahı vefât eden Hulûsi Efendi’nin, eski Edirnekapısı mezarlığında bulunan kabri de bugün mâlûm değildir. Kendisinin Allâh’ın gizli evliyâsından olduğuna şübhe edilemeyecek mütevâzı kimliğiyle, Mesnevî takrîr etmekteki izni bile vefâtından sonra öğrenilmiştir.

Hulûsi Efendi’nin müze ve koleksiyonlarda görülen kıta ve levhaları dışında umûma açık yerlerdeki eserleri sayılıdır. Çünkü onun san’at hayatı Osmanlı Devleti’nin sıkıntılı son yıllarına tesâdüf etmiştir. Bunlardan birkaçını sıralayalım: Sultan Selim Câmii’nde altınla yapıştırma olarak hazırlanmış celî sülüs ve celî ta’lîk iki latîf levhası; Sultan Ahmed Câmii’ne nakledilmişken yeniden Ayasofya Câmii’ne nakledilen yapıştırma altınla celî ta’lîk bir levha; Ankara’da, ilk Büyük Millet Meclisi binâsının toplantı salonundaki “Hâkimiyet Milletindir” celî ta’lîk levhası; Kahire’de Menyel Kasrı’nda, Prens Mehmed Ali’nin yaptırdığı mescidin duvarlarında kuşak hâlinde yazılmış celî ta’lîk “Ezân-ı Muhammedî”; yanan Yenikapı Mevlevîhânesi’nin semâhânesindeki Mevlânâ’ya isnâd olunan 18 satırlık celî ta’lîk semâ gazeli (Resim 8) ve ta’lîk hattıyle hilye yazmakda da geçilemeyecek son isim olan Hulûsi Efendi’nin adedi belirlenemeyen hilye levhaları.

Resim 1: Neyzen Emin Dede’nin celî sülüsle “Yâ Hz. Mevlânâ Mehemmed Celâleddîn-i Rûmî, kuddüse sırruhü’l-âlî ” istifi. (1343 (1924/25))

Mehmed Emin Yazıcı (1883-1945)

Hırka-i Şerif Câmii hatîbi Eyüb Sabri Efendi’nin oğlu ve Ömer Vasfi Efendi’nin de kardeşi olan Mehmed Emin, 14 Mart 1883’de İstanbul’un Tophane semtinde doğdu. Ağabeyi gibi o da önce Fevziye Rüşdiyesi’nde Çukurcumalı Kadri Efendi’den yazı meşketti. Daha sonraki yıllarda Ömer Vasfi, salı günleri Sâmi Efendi’ye (1838-1912) hat dersine giderken, kardeşini de yanında götürmeğe başladı. İşte bu ziyâretlerinde genç Emin, arasıra yazılarını Sâmi Efendi’ye gösterir, bâzı hat târîfleriyle ondan istifâde ederdi. Usûlüne göre, ağabeyi gibi yazı meşketmiş değildir; fakat istîdâdıyle kısa zamanda, mûsıkî gibi, hat san’atında da ilerlemiştir. Ney üflemekte Aziz Dede (1835-1905) tarafından yetiştirilen Emin Efendi, mevcûd mevlevî âyinlerini ve Mîrâciye’yi gençliğinden îtibâren notayla tesbît cihetine giderek dînî mûsıkîmize büyük hizmetlerde bulunmuştur.

Câmi derslerine ve Hukuk Mektebi’ne devâmı sırasında Posta-Telgraf İdâresi Mektûbî Kalemi’ne giren Mehmed Emin, 1914’de Erkân-ı Harbiye-i Umûmiye Dâiresi hattatlığına tâyîn olundu. Bu arada, fırsat buldukça ağabeyinin celî yazılarını tashîh ederek celî sülüsdeki mehâretini artırdı; dînî ve lâdînî mûsıkîde mevkî sâhibi oldu, Kulekapısı (Galata) Mevlevîhânesi’nin neyzenbaşılığına getirildi. Bundan sonra, “Emin Dede” ismiyle anılan san’atkârımızın “dede”liği îtibârîdir, yoksa mevlevî çilesi çıkarmış değildir. Emin Dede, o yıllarda Dârü’l-elhan’ın da ney muallimliğine tâyîn olundu.

Emin Efendi’nin hat san’atındaki en mühim vasfı, yazı taklîd etmektedir. Ağabeyinin ölümünden sonra, Üstâd Necmeddin Okyay’ın (1883-1976) teşvîkıyle bu yolda eserler veren Emin Dede, Şeyh Hamdullah’dan (1429-1520) bu yana, beğendiği büyük hattatların sülüs-nesih kıt’alarını âdetâ onların şahsıyetine bürünüp fotoğraf kudretiyle aynen yazarak taklîd etmiştir.

Resmî vazîfesi dolayısiyle, daha ziyâde evrak ve harîtalar üzerine yazan Emin Efendi, 1931 yılında emekliye ayrılarak, gerek hat, gerekse mûsıkî sâhasındaki meşgûliyetini daha serbest şartlarda sürdürmeğe başladı. Lâkin, 1943 Ağustos’unda gelen felç rahatsızlığı, onu her iki san’atından da kopardı. Hiç evlenmemiş olarak vefât eden ağabeyi Ömer Vasfi Efendi’nin vasıyeti üzerine son yıllarında bir yuva kuran Emin Efendi, 3 Şubat 1945’de vefât edince, ağabeyinin Eyüb Gümüşsuyu’ndaki kabrine sırlandı.

Emin Dede, atak yaradılışından dolayı “Deli” lakabıyle anılan ağabeyi Ömer Efendi’nin aksine, dervîş-meşreb oluşuyla ve sâkin huyu ile dikkat çekmiştir. Onun san’atdaki mevkıi îtibâriyle, Kadıasker Mustafa İzzet Efendi’den (1801-1876) geri kalır tarafı yoktur (Resim 9). Ne var ki, gündelik resmî meşgalesi ve kısa ömrü dışında, “yazıcı” lıkdaki mertebesinin kemâle eriştiği yıllarda harf inkılâbıyle yüzyüze gelmesi, kendisinin Kadıasker gibi verimli olmasına mânî teşkîl etmiştir. Müze ve koleksiyonlarda rastlanan sülüs-nesih kıt’alarıyle celî sülüs ve celî ta’lîk levhalarından başka bir tek hilyesi ve Sultanhamamı’ndaki bir çeşme kitâbesi, ondan kalan sınırlı eserler arasında sayılabilir. Yarım kalmış bir müsteâr mevlevî ayîni, klasik üslûbda 10’u aşkın peşrev ve saz semâisi ile 7 şarkısı mûsıkî hayatının mahsûlleri olarak bilinmektedir. Hüsn-i hatda talebesinin bulunmayışına mukabil, çok kıymetli neyzenler yetiştirmiştir.

Resim 9: Neyzen Emin Yazıcı’nın sülüs hattıyla yazdığı enfes bir levhası

Suûd Yavsı (1882-1948)

Mehmed Suûd Yavsı Bey, Boğaziçi’nin Kuruçeşme semtinde doğdu. Dîvân-ı Hümâyûn Kuyûd Odası mümeyyizi Rızâ Safvet Bey’in oğlu ve Hattat Mehmed Şevket Vahdetî’nin (1834-1871) torunudur. Babaannesinin nesebi Şeyhulislâm Ebussuûd Efendi’ye (ö.1574) bağlandığı için kendisine Suûd ismi verilmiş, Ebussuûd Efendi’nin babası ulemâdan İskilibli Şeyh Muhyiddin Mehmed Efendi’nin lakabı olan Yavsı’yı da Suûd Bey, 1934 yılında çıkan soyadı kanununa göre âilesine soyadı olarak seçmiştir.

Mehmed Suûd, Beşiktaş’daki Mekteb-i Hamîdî’yi bitirdi. Bu tahsîli sırasında babasından Arabî ve Farîsî’nin yanısıra hüsn-i hat öğrenmeğe başladı ve Beşiktaşlı Nûri (Korman) Bey’den (1868-1951) devâm etti. Sonra, Muhsinzâde Abdullah Bey’den (1832-1899) meşkini tamamladı ve Dîvân-ı Hümâyûn Mühimme Kalemi’ne girdi.

Resim 10: Suudü’l- Mevlevî’nin celî sülüs hattıyla bir levhası

Burada rık’a ve Kâmil Akdik’den (1861-1941) dîvânî, Sâmi Efendi’den (1838-1912) celî dîvânî yazılarını ve İsmail Hakkı Altunbezer’den (1873-1946) tuğra çekmesini öğrendi.

Dîvân-ı Hümâyûn’dan 18 senelik hizmeti sonunda ayrılıp 1918’de Meclis-i Âyan kitâbetine geçti, encümen kâtibliğinde bulundu. Medreselerde hat ve usûl-i tahrîr muallimliği vazîfesini sürdürürken Osmanlı Devleti’nin sona erişiyle açıkta kaldı.

Bâbıâli Caddesi’nde küçük bir dükkân açıp isteyenlere yazı ve kitâb başlıkları yazarak geçimini temîne çalıştı. Ufak tefek yapılı, halîm-selîm bir zât olan Suûd Bey, 1930 yılından îtibâren Fâtih’deki Millet Kütübhânesi’ne memûr olarak tâyîn olundu. Son yıllarını felçli durumuyla sürdürüp 28 Ağustos 1948’de vefât edince, Merkezefendi kabristanına defnolundu.

Suûd Bey neşredilmemiş bir dîvâna sâhib, kadîm tarzda iyi bir şâirdir. Mevlevîliğe intisâbı dolayısiyle, gençliğinde bâzı mecmûa ve gazetelerde yayımladığı şiirlerine Suûdü’l- Mevlevî imzâsını koymuştur. Kendisinin harf inkılâbından önceki yıllarda yazdığı celî sülüs levhalarına rastlanmaktadır (Resim 10).

Necmeddin Okyay (1883-1976)

Mehmed Necmeddin, Üsküdar’ın Toygartepesi semtinde 28 Ocak 1883 günü, Üsküdar Mahkeme-i Şer’iyesi’nin başkâtibi ve Yenicâmi imâm-hatîbi Mehmed Abdünnebi Efendi’nin oğlu olarak, dünyâya geldi. İlk tahsîlinin yanısıra Kur’ân-ı Kerîm hıfzını ilerletti. Müteâkıben Ravza-i Terakkî isimli husûsi mektebe devâmı sırasında oranın hat muallimi Hasan Tal’at Bey’den rık’a, dîvânî ve celî dîvânî yazılarını meşkedip icâzetini aldı; yine o sıralarda hâfızlık eğitimini de tamamladı. Sonra Nuruosmaniye Medresesi’nde Filibeli (Bakkal) Hacı Ârif Efendi’den (1836-1909) sülüs-nesih yazılarını öğrendi. Bu arada eline geçen bir ebrû (ebrî) kâğıdı, öğrenmek iştiyâkında olan bu gencin fevkalâde ilgisini çekti ve Üsküdar Özbekler Dergâhı Şeyhi Hezârfen Edhem Efendi’den (1829-1904) ebrûculuğu tahsîl etti. Ebrûnun yanısıra, âhâr denilen kâğıd cilâlama usûllerini ve biraz da ince marangozluğu öğrenmişken, Edhem Efendi vefât etti. Ancak altı ay zarfında hocasından kazandığı birikimleri genç Necmeddin istîdâdıyla geliştirdi.

Hâfızlığın ileri derecesi olan aşere ve takrîb, ayrıca câmi derslerine devâmla ilmiye icâzetnâmelerini alan Necmeddin, bu arada Konyalı Vehbi Efendi’den is mürekkebi îmâlini öğrendi. Sultan Abdülazîz’in okçubaşısı Seyfeddin Bey’le tanışarak onunla kemankeşlik çalışmalarına katıldı. Sonra ta’lîk hattının o yıllardaki en büyük ismi Sâmi Efendi’ye (1838-1912) devâma başladı. 1905’de ta’lîk hattından, 1906’da sülüs-nesih yazılarından icâzet aldı.

1908 yılına gelindiğinde, 25 yaşındaki Necmeddin -bir sene önce kaybettiği babasından devren- Üsküdar Yeni Vâlide Câmii’nin ikinci imâmı oldu. 1915 yılında Cağaloğlu semtinde açılan “Medresetü’l- Hattatîn” isimli öğretim müessesesinde Kâmil Akdik’den (1861-1941) ders alarak sülüs hattını ileriye götürdü, İsmail Hakkı Altunbezer’den (1873-1946) de celî sülüs ve tuğra öğrendi. Lâkin diplomasını 1918’de almazdan iki yıl evvel, ebrû ve âhâr muallimi olarak Medresetü’l-Hattatîn’e tâyîn edilip öğrenci yetiştirmeğe başladı. İşte o sıralarda, sonradan Necmeddin Ebrûsu adı verilen çiçekli ebrû tarzını ve yazılı ebrû tekniğini de bulup geliştirdi.

Necmeddin Hoca, Tuğrakeş Hakkı Bey’le yakınlaşınca ve gülcü Şükrü Baba’yı (ö.1956) da tanıyınca, onlardaki gülcülük merakına kendini kaptırdı. Üsküdar’daki ahşab evinin ulu ağaçlarla dolu dört dönümlük bahçesinin bir bölümünde, 1926’dan îtibâren 400 çeşide kadar gül yetiştirdi, yarışmalara katılıp madalyalar aldı. İşin asıl hoş tarafı, her gülün botanik künyelerini latince olarak bilmesi ve gördüğü cinsi bu isimle tanımlamasıydı.

Hat koleksiyonu da sür’atle büyüyen Necmeddin Hoca’nın eline 1925 yılında bir mücellidin terekesinden klasik cild yapımında kullanılan şemse kalıpları geçince, birdenbire eski tarzdaki mücellidliğe karşı içinde heves uyandı. Kendi gayreti ve biraz da mücellid Bahaddin Efendi’nin (1866-1939) yardımıyla kısa zamânda bu işi de başardı. Eline geçen cild kalıblarıyla yetinmedi, dostlarından öğrendiği “galvanoplasti” usûlüyle eski kalıblardan yenilerini elde etmeyi başardı ve ortanca oğlu Sâmi (1911- 1933) ile berâber mükemmel eserler vücûde getirdi.

1916’da Medresetü’l-Hattatîn kadrosunda başlayan hocalığını, buranın kapatılmasıyla, 1925’de Hattat Mektebi, 1929’da Şark Tezyînî San’atlar Mektebi adını alarak sürdüren yeni müesseselerde; nihâyet 1936’dan îtibâren Güzel San’atlar Akademisi’nin Türk Tezyînî San’atları şûbesinde sürdüren Necmeddin Okyay, 1948’de yaş haddinden emekliye ayrılmakla berâber, evi meraklı talebeye her zaman açıktı.

Resim 11: Necmeddin Okyay’ın ta’lîk hattı ve kendi ebrûlarıyla bir levhası

Bu çok cebheli zâtın bir başka husûsiyeti de, Osmanlı topraklarında yaşayan muhtelif kavimlerin Türkçeyi konuşmalarındaki lehçe farklılıklarını bir tiyatro artisti kadar başarıyla taklîd edebilmesi ve Osmanlılarda mûtad olan şifâhi kültürü bütün nükteleriyle bilmesiydi.

Necmeddin Hoca’nın imzâsız Osmanlı hat eserlerinin çoğunun kime ait olduğunu, hattâ yazılış senesini, müşâhede ve müktesebâtiyle tesbît edebilmesi büyük bir hayranlık uyandırırdı ve bu vechesiyle âdetâ bir “san’at velîsi” hüviyeti taşırdı. Hayatı boyunca “bilen bir hattat şuûruyla” kendi topladığı emsâlsiz hat eserlerinin pek çoğu 1960 yılında Topkapı Sarayı Müzesi’ne intikal etmiştir. Kendi yazdığı hat eserleri de en ziyâde Mimar Sinan Üniversitesi’nde olmak üzere, Topkapı Sarayı ve Türk- İslâm Eserleri müzelerinde, bâzı husûsi koleksiyonlarda bulunmaktadır. Yazdığı tek bina kitâbesi Çenberlitaş’daki Piyer Loti Evi’nin üzerindedir.

Müstesnâ yaradılışıyla, Necmeddin Okyay birçok hüneri nefsinde topladığı için “hezârfen” lakabıyle anılmıştır. Necmeddin Efendi, ebced hesâbıyla târih düşürmekte de pek mâhirdi. Arûz öğrenmediği hâlde, yazdıklarının vezni yerinde olur, bu da çevresindeki arûz bilenleri şaşırtırdı. Kendisi, Galata Mevlevîhânesi Şeyhi Ahmed Celâleddin Dede’ye (1853-1946) intisâb etmiş bir mevlevî muhibbiydi ve Mevlânâ ile tarikatını konu alan hayli kıt’a ve levhalar yazmıştı (Resim 11). 5 Ocak 1976 günü fâni ömrü tükenen Necmeddin Okyay, ertesi gün, yıllarca hizmet ettiği Üsküdar Yeni Vâlide Câmii’nden kaldırıp Karacaahmed kabristanına defnolundu.

Hat kaynaklarında eski hattatların her birinin intisâbı olan tarîkat belirtilmediği cihetle, aslında adedi daha çok olması gereken mevlevî hattatların san’at tarihinde isim bırakanlarını şu makalenin dar çerçevesinde tanıtmış oluyoruz.

 

Array

ETİKETLER: