MEVLEVÎLİĞİN İNTİŞÂRI ve TEZÂHÜRLERİ (MEVLEVİHANELER)
- MEVLEVÎLİĞİN İNTİŞÂRI ve TEZÂHÜRLERİ (MEVLEVİHANELER)
3.1. ŞEMS-İ TEBRÎZÎ ZÂVİYESİ
Şehrin merkezinde yer alan Şems-i Tebrîzî türbe ve semâhânesi, Konya Mevlânâ Dergâhı’na bağlı zâviyelerin en önemlisidir. Şems-i Tebrîzî Zâviyesi “Makām-ı Şems” diye adlandırılmış ve önemli bir ziyaretgâh olarak kabul edilmiştir. Önemi dolayısıyla ilk dönemlerden itibaren çelebi ailesine mensup kimselerin, zâviyenin meşlîhatine tayin edildiği görülmektedir. Ayrıca “Şems Dedesi” olarak anılan zaviye şeyhinin Mevlevî protokolünde önemli bir mevkîde bulunduğu bilinmektedir.
Konya’yı ziyaret eden her Mevlevînin, evvela Mevlânâ ile Şems’in buluştuğu “meracü’l-bahreyn”i oradan da Şems-i Tebrîzî Makâmını ziyarette bulunması gelenek haline gelmiştir.
Zâviyenin kitâbesi ve vakfiyesi bulunmadığı için ilk defa kim tarafından ve ne zaman yapıldığı bilinmemektedir. Bazı rivayetlere göre türbe ve zâviye, Ahî yanlısı Bedreddin Gevhertaş’ın bağı veya Mevlânâ için yapılan medresenin eski yeri üzerinde kurulmuştur. Ancak burası eldeki ilk belgelerde türbe veya makam olarak değil zâviye olarak geçmektedir. Fâtih Sultan Mehmed’in Konya’yı Osmanlı sınırları içine dahil etmesinden sonra zâviyenin 881 (1476) tarihli Evkaf Defteri Kuyûd-ı Kadîme Arşivi’nde (nr. 256) kayıt altına alındığı bilinmektedir.1
_______
1 Detaylı bilgi için bkz.: Barihüda Tanrıkorur, Şems-i Tebrîzî Zâviyesi, DİA, XXXVIII, s. 516-7.
3.2. CEMEL ALİ DEDE ZAVİYESİ
Konya’nın Meram İlçesi Selâm Mahallesi’nde yer alan zaviye binası 13. Yüzyılının ikinci yarısında2 inşa edilmiştir. Kaynaklardaki rivâyetlerine göre burada Hz. Mevlânâ’nın yakınlarından biri metfundur ve bu sebeple Mevlevîlerce daha 13. Yüzyıldan itibaren önemli bir ziyeretgâh olarak benimsenmiştir. Zaviyeyle ilgili bugüne herhangi bir vakfiye, manzume veya bir kitâbe ulaşmadığından binanın banisinin kim olduğu ve ne zaman inşa edildiği kesin olarak tespit edilememektedir. Bu hususlarda kaynaklarda farklı rivayetler yer almaktadır.
Sâkıb Dede’ye göre burada metfun bulunan Cemel Ali Dede’dir ve bu şahıs Maveraünlü olup, Hz. Mevlânâ’nın lalasıdır. Sultanü’l-ulemâ ile Konya’ya gelmiş ve burada vefat etmiştir. Uzun boylu olduğu ve Hz. Mevlânâ’yı deve taklidi yaparak sırtında taşıdığı için “Cemel” lakabıyla anılmıştır3. Konyalı’ya göre ise Cemel Ali Dede Bağı olarak adlandırılan mevkiin tasarrufu Sadreddin Konevî’ye geçmiş ve o da kendi manzumesine vakfetmiştir. Bu sebeple Konevî, Cemel Ali’nin Konevî’nin ya çağdaşı olduğu ya da ondan biraz önce yaşadığı kanaatindedir4.
Vakıflar Genel Müdürlüğü’ndeki 1879 tarihli bir tezkerede Cemel Ali Dede Zaviyesi ile ilgili şu bilgiler kaydedilmiştir: “Cemel Ali Dede tarîkat-ı aliyye-i yi mevlevîye mensûblarından olup Konya’nın Meram nâm mahallde, Turud mevkiinde bir mekteb ve bir mescidle kendisi için bir de türbe binâ etmiştir. Mektebin muallimine, mescidin imâmına, vakfın mütevellisine vazife olmak üzere on iki kayye i’tibâr olunan Karagöz değirmânın gallesinden üç hisseye tefrik olmak üzere bir buçuk gayye sehmini cihât-ı mezkûreye tahsis etmiş ve dergâhtaki dervîşânın eyyâm-ı sayfiyede tenezzühleri içün hayrât-ı mezkûre ittisâlinde altı yedi odalı, matbah, ahır ve on beş dönüm bahçeyi hâvî bir de zâviye vakfetmiştir. Gerçi vakfiyesi kaydına tesâdüf olunamamış ise de teâmülât-ı kadime vech-i meşrûh üzeredir”5.
Günümüzde hâlâ Turut ve Cemel Ali Dede Camii gibi adlarla anılan semâhâne/mescid, bir mahalle mescidi olarak kullanılmaktadır6.
________
2 Zaviyenin 13. Yüzyılın hangi döneminde inşa edilmiş olabileceğine dair tartışmalar için bk. Ş. Bârihüdâ Tanrıkorur, Türkiye Mevlevîhânelerinin Mimarî Özellikleri, II, Doktora Tezi, Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Arkeoloji ve Sanat Tarihi Anabilim Dalı Sanat Tarihi Bilim Dalı, Konya 2000, s. 66.
3 Sâkıb Dede, Sefîne, I, 215-216.
4 Konyalı, Konya Tarihi, 498-499.
5 Tanrıkorur, Türkiye Mevlevîhânelerinin Mimarî Özellikleri, II, 66.
6 Zaviyenin mimarî özellikleri ve 14. Yüzyıldan sonraki durumu hakkında geniş bilgi için bk. Tanrıkorur, Türkiye Mevlevîhânelerinin Mimarî Özellikleri, II, 60-67.285
3.3. ÂTEŞBÂZ VELÎ ZAVİYESİ
Konya, Meram İlçesi’nde yer alan bir diğer Mevlevî zaviyesi de Âteşbâz Zaviyesi’dir. 13. yüzyılda ilk nüveleri görülmeye başlanan zaviyeye ait herhangi bir vakfiye kaydı tespit edilememiştir. Bu sebeple zaviyenin mahiyeti ve işleyişine dair fazla bir bilgi bulunmamaktadır. Buna rağmen Mevlevîler arasında önemli bir makâm olarak ziyaret edilmiştir. Yapıyla ilgili en eski tarihî kayıt Âteşbâz Velî Türbesi’nin güney cephesindeki bulunan türbe kitabesidir. Kitabe şöyledir: Hâze’l-kabu/Es-sa’îdu’ş-şehîd el-merhûm şemşü/’l-mille ve’d-dîn Yûsuf b. İzziddîn/Âteşbâz-ı Velî rahmetullâhi te’âlâ fî muntasaf-ı şehr-i Receb/senete erba’in ve semânîne ve sitte mie gaferallah”7.
Arapça mermer kitabeye göre, türbe H. 25 Receb 684/M. 16 Eylül 1285’te vefat eden Âteşbâz Yusuf b. İzzeddin’e aittir. Kitabe şu şekildedir8:
Kaynaklarımızın rivayetlere göre Yusuf b. İzzeddin, “Âteşbâz-ı Velî” unvanıyla meşhurdu. Hz. Mevlânâ’nın babasıyla birlikte Belh veya Lârende’den Konya’ya gelmiş ve medresede Mevlânâ’nın ve ailesinin aşçılığını yapmıştır9.
Yusuf b. İzzeddin, “Âteşbâz-ı Velî” unvanı verilmesi şu menkıbeye dayandırılır: Kendisi birgün mutfakta odun kalmadığını Mevlânâ’ya söylemiş, Mevlânâ da “Kazanın altına ayaklarını sok” deyince o da emre uymuş ve başparmaklarından hasıl olan alevle kazan kaynamaya başlamıştır. Keramet gösterilmesinden hoşlanmayan Hz. Mevlânâ, “Hay âteşbâz, hây” demiş ve buna hemen mani olmuştur. Bundan sonra Yusuf b. İzzeddin’e “Âteşbâz-ı Velî” denilmeye başlanmıştır10.
Mevlevîlik’te Âteşbâz-ı Velî makamı bir terbiye makamıdır, zira kendisi matbâh-ı şerifin pîri olarak kabul edilmektedir. Resmî tarîkat adab ve erkânının talimi ve bu suretle müridanın terbiye ve teslîkinden mesul bulunan, hususiyle Mevlevî çilesinin baş mürebbii Serttabbâh Âteşbâz-ı Velî makamını temsil etmektedir. Matbahda kazan veya tencerelerin açılışında olduğu üzere yemekten sonra okunan gülbanklarda “sırr-ı Âteşbâz-ı Velî” şeklinde zikredilir11.
Sâkıb Dede’nin rivayetine göre Sultan Veled’in kızı Ârife Şeref Hatun’un oğlu Muzaffereddin Ahmed Paşa torunlarından Çelebi Abdüssamed, Âteşbâz-ı Velî Türesi civarında bir zaviye yaptırmış ve zaviyeye de zengin gelirli vakıflar tahsis etmiştir. Zamanla zaviye ziyaretçilerin ve seyyahların uğrak yerlerinden biri hâline gelmiştir. Fakat ilerleyen yüzyıllarda hem zaviyeyi sık sık basan seller hem de çelebiler arasında zuhûra gelen kimi anlaşmazlıklar sebebiyle zaviye harap bir hâle düşmüş, 18. yüzyılın başında ise yalnızca türbe binası ayakta kalmıştır12.
_________
7 Kitabe metni için bk. Tanrıkorur, Türkiye Mevlevîhânelerinin Mimarî Özellikleri, II, 73.
8 Kitabe metni için bk. Hakkı Önkal, “Konya’da Âteş-bâz-ı Velî Türbesi”, Atatürk Üniversitesi İslâmî İlimler Fakültesi Dergisi, Sy. 1 (Aralık 1975), s. 225.
9 Sâkıb Dede, Sefîne, I, 211-213
10 Sâkıb Dede, Sefîne, I, 211-213.
11 Özönder, “Âteş-Bâz Velî ve Mevlevî Dergâhlarında Âteş-Bâz Velî Makamı’nın Önemi”, s. 97-102; aynı müellif, “Âteşbâz-ı Velî”, DİA, IV, 57-58; Gölpınarlı, Mevlevî Âdab ve Erkânı, İstanbul 1963, s. 126, 128.
12 Sâkıb Dede, Sefîne, I, 211-213; Gölpınarlı, Mevlevilik, 332. Zaviyenin mimarî özellikleri ve 14. Yüzyıldan sonraki durumu hakkında geniş bilgi için bk. Tanrıkorur, Türkiye Mevlevîhânelerinin Mimarî Özellikleri, II, 68-75.
3.4. KARAMAN MEVLEVÎHÂNESİ
Mevleviyye tarîkinin en önemli zaviyelerinden biri de Kalemiye Zaviyesi, Ağa Tekkesi, Mâder-i Mevlânâ veya Valide Sultan Türbe ve Camisi gibi adlarla anılan Karaman Mevlevihânesi’dir. Bu mevlevihâneye Mevlevîler arasında önem verilmesinin sebebi burada Hz. Mevlânâ’nın annesi ve bazı yakınlarının medfun bulunmalarıdır. Bunların en önemlisi Hz. Mevlânâ’nın annesi ve en büyük oğlu Mehmed Alâeddin’in merkadleridir. Bu merkadleri ziyaret edenlerin ihtiyaçlarını gidermek amacıyla burada bir tekke inşa edilmiş ve zamanla bu tekke bölgenin önemli merkezlerinden biri hâline gelmiştir. Karaman Mevlevihânesinin ehemmiyetine binâen, buraya daima Hz. Mevlânâ’nın erkek soyundan bir çelebi tayin edilmiştir.
Karaman’da ilk mevlevihâne 1310-1320 yılları arasında Ulu Ârif Çelebi’nin müridi Kalemîoğlu Ahî Mehmed Bey’in şeyhinin emri üzerine inşa edilmiştir. Mevlevihâne’nin inşa edildiği yer tesadüfen seçilmemiştir. Zira burada 1225’te vefat eden Hz. Mevlânâ’nın annesi Mümine Hatun ile onun ağabeyi Muhammed Alâeddin’in mezarları bulunmaktaydı. Kalemîoğlu tarafından yaptırılan ilk zaviye, kendisi de Mevlevî müntesibi olan, Mevlevî sikkesi ve elbisesi giyen Karamanoğlu Mirza Halil Bey tarafından genişletilmiştir. Halil Bey’in oğlu Alâeddin Bey de Karaman Mevlevîhânesi’nin yanına yeni H. 772/M. 1370’de bir zaviye inşa ettirmiştir13.
Kitâbesi şu şekildedir:
Mevlevîhâne, ilerleyen senelerde gelirlerinin azalması sebebiyle giderek önemini kaybetti. Fatih Sultan Mehmed devrinde Larende Osmanlı hâkimiyetine geçtiğinde Mevlevîhâne harabeye yüz tutmuştu. Fethin ardından bölgede tahrir yapılmış ve bu vesileyle Mevlevîhâne’nin vakfiyesinin kaybolduğu ortaya çıkarılmıştır. Bunun üzerine tahrir emini evkafın mensuh duruma düştüğünü ve zaten yapının da harap olduğunu rapor etmiştir. Buna rağmen Fatih, tekkenin vakıf hükümlerinin yürürlükte kalmasını emretmiştir14.
Mevlevîhâneye ait en eski vakfiye H. 754/M. 1353 tarihlidir. Vakfiye Karamanoğlu Mirza Halil Yahşi Bey’e aittir ve Arapça yazılmıştır15. İkinci vakfiye Karamanoğlu Halil Bey’in küçük oğlu Alaeddin Ali Bey tarafından hazırlatılmıştır ve H. 769/M. 1367 tarihlidir16 . Bu vakıf Hz. Mevlânâ adına yaptırılmıştır ve idaresi Mevlânâ evladına ve onların haleflerine şart koşulmuştur.
Tarihî kayıtlara göre Karaman, 1471’de Osmanlı hâkimiyetine geçtiğinde buradaki Mevlevîhâne harap bir vaziyetteydi. Bu durum Kanunî Sultan Süleyman devrine kadar devam etmiştir. Bundan sonra ise ihya edilmiştir17.
________
14 Hasan Özönder, “Karaman (Lârende) Mevlevî-hânesi”, s. 145.
15 Arapça vakfiye kaydı için bk. VGMA, Karaman’da Mevlevî Halil b. Emir merhum Mahmûd b. Karamanî Vakfı, Defter nr. 579, s. 363. Vakfiyenin Türkçesi de mevcuttur (bk. VGMA, Defter nr. 1961, s. 153-155).
16 Vakfiye için bk. VGMA, Karaman’da Alâüddin Bey b. Mirzâde Halil Bey b. Emîr-i Kebîr Mahmûd b. Emîr Karaman Bey Vakfı, Defter nr. 579, s. 361. Vakfiyenin Türkçesi için bk. VGMA, Defter nr. 1961, s. 151-152.
17 Karaman Mevlevîhânesi hakkında bk. Tanrıkorur, Türkiye Mevlevîhânelerinin Mimarî Özellikleri, II, 142-156; aynı yazar, “Karaman Mevlevîhânesi”, DİA, XXIV, 447-448.
3.5. TOKAT MEVLEVÎHÂNESİ
Daha Selçuklu Veziri Muîneddin Pervane devrinde Tokat’ta önemli bir Mevlâna muhibbi grubu bulunduğuna dair tarihî kayıtlarda önemli bilgiler vardır. Ahmed Eflakî’ye göre Pervane, Hz. Mevlânâ’ya muhabbeti artan Fahreddin-i Irakî için Tokat’ta bir hankâh inşa ettirmiştir. Hankâhın inşasının tamamlanmasından sonra Fahreddin buraya şeyh olarak atanmış ve o günden itibaren burada sohbet meclisleri kurulmuştur. Sultan Veled ve Ulu Ârif Çelebi’nin Tokat’ta halifelerinin bulunduğu ve bunların en meşhurunun da Hoşlikâ adında bir hanımefendi olduğu anlaşılmaktadır. Hoşlikâ Hâtûn ilgili Menâkıbü’l-Ârifi’nde birçok menkıbe anlatılmaktadır18.
Bu bilgilere rağmen teşekkül döneminde Tokat’ta hususi bir mevlevîhâne bulunup bulunmadığı, mevcutsa dahi bunun mimarî özelliklerinin nasıl olduğu, bir vakfiyesinin mevcut olup olmadığına dair maalesef şimdiye kadar kesin bilgilere ulaşılamamıştır.
Tokat Mevlevîhânesi ile ilgili elimizdeki ilk tarihî kayıtlar Fatih Sultan Mehmed dönemine aittir. Bu dönemde H. 859/M. 1455 tarihinde hazırlanan tahrir defterinde Tokat’ta 34 hankâhdan birinin de Mevlevî hankâhı olduğu kaydedilmiştir. Defterdeki bilgilere göre Mevlevî hankâhının, 32 hanelik bir Mevlevîhâne Mahallesi’nde bulunduğu anlaşılmaktadır. Akkoyunlu Hükümdarı Uzun Hasan’ın 1471’deki Tokat saldırısında Mevlevîhâne de büyük zarar görmüş ve zamanla Mevlevîhâne’nin olduğu mahalle farklı isimlerle anılır olmuştur. Zira 1576 tarihli Defter-i Evkaf-ı Rum içinde, Tokat merkez kazasına ait vakıf kayıtları arasında varlığına kesin gözüyle bakılan Mevlevihaneye yer verilmez. Mevlevîhâne Mahallesi ismi H. 8120/M. 1485 tarihli tahrirden anlaşıldığına göre “İbrahim” adını almaya başlamıştır19.
Evliyâ Çelebi’nin Tokat ziyaretinde şehirde dikkatini çeken en önemli tekkelerden biri de Mevlevîhâne olmuştur. Bu da Mevlevîhâne’nin 16. Yüzyıldan sonra bir kez daha ihya edildiğini göstermektedir. Evliyâ Çelebi, Mevlevîhâne’nin yeniden ihyasında Sultan I. Ahmed devri devlet ricalinden, Mevlevî müntesibi Vezir Süğlün Musli Paşa’nın önemli katkılarının olduğunu kaydeder. Evliyâ’nın tasviriyle XVII. yüzyılda Tokat Mevlevîhânesi’nin genel vaziyeti şu şekildedir:
“Evvelâ, cümleden ma’mûr [u] âbâdân derûn-ı şehrde tekye-i Mevlevîhâne-i Hazret-i Mevlânâ’dır. Bânîsi merhûm u mağfûrunleh Süğlün Musli Paşa’dır kim Sultân Ahmed Hân vüzerâlarındandır, lâkin sadra’zam olmamışdır, ammâ bir sahiyyü’l-vücûd ve sâhib-i kerem ve sâhib-i cûd olmak ile rûh-ı Mevlânâ’yı şâd ve tarîk-i Hâcegân fukarâların dilşâd etmek içün bir mevlevîhâne bünyâd etmişdir kim misli bir diyârda yokdur. Meğer İslâmbol’da Beşiktaş Mevlevîhânesi ola, ammâ bunun andan ziyâde evkâfı olmağile gâyet ma’mûrdur ve semâ’hâne etrâfında semâ’zen fukarâlarının hücrelerinin cümle revzenleri, cânib-i erba’asındaki şükûfe ve murgzârlı bâğ-ı ireme nâzırdır. Ve haftada iki gün mukâbele olup âyîn-i Mevlânâ iderler kim gûyâ fasl-ı Hüseyin Baykara fasılları olur. Husûsan Sızıltızâdeler nâm neyzenleri var kim her biri san’atının ferîdidir. Ve şeb [ü] rûz-merreteyn cümle fukarâya ve ba’zı ehibbâya ni’met-i Mevlânâsı mebzûldür20.
________
18 Tokat hankâhı ve Hoşlikâ Hâtûn ile ilgili bk. Âriflerin Menkıbeleri, I, 619; II, 468, 487-489, 525.
19 M. Tayyib Gökbilgin, “Tokat”, İA, 12/1, 405-406.
20 Evliyâ Çelebi Seyahâtnamesi, V, haz. Yücel Dağlı vd., İstanbul 2003, s. 41.
3.6. MUĞLA MEVLEVÎHÂNESİ
Mevlevîlik, Muğla’ya daha XIV. yüzyılın başlarında girmiş olmasına rağmen burada bir mevlevîhâne ancak XV. yüzyılın ortalarında inşa edilmiştir. Mevlevî rivayetlerine göre Muğla’daki mevlevîhânenin açılışı Şahidî İbrahim Dede’nin babası Hüdâyî Salih Dede’nin (ö. H. 885/M. 1480) himmeti ve Fatih Sultan Mehmed’in rızasıyla mümkün olmuştur. Hüdâyî Dede, ilk tahsilini Emir Sultan’ın kız kardeşinin oğlu olup Muğla’ya yerleşen Seyyid Kemâleddin’den almış, daha sonra Mevleviliğe intisab etmiştir. 1450’li yıllarda ise Fatih’in inayetiyle Muğla Mevlevîhânesi’ni kurmuş ve burada Mesnevî okutmuştur. Hüdâyî Dede, 1480 yılında vefat edince, dergâh haziresinde medfun bulunan Seyyid Kemâleddin’in ayakucuna defnedilmiştir.
Muğla Mevlevîhânesi asıl gelişmesini Salih Dede’nin oğlu Şâhîdî devrinde yaşamıştır. Asıl ismi İbrahim olan Şâhîdî, H. 873/ M. 1468’de doğmuş, ilk tahsilini babasından almış, babasından Farsça öğrenmiş ve ondan Mesnevî okumuştur. Edebiyat tarihine “Muğlalı Şâhîdî” veya “İbrahim Şâhîdî” olarak geçen Şâhîdî, Tuhfe-i Şâhîdî adlı eserinde kendisini şu şekilde tanıtmıştır:
“Gedâyem Şâhidî-i Mevlevîyem
Diyâr-ı Menteşe’de Muğlevîyem
Şâhidiyem Mevlevî-i ârifem gelsün bana
İsteyen sırr-ı Hudâyı ben Hüdâyî-zâdeyem.”
Başta Farsça tedrisi olmak üzere ilk tahsilini babasından alan Şâhidî, 18 yaşına gelince İstanbul’da Fatih Medresesine, daha sonra da Bursa’da Yıldırım Han Medresesi’ne devam etmiştir. Bursa’da iken yaşadığı bir olay Şâhîdî’nin hayatında dönüm noktası olmuş ve medreseden ayrılarak memleketine dönmüştür. Şâhidî, Gülşen-i Esrar adlı eserinde hayatındaki bu kırılma noktasını şu şekilde anlatır: “Bir gün, Seyyid Hüseynî’nin Kenzü’r-Rümûz’unu okurken, bir softa ona, ‘Bu nedir?’ diye sorar. O da eser için, ‘Dünyayı terk etmeyi, dünya nimetlerine ehemmiyet vermemeyi telkin ediyor.’ der. Bunun üzerine softanın, ‘Bu kadar zahmetten sonra, demek dünyayı terk edeceğim hal Bana mevki, mal, mülk, evlat gerek’ demesi, Şâhidî’ye çok dokunur. Zavallı softa da onun yanından ayrılıp, odasına geçince, vebaya yakalanarak ölür. Bu olay, Şâhidî için dönüm noktası olur; öğrenimini tamamlamadan Muğla’ya döner ve annesine, artık medresede okumayacağını, derviş olmak istediğini söyler. Bu sırada Muğla’da iki şeyh vardır. Bunlardan Şeyh Vefâ’nın halifesi olan Şeyh Hayreddin’in ne şeyhlikle ve ne de dervişlikle ilgisi vardı. Tekkesi bile yoktur. Oysa, Şeyh Bedreddin, tekke sahibidir ve şehzādelerle beylerin saygısına mazhar olmuştur. Şâhidî annesinin de isteğine uyarak, Vefâî şeyhi Bedreddin’e bağlanır, ondan tefsir okur”.
Şâhîdî, memleketine dönmesine rağmen hâlâ Mevlevîliğe intisab etmiş değildir. Gülşen-i Esrâr’ında Mevlevî olmasını da şu şekilde anlatır: “Şâhidî’nin, köy köy dolaştığı zamanlarda, Kozluk köyünde, bir Cuma günü abdest alırken, garip bir hale düşer, kendinden geçer. Orada bulunan bir meczup kendisine, ‘Abdest alırken göğe bakmadın mı? Bütün melekler başının üstündeydi” der. Bu söz, Şâhidî’yi çok etkiler. Cuma namazından sonra, minbere çıkıp va’za başlar. Va’zı bitirip kürsüden inerken, herkes elini öpmeye koşar. Bu arada, dinleyiciler arasında bulunan bir Mevlevî dervişi, ‘Sende bu kadar bilgi varken, neden başında Mevlevî külâhı yok?’ der. Şâhidî de, ‘Bir pir bulsam, derhal Mevlevî külâhı giyerim” cevabını verir. Böylece, bu dervişle birlikte, Vakıf adlı köyde imamlık yapan ve Fenâyî (V. H. 925/M. 1519) mahlasını kullanan Mevlevî dervişiyle beraber, Lazkiye (Denizli)’deki Mevlevi şeyhi Fânî Dede (V. H. 910/M.1504)’ye giderler”. Artık Şâhîdî Vefâilik’ten ayrılıp Mevlevîliğe intisab etmiş ve Muğla bölgesinde Mevlevîliğin hem yayılmasını hem de teşkilatlanmasını sağlamıştır21.
Şâhîdî’nin Mevlevîliğe intisab etmesine dair Sahih Ahmed Dede şu önemli bilgileri verir: “Ve bu sâlde, Şâhidi İbrâhîm Efendi cenâbı 24 yaşında iken 7 sene yanında olduğu Şeyh Hayreddîn-i Vefâyî ve Şeyh Bedreddîn-İ Vefâyî cenâblarından mufârakat ve Mevlevî olmak istedi; vâlidesinden icâzet aldı. Ba’dehû, Baba Acem cenâbı ile berâber Burusa’ya varıp Mesnevî Şerîf okuyanların meclisinde Baba Acem yedinde “Mesnevî-yi Şerîf” verip, “Cild-i evvelden sen de oku!” dedi. Bu okumağa başladı. Ondan, mezkûr Lazkiye’ye azîmet eyledi. Lazkiye’de Sultân Bâyezîd Hân-ı Sânî cenâbının şehzâde iken, vücûda gelen oğlu Sultân Alemşâh cenâbı ve dahî Karahisârsâhib’de Çelebi Emîr Âdil-i Sâlis merhûmun oğlu Pâşâ Çelebi cenâbı, 71 yaşında külâh-pûş ve Lazkiye’de tekye-i Mevlevîde Şeyh Ahmed-i Fânî cenâbı ve küçüğü Dervîş Şeydâyî cenâbı ve mesnevîdân Vakıf karyesi imâmı Dede Fenâyî cenâbı külâh-pûş-i Mevlevî ve Lazkiye’de Mevlevîhânede Şeyh Ahmed-i Fânî ve Dede Fenâyî ve Dervîş Şeydâyî ve Pâşâ Çelebi ve Şâhidî İbrâhîm Efendi hırka ve külâh-pûş ve arakıyye-keş, dervîş-i Mevlevî oldu; tekye-nişînlikde kaldı… Ve bu sâlde, 2 sene Lazkiye Mevlevîhânesi’nde Mevlevî dervîş olup tekye-i mezkûrede sâkin olan Şâhidî İbrâhîm Efendi cenâbı, Sultân Dîvânî Semâ’î Mehmed Efendi cenâbının keşf ve kerâmetlerini işitip, görmeğe müştâk oldu. Ondan Karahisârsâhib’e görmeğe geldi. O sene Sultân Dîvânî hazretleri hacc-ı şerîfe gitmiş idi. Bekleyip istikbâle Konya ve Karaman’a niyyet, akîbinde vâlidesinden mektûb gelip kardaşları vefâtı haberi geldikte, Şâhidî İbrâhîm Efendi Muğla’ya gelip vâlidesi ile görüşüp, ondan yine vakt-i şitâ iken azm-i râh edip, 27 yaşında idi.
Ve bu sâlde, Kütahya’ya gelip Sultân Dîvânî Semâ’î Mehmed Efendi cenâbı ve Pâşâ Çelebi cenâbını Kütahya’da bulup, onda görüşüp, bende ve mürîd oldu… Ve hicret-i nebeviyyenin 1208 sâlinde, mezkûr Sultân Dîvânî Semâ’î Mehmed Efendi cenâbı 64 yaşında Karahisârsâhib’den kalkıp, Muğla kasabasına teşrîf buyurup, mürîd-i muhlisı mezkûr Şâhidî İbrâhîm Efendi cenâbı 36 yaşında idi; istikbâl edip hânesinde iskân buyurdu. Muhammed Sûfiyye 18 beyt “Mesnevî-yi Şerîf” den okudu. Ba’dehû dedi, ( ﺖﻤﻗ و ﺎﯿﻣأ تﺪﻌﻗ ﺎﯿﻤﻠﻋ )22 kerâmet-i Sultân Dîvânî. Ba’dehû, yine Karahisâr’a gitti”23.
_________
21 Mustafa Çıpan, “Konya Mevlânâ Müzesi Hazine-i Evrak Arşivindeki Belgelere Göre Muğla Mevlevîhânesi”, SÜ Türkiyat Araştırmaları Dergisi, sy. 2 (Konya 1996), s. 233-250; Gölpınarlı, Mevlânâ’dan Sonra Mevlevîlik, s. 135; Namık Açıkgöz, “Muğla’da Mevlevilik”, http://akademik.semazen.net/article_detail.php?id=575; Mustafa Çıpan, Muğlalı İbrahim Şâhidî, Hayatı, Edebî Şahsiyeti, Eserleri Divan Ve Gülşen-İ Vahdet (Tenkidli Metin), Yüksek Lisans tezi, Gazi üniversitesi, Ankara 1982; Ahmet Hilmi İmamoğlu, Muğlalı Şâhîdî İbrahim Dede, Tuhfe-i Şâhidî (Farsça-Türkçe Manzum Sözlük), Muğla 2005. XV. Yüzyılda Muğla hakkında bk. Zekai Mete, XV. ve XVI. Yüzyıllarda Muğla ve Yöresi, Doktora Tezi, İstanbul Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, İstanbul 2004.
22 “Ümmî olarak oturdum; âlim olarak kalktım.”
23 Seyyid Sahîh Ahmed Dede, Mecmûatü’t-Tevârîhi’l-Mevleviyye, haz. Cem Zorlu, Konya 2003, s. 139-140.
3.7. AFYONKARAHİSAR MEVLEVÎHÂNESİ
Mevlevî dergâhı olarak inşa ettirilen caminin kim tarafından ve ne zaman yaptırıldığı hususu tartışmalıdır. Araştırmalara göre, Sultan Veled bir süre Afyon’da kalmış ve bu sırada kızı Mutahhare Hatun’u Germiyanlı Savcı Bey’in oğlu Umur Bey ile 1276’da evlendirmiştir. Bu vesileyle Afyon’da mevlevîliğin yayılmasını da sağlamıştır. Bu minvalde burada ilk mevlevî dergâhını kurmak üzere çalışmaları başlatmış, ancak çalışmalar tamamlanamadan Sultan Veled şehirden ayrılmıştır. İlerleyen yıllarda ise dergâh yıkılmıştır.
Afyon Mevlevî dergâhı ikinci kez olmak üzere 1316’da ahşap olarak yeniden yapılmıştır. Germiyan Beyi I. Yakub Çelebi, dergâh fakirlerinin geçinmesi için Ulu Arif Çelebi’ye Büyük-Küçük-Orta Kalecile, Kışlacık, Deper (Ataköy) vb. köyleri dergâha vakfetmiştir. Buna rağmen bugüne kadar I. Yakub Çelebi’nin vakfiyesinin orijinali tespit edilememiştir, fakat 1392’de yenilenen vakfiye metni bugüne ulaşmıştır.24:
Afyon Mevlevîhânesi vakfı, Germiyanlı Çahşadan Mehmed Bey’in kardeşi Musa Bey’in 1364’teki bağışlarıyla zenginleştirilmiştir. Musa Bey mevlevîhâne fakirlerine hizmet sunması amacıyla birçok dükkân vakfetmiştir. Musa Bey’in vakfiyesi özetle şu şekildedir: Eğirdir Kazası’nda peyni pazarı, bedesten, kemerkapı ve kale duvarı, su hududu içinde kalan emlak; Geriyani Alişiroğulları’ndan Yakub Hân’ın oğlu Emir Musa Bey tarafıından Eğirdir Mevlevî dergâhında oturan ve evlenmeyen Mevlevî fukarasına günde 18, mütevelliye 2 dirhem verilmek; fazlası Hazret-i Peygamber’in şefaati dileği ile Medine-i Münevvere fukarasına gönderilmek şartıyla ve Eğirdir Mevlevî hulefasının hasbî nezâreti altında olmak üzere temlik ve vakfedilmektedir”.
Germiyanlı Süleyman Şah’ın oğlu II. Yakub Bey, 17 Ekim 1422 tarihli Gezler Vakfiyesi’ne göre, Atanos (Etyemez), Ağa Çayı, Sarıcaova ve Gezler köylerini mevlevîhâneye bağışlamış, böylece Afyon Mevlevîhânesi daha da zenginleşmiştir.
Afyon Mevlevîhânesi, bölgenin Yıldırım Bâyezid devrinde Osmanlı İmparatorluğu hâkimiyetine girmesinden sonra da büyümeye devam etmiştir. Çünkü daha Yıldırım Bâyezid devrinde Mevlevîhâneye Büyük-Küçük-Orta Kalecikler, Kışlacık, Datlar, Kozluca ve Çukurköyü arazilerini yeniden vakfetmiş ve bununla ilgili vakfiyeyi yeniletmiştir25.
Afyon Mevlevîhânesi’nin tespit edilebilen ilk şeyhi Çelebi Hızır Paşa’dır. Hızır Paşa, Süleyman Şah ile Mutahhara Hatun’un büyük oğlu olup, H. 675/M. 1276’da dünyaya gelmiş ve uzun bir hayat sürmüştür. Vefat tarihi hususunda iki farklı görüş ileri sürülmüştür. Bir görüşe göre H. 750/M. 1349’da diğer görüşe göre ise H. 773/M. 1371’de vefat etmiştir. Hızır Paşa’nın vefatından sonra ise Abâ Pûş-Mehmed Bâlî Çelebi, şeyh tayin edilmiştir.
Abâ Pûş-Mehmed Bâlî Çelebi, Karahisat Mevlevî büyüklerindendir ve soyu Hz. Melvânâ’ya kadar uzanır. Ayrıca Mutahhara Hatun’un Germiyanoğulları’na gelin gitmesi vesilesiyle de Germiyanoğulları ile de akrabadır. Babasının adı Ahmed Paşa’dır. Bâlî Çelebi, doğum tarihinin H. 751/M. 1350 veya H. 769/M. 1367-1368 yılı olduğu yönünde iki farklı görüş vardır. Devlet ricali arasında yer alan babası sayesinde iyi bir eğitim alan Bâlî Çelebi, küçük yaşta babasını kaybetmiştir. H. 773/M. 1371’de Hızır Paşa’nın vefatından sonra da Afyon Mevlevîhânesine şeyh tayin edilmiş ve H. 8120/M. 1485’te vefat edene kadar meşihat makamında kalmıştır. Vefatından bir sene önce şeyhlik postuna oğlu Sultan Dîvânî’yi getirmiştir26.
_________
24 Vakfiye için bk. BOA, EV. VKF, nr. 17/2; VGMA, Vakfiye Deft., nr. 595, s. 103 (96).Yusuf İlgar, “Afyonkarahisar Mevlevîhânesi”, SÜ Türkiyat Araştırmaları Dergisi, sy. 2, s. 107-141; Mustafa Karazeybek, “Karahisâr-ı Sâhib Sancağı’nda Mevlevî Vakıfları”, Sultan Dîvânî ve Afyonkarahisar’da Mevlevîlik, Afyon 2002, s. 297-310.
25 Afyonkarahisar Mevlevîhânesi hakkında daha geniş malumat için bk. Uzunçarşılı, Kitabeler, s. 40; F. Nafiz Uzluk, “Germiyanoğlu II. Yakub Bey’in Vakfiyesi”, Vakıflar Dergisi, VIII (Ankara 1969), s. 120; Hasan Özönder, “Afyon Mevlevîhânesi”, V. Milletlerarası Mevlânâ Kongresi (Tebliğler), 3-4 Mayıs 1991 Konya, Konya 1992; Taif Daşdemir, “Afyonkarahisar’da Mevlevîlik 1) Afyonkarahisar’da Mevlevîliğin Tarihçesi”, Sultan Dîvânî ve Afyonkarahisar’da Mevlevîlik, Afyon 2002, s. 177-188; H. Mustafa Eravcı, “Afyonkarahisar Mevlevîhânesi”, Sultan Dîvânî ve Afyonkarahisar’da Mevlevîlik, s.
26 Mehmet Sarı-Yusuf Ilgar, “Sultân Dîvânî-Mehmet Çelebi (Hayatı, Eserleri, Edebi Kişiliği ve Tesirleri)”, Sultan Dîvânî ve Afyonkarahisar’da Mevlevîlik, Afyon 2002, s. 10-13.
3.8. BOLVADİN MEVLEVÎHÂNESİ
Bolvadin’in Mevlevîlikle tanışması daha Sultan Veled zamanına kadar uzanmaktadır. Sultan Veled’in Bolvadin’deki ilk Mevlevîhâne’nin temellerini attığı tahmin edilmektedir, ancak buna dair tarihî bir kayıt tespit edilememiştir. Tarihî kayıtlara göre Bolvadin Mevlevîhânesi, Beyşehiroğulları Beyliği devrinde Mübariziddinzâdelerden Süleymanoğlu Mehmed Bey tarafından 1320’de büyük bir külliyenin parçası olarak inşa ettirilmiştir. Bolvadin Mevlevîhânesi’nin ilk şeyhlerinin kimler olduğuna dair bir bilgi mevcut değildir.
Bolvadin Mevlevîhânesi, Fatih Sultan Mehmed döneminde zengin vakıf gelirlerine kavuşmuştur. Bunda Fatih’in Mevlevîhâne’ye özel ilgi göstermesinin önemli bir yeri vardır, zira Karaman seferlerinden birinden Sultan Bolvadin’e de uğramış ve şehirdeki Şeyh Ahi Mehmed Dede kabrini bizzat ziyaret etmiştir. Ayrıca bu ziyaret vesilesiyle Üçhüyük adlı yerin büyük bir kısmını Mevlevîhâne’ye vakfetmiştir. Muharrem Bayar’ın özel arşivinde yer alan bu vakfiye şu şekildedir:
“Bolvadin Kazası’nda bulunan bundan akdem Cennet mekân Firdevs- âşiyân merhum ve magfûrlehüma Sultân Hân-Sultân Mehmed Hân hazretlerinin vakf ve ihyâ buyurdukları Âhi Mehmed Dede Zaviyesi’ne, kasaba-i mezbûra mürur u ubûr eden fukaraya itaam-ı taam eylemek şartıyla vakf-ı sahih-i şer’î ile vakf buyurdukları…”27
_________
27 Bolvadin Mevlevîhânesi hakkında daha geniş malumat için bk. Muharrem Bayar, “Bolvadin Mevlevihanesi ve Pendarî Kâarî Ahmet Dede”, s. 225-231.
3.9. KÜTAHYA MEVLEVÎHÂNESİ
Kütahya, Mevlevîlikle daha Sultan Veled zamanında tanışmıştır. Hatta Sultan Veled’in Kütahya’yı öven şu gazeli malumdur28:
“Kütahya gibi bir şehir olmaz. Ne mutlu Kütahya’da bir ay oturana.
Talihi olup da iki ay oturacak olan birisi, ondan hesapsız istifâde eder. Kütahya, bir güneş gibidir. Her tarafı yüzdür ve o yüzün, karanlığı yoktur. Güzellikte cennete benzer. Yâ Rab! Ona eziyet, sıkıntı ve kahır gösterme. Hiç, kusursuz bir güzele zehirli bir şerbet içirilir mi?
Onun her köşesi bir bağ ve bahçedir. Her tarafından pınarlar ve nehir akmaktadır.
Onun, duvar içine alınmış, muhafaza olunmuş güzel bir kalesi vardır.
Onun gibi, dünyada hiçbir şehir görülmemiştir.
Böyle güzel şehre, bin Herat ve bin Merv fedâ olsun.
Sultan Veled de, onun güzelliği belli olunca herkesin yanında onun övgüsünü açıkça söylemektedir”.
Sultan Veled’den sonra Ulu Ârif Çelebi de Kütahya’ya önem vermiş ve şehri ziyaret etmiştir. Ârif Çelebi, Germiyanoğulları ile yakın bir ilişki kurmuş ve bu münasebetlerin gelişmesinde I. Yakub Bey’in Çelebi’nin müridi oluşu da etkili olmuştur. Germiyanoğlu I. Yakub Bey’in Ulu Arif Çelebi ile olan münasebetlerine dair özellikle Ahmed Eflâkî’de değerli bilgiler verilmiştir. Eflâkî’deki rivayet şu şekildedir: “Eflâki rivayet eder. Bir gün Çelebi hazreti Lâdik şehrindeki dostları ile beraber, Germiyan Emiri Alişiroğlu’nu ziyarete gitmişti. O dahi, büyük bir ordu ile Âlameddin Bazarî Sahrasına inmiş, orada çadırlar kurmuş oturuyorlardı. Çelebiyi görür görmez karşıladılar, büyük izzet ve ikramda bulundular. Dostların Kur’ân okuduğu, Çelebi hazretinin de bilgiler saçmağa başladığı sırada, bu adam son dereceye varan bilgisizliğinden, aptallığından ötürü, gaflet göstererek, kendi kökleriyle meşgul oldu. Çünkü o, Türk’tü (köylü idi demektir), laubali (Allah dostu demek olan) veliler âleminden habersizdi.
Bunu gören Çelebi hazreti, birdenbire nara vurdu, hemen yerinden fırlayıp atına bindi, arkadaşlarla birlikte yola koyuldu. Son derece hiddetle bir yandan Alişiroğlu’na küfürler ediyor, bir yandan da yoluna devam ediyordu. Onun heybetinden kimse ağzını açıp bir şey söylemiyordu. Birdenbire gayıp âleminden şiddetli bir yel esmeğe başladı, bir fırtına çıktı, yeryüzü kıyamet zelzelesi gibi sallanmağa başladı.
Bütün çadırlar bu kötü düşünceli kimselerin başlarına yıkıldı. Hepsi yüzüstü yerlere yuvarlandılar. Arap atları örklerini koparıp, sahrada kaçıştılar, yazı ve yabana yayıldılar. Askerlerin feryadı göklere yükseldi. Alişiroğlu feryat ederek çadırından dışarı uğrayıp, naiplerini toparladı: Bu, Çelebinin bana olan gazabından ötürü başımıza geldi, diye, adamlarını Çelebinin peşi sıra gönderdi. Kendisi de hiddetle yola düştü. Naipler ne kadar Çelebi’ye yalvarıp yakardılarsa da, hazret dönmedi, onların yüzüne bile bakmadı. Nihayet Alişiroğlu onların arkasından ordusunun Subaşısı (Seraskeri olan) Aydınoğlu’nun güveysi Emir Sadettin-i Mübarek-i Kabız’ı gönderdi, özürler diledi. Tövbe istiğfar edip mürit oldu. Çelebi’nin beni affettiğinin bir nişanesi olmak üzere, erlerin başının tacı olan mübarek külahını bana versin. Bununla benim başım, zamanın âfetlerinden selâmette kalsın» dedi. Emir Sadeddin-i Mübarek de kendi yakın adamları ile iradet getirip, hatten aşırı hizmetlerde bulundu, inayet ve merhamet istedi.
Çelebi hazretleri: Bizim maksadımız Alişiroğlunu, lanetlenmiş Karun’un yanına göndermek, siccinin (cehennem hapsinin) altında ona bir yer tâyin etmekti; fakat Müslümanlar için: «Ey Tanrım, sen benim kavmimi hidayete ulaştır; çünkü onlar bilmiyorlar sözüne uymak lâzımdır; «Benim rahmetim gazabıma galiptir» muktezası ile hareket etmek, hür düşünceli, asil kişilerin âdeti, geleneğidir. Haydi git onun tövbeleri, yalvarıp yakarmaları onu kurtardı, onun suçundan vazgeçtim, onu bağışladım, buyurdu. Sonra mübarek külahını çıkarıp, uğur olarak onlara verdi: Külah, onun başında oldukça, onun başına hiçbir büyük düşmandan zarar gelemez, onun akıbeti hayırlı olacak, Müslüman olarak ölecektir, buyurdu. Onlar da 3 tane cins at, 10 adet çuha, 5 parça kemha (ipek kumaş), 10 parça sof, 3 bin adet altun ve 500 adet dostlara verilmek üzere para verdi, sevinç içinde dönüp gittiler. Çelebi hazreti kutlulukla Kütahya’ya eriştiği zaman Çelebi Yakup Bey, kendi kızını kucağına alıp, hazretin huzuruna geldi, ona mürit oldu, hizmetler ifa eyledi”29.
Kütahya’da ilk Mevlevîhâne’nin ne zaman kurulduğu kesin olarak tespit edilemese de, hem tarihi kayıtlardan hem de Mevlevî rivayetlerinden bunun XIV. Yüzyılda olduğu anlaşılmaktadır. 1330 yılı itibariyle Kütahya’da bir Mevlevîhâne’nin kurulduğu kesindir. Mevlevîhâne’nin 1310 ila 1319 tarihleri arasında kurulduğu tahmin edilmektedir30. İlk postnişinin “Kütahya Fatihi” olarak bilinen Emir İmmeddin Hezâr Dînârî olması muhtemeldir31.
Şehirde Mevlevîliğin teşkilatlanmasında Ergun Çelebi’nin ayrı bir yeri vardır. Celâleddin Ergun Çelebi, Sultan Veled’in kızı Mutahhara Hatun ile Germiyan Beyliği’nin kurucusu Yakub Bey’in torunu İlyas Paşa’nın oğludur. Nesli bir yandan Mevlâna’ya, bir yandan da Germiyan Beyliği’ne dayanmaktadır32.
700/1301 yılında doğan Celâleddin Ergun Çelebi, Konya Âsitanesi’den seccâdenişîn bulunan Emir Hûsam Çelebi ve Emir Vâcid Çelebilerin elinde yetişmiş ve daha sonra ihya-irşad göreviyle Kütahya’ya gönderilmiştir. Ergun Çelebi, 730/1330 senesinde Kütahya Mevlevîhânesi’nde resm-i küşâd ile âyin-i Mevlâna icra etmiş ve böylece Mevlevîhâne de resmen açılmıştır. Çelebi de Mevlevîhâne’nin ilk postnişini olmuş ve bu görevini vefat tarihi olan 775 / 1374’e kadar idame ettirmiştir33. Çelebi’nin hizmetlerinden dolayı Kütahya Mevlevîhânesi’ne Erguniyye Mevlevîhânesi de denilmektedir ve vakfiye de onun adına kayıtlıdır34.
Ergun Çelebi’nin sandukasının başucundaki Hattat Ahmed el-Hulusî tarafından kaleme alınan 775/1373 tarihli levha mevcuttur.35:
Ergun Çelebi’den sonra postnişin olarak Celâleddin Çelebi tayin edilmiştir. İlyas Çelebi’nin oğlu olan Celâleddin Çelebi yaklaşık 45 yıl Kütahya Mevlevîhânesi’nde postnişin olarak bulunmuş ve 775/1373’te vefat etmiştir36. Celâleddin Çelebi’den sonra postnişin olarak Ergun Çelebi’nin oğlu Burhâneddin İlyas Çelebi getirilmiştir. Burhâneddin Çelebi de bu makamda 798/1395’teki vefatına kadar 23 yıl kalmıştır37. Burhâneddin Çelebi’nin vefatı üzerine postnişin olarak Zeyneddin Çelebi görevlendirilmiştir. Burhâneddin Çelebi’nin amcazâdesi olan Zeyneddin Çelebi, postnişinlik makamında 828/1424’teki vefatına kadar 25 yıl kalmıştır38 . Zeyneddin Çelebi’nin postnişinlik dönemi Anadolu için zor günlerin yaşandığı bir döneme denk gelmiştir, zira Timur’un ordusu Anadolu’yu baştanbaşa işgal etmiştir. Bundan Kütahya Mevlevîhânesi de olumsuz etkilenmiş ve Zeyneddin Çelebi’nin vefatından sonra 950/1543’e kadar dergâha postnişin tayin edilmemiş, bunun yerine türbedâr görevlendirilmiştir. 950/1543’te ise Kütahyalı İbrahim Dede postnişin tayin edilmiş ve Çelebi, 60 yıl bu makamda kalmıştır39.
Mevlevîhâne vakıfları Ergun Çelebi’den önce kurulmaya başlanmış, son asra kadar da desteklenmiş ve gelişmiştir. Germiyan Beyi II. Yakub Bey tarafından, vakıflarından Mevlevîhâne için ayrılan 5.000 kuruş nakit, vakfın diğer gelirlerine eşittir.”
17. yüzyılda Kütahya’ya uğrayan Evliyâ Çelebi, şehirdeki Mevlevîhâne ve Mevlevîlik kültürü hakkında önemli bilgiler kaydetmiştir.40.
________
28 Sultân Veled, Divân-ı Sultan Veled, neş: F. Nâfiz Uzluk, İstanbul 1941, s. 86-87
29 Eflâki Menakıbı, yeni metin, 1961. C. II., S. 945-947, tercüme 411 -413.
30 Tanrıkorur, Türkiye Mevlevîhânelerinin Mimarî Özellikleri, II, 427. Ayrıca bk. Nuri Erbay, “Kütahya Mevlevîhânesi ve Mevlevî Kültürü Açısından Kütahya”, Dünyada Mevlâna İzleri, Bildiriler, 2010, s. 539-553.
31 Hasan Özönder, “Kütahya Mevlevîhânesi”, s. 69.
32 Esrar Dede’nin Tezkire-i Şuarâ-i Mevlevîyye ve Sakıp Dede’nin Sefine-i Nefise-i Mevlevîyye adlı eserlerinde kendisi hakkında geniş bilgi varmış.
33 Ergun Çelebi’nin vefat tarihi ve Çelebi’yle ilgili rivayetlerin sahihliğine dair tartışmalar için bk. Gölpınarlı, Mevlevîlik, s. 122-124; Tanrıkorur, Türkiye Mevlevîhânelerinin Mimarî Özellikleri, II, 448.
34 Vakfiye için bk. MMA,nr. 51/44; Vakıflar Genel Müdürlüğü, Ergun Çelebi ve Germiyanoğlu II. Yakub Bey Vakfı, dosya nr. 43.01.01-/26.
35 Hasan Özönder, “Kütahya Mevlevîhânesi”, s. 89.
36 Hasan Ulvî el-Mevlevî’nin, Huzur’a sunduğu 22 Kanun-ı evvel 1327 tarihli maruzatı (Konya Mevlânâ Dergahı, Hazine-i Evrak, zarf: 51, belge: 29).
37 Hasan Ulvî el-Mevlevî’nin, Huzur’a sunduğu 22 Kanun-ı evvel 1327 tarihli maruzatı (Konya Mevlânâ Dergahı, Hazine-i Evrak, zarf: 51, belge: 29).
38 Hasan Ulvî el-Mevlevî’nin, Huzur’a sunduğu 22 Kanun-ı evvel 1327 tarihli maruzatı (Konya Mevlânâ Dergahı, Hazine-i Evrak, zarf: 51, belge: 29).
39 Hasan Ulvî el-Mevlevî’nin, Huzur’a sunduğu 22 Kanun-ı evvel 1327 tarihli maruzatı (Konya Mevlânâ Dergahı, Hazine-i Evrak, zarf: 51, belge: 29).
40 Seyâhatnâme, IX, 15 vd.
3.10. EĞİRDİR MEVLEVÎHÂNESİ
Eğirdir’de bir Mevlevîhânenin ne zaman açıldığı hususunda farklı görüşler ileri sürülmüştür, ancak Sadi Kucur’un yaptığı araştırmalar bu tartışmaları büyük oranda sona erdirmiştir. Zira Kucur’un vakfiyeler ve kitabeler üzerinden yaptığı çalışma, tarihi farklılıkları ortadan kaldırmıştır.
Kucur’a göre Eğirdir’de ilk Mevlevîhâne,18 Rebiülahır 765/24 Ocak 1364 tarihli vakfiye kaydına göre bu tarihten kısa bir süre kurulmuş olmalıdır. Zira vakfiyede Emir Musa b. Yakub Han ez-Germiyan Alişîr, Eğirdir şehrinde sınırları Bâzistan’dan Penbe Suyu’na kadar uzanan geniş bir araziyi e-Elmirü’l-ârif Muhammed Bahaüddi’ne temlik etmiştir. Bahaüddin de kendi mülkiyetine geçen bu araziyi, Eğirdir şehir merkezindeki tekke sakinlerinden bekâr Mevlevî fukarasına günde 18 dirhem, mütevelilye 2 dirhem, bir ksımını Medine fukarasına, bir kısmını da Mevlevî hulefasına verilmek üzere vakfetmiştir.
Vakfiyeden anlaşıldığına göre araziyi temlik eden Emir Musa Bey, Germiyanoğlu I. Yakub Bey’in oğludur. Teamüller gereği Emir Musa Bey, mezkur araziyi Bahaüddin’e temlik etmiş, Bahaüddin de temlik arazisini vakfetmiş olmalıdır. Vakıf kaydında Muhammed Bahaüddin için “irfan sahibi emir, vukuf sahibi veli, Rabbanî sırların hazinei, ilâhî nurların kaynağı” tanımlamaları yapılmıştır, ancak Muhammed Bahaüddin’in kim olduğu hususunda kesin bir bilgi yoktur. Kucur’a göre Bahaüddin’in Sultan Veled olması kuvvetle muhtemeldir. Şayet böyle ise elimizdeki en eski vakfiyenin de daha önce hazırlanmış olan bir vakfiyenin yenilenmiş hâli olması icap eder.
Eğirdir Mevlevîhânesi vakfına Fatih Sultan Mehmed devrinde devlet tarafından el konulmuş, ancak II. Bâyezid vakıf arazilerini geri iade etmiştir. II. Bâyezid devrine ait vakfiyeye göre Eğirdir Mevlevihânesi’nin vakıfları şu şekilde kaydedilmiştir: Çomaklar Karyesi’nin tam ve Akça mescid Karyesi’nin yarım hisse gelirleri ile Kasap dükkanı zemininin, Burdur’daki fırınhanenin, Mevlevîhâne civarındaki bahçe ile kuzeyindeki bir parça yerin, Eğirdir’de Burcı Hamamı’nın yarım hissesi, Burdur’daki Şengül Hamamı’nın, Isparta’da çay kenarındaki Uludönüm’ün kira gelirlerinin ve buraya bitişik harap değirmen ocağının hâsılatı ki yekun 5446 akçedir. 937/1530 tarihli vakfiyeye göre Mevlevîhâne’nin geliri 5.809 akçeye; 951/1544 tarihli vakfiyeye göre ise 8.143 akçeye çıkmıştır.
Eğirdir Mevlevîhânesi’nin tespit edilebilen ilk postnişinleri şunlardır:
Seyfullah Dede: Hazreti Mevlânâ’nın yeğenidir ve Eğirdir Mevlevîhânesi’nin ilk şeyhidir. Fakat bu bilgileri destekleyecek herhangi bir yazılı kaynak mevcut değildir
Mevlânâ Sinan: 886/1481’de postnişin olmuş ve bu görevi 896/1491’e kadar idame ettirmiştir41.
_________
41 Eğirdir Mevlevîhânesi hakkında daha geniş bilgi için bk. Sadi S. Kucur, “Eğirdir Mevlevîhânesi ve Germiyanoğlu Musa Bey’in Temlîki İle Sultan Veled’in Vakfı”, Sosyal, Kültürel ve Ekonomik Yönleri İle Eğirdir, 1. Eğirdir Sempozyumu-31 Ağustos-01 Eylül 2001, s. 579-596.
3.11. AMASYA MEVLEVÎHÂNESİ
Anadolu coğrafyasında en eski Mevlevîhânelerden birinin Amasya’da açıldığı tahmin edilmektedir. Zira Eflâkî, Amasya’da Mevlevîliğin teşekkül etmesine dair şu önemli bilgileri verir: “Hüsameddin Çelebi Amasyavî Mevlânâ Alâeddin’in icazetnâmesini kendi eliyle yazdı, hilâfet verdi ve ferecesini giydirip Amasya tarafına gönderdi” 42 . Amasya Mevlevîhânesi, Pervane Alâeddin Mevlevîhânesi olarak da bilinmektedir ve arşiv kayıtlarında da büyük oranda bu şekilde zikredilmektedir43. Zira Mevlevîhâne’nin kurulmasında Pervane’nin önemli katkıları olmuştur. Ayrıca Mevlevîhâne’nin bugün mevcut olmayan vakfiyesi de Pervane tarafından hazırlatıldığı için Amasya Mevlevîhânesi’ne “Sultan Alâeddin Mevlevîhânesi” de denilmektedir. Mevlevîhâneye ait en eski vakfiye kayıp olmasına rağmen 1661’de Osmanlı ricalinin isteği üzerine vakfiyeyle ilgili bir araştırma yapılmış ve yapılan araştırmada Mevlevîhâne’nin Pervane tarafından 1314’te açıldığı ve aynı yıl vakfiyesinin de tanzim edildiği tespit edilmiştir44.
Tespit edilenlere göre Amasya Mevlevîhânesi’nde sırasıyla postnişinlik yapanların listesi şu şekildedir45.
eş-Şeyh Veliyüddin Ahmed Dede (H. 675/M.1276)
Alâeddin Ali Dede (H. 683/M.1284)
Eş-Şeyh Cemâleddin Mehmed Dede (H.699/M.1300)
Eş-Şeyh Yusuf Dede (H. 714/M. 1314)
Nusretzâde eş-Şeyh Cemâleddin Ahmed Dede ?
eş-Şeyh Mehmed Cuî Dede (H. 840/M.1436’dan önce)
eş-Şeyh Mecdüddin Küpeli Dede (H. 840/M. 1436’dan önce)
eş-Şeyh Müstencid Dede (H. 840/M. 1436).
Amasya Mevlevîhânesi ile ilgili tespit edilen en eski vakfiye 1576 tarihlidir ve bu vakfiyede daha önceki döneme dair tarihî bir bilgi kaydedilmemiştir. Buna göre Mevlevîhâne vakfı gelirleri şu şekildedir: Amasya Sanacağı’nda Argoma nahiyesine bağlı Bağluca ve Akdağ nahiyesine bağlı Seyfe ile Tavra köylerinin tamam malikane gelirleri ile Çorum Livâsı’nda Çorumlu Kazası’na bağlı Ağcakaya, Güleyman, Kulacık köyleri ve Kırkdilim, Kıran ile Pınarbaşı mezralarının tamam malikane gelirleri. Tahrir defterlerine göre ise Mevlevîhâne’nin gelirleri 1520’de 6.393 akçe iken 1576 tahririne göre 16.405 akçeye ulaşmıştır46.
Türkiye Selçukluları döneminde Dâru’l-İzz olarak telkîb edilen Amasya’da Mevlevî halifesi bulunan Bayram oğlu Şeyh Alâeddîn el-Âmâsî, Sipehsâlâr’ın, Mevlânâ’nın âhir vaktine erişerek Çelebi Hüsâmeddîn ve Sultân Veled’in inâyeti ile hilâfet aldıklarını bildirdiği iki isimden birisidir. Eflâkî ise hilâfetinin Çelebi Hüsâmeddîn tarafından verildiğini tasrîh eder.
Sipehsâlâr, Şeyh’i “melikü’l-ârifîn, fahru’l-muhakkıkîn, kâmilü’l-hâl ve’l-kâl” gibi vasıflarla nitelendirip, “kendi zamanında dervişler (fukarâ) zümresinin sâhib-kırânı; cümle âşıkların kâfile-sâlârı; huzur veren bir nefese ve beğenilen bir sîrete sahip; şânı âlî, beyânı sadra şifa veren, cümle gönüllerin makbulü ve mahbubu; muridler hakkında himmeti şamil; her kimi sıdk u safâ ile seçerse sıddîklar zümresine ulaştıran” bir kimse olarak resmeder.47 Risâle’deki bu kayda mukâbil Eflâkî ise Şeyh Alâeddîn hakkında neyzen bakışlı bir tavra sahiptir. Bu tavrın Şeyh Alâeddîn ile Ulu Ârif Çelebi arasındaki meşreb ve tavır farkına dayandığı açıktır.
Eflâkî, Şeyh’in mürîdlerinden biri olan İbn Âyînedâr-ı Sivâsî olarak bilinen Edipler Sultanı Hüsâmeddîn’nin Şeyh’ten onun da Türbe ma’mûresi’nin mimarı Bedreddîn Tebrîzî’den naklettiği Mevlânâ ile mimar arasında vuku bulan bir olayı kaydederken Şeyh’ten “Kibâr-ı Hulefâdan / Halîfelerin Büyüklerinden” Mevlânâ Alâeddîn Âmâsiyye olarak bahseder.48
Bizzat Şeyh hakkındaki bir pasajda ise Mesnevî okumada kendisinin ders şeriki olan Mesnevîhân Sirâceddîn’den nakille verdiği bilgilere göre Şeyh Alâeddîn gençliğinde Çelebi Hüsâmeddîn’in kulluğuna mülâzemet etmiştir. Çelebi’ye iyi hizmet etmiş ve kulluğun en küçük ayrıntısını (hurde-i bendegî) yerine getirmek için gayet ciddiyetle çabalar sarfetmiş, fırsat buldukça Mesnevî’yi dinlemiş ve tam bir cidiyetle okumuştur. Bir süre sonra sefere çıkmak ve kendi alıştığı makamına (memleketine) geri dönmek isteyen Alâeddîn’e, Çelebi henüz sefer vakti gelmediğini, birkaç sene daha dostların sohbetinde bulunması gerektiğini ve ondan sonra kendisinin bileceğini salık verdiyse de Şeyh Alâeddîn gitmek konusunda ısrarcı davranmıştır. Bunun üzerine Hüsâmeddîn Çelebi kendi el yazısı ile icâzetnamesini yazarak hilâfet vermiş ve ferecî giydirerek Amasya tarafına göndermiştir.49
Yola çıktıktan sonra Çelebi’nin Şeyh Alâeddîn hakkındaki değerlendirmeleri ilginçtir. Çelebi şöyle demiştir: “Yazık! Bu adamın koruğu renk tuttu (kızardı) ama tam olarak tatlanmadı, güneşin nazarından hızla gölgeye kaçtı. Korkarım ki gayret sahibi (gayûr/kıskanç) bir arifin zahmına giriftâr olur.”
Eflâkî, Şeyh’in halinin nihayetinde Çelebi’nin açıkladığı gibi olduğunu, Çelebi’nin daha o gün orada her biri için cenâze namazı kıldığını belirtmektedir.50
Amasya hakimi Torumtayoğlu Çelebi Mehmed Bey’in tertib ettiği bir mecliste Ârif Çelebi, Şeyh Alâeddîn ile arasındaki hâl ve makâm farkını dile getirmiştir. Mecliste önce Kur’ân, sonra Mesnevî ve ardından da gazeller okunduktan sonra Çelebi’den bir vaaz niyâz eden Mevlânâ Alâeddîn’e Çelebi: “Şimdi mana ve marifet açıklamasına nereden başlayalım? Kendi hal ve makamlarımdan mı, yoksa sizin hal ve makamınızdan mı?” diyerek kendi hâl ve makâmı ile Şeyh Alâeddîn’in hâl ve makâmı arasında büyük fark olduğunu diler getirir ve şöyle devam eder: “Ne kadar büyük bir hata ve gaflet! Sen bizim Mesnevî’yi okuduğun halde onun, sırları içeren âleminde hiç seyretmiyorsun ve bu kitabın amacından haberiniz yok. Keşke onu okumasaydın da o seni okusaydı, sen de tam o cehaletinle bizi bilseydin.” Eflâkî akibet, Ulu Ârif Çelebi’nin Amasya’dan ayrılmasından sonra Şeyh Alâeddîn’in sadâretinin yavaş yavaş hakârete döndüğünü; zaviyesine iki kez ateş düştüğünü ve tamamıyla yandığını; Şeyh’in taraftarı olan cemaatten kısa bir süre sonra hiç kimsenin kalmadığını; ilim ve amel ile mümtâz olan yaranın da Şeyh’ten yüz çevirerek yeniden Ulu Ârif Çelebi’ye mürid olduklarını; o büyüğün ise kendi etbâı ile birlikte hiç varolmamışcasına yok olup gittiğini vurgular.51
Eflâkî’nin “melikü’l-hulefâ, makbûlü’l-evliyâ, câmiu fünûni’l-fezâil” olarak resmettiği Bayram oğlu Mevlânâ Alâeddîn Âmâsyevî Amasya’da hilâfet vazifesine devam etmiş ve o diyarın kabulüne, kalabalık bir cemâate (berdâberd) sahip olup etrafa halifeler göndermişti. Kamil müridler Şeyh’e anlatılamayacak derecede nice hizmetler takdim ederler ve tazimde bulunmaktaydılar.
O sırlar Amasya’ya geldiğinde, hava ve su değişiminden ötürü Ulu Ârif Çelebi’nin mizacında vukû bulan rahatsızlığın tedavisi için doktorlar suyla karışmış “şarap” (müdâvemet-i müdâm-i memzûc tergîb dâdend) kullanmasını tavsiye etmişlerdir. Çelebi’nin şarap kullanmasını mübâh kılan şer’î bir zarûret söz konusu olmakla birlikte Şeyh Alâeddîn ve bazı müridlerinin bu durum karşısında itirazı söz konusu olmuştur. Eflâkî durumu şöyle ifâde eder:
“Hıdmet-i Mevlânâ Alâeddîn istiyordu ki daima oruçlu olsun, zâhirin inceliklerini (dekâyık) gözetsinler ve halkı davet ile meşgul olsunlar. Bu haletden (şarap kullanmasından dolayı) teessür (infiâl) edip itirâz yolunu tuttu (ez-ân hâlet infiâl nümûde i’tirâz kerden girift). Birkaç mürid de kendi şeyhlerine muvâfakat ettiler ve münâfıkça bir tavırla şeyhe eşlik ettiler. Bâtınları basiret nuru ile aydınlanıp her şeyi görür hale gelen haberdâr dostlardan ve fakîr dervişlerden bir cemaat Ârif Çelebi’nin tâhir bâtınına nazar kılıp zâhirin sûretine önem vermediler.”
Çelebi bu durumu işittiğinde sinirlenmiş ve halvete girerek günlerce riyâzetle meşgul olmuştur. Bu bir anlamda Şeyh Alâeddîn’e karşı tepkidir. Çelebi şu sözleriyle sitemini ifade eder:
“Dostlarımızın anlayışına göre bizim gıdamız şarap ve kebaptır, yaşamamız da sudandır. Onlar “Geceyi Rabbimin yanında geçirdim” sözünün yemek verdirilişinden haberleri yoktur. Onlar bizim başka bir şaraptan mest olduğumuzu bilmiyor, bizi kendileriyle mukayese ediyorlar.”
Bir süre sonra Cuma günü semâ’ tertip edilip te meclis hararetlendiğinde aniden halvetten çıkan Çelebi, sema’ı dağıtmış, şûrîdelikler sergilemiş ve kendisini hankâhın yanında akıp durmakta olan Yeşilırmak’a atarak olağanüstü bir tepki göstermişti. Peşisıra yârândan iki kişi52 de suya atlayarak Çelebi’yi kurtarmışlardır. İşin ilginç tarafı Çelebi sudan çıkar çıkmaz bir tulum şarap içerek semâ’ etmiş ve iki rubâî söylemiş, Şeyh Alâeddin kendisinden özür dileyerek bağışlanma dilediyse de Çelebi reddetmiştir.53
Rivayetlerden anlaşıldığına göre Şeyh Alâeddîn, Ulu Ârif Çelebi’de tezâhür eden rind-meşrebin ve şûrîde tavrın mukâbili olarak kuru zühd-meşreb bir sofuluk ve müteressimâne bir tavır söz konusudur. her ne kadar Eflâkî bu durumu Şeyh’in kemâlde ve seyr u sülûkundaki eksikliğine bağlasa da biz Şeyh’in uzun süre yaşadığı coğrafyadaki kültürel yapılanmayla beraber düşündüğümüzde sergilediği tavrın en azından mazeretlerini belirleyebiliriz.
Amasya, Babâî isyânını gerçekleştiren çekirdek kadronun yaşadığı bölgedir. Söz konusu taife dini algı ve tutumlarında bilinen geleneksel akidenin tersine bir inanç ve buna dayalı farklı pratikler içerisinde bulunan heterodoks dervişler zümresindendir. Amasya’nın en eski ve büyük zaviyelerinden biri olan Hânkâh-ı Mesûdî’de temerküz etmiş olan bu taife ile Mevlevî gelenek mensuplarının mücâdele halinde olduğu anlaşılmaktadır. Bu mücadelenin sonraki dönemlerde Konya’da yansıması Baba İlyas’ın torunu Musa Paşa’nın ve Karamanoğlu’nun Konya hakimiyetinde makes bulur. Baba İlyas’ın mürid ya da halifelerinden olan Karamanoğulları’nın atası Nûre Sûfî dolayısıyla ve hem de yaşam tarzlarının elverişliliğinden ötürü Babaî düşünceyi kolaylıkla benimseyen Karamanoğlu ahalisine karşı Mevlevîler, uzun süre muhalif tavır sergilemişler ve zaman zaman cephe almışlardır. Ancak sonraları, Karamanoğulları’nın yerleşik hayata geçerek yazılı kültüre dayalı Ortodoks İslam algısına sahip olmalarıyla ilişkiler düzelmiş gözükmektedir.
Şu halde yoğun bir Türkmen kitlesinin ve üstelik de Babâî akide ve örfünü benimsemiş kimseler arasında Şeyh Alâeddîn gibi sufilerin biraz daha Kadızade zihniyetine yakın bir tavrın içine girmeleri tepkisel bir tutum olarak gayet tabiîdir. Şu var ki elbette bu tavrın hakikat ehli bir sufiye mukâbil ve muârız olrak sergilenmesi ise hatadır.
_________
42 Ariflerin Menkıbeleri, II, 264. Ayrıca bk. A. Gölpınarlı, Mevlânâdan Sonra Mevlevîlik, s. 245.
43 Osmanlı Arşivi kayıtlarında Amasya Mevlevîhânesi, daha çok “Sultan Alâeddin Mevlevîhânesi”
şeklinde kaydedilmiştir. Buna dair örnekler için bk. BOA, Cevdet-Evkâf, nr. 71/3522; Cevdet-Evkâf, nr.
113/5621; Cevdet-Evkâf, nr. 377/19132. Şer’iyye Sicillerindeki adlandırma için bk. Adnan Gürbüz,
“Amasya Mevlevîhânesi ve Vakıfları”, s. 288.
44 H. Hüsameddin, Amasya Tarihi, I, 172-173.
45 Liste için bk. H. Hüsameddin, Amasya Tarihi, I, 249.
46 Vakıf ve tahrir kayıtları hakkında bk. Adnan Gürbüz, “Amasya Mevlevîhânesi ve Vakıfları”, s. 291.
47 Sipehsâlâr, a.g.e., s. 129.
48 Eflâkî, III, 56.
49 Hülya Küçük, muhtemelen sehven Malatya’da halife olduğunu bildirmektedir.
50 Eflâkî, VIII, 36.
51 Eflâkî, VIII, 35.
52 Kordî oğlu Mevlânâ İmâmeddin ve Şeyh Hüsameddin Bey
53 Eflâkî, VIII, 34.
3.12. EDİRNE MEVLEVÎHÂNESİ
Edirne Mevlevîhânesi’nin Sultan II. Murad devrinde H. 837/M. 1433 yılında tesis edildiği rivayet edilmektedir. Buna rağmen Edirne’de daha Mevlevîhâne inşa edilmeden öncede şehirde Mevlevîliğin yayılmaya başlandığı bilinmektedir. Zira 10 Receb 796/ 11 Mayıs 1394 tarihli Ulu Ârif Çelebioğlu Emir Âdil Çelebioğlu Burhâneddîn Çelebi’nin Edirne’den Niğde’ye Ahi Mehmedoğlu Ahi Ahmed’i şeyh olarak gönderdiğine dair tertip edilen bir meşihatnâmeye sahibiz.54
Muradiye Mevlevîhanesi, Edirne’de Sultan II. Murad tarafından 838/1434 tarihinde, günümüzde Küçükpazar olarak bilinen semtte, Muradiye Mahallesi’nde, Sarayiçi’ne karşı bir tepe üzerinde, çeşitli imâretlerin bulunduğu külliyeye ilave edilmek suretiyle, tekke ve semâhâne olarak kurulmuştur. Bazı rivayetlere göre Mevlevîhâne’nin inşa edilmesinde II. Murad’ın gördüğü bir rüya etkili olmuştur. Zira sultan rüyasında Hazret-i Mevlâna’yı Mevlevîhâne’nin inşa edildiği tepe üzerine görmüştür.
Müneccimbaşı, Sahâifu’l-Ahbâr adlı eserinde Edirne Mevlevîhânesi’nin açılışını şöyle anlatır:
“Şehriyâr Hazretleri bu gazaya (Üngürüs Seferi) teveccühleri esnâsında Edirne’de Murâdiye deyu marûf câmi-i şerîf ve imâret-i aliye ve civarında fukarâ-yı Mevleviyye içün tekye binâsına fermân buyurmuşlar idi. Avdette hisselerine isabet eden mâl-ı ganâimi bilcümle zikrolunan hayrâta harç ve sarf buyurdular, sene 843”55
Abdurrahman Hibrî de Edirne Mevlevîhânesi’nin açılışını şu şekilde anlatmaktadır:
“Ebu’l-hayrat Sultan II. Murad’ın bina ettiği Muradiye Câmii’dir ki, iki kubbeli ve bir minarelidir. Derûnu ve minaresi kâşi ile müzeyyendir. Kendileri bunu Mevlevîhane olmak üzere binâ edip, hatta semâ safâ demlerinde şerbet akıtmak için lüleler vaz’ olunmuş imiş. Halen bazısı mevcuttur. Bir zaman sonra câmi-i şerif oldukda yanında yeni bir Mevlevîhane bina etmişlerdir. İmâret-i âmiresinin lezzetli nimetleri o kadar boldur ki, Mevlevî derviş ve fakirlerinden başka etrafında olan evlerin de belli sayıda öğün yemekleri vardır. Bu câmii 1435 yılında yapılmıştır”56.
Sahih Ahmed Dede de Edirne Mevlevîhânesi’nin açılışına dair şu bilgileri verir: “Ve bu sâlde, Edirne’de Murâdiye Câmi’-i Şerîf’i ve imâret-i âmire ve ittisâlinde, hucurât-ı Mevlevîhâne tekmîlen yapılıp tamâm oldu. Ve Çelebi Emîr Âdil-i Sânî merhûmun büyük oğlu, Çelebi Celâleddîn Pürkemâl cenâbı 59 yaşında idi. Edirne’de Murâdiye Mevlevîhânesi’nde ibtidâ şeyh oldu”.
Sultan II. Murad, Edirne Mevlevîhânesi’ne önemli gelirleri olan araziler vakfetmiştir 57 . Mevlevîhânenin ilk şeyhi olarak II. Emir Âdil Çelebi’nin oğlu Celâleddin Çelebi tayin edilmiştir. Celâleddin Çelebi, 1440’de 65 yaşında vefat ettikten sonra meşihat makamına kardeşi Cemâleddin Çelebi tayin edilmiştir. Cemâleddin Çelebi de dokuz sene meşihat makamında kalmış ve 1449 yılında Hakk’a yürümüştür. Sahih Ahmed Dede, Cemâleddin Çelebi’nin meşihatı hakkında şu bilgileri kaydetmiştir: “Ve bu sâlde, Edirne’de Murâdiye Mevlevîhânesi’nde ibtidâ Şeyh olan Çelebi Cemâleddîn Pürkemâl cenâbı, 2 sene mesned-nişîn olup Sâhibu’l-Hayrât Sultân Murâd Hânı Sânî cenâbına “Celâl gitsin, Cemâl gelsin!” buyurup 61 yaşında vefât eyledi. Câmi’-i şerîfin mihrâbı hâricinde defn olundu. Akîbinde yerine Cemâleddîn Pürcemâl cenâbı 58 yaşında olup, Edirne’de Murâdiye Mevlevîhânesi’nin 2. şeyhi oldu”58.
_________
54 F. Nafiz Uzluk, Mevlânâ’nın Mektupları, s. 150.
55 Müneccimbaşı Ahmed Dede, Sahâifu’l-Ahbâr, ter. Ahmed Nedim, İstanbul 1285, III, 353.
56 Abdurrahman Hıbrî, Enisü’l-Müsemirîn, İstanbul1999, s. 24.
57 Vakfiyeler için bk. M. Tayyib Gökbilgin, XV. Ve XVI. Asırlarda Edirne ve Paşa Livasındaki Has
Mukataa, Mülk ve Vakıfları, İstanbul 1952, s. 203-210.
58 Seyyid Sahîh Ahmed Dede, Mecmûatü’t-Tevârîhi’l-Mevleviyye, s. 133. Edirne Mevlevîhânesi hakkında daha geniş bilgi için bk.Süheyl Ünver, Edirne Muradiye Camii, İstanbul 1952; aynı müellif, “Edirne Mevlevihanesi Tarihine Giriş”, Edirne: Serhattaki Payitaht, haz. Emin Nedret İşli-Sabri Koz, İstanbul 1998, s. 623-628; Rıdvan Canım, “Edirne Muradiye Mevlevîhanesi ve Edirne Mevlevi Şairler”, Türk Kültürü, Edebiyatı ve Sanatında Mevlâna ve Mevlevîlik, s. 285-326.
3.13. ÇANKIRI MEVLEVÎHÂNESİ
Çankırı Mevlevîhânesi, Selçukçu Sultanı Aladdin Keykubat’ın emri üzerine Çankırı Atabegi olarak tayin edilen Cemâleddin Ferruh tarafından 1235 yılında inşa edilmiştir. Mevlevîhâne’nin ilk dönemlerine dair arşivlerde herhangi bir bilgiye rastlanmamıştır. Bazı kaynaklarda Mevlevîhâne’nin ilk şeyhinin Cemâleddin Ferruh olduğu yönünde bilgilere rastlansa da bunun tarihen ispat edilmesi oldukça zordur. Buna rağmen daha sonraki vakıf kayıtlarında dahi Çankırı Mevlevîhânesi “Şeyh Cemâleddin Vakıfları” adıyla kaydedilmiştir 59 . Genel kanaat Cemâleddin Ferruh tarafından 1235’te Çankırı’da Darüşşafaka inşa edilmiş ve yanına da Darülhâdis yapılmıştır. Cemâleddin Ferruh 1242’de vefat ettiğinde Darüşşafaka’nın yanına inşa ettirdiği türbeye defnedilmiştir. Mevlevîhâne de daha sonraki bir süreçte inşa edilmiş olmalıdır.
Çankırı Mevlevîhânesi’nin tarihine dair bir arşiv belgesinde şu önemli bilgiler verilmiştir:
“Bimarhâne veya Dâru’l-Hadîs ve bilâhare Mevlevîhâne ismiyle tevsîm olunan iş bu mahal hakkında bazı vasâik-i tarihiyyeye nazar, iş bu mahalde semâhâne ittihâz olunan mahallin kapusu fevkına mevzu iken hîn-i ta’mirde indirülüp hıfzolunan bir kitâbede, binâ-i mezkûrun Dâru’l-âfiye nâmıyla bina idilmesi Gıyaseddin Keykûbad tarafından emîri Şeyh Cemâleddin’e emr olunduğu ve Cemâleddin’in türbesi olmak üzre ma’rûf binanın iki taraflı merdivanla çıkılan kapusu üzerindeki kitâbede dahî, binâ-i mezkûrun Dâru’l-Hadîs ittihaz olunduğu muharrer bulunmaktadır ki, işbu vesâika nazaran binâ-i mezkûr ibtidâ, Dâru’l-âfiye ya’ni Bîmârhâne veya Dâru’l-Hadis olarak binâ idildiği ve inkılab-ı zamanla sonraları Mevlevîhâne olduğu anlaşılmaktadır ki,kuyûd-i hâkâniye tahrîr olunduğu asırda Bimârhâne halinde bulunan ebniye-i mezkûreye merbut ferağ dahî o nâm ile tahrîr olunmuş ve el yevm Bimârhâne nâmını muhâfaza itmekde bulunmuştur. Binâ-i mezkûrun Mevlevîhâneye girmesi bi’t-tabi tahrirden sonra olacağı cihetle Kengıri Mevlevîhânesi nâmıyla kuyûd-ı hâkâniyede bir kayd bulunmaması emr-i tabî’ bulunduğundan binâ-i mezkûr ferâğ mevkûfesinin idâre ve cibâyeti ötedenberü müessese-i mezkûre derûnunda âyin-i mevlevî icrasına memur post nişinler tarafından Evkâf-ı Celâliye ve sâire misüllü müstesnâ sûretlü idâre idilmiş olduğu ve elyevm mevlevîhâne olan mahallin Bimârhâne dinilen mahallin gayri olmadığı ve kuyûd-ı hâkâniyece Bimârhâne vakfı nâmıyla mukayyed mahâllerin mevlevîhâne vakfı tarafından üçyüz otuz senedine kadar istisnâen idâre olunduğu bildirilmiş…”60.
Çankırı Mevlevîhânesi’ne dair tarihî kayıtlara XVI. Yüzyıldan itibaren rastlanmaktadır. İlk kayıt 1530 tarihlidir ve bu tarihte Mevlevîhâne’nin adı Candaroğlu Kasım Bey’le birlikte anılmaktadır. Bu durum Çandaroğlu Kasım Bey’in kimliği dikkate alaındığı anlaşılır hâle gelmektedir. Zira Candaroğlu-İsfendiyaroğlu Kasım (ö.868//1464) Osmanlı’yla yakın ilişkisi dolayısıyla 1416-1417’de Çankırı’da Sancakbeyliğine tayin edilmiştir. Hayırsever bir kişiliğe sahip olan Kasım Bey, Mevlevîhâne’ye geniş araziler bağışlamış, bunun yanında iki zaviye daha inşa ettirmiştir. İmaret Mahallesi adını taşıyacak olan ve kendi adıyla anılan imaretini 3 Şaban 833/27 Nisan 1430’da tamamlamıştır61.
________
59 KMMA, Dosya nr. 70/45; nr. 69/25. Bu iki dosya Feridun Ata tarafından yüksek lisans tezi olarak
hazırlanmıştır (bk. Çankırı Mevlevîhânesi (Konya Mevlana Müzesi Arşivi’nde 69-70 nolu Zarflardaki
Belgelere Göre), Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Konya 1995). Yılmaz Önge, “Çankırı
Darüşşifası”, Vakıflar Dergisi, sy. 5 (Ankara 1962), s. 251-253.
60 KMMA, nr. 70/47 belge için bk. Feridun Ata, Çankırı Mevlevîhânesi, s. 10, 184-185.
61 Ahmet Cahid Haksever, “Çankırı’da Mevlevîler ve Mesnevîhanlar”, Hitit Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, XI/2 (2012), s. 30-31.
3.14. KAYSERİ MEVLEVÎHÂNESİ
Kayseri, Mevlevîlikle çok erken bir tarihte 1239’da tanışmıştır. Hz. Mevlânâ’nın hocalarından Seyyid Burhaneddin Muhakkık Tirmîzî, 1239’da vazifesini tamamladıktan sonra Kayseri’ye taşınmış ve burada, daha sonra Mevlevîhâne’nin temelini teşkil edecek olan bir tekke inşa ettirmiştir. Böylece Kayseri, Mevlevîlik ile tanışmıştır62.
Tirmîzî’nin vefatından sonra da Kayseri’de Mevlevîlik yayılmaya devam etmiş ve tekke etrafında bir Mevlevî muhibbi teşekkül etmiştir. Buna rağmen Kayseri’deki Mevlevîliğin ilk dönemlerine dair fazla bir malumat yoktur. Kaynaklar daha çok XVI. Yüzyıldan itibaren Mevlevîhâne hakkında bilgiler vermektedir. 1500 tarihli bir vakfiye kaydında “Vakf-ı Mevlevîhâne” olarak geçen Mevlevîhâne’nin Kayseri şehri dahilinde ve Mevlânâ Şucâ Bin Emir Şah’ın tasarrufunda olduğu kaydedilmiştir. Aynı belgede Mevlevîhâne’nin gelir kaynakları da belirtilmiştir. Buna göre Kayseri’ye bağlı Gürle Köyü, Kuşakçı’ya bağlı Savrani, Hacılar Köyü’ne bağlı Ballıkaya, Karacakaya Nehri üzerinde Baha derğirmeni Kayseri Mevlevîhânesi’nin gelirleri arasında yeralıyordu. 1584 tarihinde yapılan başka bir tahrirde ise Mevlevîhâne’nin ismine rastlanmaması hâlâ cevaplandırılmayı bekleyen suallere vesile olmaktadır63.
__________
62 Seyyid Burhaneddin’in Kayseri’ye gidişine dair rivayetlerin değerlendirilmesi için bk. Ahmet Akşit,
“Mevlevi Yazarların Seyyid Burhaneddi’nin Kayseri’ye Gidişi Hakkındaki Rivayetlerine Dair”, Tarih
İncelemeleri Dergisi, XIX (Temmuz 2004), s. 1-8.
63 Yasemin Demircan (Özırmak), Tahrir ve Evkaf Defterlerine Göre Kayseri Vakıfları, Kayseri 1992.
Ayrıca bk. Mehmet Çayırdağ, “Kayseri Mevlevihânesi”, SÜ Türkiyat Araştırmaları Dergisi,; Mustafa
Keskin, “Kayseri’de İki Mevlevi Tekkesi”, s. 219-224.
3.15. NİĞDE MEVLEVÎHÂNESİ
Niğde Mevlevîhânesi en eski mevlevîhânelerden biridir. Kaynaklarda Kemal Ümmî Mevlevî Dergâhı olarak da geçer. Niğde’de mevlevîhânenin açılması Ulu Ârif Çelbi dönemine kadar eskilere uzanmaktadır.
İlgili bölümde detaylarıyla temâs edildiği üzere Ulu Ârif Çelebi, birkaç defa Niğde’ye gelmiş ve burada ziyaretlerde bulunmuş; bu vesileyle bölge Mevlevîlikle tanışmıştır. Ârif Çelebi, ilk ziyaretinde Nasûhiddin Sebbağ’ı bölgede halifesi olarak bırakmış; Sebbağ’ın gayretleriyle Mevlevîlik Niğde’de hızla yerleşmiştir. Fakat Sebbağ’ın Niğde’deki faaliyetleri birçok muhalefet ve zorlukla da karşılaşmıştır. Bu durumun önemli sebeplerinden birisi Sebbâğ’ın meşrebiyle ilgili olduğu ileri sürülebilir. Bunun yanında Kıtmir adlı köpeğine fazla ilgi göstermesini bir şeyhe yakıştıramayanlar, semanın haram olduğunu ileri süren ulema ve bizzat Mevlevîler arasındaki tepki de Sebbağ’ın çalışmalarını zorlaştırmıştır. Bizzat Denizli Mevlevî Şeyhi Kadı Necmeddin’in de Sebbağ’a muhalefet ettiği anlaşılmaktadır. Ulu Ârif Çelebi, Niğde’den ayrılırken Sebbağ’ın köpeğini de yanına almıştır. Bu durumda anlaşılmaktadır ki Çelebi Niğde’ye bir kaç kez daha gelmiştir64.
1332’de Niğde’ye uğrayan İbn Battûta, şehir hakkında şu bilgileri kaydetmiştir:
“Sonra Nekde’ya [=Niğde] yöneldik. Burası da Irak hükümdarına bağlıdır. Büyük ve çok kalabalık bir şehir ama bazı kısımları tamamen harap olmuş. Nehr-i Esved [=Karasu] adındaki ırmak şehri ikiye bölüyor. Bu nehir, bölgenin en büyük akarsularından biri. Üzerinde üç köprü var. Biri şehir içinde, ikincisi şehir dışında. Şehrin içine ve dışına konan dolaplarla ırmaktan alınan su bağ ve bostanlara götürülüyor. Burada meyve bol. Nekke’de Ahı Cârûk’un zabiyesine indik. Şehrin büyüklerinden olan Cârûk da bizi ahıların âdeti gereğince en güzel şekilde ağırladı. Üç gün kaldık orada”65. Seyyah şehirde üç gün kalmasına rağmen, buradaki Mevlevîhâneye hiç temas etmemiştir.
Nasûhiddin Sebbağ’ın ne zaman vefat ettiği ve ondan sonra Niğde Mevlevîhanesi’ne kimin postnişin olduğu hakkında bir bilgi bulunmamaktadır. Buna mukabil Burhaneddin Çelebi (ö. 824/1395)’nin, Edirne’den Niğde’ye Ahî Mahmud oğlu Ahî Ahmed’in oğlu Hacı İbrahim’i şeyh olarak gönderdiği bilinmektedir.
Bununla ilgili meşihatnâme şu şekildedir:
“Ulu Tanrı korusun, Niğde şehrindeki dostlar, âşıklar, sâdıklar, muhibler, müridler, ileri gelenler ve şeyhler, bilsinler ve anlasınlar ki, fakirlerin övündüğü ve erenlerin makbulu Ahî Mahmud oğlu Ahî Ahmed’in oğlu Hacı İbrahim, Ulu Tanrı onu yüceltsin, tam bir sevgi ve inançla mürid oldu ve Tanrı, pek büyük sırrıyla bizi kutsasın, büyük Hüdâvendigâr Hazretleri’nin soyuna hizmet kemerini canla gönülle kuşandı.
Bu bakımdan zâviye sahibi olmak ve hizmet etmek şartlarını yerine getirsin ve hiçbir ince ve cüz’î bir şeyi bile ihmâl etmesin diye şu yazılı vesika inâyet yoluyla ona verildi. Böylece de adı geçen Şeyh İbrahim’i bizden saysınlar, tarafımızdan tayin edilmiş olduğunu bilsinler. Kim ona riayette bulunur, yardım eder, tarafını tutup çalışıp çabalarsa adeta bize ve soyumuza riayet etmiş ve yardımda bulunmuştur. Bu inâyetnâmeyi okuyanlar, umarım ki itimat edip bu tarzda hareket ederler. Yedi yüz doksan altı (796/1393) yılı Recep ayının on altıncı günü Edirne’de yazıldı”66.
Niğde Mevlevîhânesi’nin bundan sonraki tarihine dair bilgiler ise Mevlevîhâne’nin son şeyhi olan Hüsameddin Dede’nin (ö. 1954) verdiği bilgilere dayanmaktadır. Hüsameddin Dede, Konya’daki Mevlevî Âsitânesi’nden 10 Teşrîni’s-sânî 1327/23 Kasım 1911 tarihli her Mevlevî şeyhinin ”bulunmuş olduğu Mevlevîhane ve orada medfûn olan Mevlevî zevât ile ilgili bilgileri göndermesi”ne dair emirnâmesi üzerine, Konya Mevlânâ Dergâhı’na 15 Kânûnü’l-evvel 1327/28 Aralık 1911 ve 19 Kânûnü’l-evvel 1327/1 Ocak 1912 tarihinde iki ayrı evrak göndermiştir. Bu evraktaki bilgilere göre, H. 796/M. 1393’te Niğde’ye şeyh tayin edilen Şeyh İbrahim’in bu dergâhta, 815/1412 tarihine kadar meşîhat makamında bulunmuştur. Hüsameddin Dede, Niğde Mevlevîhânesi ile ilgili bilgilerin H. 1205/ M. 17120’a kadar kesildiği ve ancak bu tarihten itibaren Mevlevîhâne hakkında yeni bilgilere rastlandığını kaydetmiştir67 . Buna mukabil Niğde vakıfları üzerine yapılan bir araştırmada 1476 tarihli vakıf defterlerinde Niğde Mevlevîhânesi’nin isminin geçtiği tespit edilmiştir68. Bu da Mevlevîhâne’nin Osmanlı hâkimiyeti döneminde de varlığını idame ettirdiğini göstermektedir.
_________
64 Nasuhiddin Sebbağ hakkında bk. Eflâkî, a.g.e, II, 313-314, 337-339. Ayrıca bk. A. Gölpınarlı,
Mevlânâ’dan Sonra Mevlevîlik, s. 81-82.
65 Ebû Abdullah Muhammed İbn Battûta Tancî, İbn Battûta Seyahatnâmesi, I, çeviri, inceleme ve notlar:
A. Sait Aykut, İstanbul 2004, s. 415.
66 Meşihatnâme için bk. Nafiz Uzluk, Mevlânâ’nın Mektupları Lahika II, s. 150; A. Gölpınarlı, Mevlânâ’dan Sonra Mevlevîlik, s. 398-399.
67 Hüsameddin Dede’nin Niğde Mevlevîhânesi hakkında hazırladığı evrak için bk. KMMA, Dosya Nr. 68/8-13.
68 Nevzat Topal, “Karaman Eyaleti Vakıf Defterlerinde Niğde Vakıfları (H. 881/M. 1476)”, Zeitschrift für die Welt der Türken Journal of Worl of Turks, 4/2 (2012), s. 139.
3.16. MANİSA MEVLEVÎHÂNESİ
Manisa Mevlevîhanesi, Saruhan Bey’in torunu ve Saruhanoğulları’na en parlak devrini yaşatan Muzafferüddin İshak Çelebi69 tarafından H. 770/M. 1368-1369 yılında açılmıştır. Aslında Manisa şehrinde, İshak Bey’in iktidar yıllarında büyük bir imar-inşa faaliyeti başlatılmıştır ve Mevlevîhâne’nin inşası da bu faaliyetlerin bir parçası olarak değerlendirilmelidir70. Buna ilaveten Saruhanoğulları’nın Mevlevîliğe yakın oldukları da göz önünde bulundurulması icab eden önemli bir âmildir.
Saruhanoğulları daha Ulu Ârif Çelebi’nin Anadolu seyahatleri sırasında Mevlevîlik ile tanışmıştır. Mevlevîlik 1330’lardan itibaren Manisa’da etkili olmaya başlamış, İshak Bey devrinde ise Emecen’in ifadeleriyle, “Manisa’da Mevlevilik âdetâ bir üst tarikat niteliği kazanmış, bey ailesi ve şehrin ileri gelen zümrelerini kendi safına çekmiştir”71.
Evliyâ Çelebi, Mevlevîhâne’nin kapısı üzerindeki kitabeyi şu şekilde kaydetmiştir:
“Emera bi-imâreti hâzihi’z-zâviyeti’l-mübâreketi’l-İshâkyyeti el-emîrü’l-âdilü’l-muzafferü’l-mansûr İshâk ibn İlyâs. Sene seb’în ve seb’i mie. [770] ”72. Manisa Mevlevîhânesi, 1366-1379 yılları arasında inşa edilen Ulucami Külliyesi ile birlikte şehirdeki Saruhanoğulları eserlerinin en eskilerindendir.
Manisa Mevlevîhânesi’ne ait ilk vakfiye kaybolmuştur, ancak günümüze Fatih Sultan Mehmed devrinde yeniden yazılan nüshası ulaşmıştır. Fatih devrindeki vakfiyeye göre Saruhan ili beyi İshak Çelebi’nin Manisa’nın en yüksek yerine bir ulu cami ve medreseyle camiye eş mevkide, Mevlevîliği Batı Anadolu’da yaymak ve yaşatmak amacıyla bir mevlevîhâne yaptırdığı kaydedilmiştir. Yine bu belgeye göre Mevlevîhâne’de kuruluşunda bir şeyh, beş vakitte cemaate namaz kıldıracak bir imam ve müezzin, bir nâzır, bir kayyım, bir kâtip, bir mesnevîhân, güzel sesli iki hânende görevlendirilecek; yemek için bir vekilharc ve bir aşçı görevlendirilecekti. Mevlevîhâne şeyhine günde on dirhem, imamın dört, müezzinin bir, kayyımın bir, mesnevîhânın iki, manzum okuyanların ikişer, vekilharcın iki, açşının bir ve nakibe bir dirhem tahsis edilecekti. Vakfiyenin bütün mali işlerini kontrol ve idare etmek şeyhin sorumluluğundaydı. Vakfiyeden anlaşıldığına göre vakıfta her ikindi namazında fakir-zengin, misafir hazır bulunan herkese yemek veriliyordu73.
Manisa Mevlevîhânes, bölgenin Osmanlı hâkimiyetine girmesinden sonra da varlığını devam ettirmiştir. İlk zamanlar biraz malî olarak zayıflasa da XVI. Yüzyılın ikinci yarısından itibaren tekrar eski faal hâline kavuşmuştur. Bunun en güzel göstergesi bu devre ait vakfiyesidir. Bugün Başbakanlık Osmanlı Arşivi’nde muhafaza edilen vakfiye kaydına göre Mevlevîhâne’nin gelir kaynakları da şu şekilde belirtilmiştir: Manisa merkez nahiyelerine bağlı Karaoğlanlı, Erdemişlü, Karaclu köylerinin vergileri, Nif’te çeltik sahaları, üç hamam kirası, dört küçük ziraat sahası ve dört mezraa, beş dükkan kirası. Gelirlerin toplam değeri 67.797 akçeyi buluyordu. Vakfiyeye göre vakıf mütevellisi Saruhanoğulları sülalesine mensup olan Abdi Çelebi idi. Seyyid Han vakfın nâzırı, Kâtib Ahmed Çelebi ise câbilik görevi yapıyordu. Vakfiyenin metni şu şekildedir:
“Akza kuzat ül-müslimin evlâ vilâtil-muvahhiddin ma’din ül-fazl-ı vel’yakın rafi’ilâm üş-şeriat-ı varisü ulûm ül-enbiyai vel-mürselin el-muhtas bi-mezid-i inayet il-malik il-muin Mevlân Manisa kadısı zide fazailuhü tevki-i refi-i hümayun vasıl olıcak malûm olaki Akza Kuza tül-müslimin Manisa kadısı Mevlâna es-Seyyid Abdullah Zidet fazailuhu divan-ı hümayunuma arz gönderüb merhum İshak Çelebi 770 tarihinde bina eylediği Mevlevihane ve camii şerifin vezayif ve masarifi için kasaba-i mezbure tabi Karaoğlanlı mukataasını vakfeylediğinde Hazret-i Mevlâna kaddesallhu taala sırrıhul alâya iksama Karaoğlanlı kariyesine hane vaz’itmeyüp hâlâ defterhaneye kaydolunmadığından ve ehli vazaif ve ahali-i kariye fukarası bu ane değin hoş olduklarından maada Manisa ile Turgudlu canibinden olan tarik-i mahuf ve hatırnak olmağla kariye-i mezbure ahalisi ferman-ı âlişan ile derbendci tâyin olunup hâlâ tarik-i mezburun muhafaza üzre iken Turgudlu kasabası Voyvodası Mehmed celb-i mal sevdası ile garaz-i nefs için kariye-i mezbureye hane vaz’olmak üzre arzeddüğün hâlâ meşrutiyet üzre mütevellisi olan Hazret-i Mevlâna’nın eş-şeyh Mehmed ve dervişanî ve mürtezika ve ahali-i kariye fukarası istima’ istemkle hane vaz’ı ile taaddi olunmamak üzre emr-i şerifim iltimas eyledikleri ilâm eyledüğü ecilden hazine-i âmiremde mahfuz olan mevkufat defterlerine nazar olundukta kaza-i mezburda kariye-i mezburun kaydı bulunmadığı derkenar olmağın ve kariye-i mezbur Manisa nahiyesine Merhum İshak Çelebi evkafından olduğu defter hane-i âmirede der kenar olmağın imdi vakf-ı mezbur kariyelerinden Karaoğlanlı mukataası evvel olan tahrirde Celâleddin kaddese sırrıhu ruhlarına müraat olunub haneye kayd olunmadığından gayrı sonra olan tahrirde dahi kayd olmayub müdahale olmak lâzım gelmez iken taaddi idenlerin men ü def’ üzere ibka ve hane vaz’iderun deyu rencide idenleri ref’den sonra kaydına şerh verilmek içün kadimî üzre amel olunmak bâbında ferman sadır olunmuşdur. Buyurdum ki hükm-i şerifin vardıkda bu babda sadır olan emr üzre amel edüb dahi veçh-i meşru üzre vakf-ı mezbur kariyelerinden Karaoğlanlı mukataası mukaddem olan tahrirde ve aziz-i müşarunileyhin ruhlarına meraat ile hane kayıd olunmadığından gayri sonra olan tahrirde dahi müdahale olunmak lâzım gelmeyüb kendisi üzre ibka olmağla hilâf ve mer-i defter hane vaz’ıderim deyu rencide ve taaddi idenleri men ü def’idb iş bu emr-i âlişanımın mazmunu ile amil olub hilâfıyla vaz-ı hareketten ziyade içtinab kılalar. Tahrira fil yevm-i ahad min şürur recebü’ş-şerif sene tis’a ve selâsine ve mie ve elf (380)74.
Manisa’nın Osmanlı idaresinde önemli bir merkez hâline gelmesiyle Mevlevîhâne de önem kazanmıştır. Bu sebeple Manisa Mevlevîhânesi’ne, Konya’da makamdaki çelebi efendi yerine geçecek olan kişi şeyh olarak gönderilmeye başlanmıştır 75 . Mevlevîhâne’nin maddî olarak da imkânları artmıştır. Zira 1575’te Manisa Mevlevîhânesi vakfının geliri 74.967 akçeye ulaşmıştır76.
Evliyâ Çelebi, Manisa Mevlevîhânesi hakkında mühim malumatı eserinde derc etmiştir.77
________
69 Feridun Emecen, “Saruhanoğulları”, DİA, XXXVI, 171.
70 Saruhanoğulları hakkında bk. Feridun M. Emecen, “Saruhanoğulları ve Uc Dünyası (1300-1346)”, İlk Osmanlılar ve Batı Anadolu Beylikler Dünyası, İstanbul 2001, s. 101-112.
71 Feridun M. Emecen, “Saruhanoğulları ve Mevlevilik”, İlk Osmanlılar ve Batı Anadolu Beylikler Dünyası, İstanbul 2001, s. 139. Emecen’in bu makalesinde İshak Bey’in “dönemin siyasî şartları çerçevesinde, hâkimiyetinin meşru zeminini sağlamlaştırmak bakımından Mevleviliği bir çıkış kapısı olarak görmüştür” şeklindeki görüşlerini ihtiyatla karşılamak gerektir. Zira bu bakış açısı olayları yalnızca siyasî zemine oturtma çabasının bir tezahürü olup, Mevlevîlik geleneğinden uzak bir yaklaşımdır. Ayrıca Saruhanoğulları’nın Mevlevîlikle olan münasebetlerinin yalnızca bir cephesini öne çıkarmanın bir sonucudur.
72 Seyâhatnâme, IX, 75.
73 Arapça vakfiye için bk. Tapu Kadastro, Tahrir Defterleri, nr. 544. Ayrıca bk. M. Çağatay Uluçay, Saruhanoğulları ve Eserlerine Dair Vesikalar, I, İstanbul 1940, s. 34-36; Emecen, “Saruhanoğulları ve Mevlevilik”, s. 143-145.
74 Vakfiye için bk. Başbakanlık Osmanlı Arşivi, Tahrir Defteri, nr. 398, s. 9; M. Çağatay Uluçay,
Saruhanoğulları ve Eserlerine Dair Vesikalar, II, İstanbul 1946, s. 93-98. Ayrıca bk. Emecen, “Saruhanoğulları ve Mevlevilik”, s. 145-147.
75 Emecen, “Saruhanoğulları ve Mevlevilik”, s. 147.
76 Feridun M. Emecen, XVI. Asırda Manisa Kazâsı, Ankara 1989, s. 91.
77 Seyâhatnâme, IX, 75. Manisa Mevlevîhânesi’nin mimarî özellikleri için bk. Tanrıkorur, Türkiye Mevlevîhanelerinin Mimarî Özellikleri, II, 80-86.
3.17. ANTALYA MEVLEVÎHÂNESİ
Antalya Mevlevîhânesi’nin ne zaman kurulduğu ve ilk hâli hakkında farklı bilgiler ileri sürülmüştür. Zira Mevlevîhâne’ye ait ilk dönemlerine ait kesin bir tarih veren ne bir vakfiye ne de bir kitabe tespit edilememiştir. Bu sebeple mezkur mevlevîhânenin ilk dönemlerine dair ileri sürülenler farazî tahminlerden ibarettir. Araştırmacıların bazılarına göre Antalya Mevlevîhânesi, bir Selçuklu eseridir ve kiliseden tahvil edilmiştir. Bazılarına göre ise 14. Yüzyılda inşa edilmiştir ve Nilüfer Hatun veya Mehmed Bey Türbeleri’ne bağlı bir tekkedir78. Bu tartışmalara rağmen Antalya’nın Mevlevîlik ile tanışması Ulu Ârif Çelebi dönemine kadar uzanır.
Bugün Mevlevîhâne’de mevcut bir kitabede Selçuklu Sultanı I. İzzeddin Keykavus’un saltanat yıllarına rastlamaktadır. Kitabe mezkur sultanın kardeşi Şehzade I. Aleaddin Keykubad’ın H. 612/M. 1215-126’da Mimar Tuğrul’a yaptırdığı bir imarete aitti. Sanat tarihçilerinin tahminlerine göre kitabe, inşası sırasında Mevlevîhâne’nin hamamı duvarına yerleştirilmiştir ve hamama ait değildir79. Ahmed Tevhid tarafından neşredilen kitabe metni şu şekildedir80:
İbn Batuta’nın Antalya Alaeddin Külliyesi İmaret Medresesi’nin bir kapısında olduğunu kaydettiği kitabe ile Mevlevîhâne’deki kitabenin ayniyeti ilginç ve bir o kadar da önemlidir. Zira bu bilgi sayesinde Mevlevîhâne hamamı duvarındaki kitabenin Alaeddin Külliyesi Medresesi’nden alındığını göstermektedir81.
Antalya Mevlevîhânesi’nin Alaeddin Külliyesi’yle bağlantısına dair bir diğer önemli kaynak da Osmanlı şehzadelerinden II. Bâyezid’in oğlu Şehzade Korkud’a ait vakfiyedir. Zira bu vakfiyede Mevlevîhâne için “Alaeddin Zaviyesi” denilmektedir82. Bu da Mevlevîhâne’nin Alaeddin Külliyesi İmaret Medresesi’nin kalıntıları üzerine inşa edilmiş olduğu tezini güçlendirmektedir, ancak bu da genel kabul görmüş bir iddia değildir83.
Antalya şehri, Hamidoğu Yunus Bey’in oğlu Mahmudoğlu Mehmed Bey tarafından 1372’de Haçlı kontlarından fethedilmiş ve üçüncü defa Müslüman hakimiyetine girmiştir. Antalya Mevlevîhânesi’ne ait yazılı kaynaklar Hamidoğulları hakimiyetine denk gelen dönemde artmaktadır. Antalya fatihi Mahmudoğlu Mehmed Bey, kendisinden önce vefat eden oğlu için H. 779/M. 1377 Aralık’ında inşa ettirdiği türbenin kitabesine göre, sultan ölen oğlu için bir “buk’a-i şerîfe”nin yapılmasını istemiş ve buna dair bir vakfiye hazırlatmıştır. Vakfiye bugüne kadar tespit edilememiştir, ancak Antalya Mevlevîhânesi’nin bu devirde inşa edildiği tahmin edilmektedir. Mehmed Bey, daha sonraki kaynaklara “Zincirşiken Mehmed Efendi” olarak geçmiştir. Hatta Şehzade Korkutâ ait vakfiyede “nesl-i Hazret-i Mevlânâ’dan… eş-Şeyh Zencirşiken Mehmed Efendi” şeklinde kaydedilmiştir84. Zinkirşiken Mehmed Efendi’ye ait merkadin kitabesi şu şekildedir85:
Antalya, Yıldırım Bâyezid devrinde 1392’de Osmanlı hâkimiyetine girmiştir. Antalya Mevlevîhânesi’ne ait yazılı kaynaklar Osmanlı hâkimiyetiyle birlikte artmıştır. Özellikle 1506’da Teke sancakbeyi tayin edilen Şehzade Korkud’un86 Mevlevîhâne özel ilgi göstermesi müessesenin daha da canlanmasını sağlamıştır.
Şehzade Korkud, çağdaşı şehzadelere nazaran ilmî mevzulara daha fazla ilgi gösteren ve dinî konularda kitaplar kaleme alan bir şehzadeydi. Şehzade, Mevlevîliği de özel bir ilgi duymaktaydı ve Antalya Mevlevîhânesi için bir vakfiye kaleme aldırdı. Şehzade Korkud kadar validesi Nigar Hatunun da Mevlevîliği özel bir ilgisinin olduğu anlaşılmaktadır. Zira validenin mezarı da Mevlevîhâne içindedir. Nigar Hatun’un Şubat 1503 tarihli mezar kitabesi şu şekildedir87:
Şehzade Korkud’un hazırlattığı vakfiye Antalya Mevlevîhânesi’nin XVI. Yüzyıldaki vaziyetini olduğu kadar, tarihi hakkında da değerli bilgiler ihtiva eder. Vakfiyeye göre Mevlevîhâne’de görev alanlar şunlardır: aşçıbaşı dede, vakıf nâzırı, naathan dede, vakıf kâtibi, her gün sabahtan akşama kadar Mesnevî okumakla görevli mesnevîhân, Perşembe günleri ve Ramazan ayında halka vaaz etmekle görevli vakıf mütevellileri, türbedar dede. Vakfiyede vakfın gelirlerine dair bilgi verilmemiştir88. Antalya Mevlevîhânesi’ne ait orijinali tespit edilen ilk vakfiye ise 17. Yüzyılda Arapça olarak kaleme alınmıştır. Antalyalı Âdem Dede tarafından kaleme alınan ve Vakıflar Genel Müdürlüğü’nde muhafaz edilen89 vakfiyeye göre, bir kişi mütevelli tayin edilecek bu şahıs gelirleri toplayacaktır. Mütevelliye günde 2, Mevlevîhâne dervişlerinden beş kişiye 2, Şeyh Mustafa Efendi için Kur’ân okuması için şeyhe günde iki akçe tahsis edilmiştir.
Tespit edilebilinen Antalya Mevlevîhânesi postnişinleri şunlardır120: Mustafa Efendi, 13. Yüzyıl sonu 14. Yüzyılın ilk yarısında postnişinlik yapmıştır Zencirşiken Mübârüziddin Mehmed Bey b. Mahmud b. Yunus, 1370’lerde postnişinlik makamında bulunmuştur.
Ahmed Çelebi, Mehmed Bey’den sonra postnişinlik makamına tayin edilmiş ve 1380’lı yıllarda makamda hizmet etmiştir.
__________
78 Tartışmalara dair ayrıntılı bilgi için bk. Tanrıkorur, Türkiye Mevlevîhanelerinin Mimarî Özellikleri, II, 93.
79 Tanrıkorur, Türkiye Mevlevîhanelerinin Mimarî Özellikleri, II, 93.
80 Ahmed Tevhid, “Antalya Kitabelerine Dair”, TOEM, XIV (1349), s. 337.
81 Tanrıkorur, Türkiye Mevlevîhanelerinin Mimarî Özellikleri, II, 93.
82 Şehzade Korkud’a ait vakfiyeye dair tartışmalar için bk. Tanrıkorur, Türkiye Mevlevîhanelerinin Mimarî Özellikleri, II, 94, 113.
83 Tanrıkorur, Türkiye Mevlevîhanelerinin Mimarî Özellikleri, II, 94.
84 Tanrıkorur, Türkiye Mevlevîhanelerinin Mimarî Özellikleri, II, 94-95.
85 Ahmed Tevhid, “Antalya Kitabelerine Dair”, 337.
86 Şehzade Korkud hakkında bk. İsmail Hakkı Uzunçarşılı, “II. Bayezid’in Oğullarından Sultan Korkut”, Belleten, sy. 120 (Ankara 1966), s. 539-601; M. Tayyib Gökbilgin, “Korkut”, İA, VI, 855-860; Feridun M. Emecen, “Şehzâde Korkut”, DİA, XXVI, 205-207.
87 Ahmed Tevhid, “Antalya Kitabelerine Dair”, s. 338. Nigar Hatun’un Şehzade Korkud’un üvey annesi olduğuna dair iddialar olmasına rağmen, bu bilgi doğru değildir (bk. M. Çağatay Uluçay, Padişahların Kadınları ve Kızları, Ankara 2001, s. 24).
88 Tanrıkorur, Türkiye Mevlevîhanelerinin Mimarî Özellikleri, II, 96.
89 VGMA, Defter nr. 605, s. 194-196.
120 Tanrıkorur, Türkiye Mevlevîhanelerinin Mimarî Özellikleri, II, 111.
3.18. KIRŞEHİR MEVLEVÎHÂNESİ
Kırşehir’de bir Mevlevîhâne’nin varlığına dair kesin malumatımız olmamakla birlikte daha ilk dönemlerde Sultan Veled’e mensup bir Şeyh’in icrâ-yı faaliyette bulunması, bölgede geniş bir Mevlevî muhitinin mevcudiyetine hükmetmemize sebep olmuştur.
Kırşehir ve havalisinde Sultan Veled halifesi olarak Mevlevilik adına faaliyette bulunan Şeyh Süleyman Türkmânî hakkında malumat elde edebildiğimiz en kadim kaynak, Şeyhin kendi vakfiyesidir. Vakfiyede
“eş-Şeyhu’l-a’zam, [kıdvetü]’l-asfiyâi ve’l-müttekîn, bezîdü???’l-evliyâi ve’s-sâlikîn, sultânü’l-meşâyih ve’l-evtâd, kutbü dâireti’l-aktâb ve’z-zühhâd, mürşidü’l-âlemi ilâ [sebîli]’r-reşâd, zahru’l-vâsılîn???, fahru’l-[vâlihîn] [vâhilîn???], kıdvetü evliyâillâhi teâlâ fi’l-âlemîn”
gibi vasıflarla nitelendirilen şeyhin tam adı
“eş-Şeyh Süleymân ibnü’l-merhûmü’l-mağfûr eş-Şeyh Hüseyin [el-Mevlevî] [Efendi] ibnü’l-merhûm Şemseddin (edâmellâhü bereketehû aleyna)”91
şeklinde kaydedilmiştir. Cevat Hakkı Tarım’ın neşrettiği vakfiye kaydına göre babası Mevlânâ Celaleddin Rumi’ye mensup bir Mevlevîdir. Bununla birlikte bizim görme imkanı bulduğumuz vakfiye suretinde92 Mevlevî kaydı yerine “Efendi” ibaresi geçmektedir. Dedesi olarak kaydedilen Şemseddin ise muhtemelen Nureddin Caca’nın vakfiyesinde de Şemseddin Türkmân-beyi olarak şahitler arasında yer alan kişidir.93 Bu itibarla ailenin bölgede yerleşmiş Türkmen aşiretler arasında idareci vasfını da haiz olduğu anlaşılmaktadır ki hâlen Süleyman Türkmani’nin, Türkmen aşiretlerinin beyi olduğuna dair söylentilerin varlığı da bu fikri teyid eder.94 Muhtemelen aile Moğol akınları sırasında Anadolu’ya göç ederek Konya ya da Kırşehir’e yerleşmiş ve Mevlânâ ocağıyla irtibatlarını sürekli canlı tutmuşlardır.
Süleyman Türkmânî vakfiyesini ilk defa neşreden ve aileye mensup bulunan Cevat Hakkı Tarım Şeyh’in ahfâdından Şeyh Hasan oğlu Şemseddin’in 95 notuna istinaden Şeyh Süleyman’ın küçük yaşta babası ile Şeyh Hüseyin ile birlikte Anadolu’ya göçüp buraları yurt edinen Türkmen aşiretleri arasında Konya’ya gelip yerleştiği ve Mevlânâ muhitine devam ettiğini belirtir. Tarım aynı zamanda Süleyman Türkmânî ailesi ile Mevlânâ ailesinin irtibatını daha da gerilere, Horasan’a taşır ve hatta aralarında akrabalık ya da sıhriyet96 ilişkisinin dahi muhtemel olduğunu dile getirir.
Mevlânâ’nın vefatından sonra Süleyman Türkmânî, Mevlânâ’nın oğlu Sultan Veled’e mensub bir şeyh olarak Kırşehir’e gelmiş, burada bir hânkâh tesis ederek Mevlevî tarikini bu bölgede temsil ve teşmil etmiştir.97 Süleymaniye Kütüphanesi Fatih Bölümünde 1186 demirbaş numarası ile kayıtlı eserin ketebe kaydında Süleyman Türkmânî hizmetkarlarından olan müstensih hem kendisinin hem de Şeyh Süleyman’ın Sultan Veled’e mensubiyetini şu ifadelerle dile getirir:
“Temme’l-kitâb bi-hamdillâhi ve husni tevfîkıhî, ve’s-salâtü ve’s-selâmü alâ Muhammedin ve âlihî et-tâhirîn alâ yedi’l-abdi’d-daîf, er-râcî ilâ rahmetillâhi’l-Kerîm ve mağfireti Rabbihi’l-Hakîm Ali b. Musa el-Veledî el-Kırşehrî mine’l-huddâmi’l-ma’rûf bi-Şeyh Süleyman el-Veledî kaddesallahü sırrahü’l-azîz ve medda’llâhü zıllehû aleyna ve alâ kâffeti’l-müslimîn”98
Bu kayda istinaden Kırşehir’de medfun Süleyman Türkmânî’nin Sultan Veled’in mensubu/halifesi olduğu kanaati kesinleşmiş olmaktadır. Bununla birlikte Sultan Veled’in eserlerinde ya da Sipehsâlâr Risalesi ve Menâkıbü’l-Ârifîn gibi kaynaklarda kendisinden hiç bahsedilmemiş olması dikkat çekici bir ayrıntıdır. Eflâkî’nin Şeyh Paşa olarak bahsettiği şahısla Süleyman Türkmânî’nin aynı şahıs olabileceği yönünde bir ihtimal ortaya koyan Ahmet Yaşar Ocak, kanaatimizce yanılmaktadır. Nitekim vakfiyesinde tasvir edilen Türkmânî ile Eflâkî’nin resmettiği Şeyh Paşa arasında ayniyet bir yana teşebbüh ihtimali dahi mümkün gözükmemektedir. Şu var ki bilinen kadim kaynaklar incelendiğinde birbirinden farklı oldukları düşüncesine ulaştığımız iki Süleyman ile karşılaşmaktayız. Bunlardan ilki Kırşehir’de türbesi mevcut bulunan Sultan Veled halifesi Şeyh Süleyman’dır. İkincisi ise Nefehâtü’l-Üns’te kaydı bulunan şer’î tekellüfe kayıtsızlık, az konuşmak, yerinden az kalkmak, eski ve çirkin elbise giyinmek gibi kalenderi ve melamet-meşreb sûfîlere dair niteliklerle vasfedilen, mugayyebata ıttılaı bulunan ve Şam’da bulunduğu bildirilen ve H. 714 / M. 1314-1315’te vefat eden Süleyman Türkmânî Müvellih -ki kendisinin bu hali setr-i hal ve telebbüse hamledilerek İmam Yâfiî tarafından tezkiye edilmiştir- tir. Cami’ye isnad ile Fuat Köprülü, C. Hakkı Tarım ve A. Yaşar Ocak gibi kimi araştırmacılar tarafından bu ikisinin aynı şahıs olabileceğine dair ihtimal dile getirilmiştir. Bununla birlikte gerek vakfiyesi metninden anlaşılan meşrebi ve gerekse mensubu bulunduğu Mevlevî çevre itibariyle Kırşehirli Şeyh Süleyman ile Şam’da bulunan Şeyh Süleyman’ın farklı iki şahıs oldukları kanaati bizce galip gözükmektedir.
Ekim 1297 tarihinde kaydedilen vakfiye metni incelendiğinde satır aralarında Şeyh Süleyman’ın hususiyetlerine atıfta bulunan pek çok malumat müşahede edilmektedir.
Süleyman Türkmânî, Kırşehir’in doğu tarafında şehir dışında bir zâviye bina etmiş ve oradan gelip geçen yolcularla civarda doğmuş bulunan yerleşik ahaliden şeriat ahkâmına, hayırlılara mülazemete temessük eden; bidatçıların, şerlerin sohbetinden ve dinin hoş görmediği münkerâttan uzak duran kimseler için vakfetmiştir. Dahası tasarrufunda bulunan mevcut emlak ve saireyi de bu zaviyenin ıslahı ve tamiri için bir gelir olmak üzere vakf ve habs eylemiştir.99 Vâkıfın vakfiyede belirttiği şartlar aşağıda belirtildiği gibidir:
“Mezbûr vâkıf, zikrolunan evkâfın çeşitli suretlerde gelirinin elde edilerek evvela evkafın sonra da zaviyenin tamirine sarf edilmesini; artan gelirle yolcu ve mücavirlerin yedirilip içirilmesi ve bunların yiyecek ve içeceklerinden artan gailenin vakıf mütevellisi ile zaviye şeyhi arasında müsavat ilkesine göre pay edilmesini şart kıldı.
Vâkıf, gerek yolcu ve gerekse mücavirlerden zaviye ehlinin beş vakitte namazın imam ile birlikte edasına hazır bulunmalarını şart kılmıştır.
Bunlardan herhangi bir mücavirin (dergahtan çıkarılmayıp kovulmamasını), ancak apaçık bir çirkinlik (fâhişetin mübeyyinetin) sergilediğinde ve din kardeşlerinin ve ashabın meclisinde buna çabaladığında aralarından tard edilmesini şart kıldı.
(Mûmâileyh) vâkıf Şeyhin abid, güzel ahlak ile ahlaklanmış, Mevleviyye ıstılâhâtını ârif ve onların elbisesini giyinmiş olmasını şart kıldı.
Tevliyet ve meşihati kayd-ı hayat ile kendi nefsine sonrasında oğullarından ve oğullarının oğullarından en salih olana birbiri akabince nesilden nesile asırlar boyu devam edeceği şekilde şart kıldı.
Kezâ Meşihati de hayatı boyunca kendisine sonra evladından ve oğullarının evladından en salih (aslah) olana şart kıldı. Zükur evladı inkıraza uğrarsa inas evladına, nesli inkırâz ve inkıtaa uğrarsa mestûr şehrin (Kırşehir) hakiminin tasarruf ve re’yine tevfîzini şart kıldı.
Bu kitapta (vakfiyede) bulunan (evkafın) hepsi kavanin-i mu’ayyene ve şera’it-i mübeyyene üzere sahih ve şer’î bir vakıf oldu, ol hasiyetde zaptolunanların tebdil ve tağyir olunamaz bilakis belirtilen bu vakıflar (hakkında hüküm) zikrolunan usül üzre cârîdir.
Bu vakfiyenin tebdil ve tağyiri hakim, kadı, melik, vali, varis ve başkalarından hiç bir kimseye helal olmaz.
…
Vakfiyenin işhâd ve tahrîri altı yüz doksan yedi senesi Muharremü’l-haram evailinde vaki olmuştur.”
Şeyh’in Kırşehir merkezi İmâret mahallesinde şehre hakim bir tepe üzerinde bulunan türbesinin kitabesi maalesef mevcut değildir. Birkaç defa tamir edildiği anlaşılan türbe etrafında zamanında başka binaların da var olduğu izlenimi uyandıran karineler mevcuttur.100 Sandukası üzerindeki sonradan yazılmış olduğu tahmin edilen ahşap levhada H. 692 yılı vefat tarihi olarak kaydedilmiş olsa da101 H. 697 / M. 1297’de düzenlenmiş olan vakfiyesindeki üslup, şeyhin bu tarihte hayatta olduğu fikrini intâc eder mahiyettedir. Dolayısıyla tam olarak tesbit edilemeyen vefat tarihi 1297’den sonra olmalıdır. Neslinin Kırşehir’de devam ettiği anlaşılan Şeyh Süleyman’ın türbesinde evladından ve ahfâdından dört kişinin daha merkadi bulunmaktadır. Süleyman Türkmânî’nin Türkçe yazılmış bir kitabının, Yozgat’ta B. Hilmi adında bir zatın şahsi kütüphanesinde bulunduğuna 102 ve eserin adı “Tezkire-i Evliya” 103 olduğuna dair rivayetler kaydedilmekle birlikte henüz tesbit edilebilmiş bir nüshası söz konusu değildir.
________
91 Cevat Hakkı Tarım, Kırşehir Tarihi Üzerinde Araştırmalar I, Kırşehir Vilayet Matbaası, 1938, s. 82-85; VGMA, Defter nr. 595, Sayfa31, Sıra 27a ve 27b
92 Aslı Vakıflar Genel Müdürlüğü Arşivi’nde (Bk. VGMA, Defter nr. 595, s. 31, sıra 27a-b) bulunan vakfiyenin fotoğraflarını bizimle paylaşan Yrd. Doç. Dr. Ahmet Gündüz’e teşekkürlerimizi arz ederiz.
93 Ahmet Temir: Kırşehir Emin Cacaoğlu Nur el-Din’in 1272 tarihli Arapça-Moğolca Vakfiyesi, TTK Yay., Ankarai 1959.
94 Cevat Hakkı Tarım, a.g.e., s. 80.
95 Şeyh Hasan’ın büyük oğlu Osman Hilmi, Nâliş-i Sevda ve Nakşü’l-Midâd adında iki eserini neşretmiş ve bu eserlerinde “Harika” ünvanıyla Süleyman Türkmânî’nin menâkıbını ihtiva eden bir eser kaleme aldığı bilgisinin vermektedir. Ne var ki eserin tab’ına muvaffak olamamıştır ve 1312 (Rumi yıl mı???) yılında vefat etmiştir ve eseri kayıptır. Cevat Hakkı Tarım, a.g.e., s. 79.
96 Cevat Hakkı Tarım, a.g.e., s. 81, dipnot.
97 Cevat Hakkı Tarım, a.g.e., s. 79.
98 Bk. el-Beğavi, Muhyissünne el-Hüseyn b. Mes’ud el-Ferra, Ebu Muhammed, Mesabihu’s-Sünne, Süleymaniye, Fatih Bölümü, Nr. 1186, vr. 376a. Gölpınarlı müstensih olan şahsın Süleyman Türkmânî’nin halefi olabileceğini belirtmektedir. Ne var ki bu durum vakfiyesindeki meşihatin ve tevliyetin evladına intikali hükmü ile çelişki arz eden bir durum olur. Bk. A. Gölpınarlı, Mevlânâ’dan Sonra Mevlevîlik, s. 45.
99 Bahsi geçen emlakin listesi için bk. Ahmet Gündüz, Kırşehir’de Vakıflar ve Vakfiyeleri ( H.670-1335/ M.1271-1918), Cihan Ofset Matbaacılık ve Reklamcılık, Kırşehir Valiliği, Kırşehir, 2009, s. 74 ve 122-126.100 Cevat Hakkı Tarım, a.g.e., s. 75.
101 Cevat Hakkı Tarım, a.g.e., s. 79.
102 Cevat Hakkı Tarım, a.g.e., s. 80.
103 Mehmet Emin Kılıç, XIII – XIV. Yüzyıllarda Kırşehir Ve Yöresinin Siyasî, Sosyal, Kültürel ve Dinî
Tarihi, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Gazi Üniversitesi, Ankara 2006, s. 255.
SONUÇ
Mevlânâ Muhammed Celâleddîn Rûmî, İslâm Dünyası’nın önde gelen sûfîlerinden birisidir. Hayatının büyük bölümünü XIII. yy. Anadolusu’nun merkezi bulunan Konya’da geçirmiştir. Gerek İslâmî ilimler ve gerekse tasavvufî isnâdlar açısından son derece güçlü bağlarla İslâmî geleneğin merkezinde bulunan Mevlânâ, sonraki dönemde kendisine nisbeten ve istinâden teşekkül etmiş Mevleviyye tarîkatının da pîridir.
Çalışmamızın ana hedefi olarak belirlediğimiz Mevleviyye’nin mâhiyetinin tesbîti açısından evvelemirde ele aldığımız husus Mevlevî düşünce sistematiğinde tarikat kavramının ifade ettiği mananın tesbiti olmuştur. Bu bağlamda husûsiyle Mevlânâ’nın tarikat ile insân-ı kâmili temsil eden şeyh meyanında ayniyet öngören bir yaklaşım sergilediği anlaşılmıştır. Söz konusu yaklaşımın çalışmamız ve tarikatın tekevvününe yönelik iki tür neticesinden bahsedebiliriz. İlki çalışmamızın metodolojisine yönelik tesiridir. Nitekim kaynak olarak kullandığımız eserlerin ekserîsi bilinen literal ve ıstılâhî anlamından çok daha şumüllü bir mana yüklediğimiz menâkıbnâme türünde eserlerdir. Menâkıbnâmeler müstakil bir sufinin ya da belirli irtibatları söz konusu olan sûfî çevrelerin hakîkatlerine dair marifeti özel bir usûl ve üslûb çerçevesinde dile dâir varlık alanında ifâde eden eserlerdir. Bu bağlamda tarikat-şeyh ayniyetinden hareketle Mevleviyye’nin mahiyetini belirlemede esas olarak gelenek mensupları tarafından kaleme alınmış olan menakıbnâmeleri, kendi husûsi sistematikleri çerçevesinde ele aldık, ta ki menakıbnâmede takrîr edilen sûfî hakikatten hareketle tarîkatın mâhiyetini tesbît edebilelim. Diğer taraftan çalışmamızın yazımında da menâkıbnâme usûl ve üslûbunu benimsemeye çalıştık. Bu bağlamda çalışmamız, modern bir menâkıbname denemesine mütevâzî bir giriş mahiyetinde değerlendirilebilir.
İnsan-ı Kâmil (Şeyh)-tarîkat ayniyetinin Mevleviyye tarîkinin âdâb ve erkânına yönelik doğrudan neticesi ise Mevlevî geleneğinin ana erkânının manevî cinsiyyet birlikteliği esaslı, interaksiyoner “sohbet” teâmülüne dayanması şeklinde husûle gelmiştir. Dolayısıyla Mevlânâ’nın İslâmî gelenek içerisindeki yerinin ta’yînine yönelik incelemelerimizde sohbet benzeri irtibat ve merbûtiyerlerin önemi tebellür etmiştir. Bu itibarla Mevlânâ’nın âilevî geleneğinin de sevkiyle yoğun bir ilmî ve tasavvufî faaliyet dairesi çerçevesinde hem İslâmî ilimler açısından ve hem de sûfî gelenek bakımından mensûbiyyetini tesbite çalıştık. Çalışmamızın tarihsel düzlem ile irtibatını güçlü tutabilmek için de Mevlânâ’nın yakın çevresinde bulunan ulemâ ve daha ziyade sufilerle ilişkilerini ele aldık. Aynı zamanda Mevlânâ’nın yakın çevresindeki ilişki ağı aracılığıyla söz konusu sufilerin mensup bulunduğu tasavvufî – irfânî düşünce sistemlerine atıfta bulunmayı ihmal etmedik. Neticede Mevlânâ’nın tahsîl ettiği marifete dayalı olarak tezâhür eden sufî tavrının örnekleri ile birlikte tasavvufî düşünce tarihindeki tayine çalıştık.
Anlaşılmaktadır ki söz konusu ilmî ve sûfî tavrın temel niteliği Hz. Peygamber’e güçlü bir mütâbâat arzetmesidir. Bu durum Mevlânâ’ya peygamberî verâsete tam anlamıyla istihkâk kazandırmıştır. Şu var ki söz konusu istihkak ve mütâbaatın keyfiyeti, İslam düşünce tarihinde alışılagelmiş tâbiiyyet tavrından çok daha güçlü ve yoğun bir sûrettedir ve bu itibarla olağanüstü olarak nitelenebilir.
Peygamberî mütâbaatın ve verâset-i tâmmenin tabîî bir neticesi olarak ism-i câmi’in tezâhürüne mazhar olan Mevlânâ, câmi’ bir tavır kesbetmiş ve böylelikle kendisine istinâd eden mürîdanın bir yandan maddî anlamda İslâmî geleneğe mensûbiyyetini, diğer taraftan da ilâhî alana yönelik manevî merbûtiyetlerini temin etmiştir. Bu durumun doğrudan neticesi olmak üzere Mevlânâ’nın zâtında temerküz eden ilahî hakîkatlerin ve bu hakikatlere dayalı marifetin bütünüyle Mevleviyye mensûbânında her bir ferdin kâbiliyyet ve irtibat yoğunluğu nisbetince tezâhür ve teşahhus ettiğini söyleyebiliriz. Bu itibarla bir bütün olarak Mevleviyye ve Mevleviyye’yi temsîl eden ricâle dair yapacağımız değerlendirmelerin dolaylı olarak Mevlânâ hakkında dile getirildiğini söyleyebiliriz. Tersi ifadeyle sûrî anlamın ötesinde manevî olarak Mevleviyye tarikine bi-hakkın mensûb bulunan zevât hakkında dile getireceğimiz her türlü niteliğin Mevlânâ’nın zâtî husûsiyetlerinden birisi ile paralelliğini kurgulamak mümkündür. Dolayısıyla tarikatın ve tarikat ile aynileşen Pîr’e dair malumat elde etmek maksadıyla Mevleviyye mensûbânı içerisinde Mevlânâ makâmında post-nişîn olarak Mevlânâ’nın hilâfetini deruhte etmiş olan Çelebi’lerden hareket ettik ve cüz’lerden külle ulaşmak suretiyle her bir Mevlevî sûfîde öne çıkan tavrın Mevlânâ’nın zâtındaki aslını belirleyebilmek maksadıyla ilk dönem Mevlevilerinde zâhir olan sûfî tavrı tek tek ele aldık.
Son bölümümüzde ise zaman ve mekâna bağlı kevnî alemin şartları çerçevesinde müstakil sûfîler olarak tezâhür eden Mevlevî ricâlinin sosyo-kültürel sâha ile ilişkilerini ve bu ilişkilerinde sergiledikleri tezâhür tarzından hareketle isnad ettikleri irfânî prensipleri tesbit maksadıyla coğrâfî dağılıma dayalı bir tasnife giriştik. Tasnîfimiz için en uygun ve pratik yöntem olarak da tarikatın kurumsallaşmasını zâhiri yönden tamamlayan Anadolu’nun muhtelif bölgelerinde kurulmuş Mevlevîhâneler’in kuruluş silsilesini benimsedik. Bu meyânda muhtelif bölgelerde muhtelif sosyal, kültürel ve siyasî şartlarla çevrelenmiş bulunan Mevlevî sûfîlerin farklı durumlara karşı sergiledikleri farklı tavırlara ve bunca farklılığın dayandığı aynı temel ilkelere işarette bulunmaya çalıştık. Şu var ki çalışmamızın son bölümünü ancak bir mukaddime ve katalog oluşturabilecek nitelikte ve muhtasar düzeyde tuttuk. Nitekim temel amacımız olan Mevleviyye’nin mahiyetinin tesbîtinde aslolan pîr makâmı ve bu makâmın temsilcisi olan Çelebi’lerdir. Dolayısıyla biz çalışmamızda ağırlığı “insan-ı kâmil” mefhumu merkezinde meşîhat makamı çerçevesinde sınırlandırmaya özen gösterdik.
————————————