Mevlevîliğin Alâmet-i Fârikası “Sikke”
Mevlevîliğin Alâmet-i Fârikası “Sikke”
Micmer-i ûd-ı mahabbetdir külâh-ı mevlevî
Devr-i gül-bang-ı hüviyyetdir külâh-ı mevlevî
Rûşenâyî-bahş-ı çeşm-i mû-şikâfân-ı fenâ
Sürmedân-ı ehl-i dikkatdir külâh-ı mevlevî
Kûşe-gir-i hücre-i seyrân olan âriflere
Dûr-bîn-i çeşm-i ibretdir külâh-ı mevlevî
Tâk-pîrâ-yı nihâlistân-ı cemü’l-cem-i gayb
Hûşe-i engûr-ı vahdetdir külâh-ı mevlevî
Sübha-i seyr ü sülûk-ı râhyân-ı hazrete
Ser-nîşân-ı bed ü gâyetdir külâh-ı mevlevî
Zîver-i bûstân-ı envâr-ı tecelliyât-ı Hak
Lâle-i bâğ-ı hakîkatdir külâh-ı mevlevî
Gerçi ihvân-ı zamâne pür-meşakkat zann eder
Çâh-ı Ken‘ân-ı selâmetdir külâh-ı mevlevî
Kıblegâh-ı ma’nîye her dem huzûr-ı kalb içün
Nakş-ı mihrâb-ı ibâdetdir külâh-ı mevlevî
Leşker-i nefs üzre Gâlib harbgâh-ı aşkda
Top-ı kahr-endâz-ı himmetdir külâh-ı mevlevî
Hazret-i Şeyh Gâlib el-Mevlevî
Muhabbet odunun (ûdunun) buhurdanıdır Mevlevî külâhı
Hû gülbangının zikridir Mevlevî külâhı
Yokluğu inceden inceye araştıranların gözüne aydınlık bahş eden
Dikkat ehlinin sürmedânıdır Mevlevî külâhı
Seyrân hücresinin köşesini tutan ârifler için
İbret gözünün dürbünüdür Mevlevî külâhı
Gaybda cem olmuşların meclisinin fidanlığının kubbesi süsleyen
Vahdet üzümünün salkımıdır Mevlevî külâhı
Hazretin yolcularının seyr u sulûk seyr ü sülûk tesbihi
Baş ve son için bir nişândır Mevlevî külâhı
Tecelliyât nûrlarının bahçesinin ziyneti
Hakîkat bağının lâlesidir Mevlevî külâhı
Zamanın dervişleri pek meşakkatli zannetse de
Kenan ilinin selâmetli kuyusudur Mevlevî külâhı
Mana kıblesine dönüşte her an kalbin huzuru için
İbadet mihrabının nakşıdır Mevlevî külâhı
Aşkın harp meydanında Gâlib; nefsin askerlerine karşı
Himmetin kahredici toplarıdır Mevlevî külâhı
“Anlar külehlerinde dahi terki terk eder
Soydu o rütbe nefy-i sivâ Mevlevîleri”
Keçecizâde İzzet Molla
Mevlevîliğin en önemli alâmet-i fârikası olarak kabul görmüş sikke, üst üste geçmiş iki kat dövme yünden yapılan 45-50 cm uzunluğunda bir başlıktır. Yazlık olan sikkelerin keçeleri daha dövülmüş ve ince, kışlık sikkelerin ise az dövülmüş ve daha kalındır. İlk kullanımından günümüze doğru gelişte sikkelerin önce uzun daha sonra kısalmış ve son dönemde tekrar uzamış olduklarını söyleyebiliriz. Eski sikkelerde keçe katının bir, daha sonraki sikkelerin ise keçelerinin çift katlı oldukları görülmektedir.
Sikke isminin etimolojik olarak bu başlıklara verilmesinin sebebi konusunda iki ayrı fikir bulunmaktadır. Birinci düşünce, sikke kelimesinin bir anlamının “alâ- met-simge” kelimelerinin karşılığı olması sebebiyle başlıklara bu ismin verilmiş olduğudur. İkinci fikir ise kelimenin bir anlamının da “tazyik edilen-dövülen” mânâsına gelmesidir.
Kelimenin anlamları bir yana “sikke” kelimesi Mevlevîlik ile o kadar hem-hâl olmuştur ki genel olarak Selçuklu geleneğine ait olmasına rağmen sikkeler Mevlevîliğe ithaf edilmiş ve “sikke-i Mevlevî” olarak anıla gelmiştir. Sikkelere düz ve basit bir başlık biçimi olduğu için, “dal sikke” adı da verilmiştir. Aslında bu “dal” nitelemesinin tarikat taçları geleneğinde “delil” kökünden türetilen felsefî temelli bir rumuz olduğunu hatırlatmak yerinde olur. Bu felsefî anlamlar yanında sikkenin bir Sünnet-i Peygamber icrası olduğunu, Asaf Halet Çelebi’nin de bunu Ahmet Remzi Dede’den okuduğu bir siyer kitabından hareketle eserinde dile getirdiğini biliyoruz. Yani Remzi Dede’den nakille Hz. Peygamber (SAV) de deve tüyünden mâmul, bilinen şeklinden kısa ve dar biçimdeki bir arakiyyeyi giyerlerdi.
Metinlerde dal sikkelerin ideal rengi hususunda farklı görüşlere rastlamak mümkündür. Bu renkler arasında “koyu kahve” yahut bal rengi olarak tabir edilen kahverengine yakın renkler genel kabul görmüştür. Bu renk için “devetüyü rengi” tabiri de kullanılmıştır. Eski zamanlarda kırmızı renk veren “kırmız böceği” ile boyanarak yapıldığı söylenen kırmızı sikkeler de birkaç metinde dile getirilmiştir. Fakat bu sikkeler ile ilgili elimizde tarihî bir döküm mevcut değildir.
En eski Mevlevîlik tarihi metinleri olarak kabul edilen Mevlevîlik menâkıbnâmelerinde bulunan minyatürlerden yola çıkarak sikkelerin ilk zamanlarda kalıpsız ve tepelerinin çok sivri şekillerde kullanıldıklarını görmekteyiz. Bu şeklin tam tarifi literatürde “seyf” ya da “elifî” olarak karşılık bulmaktadır. Daha sonra sikkelerin tepelerinin bu sivriliğini kaybederek daha yarımküre şekline benzer bir hal aldığı görülmektedir.
Hz. Mevlânâ’nın giydiği sikkelerin büyük bölümü bugün Konya müzesinde korunmaktadır. Müzedeki sikke ve kıyafetlerde yapılan araştırmalar genel olarak bu giysilerin Belh’ten gelen bir gelenek mi yoksa eski Anadolu ve Türkmenistan kültürüne ait geleneksel bir giyim mi olduğu hususunda bir kanaate varamamıştır. Fakat Hz. Pîr’in giydiği serpuşların Türkmenistan’daki ilim ekolüne ait bir kisve şekli olduğunu söylemek mümkündür. Kısacası Hz. Mevlânâ’nın bugün Mev- levîlerce çok önemli olan kıyafetlerinin ve oluşturduğu kültürün temelleri pek araştırılamamıştır.
Osmanlı coğrafyasının üç cihana yayılmasının bir neticesi olarak tasavvuf da bu coğrafyada yerini almıştır. Bütün olguların kemâle erdiğini gördüğümüz bu yüzyıllarda tasavvuf ve alâmetleri de, bu kemâlât imbiğine tâbî olmuştur. Osmanlı coğrafyasındaki Mevlevîlik tarikatının da bu süreçte gelişim yaşadığını söylememiz yerinde bir tespit olacaktır. Bu yüzyıllarda oluşan sikkeler de formunu tamamlamış, sivri sikkeler daha konik ve düz bir şekil almıştır. Sikkelerin üst kısımları basık bir şekil alarak düzlenmiş, kalıplı ve ütülü bir şekle bürünmüştür. Sikkelerde kullanılan bu son tepe şekli “üstüvâne” olarak adlandırılmaktadır. Sikkeler son zamanda bediiyatının kemâlini yaşamış, zamklanan ve ütülenen sikkeler pırıl pırıl kullanılmıştır.
Fakat belli rumuzlarla şekillenmiş bu tasavvuf ekolünün alâmetlerinin bir biçimselliği olmakla beraber, tam ve keskin bir standardizasyona sahip bulunduğunu söyleyemeyiz. Aslında bu gereklilik tasavvuf felsefesinin kendi özelliğinden kaynaklanmaktadır. Birer ruh eğitimi merkezi olarak tanımlanabilecek tarikatların düsturunda “şekiller” belli kurallar oluşturma ihtiyacına binaen ortaya konan şeyler değildir. Bu şekillerin tamamı ya “manevî hallerin zuhûrunun bir ürünü” olarak nitelendirilmiş ya da tasavvufta “düşüncelerin hal dili ile izhârının makbul olması” düsturundan yola çıkarak bu ifadeyi sağlayacak araçlar olarak kullanılmıştır.
Bu konuda Mevlevîlik ve genel tasavvuf ekolleri için önemli bir kaynak teşkil eden Hz. Mevlânâ’nın rubailerindeki kıyafetle ilgili bir bölümü derc etmeyi uygun gördük,
“Sarığıma, cübbeme, başıma; bu her üçüne birden paha biçtiler, her üçünü birden değerlendirdiler de bunlara bir kuruştan daha az paha biçtiler. Sen, dünyada benim adımı hiç mi duymadın? Ben, bir hiçim, hiçim, hiçim.”
Bu beyitten de anlaşıldığı üzere genel tasavvuf ve bu çember dâhilinde bulunan Mevlevîlik düsturunda “kıyafet” zâhiri ifade etmek için değil bâtını dışarı vurmak için kullanılmıştır. Kısacası yukarıdaki bilgilerden hareketle önemli bir tasavvufî rumuz olan sikke-i şerîf- ler, Mevlevîlik tarikatının hem simgesel hem de bâtınî hallerini ifade için önemli sembollerden biri olmuştur.
Sikkeler kullanım alanlarına göre de farklı şekiller ve isimler almıştır. Mesela “şeb-külâh” denen sikkeler gece yatarken giyilir, arakiyyeden uzun olmakla birlikte kalıpsız olurlardı. Seyf biçimindeki ilk dönem külahlarından farklı olarak XVI. yüzyılda “külâh-ı seyfî” adı verilen kılıca benzer ucu sivri külâhların da kullanıldığını görmekteyiz. Lakabı gibi ilginç bir kişiliğe sahip olan Dîvâne Mehmed Çelebi’nin kalender meşrepliğinin bir nişanesi olan seyfî külah, kenarlardan itibaren üste doğru basık ve tepesi keskin bir kılıç gibiydi. Kaynaklardan edinilen bilgiye göre, Mehmed Çelebi kendisi ile birlikte gezen “Kalender? Mevlevîlere” de bir dönem bu sikkeyi taktırmıştır. Bu dervişlere “Şemsî Mevlevîler” tanımlaması da yapılmaktadır.
Tasavvuf geleneğinde hilafet almış dervişlerin kullandıkları “tâc-ı şerîf” adı verilen tarikat başlıkları da Mevlevîlikte sikkenin destarlı biçimiyle kullanılmıştır. Takke, taç, kavuk ve daha sonraları fes gibi başlık kenarlarına sünnet icra etmek amacı ile kullanılan sarıklara tasavvuf kültüründe “destar” adı verilirdi. Amaç ve düşünce bakımından sarık sarma geleneği Osmanlı’da, bugün herkesin kullanabildiği usûlde değildi. Yani ehli olmayan kişiler sünnet icra etmek niyeti ile bile olsa sarık saramazdı. Kısacası Osmanlı başlık geleneğinde sarık sarmak “hüsn-i niyete” değil “ehliyete” tâbî idi.
Tasavvufta Farsça “baş bezi” anlamına gelen “destar” isimli bu sarıklar Mevlevîlikte de kullanılmıştır. Kurulumu Selçuklu dönemine varan Mevlevîliğin ilk dönemlerinde coğrafik Selçuklu geleneğinin tabii bir sonucu olarak taçlar “örfî” adı verilen bir destarlama şekliyle kullanılmaktaydı. İçi pamuklu bir kumaş ile sarılan bu destar şekli, Selçuklularda ilim adamlarının kullandığı bir başlıktı. Selçuklu’da örfî destarların sadece Mevlevîlikte değil genel olarak da kullanıldığını biliyoruz. Sonraki dönemlere göre daha iri olan “örfî destar” biçimi kalın ve düz bir meyle sahipti. Bu destar biçiminin sikke bölümü başa tam oturan bir şekilde değildi. Sikkeden çok destarın pamuklu bölümünün başa oturduğu bu sikkeler Ulu Ârif Çelebi vaktine kadar “örfî” şekliyle kullanılmıştır. Ulu Ârif Çelebi’nin dal sikke formuna benzeyen, bugün kullandığımız sikkelere yakın bir sikke kullanmasıyla “örfî sarım” bugünkü şekle yakınlaşmaya başlamıştır. Örfî destarlara Osmanlı’ya geçişle “müvecceze” denilen bir eklenti de yapılmıştı. Bu kavuk ve taç tepelerinin kenarlarına destarın kendi kumaşından oluşturularak ya da ayrı kırmızı bir kumaş kullanılarak oluşturulan bir toptu.
Tüm bunlarla birlikte Mevlevîlik geleneğinde “istivâ” adlı bir kuşamdan bahsedilmektedir. Bu gelenek bugün Konya Âsitânesi’ndeki Türbe-i Şerif’te bazı Horasan erenlerinin sanduka taçlarında görülmektedir. Abdülbâki Gölpınarlı’nın Hurûfîlik akımının bir nişanesi olarak kullanıldığını söylediği istivâ, sikkenin önünden arkaya doğru çekilen dar ve ince katlı yeşil yahut siyah bir kumaştır. İstivâ kelimesini Hz. Pîr, Mesnevî’sinde “olgunluk nişânesi” anlamında kullanmıştır. Topka- pı Sarayı Müzesi Kütüphanesi envanterinde bulunan Nusretnâme adlı meşhur eserin Serdar Lala Mustafa Paşa’nın Doğu Seferleri kısmında resmedilmiş olan, Paşa’nın Konya Âsitânesi’ni ziyareti konulu bir minyatürde dervişlerin tamamının başında istivâ çekili olduğunu görmekteyiz. Bu ve benzeri birçok kaynakta görülen bu gelenek artık pek bilinmemektedir. Fakat tarihte sikke hatıraları kadar istiva hatıraları da geniş bir yer tutar. Örneğin Esrar Dede’nin “İstivânâme” adlı bir eseri bulunmaktadır.
Osmanlı geleneğinde Bağdat ekolü ile birlikte kullanılmaya başlanan “Cüneydî” destar sarma stili de Mevlevîlikte kullanılmıştır. Sikke etrafına ince ve düz bir bez ile sıralı bir meyil kullanılarak sarılan bu destar, örfî biçimde yani içine pamuk doldurulan bir kumaşla yahut düz ince tülbent kumaşı ile de yapılmıştır.
Halvetîlik ya da Rufâîlik gibi tarikatlarda kullanılan Cüneydî destar sarma biçiminin sikkeye uyarlanmış haline Mevlevîler “şeker-âviz destar” adını vermişlerdir. Normal bir sikke üzerine düz bir bez ile aynı usûlde sarılan bu destarlar, Mevlevîlerin Osmanlı geleneğinde en çok kullandığı taçlardan biri olmuştur.
Şeker-âviz tacın, sarılması ve renkleri hususunda, kişilere göre özel şekiller ve mânâlar bulunmakta idi. Şeker-âviz destarı kafesli olarak saranlar bulunduğu gibi “Hüseynî” adı verilen mâil yani yana yatık bir istivâda saranlar da olurdu. Bu destar biçiminden başka bir de halifelerin sardığı dolama destar biçimi vardı. Bu biçim, destarın düz olarak dairevî tarzda sarılmasından ibaretti. İlmiye sınıfı ve imam efendiler beyaz dolama destar sararlardı. Bu sarık sarma biçimine tasavvuf literatüründe “fenâyî” destar adı da verilmektedir. Seyyid ve şerif olan Mevlevî şeyhleri koyu yeşil destar sararlar, olmayanlar ise beyaz destar sararlardı. Çelebiler ise, bakınca siyah kadar koyu görünen mor bir renkte destar sararlardı. Bu koyu renkli mor destarın Hz. Mevlânâ döneminden kalma bir gelenek olduğunu Eflâkî’nin menakıbından öğreniyoruz. Hz. Pîr, Şems’in gidişine kadar beyaz bir destar sararlar iken daha sonra bu koyu mor destarı matem simgesi olarak kullanmışlardır.
Mevlevîlikte destar geleneği öncelikle Hz. Pîr soyundan gelen “çelebilerin” bir âdeti idi. Ondan sonra tekke şeyleri, çile bitirmiş dedeler ve son olarak da Mesnevihânlık derecesine yükselmiş kişiler destar kullanma yetkisine sahip oldular. Bu yetki kişilerin bağlı bulundukları şeyh efendiler tarafından kendilerine tekbirlenirdi.
Genel olarak bütün tarikatlarda âdet olan “taylasan” bırakma geleneği Mevlevîlikte de bulunmakta idi. Taylasan, mutasavvıfların Hz. Peygamber’den örnek aldıkları, sarığın sol yanından bir bölümünü uzatma adeti idi. Mevlevîlikte de taylasan geleneği bulunur hatta bunun uzunluğunun durumu halife efendinin celallilik seviyesini gösterirdi. Kısa olan taylasan sahipleri daha yumuşak yapılı, uzun taylasan sahipleri ise genelde daha sert mizaçlı olurlardı. Taylasanı uzatmış bir Mevlevî dedesinin günlük hayattaki lisân-ı hâli “bugün celalliyim bana yaklaşma” demekti. Taylasanlar bununla birlikte tasavvufta kıdemi de ifade eder; yeni destar sarınmış bir derviş edeben taylasanı bir karış uzunluğunda bırakırdı. Bu bir edep sembolü idi. Âgâh Efendi’nin tarikat kıyafetleri ile ilgili risalesinde belirttiğine göre, taylasanı ilk defa bırakan sahabenin adı ise, Cübeyr b. Mut’im’dir. Edebiyatımıza da bu taylasanlı destarlar “destâr-ı giysûdâr-ı Mevlevî” tamlaması ile geçmiştir. Hiçbir tasavvufî ekolde olmadığı gibi taylasanlar Mevlevîlikte de kesinlikle arkadan ve sağdan uzatılmazdı. Çünkü Hz. Peygamber’in, bu şekildeki taylasanı çok özel durumlarda bıraktığı biliniyor.
Sikke ile ilgili bunlardan başka bir de “risale” ismi taşıyan önemli bir unsur daha bulunmaktadır. Pratik olarak günümüze gelmiş hiçbir tarihî sikkede görülmeyen bu unsur, tacın destar bölümünün üstüne çekilen çaprazlama beyaz bir kumaşın adıdır. Tasavvufta “hakikat sırrının ifadesi anlamına gelen” risale, daha çok diğer tarikatlarda kullanılmıştır. Fakat bugün Sadberk Hanım Müzesi envanterinde bulunan bir tuğra üzerindeki sikke örneği bunun doğruluğunu onaylamaktadır. Hz. Mevlânâ’nın isminin altınla istiflendiği bu yazıda tuğranın hançere bölümünün üstüne siyah destarlı bir sikke resmedilmiştir. Bu sikkede sağdan sola doğru yükselen bir risale bulunmaktadır.
Dervişler için destarlı sikke kullanma âdeti her güne mahsus değildi. Bunu da yine bir Sünnet-i Seniyye’den ilham edinen Mevlevîlerin bu âdeti sadece resm-i merasimlere has bir özellik idi. Destarlı sikkeler Mevlevî mukabelelerinde takılır ya da önemli bir hadise cereyan ettiği zaman (cenaze, bayram gibi) kullanılırdı. Bunun haricinde çelebi, dede, halifeler de dâhil olmak üzere herkes “dal sikke” kullanırdı. Destarlı sikke kullanan kişi eğer sikkeyi özel bir yerde takacaksa özel deriden yapılma “sikke zarfları” adı verilen kutular içinde yanında götürürdü. Kullanılacak yerde baştaki dal sikke çıkarılır, destarlı sikke giyilerek “çeyizlenir” ve daha sonra işi bittiği zaman yine bu kabın içinde muhafaza edilirdi. Yani destarlı sikkeler her gün kullanılan şeyler değildi.
Dal sikkeler dervişlerin de normal günde taktıkları genel sikkelerdir. Mevlevîlikte derviş semâyı tamamladıktan sonra şeyh efendi tarafından kendisine bir dal sikke “tekbirlenir”, yani özel merasim ile giydirilirdi. Dal sikkeyi takan ve semâyı çıkaran derviş “muhiblik” seviyesinden yükselerek artık bir “nev-niyâz” (yeni derviş) olurdu.
Sikkelerin başa giyiliş şekli de çok önemli bir anlam ifade ederdi. Mesela sikkeyi kaşlarına kadar indiren ve alnı görünmeyen dervişler “şems neşesine sahip” özel kişiler olarak bilinir, onların o halleri ona göre tartılırdı. Yahut sikkelerini alınlarının tamamını gösterecek şekilde giyenler “zahidân” kısmından sayılır, onlara da o şekilde yaklaşılırdı.
Mevlevîlik geleneğinde dal sikkelerin de mukabele esnasında kullanılması büyük bir anlam ifade ederdi. Mesela semâ esnasında sikkesi yere düşen bir dervişin bu hali bir kabahat sayılır ve kurban kesmesi icab ederdi. Kurbanı kestikten sonra ise dal sikkesi tekrar kendisine tekbirlenirdi.
Tıpkı sarık sarmak gibi Osmanlı sosyal toplumunda bütün başlıklar ciddi bir özellik ve nitelik taşırdı. Kişinin hangi mesleğe, hangi tarikata bağlı olduğunu gösteren bu başlıklar büyük bir geleneğin önemli parçalarından biri idi. Bir saraylı, derviş kıyafeti ile gezemez ya da bir derviş halife tacı takamazdı.
Fakat gelenek dairesinde kalmak kaydı ile tarihte bununla ilgili istisnâî durumlar görülmektedir. Biz bunlardan ikisini Mevlevîlik tarihi ve sikke konusunda önemli olduğu için buraya derc etmeyi uygun gördük.
Asaf Halet Çelebi‘nin “Mevlânâ ve Mevlevîlik” adlı eserinde belirttiği birinci önemli tarihî vakıa Osmanlı’nın kuruluş döneminde görülmektedir. İkinci Osmanlı padişahı Orhan Gazi’nin ağabeyi ve veziri olan Alâed- din Bey bir Mevlevî dervişidir. Daha evvel başlık geleneğinde de belirttiğimiz üzere Osmanlılarda kıyafetin şeklinin belli bir düstura bağlı olması geleneği gerideki Türk-Selçuklu geleneğinden gelme bir âdettir. Aslında bu adetin sadece Türklere mahsus değil her medeniyetin kendi içinde geliştirdiği bir hiyerarşinin ürünü olduğunu söylemek yerinde olur.
Şehzâde Alâeddin Bey “dervişliği” münasebeti ile ikinci adam konumunda bir şehzâde olmasına rağmen hanedânın geleneğini oluşturacak bir özel kıyafet kullanmaktan kaçınmıştır. Derviş kıyafetine tarikatının kaçınılmaz bir düsturu olarak harfiyen bağlı kalmış, hatta bununla da kalmayarak ağabeyi olan padişahın huzuruna bile bir hanedân üyesi sıfatıyla çıkması gerekirken bu “sikke” ile çıkmıştır.
Bu sikke istisnalarından ikincisi ise İstanbul’da Saray-ı Humâyun’da cereyan etmiştir. Türk müziği tarihine damgasını vurmuş Hammâmîzâde İsmail Dede Efendi, saraydaki müezzinlik görevine rağmen sikkesini başından hiç çıkartmamış ve sarayda giyilmesi gerekli özel elbiseyi bütün ısrarlara rağmen kullanmamıştır. Sikkesini daim başında tutmuş ve onu mevki ve şöhret gibi şeyleri ifade edebilecek birçok şeyden üstün görmüştür.
Tarihte sikke hatıraları ile ilgili birçok bilgi bulunmaktadır. Fakat F. Nafiz Uzluk’un “Dîvân-ı Sultan Veled” kitabının girişinde Sakıb Dede’nin “Sefine-i Mevlevî” adlı kitabından yaptığı bir alıntı bunların içinde önemli bir yer teşkil etmektedir.
Mevlevîlik geleneğinde Osmanlı padişahlarına, eğer muhabbetleri varsa, “teberrüken” sikke tekbir etmek adet olmuştur. Böylece padişah tarikin muhiblerinden birisi olmaktadır. Şehzâdelere ise eğer tarike muhib- lik niyetleri varsa, sair kişilere uygulanan prosedür aynen uygulanır ve arakiyye tekbir edilirdi. Sultan I. İbrahim zamanında kendisinin kimi tarihçiler için “rûhî hastalığı” kimileri için de “şiddetli baş ağrısı” olarak nitelendirilen manevî hastalığı için çareler aranmaktaymış. Bu sebeple bir deva bulur ümidi ile Konya’da çelebi bulunan Pîr Hüseyin Efendi, Sûret-i Mahsûsa’da İstanbul’a davet edilmiş. Padişah huzuruna giren Çelebi, Hünkâr’a bir sikke tekbirlemek istemiş. Fakat Sultan İbrahim kendisine değil yanında duran şehzâdesi Sultan Mehmed’e sikkenin tekbirini irade eylemiş. Bu tepkiyi garip karşılayan Çelebi, geleneğe uygun olmasa da padişah sözünü dinlemiş ve sikkeyi şehzâdeye tekbirlemiş. Konya’ya doğru yola çıkan Çelebi Efendi yanında sır saklayan dervişândan birkaçına “Sultan İbrahim’in saltanatı burada biter, yeni hünkâr Sultan Mehmed’dir” demiş ve nitekim Çelebi’nin maiyeti daha Konya’ya varmadan Akşehir yakınlarında iken, Sultan İbrahim’in katledildiği haberi ulaşmış, bilindiği üzere daha sonra da Sultan IV. Mehmed tahta oturmuştur.
Sikke hususunda onun bir çocuk oyuncağı değil velilik nişanesi olduğunu düşünen Mevlevîler sikkeleri kullanırken katı kurallarını uygulamaktan çekinmemiştir. Mesela sikke kullanımı ile ilgili diğer bir gelenek de Mevlevîlerin sikkelerini çıkartma hususunda çok hassas davranmalarıdır. Kimi dervişler gece yatarken bile sikkelerini çıkarmaz, çıkarsalar dahi “arakiyye“ adı verilen kısa kalıpsız ter emen başlıkları giyerlerdi. Bundan daha ötesi, tarihte sert meşrep dervişlerin tıraş olurken bile sikkelerini çıkartmadıkları sağa ve sola yatırarak kendilerini tıraş ettirdiklerini biliyoruz.
Kısacası tasavvuf geleneğinde başlık, baş kapatıcı bir nitelikten çok, kişinin başına taktığı, yani “başa taç ettiği” bir sembol olduğu için çok önemli bir unsur halini almıştır. Bunun sebebi bir başlığın insana kazandırdığı dereceden, hem de yüksek ahlakla donanmış insan başının onu takmasına vesile olmasından dolayı olsa gerektir.
Biz sikke hakkındaki bu sözlerimizi Sultan III. Ahmed’e ait Mevlevîlerce çok meşhur bir sikke menakıbı ile sırlayalım:
“Birçok Osmanlı padişahı gibi Sultan III. Ahmed de Mevlevî tarikatına meclûb ve Mevlânâ’ya hürmetkârdı. Bir gün o da muhib olmaya karar verdi. Fakat karinleri- nin teşvikiyle ipekten bir sikke yaptırdı ve tekbirletmek üzere Konya’daki çelebilik makamına gönderdi. O zaman bu makamda bulunan I. Sadrüddîn Çelebi böyle ipek bir sikke görünce fenâ hâlde üzülerek ağır sözler söyledi ve padişah eğer Mevlânâ’ya intisap etmeyi düşünüyorsa yünden bir arakiyyenin kâfi geleceğini söyleyerek âdî yünden bir arakiyyeyi tekbirleyip gönderdi. Padişah, Çelebi’nin sözlerine aldırmadan, arakiyyeyi alıp başına giydi.
(Asaf Halet Çelebi, Mevlana ve Mevlevîlik s.111)”
PÎR MEVLÂNÂ CELÂLEDDÎN-İ RÛMÎ VE MEVLEVÎLİK KÜLTÜRÜ
Başakşehir Belediye Başkanlığı Yayını