MEVLEVİLERDE ZİKİR ve EVRÂD
MEVLEVİLERDE ZİKİR ve EVRÂD
“Evrâd” sözlükte; “gelmek, çeşmeye varmak, suya gelen topluluk, akan su ve dere” anlamlarını taşıyan “vird” kelimesinin çoğuludur. Virdler daha ziyade maneviyat yolunda ilerlemek, Hakk’a yakınlık kazanmak için okunur. Vird, vecdin meydana gelmesine ve vâridelere yani kalbe doğan mânalara vesiledir. Bu yüzden“virdi olmayanın vâridi olmaz” denmiştir. Evrâd ve ezkâr, imanı kuvvetlendirir. İmandaki sağlamlık Hak Teâla’nın o kul üzerindeki lütfunu çoğaltır; zühd, takva, ihlâs, vera’ gibi makamların kazanılmasına sebep olur. Mânasını bilip bunlar üzerinde düşünerek dua etmek imanı artırır, duanın amacına ulaşmasını temin eder.
Her tarikatin hususî bir virdi bulunur. Mevlevîlerin de bir evrâdı vardır.
Asıl Mevlevî zikri olan “İsm-i Celâl” okumak şöyle yapılırdı:
Sabah namazından sonra ve «ihya geceleri» denilen pazar ve perşembe akşamları, kandil geceleri, yatsı namazlarından sonra, mihrabın önüne, arkası kıbleye gelmek üzere, şeyhin postu bu işe memur bir derviş tarafından, serilir, şeyh postuna geçer, sağına ve soluna mertebelerine ve teşrifat sıralarna göre, dedeler ve canlar sıralanarak kapalı bir halka vücuda getirilir ve hep beraber diz çökelerek ve yer öpülerek oturulurdu. Bazı dergâhlarda bu halkaların genişliğine nispetli ve iri taneli tesbihler de kullanılırdı. Oturulur oturulmaz, şeyhin tam karşısındaki noktadan kalkan ve halkanın tam ortasından ilerleyen bir derviş, kollarında taşıdığı tesbihin imamesini ve püskülünü öperek şeyhe verir, tesbihi de sağdaki ve soldaki kimselere yayardı, herkes tesbihin kendi önüne gelen kısmını öperek eline alırdı. Şeyh, yalnız başına ve yüksek sesle, tecvid kaidelerine uyarak, uzun bir “e’ûz-ü besmele”çeker, ondan sonra, yine yüksek sesle ve nefesinin tahammülü nisbetinde her heceyi uzatarak “Allah” der ve kısa fasılalarla bu lafzı tekrarlardı. Halkada tesbih varsa sağdan sola doğru çevrilmeğe başlanır ve üç defa “Allah” denilinceye kadar, püskül ve imamenin bütün halkayı dolaşarak tekrar şeyhin eline gelmesi sağlanırdı.
Ondan sonra, gövdeler biraz sağa eğilerek (al…) ve sonra biraz sola eğilerek (…lah) demek suretiyle ve yüksek sesle “ism-i celâl” tekrarlanırdı. Bunun sayısı şeyhin arzusuna bağlıydı. Zikrederken, boyun biraz sağa meylettirilerek, gözlerin kalb nahiyesine yarı kaplı çevrilmiş bulunması müstahsen sayılırdı.
Zikre şeyh ve dervişler resmî kıyafetleriyle iştirak ederlerdi. Bununla beraber, halkaya sivil cematten de isteyen dâhil olabilirdi. Zikir sırasında aşka, şevke gelmek, «vecd ve heyecan» göstermek, yani açıkçası, bağırıp çağırmak, na’ra atmak Mevlevî tarikatında yasaktı. Zikir vekârlı bir edâ ile fasih ve vazıh olarak yapılırdı.
Şeyh efendi artık zikre son vermek isteyince, hazırûnu ikaz ve sükûta davet eder tarzda, yüksek sesle şu duayı okurdu:
(Hamden kesîrâ. Ve sübhan-Allahü bükraten ve asîlâ. Ve sallallâhü âlâ eşref-i nur-i cemi’al-enbiyâ ve’l-mürselîn. Ve’l-hamdü lillahi rabbi’l-âlemîn).
Bunun üzerine, halkadaki güzel seslilerden biri bir aşr-ı şerîf okur, şeyh efendi şu gülbengi çekerdi:
(Vakt-i şerifler hayri ve şerler def’i ve niyazlar kabuli ve muradat husuli ve padişah-ı islâm nusreti ve kâf-fe-i ehl-i imân selâmeti için ve güzeştegân-i mü’minîn ve müminât ervâhı için ve hasseten aziz, şerif, lâtif cenab-ı vacib-ül-vücûdun rıza-yi kerîmi için, celle ve âlel-Fâtiha).
Şeyh bu gülbengi okurken «ve hasseten» ibaresinden sonrasını gizli okur ve açıktan (Fatiha) derdi; bir de son devirlerde «padişah» yerine «asâkir-i muvahhidîn» denilir olmuştu… Herkes, içinden Fatiha’yı tamamlayınca, ve bir müddet murakabede kalındıktan sonra, şeyh şu gülbengi okurdu:
(Sabah-i şerifler [veya akşam-ı şerifler] hayr ola, hayırlar feth ola, şerler def’ ü ref ola, Allah-u azimü’ş-şan ism-i zatının nuri ile kalblerimizi münevver eyleye, demler ve safâlar ziyade ola, dem-i Hazret-i Mevlâna Hû diyelim, Hû…)
Hazırûn derhal, şeyhle birlikte ve yüksek sesle uzun bir (Hû) çekerler ve yeri öperek ayağa kalkarlardı. Şeyh yerinden hareketle halkanın ortasına kadar gelir, orada niyaz vaziyeti alarak cemaati selâmlardı, halkadaki en yüksek zabit, yüksek sesle, “ve aleykümü’s-selâm ve rahmetu’İlahi ve berakâtühü” der ve bu selâmı şeyhin caminin veya mescidin dış kapısına varmasına kadar uzatırdi; bu noktada şeyh yüzünü tekrar halkaya çevirerek (baş keserdi) yani selâm verirdi, hazırûn da aynı suretle mukabele eder ve dağılırdı.
Zikir halkasında büyük tesbih kullanılmış ise, aşır okunurken, evvelce tesbihi yaymış olan derviş, oturduğu yerden, sağdan ve soldan çekmek suretiyle, tesbihi toplar, kollarına alırdı; şeyh son gülbengi okurken bu derviş kollarında tesbih olduğu halde yerinden kalkar, halkanın merkezine kadar ilerileyerek orada (niyaz vaziyeti) alırdı ve şeyh cami kapısına giderken umuma selâmı bu derviş yanında verirdi.
Niyaz vaziyeti, hem karşısında bulunulan zata karşı hürmet idi, hem de bir tevazu gösterisi idi. Mevlevîler günlük hayatta da karşılaşınca, birbirlerini ve hatta yabancıları «baş keserek» selâmlarlardı ve aynı zamanda sağ ellerini göğüslerine basarlardı.
“İsm-i Celâl”, bir kandil gecesinde okunulmuş ise, şeyh efendiler, gecenin şerafeti hakkında, gülbenklere bazı cümleler ilâve ederlerdi.
Virdleri Okuma Adâbı
Büyük şeyhlerin ve velilerin vird ve hiziblerini okumak isteyenlerin bilip uymaları gereken bazı şartları şu şekilde sıralana bilir. Bu virdler, hizibler ve duaları evliyanın kendileri düzenlemiş değildir. Bunlar amellerinin meyvesidir, kerametlerinin eseri ve varis oldukları peygamber ilimlerinin neticeleridir. Mesnevi’de şöyle buyrulur:
İn ne necmest ve ne remlest ve ne hab
Vahy-i Hak vallahi a’lem bi’s savab
(Bu yüzden başka sözlerle kıyas edilmesin. Bu dualar din ve dünyaya ait büyük faydalar ve hassalar taşır. Bunları böyle inanarak okumak lazımdır.)
Bu virdleri okumak isteyenler belirtilen zamanlarda, hulûs-i kalb ile okumaya başlamalıdır. Düşüncelerini toplayarak, halis niyet ve tam temizlikle, kıbleye yönelip, bir şeye dayanmadan okumalıdır ki, sırlarından perdelenip, nurlarından mahrum kalmasın.
Okumadan önce kelimelerin harekelerini düzeltip doğru okumaya özen göstermelidir.
Okuduğunun mânasını öğrenip sonra okumalıdır. Zira duanın mânalarını anlayarak okumak, kıraatın güzel olmasının edeplerindendir. Hem de anlamların bilinerek okunması şevk ve muhabbetin artmasına sebep olur. Kesin ve kuvvetli bir inançla, sağlam bir ihlâs ve sıdk ile Cenab-ı Hakk’ın istediklerini vereceğini ummalıdır. Zira duanın kabul edilmesi ihlâsa, içtenliğe bağlıdır. Hızlı ve acele okuyarak kelime ve harfleri bozup değiştirmekten sakınılmalıdır.