MEVLEVÎ ŞEYHİ: AHMED CELÂLEDDİN DEDE – Gülgün Yazıcı

A+
A-

AŞKIN SULTANLARI SON DÖNEM İSTANBUL MEVLEVÎLERİ ULUSAL SEMPOZYUMU
14-15 Mayıs 2010 / İSTANBUL

 

DEVRİNİN SOSYAL VE SİYASÎ HADİSELERİ KARŞISINDA BİR MEVLEVÎ ŞEYHİ: AHMED CELÂLEDDİN DEDE

Yrd.Doç.Dr. Gülgün YAZICI

(ÇOMÜ, Fen-Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü Öğretim Üyesi)

Size tanıtmaya çalışacağım isim son dönem Mevlevîlerinden Galata Mevlevîhânesi’nin son şeyhi Ahmed Celâleddin Dede’dir. Ahmed Celâleddin Dede, Gelibolu Mevlevîhânesi şeyhi Hüseyin Azmî Dede’nin oğlu olup Gelibolu Mevlevîhânesi’nde yetişmiş, beş dil bilen, geniş bir tasavvuf ve musiki bilgisine sahip olan, devrinin aydın ve önemli bir kültür sanat adamıdır.[1]

Ahmed Celâleddin Dede, 1853’de Gelibolu’da, Gelibolu Mevlevîhâne’sinde doğmuş, ilk tahsilini Gelibolu’da yapmış, babası Hüseyin Azmî Dede’nin Mısır Mevlevîhânesi şeyhliğine tayiniyle birlikte 17 yaşında iken babasıyla Mısır’a gitmiştir. Orada bir yandan Câmiü’l-Ezher’e devam ederken bir yandan da Arapça, Farsça, musiki ve şiir dersleri almış, Mustafa Nakşî Dede’nin öğrencisi Subhi Bey’den ney meşk etmiş, alafranga nota ile Hamparsum notasını[2] öğrenmiştir.

Kendi kaleminden tercüme-i haline göre[3] 1873 senesinde Kahire Mevlevîhânesi’nde soyunduğu çilesini tamamladıktan sonra uzun müddet kudümzenbaşılık, neyzenbaşılık görevlerini yürütmüş, Azmî Dede’nin yaşlılığı dolayısıyla dergâhın bütün işlerini üstlenmiştir.

20 küsür senesini Kahire’de geçiren Ahmed Celâleddin Dede’nin, Divançesinde yer alan muhtelif şiirlerinden Kahire’deki hayatından çok memnun olmadığını anlıyoruz. Kahire’ye gittikten 2 yıl sonra 1872’de yazdığı gazelinde burada cahillerin kınaması, düşmanların ayıplaması gibi pek çok sıkıntıya duçar olduğunu ifade eder:

“Ey çerh-i denî sen ki beni zâr eder olduñ
Aşka düşürüp derde giriftâr eder olduñ

Levm-i cühelâ seng-i cefâ ta‘ne-i a‘dâ
Biñ dürlü sitemle dilim âzâr eder olduñ”  

Hattâ bir şiirinde gurbet ile çok fazla ülfet etmesi neticesinde vatanın ne olduğunu bile unuttuğunu dile getirir:

“O rütbe gurbet ile ülfet eyledim kim ben
Garîb-i hâne be-dûşum vatan nedir bilmem

Bir başka şiirinde vatandan ayrılıp gurbette türlü dertlere düşmesini şöyle anlatır:

Vuslat eyyâmı olup âhir mübeddel firkate
Cevr-i devr ile düşüp envâ‘-ı derd ü mihnete
Dârdan dûr olarak mecbûr olduk hicrete
Yârdan mehcûr olup düşdük diyâr-ı gurbete
Dehr gösterdi bize hicrân hicrân üstüne”   

İstanbul’a gittikten sonra Kahire gurbetinden bahseden bir manzume de yazan Ahmed Celâleddin Dede, Kahire’de çektiği sıkıntıları, bunlara babasının hatırı için sabrettiğini ve ahde vefa göstererek babasının rızasını kazandığını, şimdi ise bu sıkıntılardan kurtulduğunu, İstanbul’da pek çok safalar bulduğunu anlatır.[4]

Babasının vefatı ve biraderi Ahmed Bahâeddin’in yerine tayini üzerine İstanbul’a dönen Ahmed Celâleddin Dede, İstanbul’da münzevi bir hayat sürdürmekte iken 11208’de vekâleten, 11209’da asaleten olmak üzere Üsküdar Mevlevîhânesi şeyhliğine ve Mesnevîhânlığına tayin olunmuştur.

Bir yıl sonra 1910’da bu göreve ilaveten Galata Mevlevîhânesi şeyhliği ve Mesnevîhânlığına getirilen Celâleddin Dede, bu iki dergâhta tekke ve zaviyelerin kapatılmasına kadar kesintisiz olarak toplam 18 sene Mesnevi dersleri okutmuştur.

Soyadı kanunundan sonra “Baykara” soyadını alan Ahmed Celâleddin Dede, 4 Ekim 1946’da 95 yaşında iken vefat etmiş ve Üsküdar’da Karacaahmet Mezarlığı’na, Miskinler Tekkesi arkasına defnedilmiştir.

Niyazi Sayın, Ahmed Celâleddin Dede’nin;

“Dâr-ı dünya, ey birâder, köhne mihmânhânedir
Dil veren virâneye, uslu değil dîvânedir

Bir mukîm kimse bulunmaz hâne-i eflâkde
Cümle halk ehl-i sefer, âlem misafirhânedir”

dedikten sonra Hakk’a yürümüş[5] olduğunu oğlu Mahmud Bey’den naklederek anlatır.

Ahmed Celâleddin Dede’nin Mahmud Sadreddin Efendi adında bir oğlu vardır. Mahmud Sadreddin Efendi 1879’da Mısır’da doğmuş, bir süre ibtidaî ve rüşdî mekteplerinde okuduktan sonra 1898’de Üsküdar Ravza-i Terakki Rüşdiye Mektebinden “aliyyülâlâ” dereceyle diploma almıştır. Arapça, Türkçe konuşup yazabildiği gibi Fransızcaya da aşinadır. Darülfünun Tıp Fakültesi Eczacılık kısmına bir sene devam etmiş, Divan-ı Hümayun kaleminde görevlendirilmiştir.[6] Celâleddin Dede’nin Hüseyin Azmi, Ali İzzet, Ruşen isimlerinde üç de torunu olduğunu doğumlarına yazdığı tarih manzumelerinden öğreniyoruz.

Şair ve musikişinas olan Ahmed Celâleddin Dede, beste yapmamakla birlikte pek çok eser meşk ederek bir yandan bu eserlerin unutulup gitmesini önlemiş, bir yandan da hem Kahire’de hem İstanbul’da çok sayıda musikişinas yetiştirmiştir. Özellikle çârgâh ve şedaraban ayinlerinin unutulmamasında hizmeti büyüktür.

Kaynaklarda Ahmed Celâleddin Dede’den, ilim, irfan ve özellikle geniş bir Mevlevî kültürüne sahip olması dolayısıyla övgüyle bahsedilmektedir. İslamî ilimler, tasavvuf, Mesnevi ve Arapçadaki birikiminin yanı sıra Mevlânâ’yı sevenlerin kıdem ve irfan itibarıyla en büyüğü olmakla, Mevlevî usul ve adabını en iyi şekilde bilip uygulamakla da övgüye mazhar olur. O, Mevlevîlik kültürünün son halkalarından biri olmasının yanı sıra bu kültürü günümüze aktaran en önemli kaynaklardan da biridir. 19. yüzyıl Mevlevîlik tarihine dair pek çok bilgimiz, onun şiirleri, mektupları ve şifahen aktardığı hatıralarına dayanır.

Arapça ve Farsça’yı çok iyi bilen, Türkçenin yanı sıra bu dillerde de şiirler söyleyen Ahmed Celâleddin’in şiirlerini bir araya getirdiği bir Divan’ı vardır[7]. Sadettin Nuzhet Ergun, divanın şairin el yazısı ile kendi kütüphanesinde bulunduğunu haber verir, ancak bu nüsha bütün aramalarımıza rağmen bulunamamıştır.[8] Divanın tespit edilebilen 2 nüshası vardır; biri “Şiir Defteri” adıyla Milli Kütüphane’de kayıtlıdır.[9] Bu Divan’da 3’ü naat 7 kaside, 41’i Türkçe, 2’si Arapça olmak üzere toplam 43 gazel, değişik vesilelerle yazılmış 4 Farsça manzume, 7 tahmis, 7’si Farsça, 21’i Türkçe 28 rubai, 7 kıt’a, 1 müfred, 6 tarih manzumesi ve mesnevi nazım şekliyle 1 takriz bulunmaktadır.[10]

Diğer nüsha Erzurum İl Halk Kütüphanesi’nde 37963 numarada kayıtlıdır.[11] Daha fazla sayıda şiir içeren bu nüshada diğerinden farklı olarak Harb-i Umumî hakkında bir manzume ve daha fazla tarih manzumesi yer almaktadır. En son tarih manzumesi 1942 tarihinde yazılmış olduğuna göre Ahmed Celâleddin Dede’nin hayatının son zamanlarına kadar şiir yazmaya devam ettiği anlaşılmaktadır. Bu nüshada hem kendi aile efradına hem de özellikle Üsküdar’daki tarikat çevrelerinden pek çok kimseye düşülen doğum ve ölüm tarihleri mevcuttur.

Bu Divan, hem Ahmed Celâleddin Dede’nin kendi hayatı, yakın çevresi ve devrinin Mevlevî şeyh ve sanatkârları hakkında bilgiler vermesi hem de 20. yüzyılda bir Mevlevî şeyhinin sosyal ve siyasi hadiselere bakış açısını yansıtması dolayısıyla çok önemli bir kaynaktır.

Ahmed Celâleddin Dede’nin Mevlevîlikle ilgili şiirleri içinde bilhassa tarih manzumeleri, bunlar arasında da kendi ailesiyle ilgili olanlar, (babası, ağabeyi, amcası ve torunları) bilgi kaynağı olmak bakımından en önemlilerini oluştururlar. Bu şiirler vasıtasıyla Ahmed Celâleddin Dede’nin ailesi ve yakın çevresinde bulunan devrin önemli Mevlevî şahsiyetleri (babası) Hüseyin Azmî Dede, (ağabeyi) Şeyh Ali Efendi, (amcası) Mehmed Hüsâmeddin Dede, (Gelibolu Mevlevîhânesi’nden yetişen 2 büyük neyzen) Ziya Dede ve Neyzen Aziz Dede hakkında başka kaynaklarda bulunmayan bilgilere ulaşabiliyoruz. Hepsi Gelibolu Mevlevîhânesi’nden yetişmiş bu şahsiyetlerle ilgili şiirler, Gelibolu Mevlevîhânesi tarihi hakkında bazı ayrıntıları da açığa çıkarmaktadır.[12]

Kendi muhiti hakkında bilgiler veren ve dolayısıyla Mevlevîlik tarihine ışık tutan bu şiirlerin yanı sıra Ahmed Celâleddin Dede, yaşadığı dönemin toplumsal değişmelerine de kayıtsız kalmamış; Meşrutiyet, I. Dünya Savaşı, adalet, özgürlük, cahil şeyhler, tekkelerin kapanması gibi konularda da şiirler yazmış, bu şiirleri vasıtasıyla düşüncelerini dile getirmiştir.

I. ve II. Meşrutiyet dönemlerini yaşayan Osmanlı âlim ve şeyhlerinin büyük bir bölümü istibdat devrinin milleti mahvettiğini söyleyerek 11208’den sonra Abdülhamid’e lanet yağdırmış, İttihad ve Terakki’ye alkış tutmuştur. Ancak bu şeyh ve âlimler, İttihad ve Terakki’nin İslamiyet’e aykırı tavırları üzerine bir süre sonra bu övgülerinden vazgeçerek amansız bir eleştiriye başlamışlardır.[13]

Meşrutiyet’in ilanından beş altı ay önce bu büyük inkılâbı işaret eden bir rüya gören Ahmed Celâleddin Dede, gördüğü bu rüya üzerine yazdığı manzumede devrinin diğer âlim ve şeyhleri gibi Abdülhamit dönemini binlerce sıkıntıyla geçen bir uğursuzluk devri, Meşrutiyet dönemini ise mutluluk zamanı olarak değerlendirir. Sıkıntılardan sonra ferah günlerin gelmesini “kabz”dan (daralma) sonra gelen “bast” (genişleme) haline benzeten Ahmed Celâleddin Dede, Meşrutiyet’in ilan edildiği günü “yevm-i sa‘îd” (mutlu gün) olarak nitelendirir ve rüyasının yenilik döneminin gelip uğur, bolluk, bereket kapılarının açılmasına ima olduğunu söyler.

Bilindiği üzere rüya, Müslüman geleneğinde insanın bilgisini / irfanını Allah’a dayandırmak isteği ile alakalıdır ve vahyin bir cüz’ü olarak kabul edilir. Mutasavvıflara göre ise rüya en az aklî ve naklî bilgiler kadar değerli olup sezgisel bir bilgi kaynağıdır. Tasavvuf geleneğinde marifet, hikmet, vaaz, irşad, uyarı gibi çeşitli fonksiyonlar ifa eden rüyalar veya uyanık görülen mânâlar, mutasavvıfların mânevî makamlarını belirlemeye yarayan bir mekanizma sağlamakla kalmayıp aynı zamanda onlara mânevî yolculuklarında şahsî rehberlik temin eder. Tarikatlarda rüyalar, seyr ü sülukun bir parçası olarak görülür, özellikle Halvetî tarikatında yola yeni girmiş dervişlerin mürşidlerine düzenli bir bir şekilde rüyalarını anlatmaları gereklidir. Bu gereklilik, rüyaların hayatta veya göçmüş mutasavvıf şeyhler, Hz. Peygamber ve hatta Cenab-ı Allah ile aralarında iletişim vasıtası haline gelmesiyle sonuçlanmıştır.[14]

Ahmed Celâleddin Dede de şiirinde, mânâ âleminde kendisine Allah tarafından Meşrutiyetin ilan edileceği mutlu günün yaklaştığının müjdelendiğini söyler. Bu müjde bir kıt’a ile kendisine telkin olunmuş, yüksek sesle okuyarak uyandığı bu kıt’anın 2. beytini hemen yazmadığı için unutmuş, ancak ilk beyte ilaveler yaparak manzumeyi oluşturmuştur:

İ‘lân-ı Meşrûtiyyetden tahmînen beş altı ay kadar evvel bir gece zuhûrât-ı nevmiyyemde bir inkılâb-ı azîmin karîbü’z-zuhûr olduğuna işâret olmak üzere fakįre telkįn ve ilhâm olunan kıt‘ayı cehren okuyarak uyandım der-hâl yazmadığım için beyt-i ŝânîsini unutdum hâtırımda kalan beyt-i evvel ki bu manzûmenin matla‘ıdır kalb-i fakįrâneme bi’l-bedâhe sünûh eden ebyât-ı sâ’ireyi ilâve ederek işbu manzûme husûle geldi

         mef‘ûlü mefâ‘îlü mefâ‘îlü fa‘ûlün

1       Zâhir olıcak sırr-ı tecellâ-yı velâyet
Açıldı der-i Hazret-i Mollâ-yı velâyet

2       Bin mihnet ile geçdi hele devr-i nuhûset
Geldi dem-i mes‘ûd-ı dil-ârâ-yı velâyet

3       Zıddiyyet-i esmâ ile olmaz mütegayyir
Esmâda tehâlüfle müsemmâ-yı velâyet

4       Nevbetle mezâhirde eder hükmünü icrâ
Ta‘tîl olamaz böyledir esmâ-yı velâyet

5       Bir ye’s idi kabz ile cihân şükr-i Hudâ kim
Bast ile zuhûr etdi tesellâ-yı velâyet

6       Ebvâb-ı füyûzât açılıp devr-i teceddüd
Geldiğine eyler bize îmâ-yı velâyet

7       Yaklaşdığın i‘lâm için o yevm-i sa‘îdin
Ebnâ-yı zamâna budur inbâ-yı velâyet

8       Âheng-i kudûm ile ferah-nâk olup ‘uşşâk
Çalındı nevâ-yı ferah-efzâ-yı velâyet

9       Pür oldu semâ-hâne-i dil şevk u tarabla
Germ eyledi tennûr-ı dili nây-ı velâyet

10     Tebşîr olunup ‘âlem-i ma‘nâda bu ma‘nâ
Ma‘nâda zuhûr etdi bu ma‘nâ-yı velâyet

11     Bir kıt‘a-i rengîn ile Hak eyledi ilhâm
Halloldu bu sûretle mu‘ammâ-yı velâyet

12     Ta‘bîri anın hayrdır inşâa’llah[15]
Hükmü olur elbet tutuk-ârâ-yı velâyet

13     Bîdâr olıcaķ gitdi anın beyt-i ahîri
Yâdımda kalıp matla‘-ı garrâ-yı velâyet

14     Bu matla‘-ı garrâyı tilâvetle uyandım
Encâma resîd oldu bu ru’yâ-yı velâyet

15     Zâhir olıcak sırr-ı tecellâ-yı velâyet
Açıldı der-i hazret-i Mevlâ-yı velâyet[16]

Ahmed Celâleddin Dede, II. Abdülhamid döneminin zulüm, istibdat ve esaret olarak halka yansıyan yönetim anlayışından dolayı Meşrutiyetin gelişini müjdeli bir haber olarak değerlendirmiştir, ancak Meşrutiyet hakkındaki bu olumlu düşünceleri aradan geçen zamanla yerini hoşnutsuzluğa ve eleştirilere bırakmıştır. Meşrutiyetin ilanından 9 sene sonra 19 Ağustos 1917’de yazdığı ve Meşrutiyeti çok ağır bir dille eleştirdiği “Meşrutiyet Hakkında Kaside” başlıklı şiirine memlekette görülen genel ahlâkî çöküntüyü anlatarak başlar:

Vefanın Ankâ gibi adı var kendi yok bir kavram olduğunu, ortalıkta özü sözü bir olmayan dost görünümlü düşmanların dolaştığını, güvenilir bir insan bulunmadığını, kemal sahiplerinin değil mevki ve makamın yüceltildiğini, namusun, utanmanın, ana babaya saygının kalmadığını, fitne, fesat ve sapkınlığın arttığını ve bütün bunların hürriyet adı altında ortaya çıktığını söyler. Zulüm ve istibdadın adının adalet, esaretin ise meşrutiyet olduğunu ekleyerek kardeşlik ve eşitlik bu ise böyle meşrutiyet ve hürriyete lanet olsun der; çünkü Meşrutiyet dolayısıyla merhamet, insaf, doğruluk gibi sözler edilmiştir, ama bunların hepsi içi boş, anlamsız sözlerdir. İslam dini birleşmeyi emr etmişken menfaat ve mevki kavgası insanları birleşmekten alıkoymuştur. Meşrutiyet fırkası ümmetin arasına tefrika düşürmüş, bir alay cahil, dinsiz sefih ve alçak iş başına geçmiştir. Bunların kimisi şehvet kimisi şöhret esiridir, üstelik rüşvetle servet biriktirmekte, halkı yağmalamaktadırlar. Bu yüzden memleket harabeye dönmüştür. Ancak bu durumun tek suçlusu Meşrutiyet fırkası değildir; Haccâc’ın dahi yapmadığı böyle bir zulümde millet de çok duyarsızdır. Gaflet uykusuna dalmış, süfliyyet, sefâlet, meskenet, zillet, cehalet içinde olan böyle bir millet her zillete layıktır.

         Meşrûtiyyet hakkında kasîde

         fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün

1       Azm kıldım yâr u ağyâr ile terk-i ülfete
Ülfet etdim inzivâ ile çekildim uzlete

2       Öyle külfetli riyâkârâne ülfet istemem
Doğrusu degmez o ülfet ihtiyâr-ı külfete

3       Yok müsemmâsı vefânıñ ismi var Ankā gibi
Yâr sanma mârrı aldanma münâfık-sîrete

4       Kavline fi‘li muvâfık olmayandan kıl hazer
Mahrem etme râzına dûçâr olursun mihnete

5       Bâtıl ekser sûret-i hakdan zuhûr eyler velî
Dost şeklinde adûdur bakma şekl ü sûrete

6       Hüsn-i zandan çok zarar gördüm netîce anladım
Kalmamış âlemde bir âdem sezâ emniyyete

7       İ‘timâd etdiklerimden bulmadım şemme vefâ
Gördüğüm hâlât müncer oldu ye’s ü nefrete

8       Hep münâfık hud‘akâr endîşesi şerr ü fesâd
Görmedim bir yâr-ı sâdık ola lâyık hürmete

9       İltifâtı hep garaz tahtındadır insânın
Menfa‘atdir sâ’ik ancak iltifât u rağbete

10     Kimse vermez hîç ehemmiyyet kemâl ashâbına
Münhasır izzet hemân erbâb-ı câh u rif‘ate

11     Vâlideyne kalmadı hürmet itâat kimsede
Kalkdı nâmûs u hayâ bîgâne herkes iffete

12     Tutdu âfâkı ser-â-ser fitne vü şerr ü fesâd
Vâsıl oldu fısk u isyân müntehâ vü gâyete

13     Şerr ü şûra ol kadar mâil ki insânlar bugün
Muntazır yek-dîgerin ızrâriyçün hep fırsata

14     Vaz‘ u tavrı herkesin etdi tebeddül rif‘ate
Şaşmamak kābil mi hürriyyetdeki hâsıyyete

15     Zulm ü istibdâdın oldu adı şimdi adl ü dâd
İnkılâb etdi esâret nâmı Meşrûtiyyete

16     Ger müsâvât u uhuvvet böyle ise sad hezâr
La‘net olsun böyle Meşrûtiyyet ü hürriyyete

17     Rahm ü insâf istikāmet gibi sözler anladım
Cümlesi elfâz-ı bî-ma‘nâ imiş bu hey’ete

18     İttihâd u i’tilâf emr etmiş iken dînimiz
İhtilâf-ı nef‘ u mansıb mâni‘ oldu vahdete

19     İ‘tisâm-ı habl-i Hak vâcib velî sad hayf kim
Fırkalardan tefrika düşdü miyân-ı ümmete

20     Re’s-i kâra geçdi dinsiz bir alay câhil sefîh
Hep edânî la‘n u nefrîn bu ricâl-i devlete

21     Kimisi olmuş esîr-i şehvet ü şöhret kimi
Sâhte bir ‘ucb ile düşmüş gurûr u nahvete

22     İrtikâb u irtişâya hadd ü gāyet yok hemân
Rûz u şeb himmetleri masrûf cem‘-i servete

23     Lâne-i bûm u gurâbâsâ vatan oldu harâb
Başladı erkân-ı devlet halkı nehb ü gârete

24     Yapmadı Haccâc-ı zâlim böyle zulm ü vahşeti
Görse hayretde kalırdı şübhesiz bu hâlete

25     Lâkin insâf edelim millet de pek hissiz imiş
Böyle millet dâimâ mahkûmdur her zillete

26     Zilleti lezzet bilen millet bulur mu hîç felâh
Rûyunu görmez çeker hasret hemîşe râhata

27     Meskenetle eylemiş hayvanca ülfet öyle kim
Kalmamış aslâ hamiyyet gelmiyor hîç gayrete

28     Ne kadar hilm-i himârî bu ne mahrûmî-i his
Doğrusu insân denilmez böyle hissiz millete

29     Görmüyor râh-ı savâbı gûyiyâ körler gibi
Öyle dalmışlar ki bir hâb-ı girân-ı gaflete

30     Etmemek bu hâlete mümkün mü hayret lâ-cerem
Düşüyor bî-ihtiyâr insân beht ü hayrete

31     Bizde süfliyyet sefâlet meskenet zillet bütün
Cehl ü gaflet yok mudur çâre aceb bu illete

32     Ba‘zı hikmet var beşer idrâk eder esrârını
Ermedi hîç kimsenin aklı bu sırr-ı hikmete

33     Sözlerim ağrâza mahmûl olmasın bî-ihtiyâr
Sevk eden fart-ı hamiyyet beni bu hiddete

34     Yâ ilâhî kıl habîb-i ekremin hakkı için
Bizleri ıslâh edip lutfunla mazhar rahmete

35     Kaldı hâmîsiz halâs et ümmet-i merhûmeyi
İsticâbet eyle yâ Rab bu niyâz u da‘vete

19 Ağustos 1333 Rûmî Pazar[17]

Birinci Dünya Savaşı hakkında da bir manzume yazan Ahmed Celâleddin Dede,  zamaneden şikâyetle başladığı şiirinde Dünya savaşını âhir zaman fitnesi olarak değerlendirir. Bütün âlemi baştanbaşa viraneye çeviren savaşta öylesine çok kan akmıştır ki zulüm ve vahşet dolu bu savaş, genç yaşlı herkesi dehşete düşürmüştür. Bu savaşla birlikte iman ve ahlâk düşkünlüğü, bozukluğu da artmıştır. Bozukluk dünyayı öylesine kaplamıştır ki artık ıslahına imkân yoktur:

Harb-i Umûmî

mefâîlün mefâîlün mefâîlün mefâîlün

Bahâr-ı ömr çok bâd-ı vezân geçdi hazân oldu
Şebâbın tâbı gitdi sûd-ı sevdâsı ziyân oldu

Nice müjgânı tîrâsâ sehî-kad nev-civânlar kim
Dem-i pîrîde gördüm kadleri hemçün kemân oldu

Vefâ umma sakın ihvândan ben imtihân etdim
Ahibbânın çoğu âhir adüvv-i bî-amân oldu

Değişdi meşreb ü mişvârı hep nakş-ı ber-âbâsâ
Benim yahşı kıyâs etdiğim âdemler yaman oldu

Nedir bu şûriş-i dehşet-nümâ bu fitne-i uzmâ
Hatâ olmaz denilse fitne-i âhir zamân oldu

Edip harb-i umûmî âlemi vîrân ser tâ-ser
Bütün dünyâyı tahrîb etdi âşûb-ı cihân oldu

Akan hûn-âb ile arz-ı gabrâ la‘l-gûn olmuş
Bu bir tûfân-ı dem zîrâ ki pek dehşetli kan oldu

Pür-endîşe hemîşe muntazır encâm-ı kâra halk
Bu harbin dehşeti hayret-dih-i pîr ü civân oldu

Tefavvuk etdi insanlar vuhûşa zulm ü vahşetde
Nümâyân her birinde savlet-i şîr-i jiyân oldu

Harîs ol rütbe mahva birbirin her devlet ü millet
Adûsun ezmeğe her kavm bir pîl-i demân oldu

Fesâd-ı i‘tikād u sû-i ahlâk ol kadar artdı
Umûm eşhâs u efrâd-ı beşer hep bed-zebân oldu

Ne islâm u ne îmân u ne emn ü ne emân kaldı
Bitip emn ü emânet selb-i îmân u emân oldu

Diyânet kalmadı ahkâm-ı Kur’ân ref‘ olup bir bir
Hıyârânın çoğu gidip (eksik) gözden nihân oldu

Decâcîl ü Ebâlîs-i zamân geçdi ser-i kâra
Şerâr[18]-ı nâs meydân aldı merdân hep zenân oldu

Hilâfet dârı der-bâr-ı adâlet idi hayfâ kim
Sitanbul şehri şimdi zulm ile şerr-i mekân oldu

Vukū‘ât-ı ‘acîbe birbirin ta‘kîb etmekde
Kıyâmetden bu hâlâtın vukū‘u bir nişân oldu

Kıyametden alâmet olduğuna şübhe yok zîrâ
Göründü ekser-i eşrât u alâim pek ayân oldu

Bu hâl-i ibret-âmîz hıred-fersâ-yı hevl-engîz
Emârât-ı zuhûr-ı Mehdi-i âhir zamân oldu

Bozuldu öyle kim ıslâha aslâ kalmadı imkân
Şikāk u mefsedet müstevli-i kevn ü mekân oldu

Cenâbı Kādir ü Kayyûm ıslâh eyleye zîrâ
İnâyet ana kaldı hâlimiz gāyet yaman oldu

Bu hâli vasf için ta‘bîr yok işte buna mebnî
Lisân-ı kālimiz müstenkif-i nutk u beyân oldu

Celâl artık sükût eyle ki bu akvâl-i ye’s-âver
Dile bâdî-i hüzn ü kasvet-engîz-i cenân oldu

Çekildim gûşe-i bî-külfete ben terk-i ülfetle
Bana künc-i ferâgat gûyiyâ dâr-ı cinân oldu

Garîb oldum vatanda âşinâ yok kalmadı hem-dem
Meger dergâh-ı Mevlânâ bana kehfü’l-emân oldu

Enîsimdir kitâb-ı Mesnevî ni‘me’l-celîsimdir
Bana kūt-ı dil ü rûhü’l-hayât u hırz-ı cân oldu

Etrafında olup bitenlere kayıtsız kalmayan ve düşüncelerini yazdığı şiirlerle açıkça ifade etmekten çekinmeyen Ahmed Celâleddin Dede, sadece şiirler yazmakla kalmamış kimi zaman bilfiil hadiselere müdahil de olmuştur. Mesela 1915 yılında kurulan Mevlevî taburuna ilerlemiş yaşına rağmen (62) katıldığını biliyoruz.[19]

Sadece siyasi hadiseler değil toplumsal hadiselere de kayıtsız kalmayan ve toplumdaki bozulmalara kendi çevresinden başlayarak dikkat eden / dikkat çeken Ahmed Celâleddin Dede, bir şiirinde zamanının cahil tekke şeyhleri ile ilmiyle amel etmeyen ulemasının da esef verici hallerini anlatır ve eleştirir. Söz konusu manzumede mukallid, tasavvuftan ve hakikatin kokusundan bile habersiz sadece sözde tevhidi benimsemiş görünen, hal ehli olmayan, cehalet ve taassuba gark olmuş, yalan ve riya içinde olduğu halde sadece kendi yolunun feyzli olduğunu iddia eden, sürekli kendisini öven, kendisi ilim ve hüner sahibi olmadığı halde soyunun fazilet ve olgunluklarını sayarak övünen sahte şeyhleri eleştirir. Gerçek âşık olmayan, sadece lafta âşıklık iddiasında bulunan bu sahte şeyhleri laf anlamaz eşeklere benzeten Ahmed Celâleddin Dede, bunların kendi sözde kerametlerini anlatarak saf halkı kandırdıklarını anlatır. Bu sahte şeyhlerin dış görünüşleri de dikkat çekicidir; takva elbisesi yetmeli iken kadın gibi süslü kıyafetler giymekte, şıklığa özenerek Frenkleri taklit etmektedirler, ancak gözlük bile taksalar Hakkı göremeyecek derecede basiretsizdirler. Bunların bir kısmı ayyaştır, bir kısmı da haydutlarla dost olmuştur.

Bu şiirin hangi tarihte yazıldığını bilmiyoruz, muhtemelen tekkelerin kapatılmasından önce yazılmış olmalıdır. Ahmed Celâleddin Dede, pek çok şiirini ne zaman yazdığını kaydetmekle birlikte bu manzume için tarih belirtmemiştir, ancak kullandığı ifadelerden sanki çok yakından tanıdığı bir şeyhi ya da şeyhleri tarif eder gibidir. Bu manzumeyi okurken bizim zihnimizde, yaptığı uygunsuz işlerle Hüseyin Azmî Dede’nin Gelibolu’dan ayrılmasına neden olan, Kahire’ye giderken yerine vekil bıraktığı oğlu Ali Dede’yi türlü zulümlerle canından bezdirerek şeyhlikten çekilmesine ve hastalanıp ölmesine yol açan, hattâ yaptığı yolsuzluk ve usulsüzlüklerle bütün Gelibolu halkına zulmeden Mehmed Hüsameddin Dede ile oğlu Mustafa Dâniş ve torunu Burhâneddin Dede canlanmıştır.

Hüsameddin Dede, Mustafa Dâniş ve Burhâneddin Dede, bir tekke şeyhinde bulunması gereken ahlakî olgunluğu taşımak bir tarafa adeta birer eşkıya gibi Gelibolu halkına zulmetmişlerdir. Baba-oğul-torun olmak üzere Gelibolu Mevlevîhânesi şeyh silsilesinin son üç halkasını oluşturan bu üç şeyh hakkında Osmanlı Arşivi’nde şikâyet içeren çok sayıda belge mevcuttur. Hüsâmeddin Dede, arşiv belgelerinde fesat kaynağı olarak nitelendirildiği gibi, Ahmed Celâleddin Dede de ağabeyi Şeyh Ali Efendi’nin ölümü üzerine yazdığı tarih manzumesinde kendisine eziyet eden haleflerinden, “düşmanlıkla dolu, şefkat ve merhametten uzak, akrep dinli, kötü düşünceli” gibi ifadelerle bahseder.

Mustafa Dâniş Dede de hakkındaki pek çok arşiv belgesinde kötü ahlak ile nitelenmiş olup haksız yere devlete ve özel mülke ait arazileri gasp ederek üzerinde bina ve tersane inşa etmek, vergi toplamak, zimmetine para geçirmek gibi sayısız kötülük yapan, bunlarla fukara ahaliye zulm ettiği gibi hazineye de zarar veren, herkesin şerrinden korktuğu için sesini çıkartamadığı kötülükle meşhur bir kimse olarak anlatılır. Mevlevîhânenin son şeyhi torun Burhâneddin Dede ise silah çekmek, adam dövmek, halkı ticaret ve sanattan men etmek gibi uygunsuz işler içinde anlatılmaktadır.[20]

Dolayısıyla Ahmed Celâleddin Dede, hemen hemen bütün tarikat çevrelerinde görülen genel bozulmayı anlatır gibi görünse de gözünün önündeki müşahhas örneklerden de yararlanmıştır diye düşünüyoruz. Burada anlatılan cahil şeyhlerin 1924’de medreselerin kapanmasıyla açıkta kalıp bir yolunu bulmak suretiyle kendilerini tekkelere şeyh tayin ettiren müderrisler olması da mümkündür.[21]

Bütün bu manzara 1925 yılında tekkelerin kapatılmasını gerekli kılan ahvâlin hangi boyutlarda olduğunu göstermesi bakımından son derece dikkat çekicidir. Bu bozulmuşluğa kendi ailesinden şeyhlerin tavırlarında çok yakinen şahit olan Ahmed Celâleddin Dede, tekke ve zaviyelerin kapatılması üzerine olumsuz bir görüş beyan etmemiş, olaydan üzüntü duyan dervişlere de irticalen şu dörtlüğü söylemiştir: Halil Can tarafından nakledilir:[22]

“Âsumândır kubbesi hep ahterân âvîzesi
En ziyâ-bahşâ kanâdîli güneşle mâhdır

Seddolunmakla tekâyâ kaldırılmaz zikr-i Hak
Cümle mevcûdât zâkir kâ’inât dergâhdır”

Şiire devam edersek:

Bu şeyhlerin yanı sıra toplumda bir de kendi ameli eksik olmasına rağmen halkı namaz ve oruç konusunda zorlayan, dinin esasları çok sade ve kolay olduğu halde ihtilaflı meselelerle karmaşıklaştıran ve anlaşılmaz kılan, böylece insanları dinden soğutan âlimler vardır. Bu âlimler de kendisi Allah’a asi olduğu halde halkı kürsüden çeşitli cezalarla tehdid eder, Allah insanları affediciliğiyle müjdelemişken insanları Allah’ın merhameti konusunda ümitsizliğe düşürür. Tıpkı sahte şeyhler gibi riyakâr olan bu sahte âlimler aynı zamanda aç gözlüdür, kendisi sürekli mal biriktirdiği halde, halka vaazlarında mal biriktirmeyi yasaklar.

      Ashâb-ı vecd ü hâl ve erbâb-ı fazl u kemâl ba‘de’l-istisnâ zamânımızda sırf câhil bulunan meşâyıh-ı tekâyâ ve ilmiyle gayr-ı âmil olan ulemânın ahvâl-i esef-iştimâllerini tasvîr yollu tahrîr olunan bir manzûme

         feilâtün feilâtün feilâtün feilün

1       ‘Urefâ mutlak olur şeyhde takyîd nedir
Ehl-i tahkîk ise yâ anda bu taklîd nedir

2       Yok tasavvufdan eser bûy-ı hakîkat ne gezer
Hâlsiz zikr ederek kāl ile tevhîd nedir

3       Ekserî ehl-i turuk cehl ü ta‘assubla hemân
Feyzi kendi yoluna hasrda ta’nîd nedir

4       Hakkı hasr eylemek ister nice Hakdan gāfil
Hasr u kasır ile mümkin mi bu tahdîd nedir

5       Hîç tecellî-i ilâhîde olur mu tahsîs
Kayd u ıtlâkdan âzâdeyi takyîd nedir

6       Ne bu da‘vâ-yı teferrüd bu temeddüh bu riyâ
Nefsini fahr u mübâhât ile tahmîd nedir

7       Acabâ zâtına mı hâs anın feyz-i Hudâ
Kuru da‘vâyı ana zîb ile te’yîd nedir

8       İrtikâb eylediği kizb ü riyâ yetmez mi
Kizbi envâ‘-ı kasemlerle de te’kîd nedir

9       Sıfat-ı kâşifesi herkese mekşûf iken
Zâtını medh ile evsâfını terdîd nedir

10     Kişinin olmayıcak ‘ilm ü hüner zâtında
Pederin fazl u kemâlâtını ta‘dîd nedir

11     İftihâr etmez edeb ehli neseble her bâr
Zikr-i ecdâd ile o mebhası tecdîd nedir

12     Âşıka da‘vâya burhân u nişân isterler
Lâf ile da‘vâ-i hâlât u mevâcîb nedir

13     Dilemez kimse kuru lâf u güzâfı şimdi
Cehline bakmayarak da‘vâ-yı tefrîd nedir

14     Müftehir cehl-i mürekkeble çogu merkeb var
Har-ı lâ-yefhamı mürşid diye temcîd nedir

15     Nakl edip kendi kerâmâtını iğfâl ederek
Bir alay sâde-dili nefsine ta‘bîd nedir

16     İlticâ etse eger tekyeye bir merd-i garîb
Tard u tahkîr ile bî-çâreyi teb‘îd nedir

17     Var iken hubb-i sivâ meyl-i hevâ kalbinde
İhtiyâr eylediği sûret-i tecrîd nedir

18     Yetişir merd olana kisve libâs-ı takvâ
Zen gibi zînet ile câmeyi tecdîd nedir

19     Bî-basîret göremez taksa da gözlük Hakkı
Özenip şıklığa efrenci bu taklîd nedir

20     Kimi ‘ayyâş kimi hem-dem-i evbâş olmuş
Şeyh-i kallâşdaki tavr-ı hayâdîd nedir

21     Ulemâda var iken tûl-i emel naks-ı amel
Âlime savm u salâtında bu teşdîd nedir

22     Sâde vü sehl iken aslında bu dîninñ vaz‘ı
İhtilâfât-ı mesâ’il ile ta‘kîd nedir

23     Kimse tasvîb edemez hîç bu kadar tas‘îbi
Dînden herkesi teşdîd ile tebrîd nedir

24     Hâlıka ma‘sıyyet işler de yine kürsîde
Halkı envâ‘-ı ‘ukūbât ile tehdîd nedir

25     Rahmet-i Hak ana mahsûs mudur kim âyâ
Mağfiretden dîger insânları nevmîd nedir

26     Olmasa ‘afv ile erbâb-ı kebâ’ir tebşîr
Ehl-i isyâna şefâ‘atle mevâ‘îd nedir

27     Fi‘len envâ‘-ı kabâyıhla olurken me’lûf
Aybdan kavlen edip nefsini tecrîd nedir

28     Nâsı râm etmek için dâm-ı riyâyı kurarak
Dâm-ı tezvîr ile insânları takyîd nedir

29     Kendi dünyâya tapar her ne bulur ise kapar
Mâldan va‘zda hep âheri tezhîd nedir

30     Alsa dünyâları doymaz yine aç gözlü denî
Hırs-ı emlâk ile îrâdını tezyîd nedir

31     Menzil-i âkıbeti etsin imâret yoksa
Âriyet-hâne-i vîrâneyi teşyîd nedir

32     Hâb-ı gafletden uyan aç gözünü kendine gel
Unutup nefsini hep âlemi tendîd nedir

33     Ârif ol âdem isen kesb-i kemâl eyle Celâl
Nefsin ıslâh edegör âheri tenkîd nedir[23]

Sonuç

Ahmed Celâleddin Dede, Osmanlı Devleti’nin çok yönlü ve değişik sorunlarla uğraştığı bir döneminde yaşamıştır. Devrinin diğer aydınları gibi içinde yaşadığı toplumun sorunlarıyla ilgilenmiş, yazının konusunu oluşturan şiirlerinde bu sorunları tahlil etmiştir. Ahmed Celâleddin Dede’nin bu sorunlara yaklaşımında Meşrutiyet döneminin diğer âlim ve şeyhleriyle paralel bir tavır sergilediği söylenebilir.

Ahmed Celâleddin Dede, bu dönemde yaşanan sorunlara hak ve hakkaniyet ölçüsüyle yaklaşmıştır. II. Abdülhamid devrinde görülen zulüm, istibdat ve esaretten şikâyetçi olmuş, Abdülhamid dönemini “uğursuzluk dönemi” olarak değerlendirmiştir. Bu sebeple Meşrutiyetin bu yönetimi sona erdireceğine ve bu meseleleri çözeceğine dair ümitlerini dile getirmiştir. Başlangıçta Meşrutiyet hakkında olumlu düşünceler beslemesinin bir nedeni de rüyasında Allah tarafından Meşrutiyetin ilanının kendisine feyiz kapılarının açılacağı bir yenilik ve mutluluk dönemi olarak müjdelenmiş olmasıdır. Ancak aradan zaman geçip Meşrutiyet fırkasının icraatlarını gördükçe Meşrutiyet hakkındaki bu olumlu düşünceleri yerini hoşnutsuzluğa ve eleştirilere bırakmıştır. Meşrutiyet fırkasını eleştirdiği en önemli husus dinsiz olmaları, dine, ahlâka aykırı işler yapmalarıdır. Bunun sonucunda Meşrutiyetle topluma refah ve huzur geleceği ümid edilirken adalet, özgürlük, eşitlik adı altında yapılan işlerle toplumdaki bozulmalar, ahlak düşkünlükleri, zulüm, istibdat ve adaletsizlikler daha da artmış; memleket istibdat devrini aratan daha da perişan bir hale düşmüştür.

Dünya Savaşı hakkında yazdığı manzume ile bir yandan savaşın insanların canlarına verdiği zararı ve dökülen kanları anlatan Ahmed Celâleddin Dede, asıl iman ve ahlak düşkünlüğü üzerinde durmuş, bu durumun da sorumlularının Deccal ve İblis olarak nitelendirdiği iş başındakiler olduğunu söylemiştir.

İlmiyle amel etmeyen âlimler ve cahil şeyhler hakkındaki şiiri ise tekkelerin kapatılması öncesinde tasavvufî hayatta yaşanan bozulmayı bütün çıplaklığıyla gözler önüne sermektedir. Bozulmanın farkında olan ve hatta çok yakinen gözlemleyen Ahmed Celâleddin Dede, tekkelerin kapatılması üzerine, devrin pek çok şeyhi gibi tasavvufî kültürün aktarılmasında bunu bir engel olarak görmemiştir.

[1] Ahmed Celâleddin Dede hakkında bkz. Hüseyin Vassaf, Sefine-i Evliya (hzl. Mehmet Akkuş-Ali Yılmaz), İstanbul 2006, C.V., s. 271; Nail Tuman, Tuhfe-i Nailî, (Tıpkıbasımı Hzl. M. Tatcı-C. Kurnaz), C. I-II, Ankara 2001, C. I, s.152; Mahmut Kemal İnal, Son Asır Türk Şairleri (hzl. Müjgan Cunbur), C. I, AKMB Yay., Ankara 1999, s. 328; Sadettin Nüzhet Ergun, Türk Musikisi Antolojisi, İstanbul Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi Yay., İstanbul 1943, C.II, s. 664-666; Sadettin Nüzhet Ergun, Türk Şairleri, İstanbul 1945, C. I, s. 273-276; Rüşdi Üstek, “Celâleddin Dede Efendi”, İstanbul Ansiklopedisi, İstanbul 1963, C.6, s. 3419; Can Kerametli, Galata Mevlevîhanesi; Divan Edebiyatı Müzesi, İst. 1977, s. 81; Şehabettin Uzluk, “Galata Mevlevîhanesi ve Şeyh Ahmed Celâleddin Baykara Dede Efendi”, 3. Milli Mevlana Kongresi (Tebliğler), Konya 1989, s.297-300; Abdullah Uçman, “Ahmed Celâleddin Dede”, TDV İslam Ansiklopedisi, İstanbul 1989, C. II, s. 53; Ahmet Nezih Galitekin, “Şeyh Ahmed Celâleddin Baykara Dede Efendi (1853-1946)”, Yedi İklim, C.5, Sayı: 41 (Ağustos 1993), s. 80; Avni Erdemir, Anadolu Sahası Musikişinas Divan Şairleri, TÜSAV, 1999, s. 106-109; Server Dayıoğlu, Galata Mevlevîhanesi, Ankara 2003, s. 124; Gülgûn Erişen Yazıcı, Gelibolu Mevlevîhanesi ve Gelibolu’da Mevlevîlik, Çanakkale 2009, 102-121.

[2] XIX. yüzyıl başında, III. Sultan Selim’in isteği ve desteği ile Ermeni asıllı büyük müzisyen Hamparsum Limonciyan tarafından geliştirilen nota sistemi.

[3] Ahmed Celâleddin tarafından yazılıp İbnü’lemin Mahmut Kemal İnal’a mektup olarak gönderilen hal tercümesinin büyük bir kısmı İnal tarafından, tamamı Galitekin tarafından yayımlanmıştır. İnal,  age, C. I, s. 328-329; Galitekin, agm, s. 80.

[4] Gülgün Yazıcı, “Gelibolu-Kahire-İstanbul Üçgeninde Bir Mevlevî Şeyhi ve Oğulları (Hüseyin Azmî Dede, Muhammed Bahaeddin Dede, Ahmed Celâleddin Dede)”, Divan Edebiyatı Araştırmaları, Sayı: 2, İstanbul 2009, s. 207-222.

[5] Ahmed Yüksel Özemre, Üsküdar’da Bir Attar Dükkânı, Kubbealtı Neşriyat, İstanbul 2007, s. 71.

[6] Yazıcı, age, s. 106.

[7] Üstek, age, C. VI, s. 3420; Kerametli, age, s. 81; Sadettin Nuzhet Ergun, bu divanın şairin el yazısı ile kendi kütüphanesinde olduğunu haber verir. Ergun, TMA, C. II, s. 787; Abdullah Uçman, muhtemelen kendi kaleminden hal tercümesinde geçen “eş‘ârım bir divançe teşkil eder” cümlesinden dolayı şiirlerin bir araya getirilmediği sonucunu çıkarmış, ondan aktaran kaynaklar da şiirlerini bir araya getirmediğini yazmıştır. Uçman, agm, s. 53.

[8] Ergun, TMA, C. II, s. 787; Yazıcı, agm, s. 135.

[9] Milli Kütüphane, Yazmalar, FB 424.

[10] Yazıcı, agm, s. 135.

[11] Bu nüshanın varlığından Selçuk Üniversitesi Mevlâna Araştırma ve Uygulama Merkezi Müdürü Sayın Yrd.Doç.Dr. Nuri Şimşekler vasıtasıyla haberdar olduk, kendisine şükranlarımı bir kez de buradan ifade etmeliyim.

[12] Bkz. Gülgün Yazıcı, “Galata Mevlevîhanesi Son Şeyhi Ahmed Celâleddin Dede’nin Mevlevîlik Tarihine Işık Tutan Şiirleri”, İSTEM, Yıl 7, S.13, Konya 2009, s. 133-150.

[13] Ahmed Celâleddin Dede’yle aynı dönemlerde yaşayan Mısrî dergâhı şeyhi Mehmed Şemseddin Efendi böyle düşünen âlim şeyhlerden biridir. Mustafa Kara, “Bir Şeyh Efendinin Meşrûtiyet ve Cumhuriyet’e Bakışı”, Tasavvuf Dergisi, Sayı: 6, Ankara 2001,  s. 22.

[14] Süleyman Uludağ, “Rüya”, TDV İslam Ansiklopedisi, C. XXXV, İstanbul 2008, s. 309-310; Cemal Kafadar, Asiye Hatun’un Rüya Mektupları, Oğlak Yayınları, İstanbul, 1994; Kadriye Yılmaz-Kamile Çetin, “Rüyalar ve Niyazî-i Mısrî’nin Ta‘Bîrâtü’l-Vâkı‘ât Adlı Eserinde Rüyaların Dili” Turkish Studies International Periodical For the Languages, Literature and History of Turkish or Turkic, 2/4 Fall 2007, s. 1066-1076 (http://www.turkishstudies.net/sayilar/sayi6/60y%C4%B1lmazkadriye-%C3%A7etinkamile.pdf).

[15] Bu mısra, her iki nüshada da eksiktir.

[16] Şiir Defteri, s. 32-34.

[17] Şiir Defteri, s. 26-29.

[18] Anlama göre kelimenin “eşrâr” olması gerekir, ancak bu şekilde yazılmıştır, “eşrâr” olursa vezin de aksar.

[19] Süheyl Ünver, “Osmanlı İmparatorluğu Mevlevîhaneleri ve Son Şeyhleri”, Mevlâna Güldestesi, Konya 1964, s. 34.

[20] Yazıcı, age, s. 97-99.

[21] Nitekim Mehmed Şemseddin Efendi tekkelerin kapanmasından bir süre önce kaleme aldığı bir yazısında biraz Arapça bilen ancak tarikat âdâbından habersiz hocaların yapılan basit bir Arapça sınavı neticesinde tekke şeyhliklerine atandığını haber vermekte ve bu uygulamayı eleştirerek çözüm yolları önermektedir. Kara, agm, s. 24-26.

[22] Dayıoğlu, age, s. 101; Bu dörtlük Şiir Defteri’nde yoktur.

[23] Şiir Defteri, s. 19-22.

 

ETİKETLER: