MEVLEVİ ERKÂNI İÇİNDE KADININ YERİ

A+
A-

 

MEVLEVİ  ERKÂNI  İÇİNDE KADININ YERİ

Adem ile Havva’nın yaratılmasıyla başlayan ve o günden beri de bütün dinler ve medeniyetler içinde hep canlı kalan kadının toplumdaki yeri meselesi, sürekli konuşulup tartışılmıştır. Yeryüzünde hüküm süren her toplum, düşünce ve medeniyet, kadınla ilgili çeşitli kanaatler ortaya koymuş ve bu kanaatler çerçevesinde kadına toplumda yer, zihinlerde değer biçilmiştir.

Bu mânâda İslâm milletlerinde de kadının toplumdaki yeri meselesi bir problem olarak kendini göstermiş, İslâm’ın kadına bakışını tam ve doğru olarak anlamak nedense mümkün olmamıştır. İslâmiyet’in kadına hak ettiği değeri vermediği, onu sosyal yaşamın dışına ittiği düşüncesi, her zaman öne geçmiştir. Elbette bunu kabul etmek mümkün değildir. Bu yeterince araştırmadan, önyargılı olarak düşünmenin neticesidir.

İslâm’ın gelişi ve Hz. Peygambere kadar kadının değişik toplumlardaki yeri gözden geçirilirse, İslâm’ın ve  onun yüce tebliğcisi Hz. Peygamberin, dolayısıyla da Hz.Mevlânâ’nın   kadına verdiği değer çok daha iyi anlaşılır kanaatindeyim. Bu sebeple  Hz. Peygamberden önce  diğer toplumlarda kadının yeri hususunda kısa kısa  bilgiler arz etmek istiyorum.

 Hind toplumunda kadın, evlenme, miras ve diğer muamelelerde, hiçbir hakka sahip değildi. Hindlilerin mukaddes kitapları olan Veda’larda kadın, kasırgadan, ölümden, zehirden, yılandan daha kötü bir mahlûk olarak tasvîr edilirdi.Budizm’in kurucusu Buda önceleri kadını, hislerine tâbi bir mahlûk olduğu için dinine kabul  etmiyordu. Yakın dostu Amenda, kendisine: -Kadınlara nasıl muamele edelim? diye sorunca,

-Onlara hiç bakmayacaksın.” diye cevap vermişti.

-Fakat bakmaya mecbur olursak?

-O zaman onlarla konuşmayacaksın.

-Konuşmaya mecbur kalırsak?

-O durumda, onlardan son derece sakınmalısın, demişti.

Amenda, kadınlara acır, onları korurdu. Onun ısrârı ile Buda, hayli tereddütten sonra, istemeye istemeye, kadınları dinine kabul etmiş, fakat bunun Budistler için çok tehlikeli olduğunu söylemişti. Bir defasında azîz dostu Amenda’ya “Kadını dinimize kabul etmeseydik, Budizm saf bir şekilde uzun asırlar devam ederdi. Fakat aramıza kadın girdiği için bu dinin uzun müddet yaşayacağını sanmıyorum.” demişti.

İran’da Sâsânî devleti döneminde kadına hiçbir hak ve kıymet verilmezdi. Hatta kız kardeşlerle evlenmek bile câizdi. Kadın hiçbir hak ve hukuka sahip değildi.

Çinliler kadını, insan saymazlar, ona ad bile takmaya lüzum görmezlerdi. Kadını isimle değil, sayı ile, 1,2,3 diye çağırırlardı. Kadınlar toplumda “Domuz” diye anılırdı.

Batılıların medeniyetine hayran oldukları eski Yunan ve Roma’da kadın hiçbir hakka sahip değildi. Kadın, sadece çocuk doğuran bir makine gibi telakki edilirdi. Vücut yapısının estetik bakımından, erkekten aşağı olduğu ileri sürülerek, sevgiye bile layık görülmezdi. Erkeklerin birbirlerine karşı duydukları sapık sevgi revaçta idi. Kadınları, evlerinde, ev işleriyle uğraşırken, erkekler delikanlılarla birlikte yaşar, onlardan hiç ayrılmazdı. Umumî ziyâfetlerde bile hiç çekinmeden bu delikanlılarla beraber giderler, eşlerini asla götürmezlerdi.

İngiltere’de ise, kirli bir varlık olarak kabul edilen kadın, İncil’e el süremezdi. Bu durum ancak VIII. Henri (1509-1547) devrinde parlamentodan çıkan bir kararla sona erdirilmiş ve bundan sonra kadınlar İncil okuyabilmişlerdir.

Yahudiler ailede erkeğin mutlak hakimiyeti üzerine bir düzen tanzim etmişlerdi. Yahudi kızları, babalarının evlerinde hizmetçi gibi idiler. Baba isterse, onları satabilirdi. Yahudi hukukunda kadın, insanı aldatıp kötülüğe sevk ettiği için mel’un bir varlık olarak görülürdü.

Hıristiyanlar ise; Hazreti Havva, ilk günahın işlenmesine sebep olduğu ve böylece insanlığın felaketini hazırladığı için, kadını küçük görmüşler, ona daima bir şeytan gözüyle bakmışlardır.

Hz. Peygamberden önce Arap yarımadasında kadının durumu yürekler acısıydı. Kadın, evlenme, aile kurma ve miras hukukundan mahrumdu. Fuhuş, alabildiğine yaygındı. Kız çocuğu ailede maddî bakımdan bir yük, mânevî yönden bir utanma vesilesi idi. Aile idaresinde sonsuz haklara sahip olan baba, kızını diri diri toprağa gömerek öldürmekte bir mahzur görmezdi. ( Şefik Can Mevlânâ hayatı fikirleri şahsiyeti. s.189.)

Yukarıda kısaca arz edildiği gibi, Tarih boyunca kadınlar haklarından mahrum edilmiş, hor ve hakir görülmüşlerdir. İslâmiyet’ten önce kadınlar insan sayılmıyor, bir eşya gibi alınıp satılıyorlardı. Kadını ilk defa toplum içindeki bu kötü durumundan kurtaran ve ona değer veren, mülkiyet hakkı tanıyan İslâmiyet olmuştur. Peygamberimiz vedâ hutbesinde; “Ey insanlar, kadınlar hakkında Allah’tan korkun. Çünkü siz onları Allah emaneti olarak aldınız ve onları Allah’ın kelimesi ile kendinize helâl kıldınız. Sizin kadınlar üzerinde hakkınız, onların da sizin üzerinizde hakları vardır” buyurmuştur.

Kur’an-ı Kerim kadın ile erkek arasında bir ayrım yapmamaktadır. Kadın ve erkek, her ikisi de Allah’ın emir ve yasaklarına muhatap olmada eşit tutulmaktadır.

Peygamber Efendimiz, bütün insanların insan olmaları itibariyle bir tarağın dişleri gibi eşit olduklarını vurgulamış, kadın ile erkeği bir bütünün iki yarısı şeklinde tanımlamıştır. Bunun için, İslâm’a göre üstünlük, ancak takva ile yani Allah’a karşı sorumluluk bilinciyledir.

Tüm bunların dışında, İslamiyetle birlikte kadına verilen değeri, bir tek hadis-i şerifle bile anlamak mümkündür. Peygamber Efendimiz; “Bana dünyanızdan üç şey sevdirildi. Birincisi kadın, ikincisi güzel koku, üçüncüsü gözümün nûru namaz “ diye buyurmuştur. Çok önemli olan bu hadis-i şerifte, Peygamberimiz, İslâmiyetin temel şartlarından biri olan, dinin direği, gözümün nûru diye nitelendirdiği namazdan bile önce kadını zikretmiştir.

Üzülerek belirtmeliyim ki; bu mânevi değeri çok yüksek sözlerin rûhundan habersiz olanlar, bu sözlerle kadına verilen en yüksek değeri, işaret edilen ilâhi mânâyı anlamak şöyle dursun, beşeri kirlerden münezzeh olan, O yüce insanın, çok evliliğindeki hikmeti, ilâhi takdiri göremediklerinden, bu mânâ yüklü sözleri de cinsellikle bağdaştırarak, kadınlara olan beşeri ilgi ve zaaftan dolayı söylediğini düşünenler olduğu gibi, ikinci olarak zikredilen güzel kokuyu da her hangi bir çiçek veya parfüm kokusu gibi algılayarak asıl mânâdan uzaklaşmışlardır.

Görüldüğü gibi, İslami düşüncenin kadına verdiği değerle birlikte, kadının toplum içindeki saygınlığı ve etkinliği artmıştır. Özellikle Peygamberimize yakın olan kadınlar imanları sayesinde Efendimize çok büyük destek olmuşlardır. Daha sonraları ise naklettikleri hadis-i şeriflerle İslamiyet’in doğru bir şekilde yayılıp yaşanmasına önemli derecede katkıda bulunmuşlardır.

 Dahası Müslüman kadınların Hz. Peygamber döneminde gerek günlük hayatta gerekse savaşlar esnasında bizzat Hz. Peygamber ve sahabelerle birlikte hayatın içinde aktif  rol aldıkları herkes tarafından bilinen bir gerçektir.

Kur’an’ın ve Hz. Peygamberin bu bakış açısını kendilerine düstur edinen Sahabiler ve İslam büyükleri –özellikle de Hz. Mevlânâ- kadına gereken değeri verme hususunda her zaman  örnek olmuşlardır.

Ben yaşadığım müddetçe, Kur’an’ın kulu kölesi, Hz. Muhammed’in bastığı yerin toprağıyım” diyen Hz. Mevlânâ da, Peygamberimizin ilâhi sözlerinin ışığında kadındaki kûtsiyeti  çok önemseyip değer vermiştir. Kadında gördüğü bu yüksek ûlviyeti de, Mesnevi-i Şerif’te şöyle dile getirmiştir:

“Hz.Peygamberimiz buyurdu ki: Kadın, akıllı kişilere ve gönül ehline fazlasıyla galip olur. Cahil kişiler de kadına galip gelirler. Çünkü onlar, pek sert pek kaba kişilerdir. Cahil ve kaba erkeklerde, incelik, lütuf ve sevgi azdır. Çünkü onların yaratılışlarında hayvanlık vasfı üstündür. Sevgi, incelik, acımak insanlık huyudur, insanlık vasfıdır. Öfke ve şehvet ise hayvanlık huyu, hayvanlık vasfıdır. Kadın sadece bir sevgili değildir. Kadın Hakk’ın ışığıdır nurudur. Sanki O mahluk değil de hâlıktır.”  ( Şefik Can. Mes.cilt.1.2435.) Bazıları bu beyitlerin ifade ettiği derin mânâdan uzak bir şekilde; kadın doğum yaptığı için Hz. Mevlânâ, “kadın yaratılmış değil sanki yaratandır” demiş olsa da, konunun rûhuna vakıf olanlar, kadına verilen bu yüksek değer sadece doğurmakla olsaydı tüm dişi hayvanlarda doğuruyor demişlerdir.

Peygamber Efendimizden aldığı ışıkla kadındaki mânevi sırrı ve hakikati görerek hiç çekinmeden en açık ve net bir şekilde kadını bu denli yüceltip değer veren Hz. Mevlânâ, ömrü boyunca tek eşli olarak yaşamış, O devirlerde cariye kullanmak gelenek olmasına rağmen hiç özel cariyesi olmamıştır. Her zaman kadını cemiyetin çok önemli bir unsuru olarak kabul eden, gerek aristokrat ailelerden gerekse halk içinden bir çok kadın müritleri olan Hz. Mevlânâ’nın, kadınların sema meclislerine gidip onlarla birlikte sema ettiğini ve kadınlar tarafından üzerine güller serpildiğini, Mevlevilik üzerine yazılmış en önemli kaynaklardan biri olan Eflâkî’nin Menakıbü’l-Arifin isimli eserinde görmekteyiz. Aynı eserde söz konusu olan rivayetler, genellikle Hz. Mevlâna’nın eşi Kerrâ Hâtun, Sultan Veledin kızları Mutahhara ve Şeref Hâtundan, Ulu Ârif Çelebi’nin annesi ve Selâhaddin Zerkûbî’nin kızı Fatıma Hatundan, Mevlâna’nın ve Ulu Arif Çelebinin kızları Melike Hatunlardan, ve Mevlânâ’ya mürid olan daha bir çok kadınlardan rivayetler olarak günümüze ulaşmaktadır. Buradan da anlaşılıyor ki; Mevlevî ailesinden olan Mevlânâ’yı seven kadınlar Mevlevî büyükleriyle her zaman bir arada olup onlarla görüşüp konuşmuşlardır.

Eflakî, Peygamber Efendimizin kadınları da irşad ettiğini, fakat bunun ancak Peygamber’e mahsus özel bir davranış olarak kabul edildiği için, Hz. Mevlânâ’ya kadar hiçbir asırda, hiçbir velinin, kadınlarla bu derece ilgilenip onlara yakınlık göstermediğini yazmıştır. Peygamber Efendimizden sonra ilk defe kadınlara bu denli saygı duyup onlara ilgi gösteren bunu da hiç çekinmeden ortaya koyan Hz. Mevlânâ; elbette yürüdüğü ilahî aşk yolunda da onlarla birlikte yürümüş, erkeklerle birlikte kadınlara da mânevi sorumluluklar vermekten çekinmemiştir.

Mevlevî tarihini nakleden güvenilir kaynaklarda, Sultan Veled’in kızı Şeref Hatun’un bir çok müridlere malik olduğu kaydedilmektedir. Ayrıca Konyalı Ârife-i Hoş-likâ Hatun, Tokat’da  Mevlevî halifesidir. Ve bir çok erkek  onun mürididir. Mevlâna’nın daha o devirlerde bile kadın erkek ayrımı yapmadan yürümüş olduğu ilahi aşk yolunu, kendinden sonra torunları da takip etmiştir. Ulu Arif Çelebi’nin de tıpkı dedesi Mevlânâ gibi kadınlarla görüşüp konuştuğu onların sema meclislerine gittiği Mevlevi kaynaklarında kayıtlıdır.

XVII. asırda kırk yıl boyunca Kütahya Mevlevihanesi’nde Şeyhlik yapan Sakıb Dede Mevlevilik tarihi açısından en önemli kaynaklardan biri olan Sefine-i Mevleviyye adlı eserinde şöyle demektedir: 1600’lü, yıllarda Kütahya Mevlevihanesin de elli yıl Şeyhlik yapan Mehmet Dedenin vefatından sonra, Konya çelebilerinden Küçük Arif Çelebinin kızı Mesnevihan Kâmile Hanım, Mehmet Dedenin yerine “Meşihat”Makamında görev yapması için Konya’dan Kütahya’ya gönderilmiştir. Kâmile Hanımın kızı Fatma Hanımda, annesi gibi Kütahya Mevlevihanesin de vazife yapmış Mesnevihan olması ve dervişlerin bütün ihtiyaçlarına samimiyetle koşmasından dolayı Ümmü’l-Fukara diye isimlendirilmiştir.

Yine Sefine-i Mevleviye’ye göre, Mevleviliğin ilk zamanlarında kadının erkekten hiçbir farkı yoktur. Kadına hilafet verilmektedir. Ve bu surette kendisine intisab eden bir çok erkeklerden kadın daha da saygın bir konumdadır. Mevlevilikte kadınla erkeğin eşit görülmesi XVII. yüzyıla kadar sürmüştür. Divâne Mehmet Çelebi’nin torunu ve Hızırşah Çelebi’nin oğlu Şah Mehmet Çelebi’den sonra; kızı Destinâ Hatun Afyon Karahisar tekkesine mütevelli olmuş, erkekler gibi hırka ve sikke giymiştir.[Sefine 1.s.252.253.] Destina Hatundan sonra Divane Mehmet Çelebi soyundan Küçük Mehmet Çelebi posta geçmiş onun vefatı üzerine de yine sâliklerin teslik ve terbiyesi, bilfiil şeyhlik ve halifelik büyük kızı Güneş Han’a kalmıştır. Herkesten büyük saygı gören Güneş Han bir süre dervişlerin irşadıyla meşgul olmuş, başında Destarlı sikke, sırtında hırka Mevlevi mukabelesini idare etmiştir. Güneş Han’ın vuslatından sonra kaynaklar, Güneş Hatun-ı Sugrâ’nın da Afyon dergahında bir süre şeyhlik yaptığını yazmaktadırlar. [Sefine 1.s.253.255] [ Gölpınarlı Mevlânâ’dan sonra Mevlevilik sayfa 279-280]  [ Sezai Küçük Mevleviliğin son yüz yılı sayfa 177-179] [Hüseyin Top Mevlevi adap ve erkanı sayfa 162]

XVI. ve XVII. yüzyıllarda Mevlevi tarikatı içerisinde kadın gerek postnişin gerekse Mesnevihan olarak çok önemli hizmetlerde bulunmuştur. Anadolu da köylere kadar yayılan Mevleviliğin gereği gibi yaşanmasında ve yayılmasında öncülük etmişlerdir. Mesnevisinde: “Kadın ve erkek vahdette bir olunca o bir olan sensin. Adetleri töreleri meydana getiren binler yok olunca, geriye kalan bir gene sensin” Çeşitli varlıklardaki vahdeti, tecelli birliğini göstermek için bu “ben” ile “bizi” meydana getirdin. [Şefik Can Mes.clt.1.No.1786.] diyen, biri iki görmeyen Hz. Mevlânâ’nın yolunda ehli tarafından kadına en yüksek değer verilmiştir. Mevleviliği anlatan güvenilir kaynaklara dayanarak söylenen bu sözlerden de anlaşılıyor ki; Mevleviliğin ilk devirlerinde kadın, hiçte Mevlevi cemiyetinin dışına atılmamıştır. Bilhassa o günlerde en ücra köylere kadar yayılarak Mevlevi köyleri meydana getiren bu yol, kadını erkekten aşağı görmemiştir. Fakat zamanla Mevlevilik yolunda kadına verilen sorumluluk gitgide azalmış, günümüzde yok denecek duruma gelmiştir. Kadından postnişin olur mu? Kadından semâzen olur mu? tartışmaları arasında sıkışıp kalan günümüz Mevlevi kadını, son zamanlarda çok ciddi bir kimlik arayışı içinde kalmıştır.

Hz. Mevlâna ve Mevlevilik konusunda yüz yılımızda yetişmiş çok önemli bir araştırmacımız olan, Abdulbaki Gölpınarlı, arz edilen bu bahsi Mevlâna’dan Sonra Mevlevilik adlı eserinde açıklarken şöyle demektedir: “Şimdiye kadar  Mevlâna’yla ilgili yapmış olduğum tüm araştırmalarıma dayanarak; bilhassa eski devirlerde köylerde bile yapılan sema meclislerine kadınların da katıldığını sanıyorum. Fakat, Mevlevi tekkelerinin vakıflara devredilmesi, bu vakıflar yüzünden Mevleviliğin zamanla iktidarlara dayanması, iktidarların da, meşihatla, yani şeyhlerle uzlaşıp anlaşması, Mevleviliğin köylerden kasabalardan şehirlere inmesi, zaman içerisinde de, Mevleviliğin halktan belli bir zümreye mal olması, kadına verilen bu yüksek değeri, bu serbestliği kısıtlamıştır. Ne yazık ki, XVII. yüzyıldan itibaren köy Mevlevihânelerine ve Mevlevi köylerine nasıl rastlamıyorsak, bu asırdan sonrada artık kadın Mevlevi halifesine de rastlamıyoruz. XVII. yüzyıldaki Ârife-i Hoş-likâ ve Güneş Han’lar, hilafet sahibi posta çıkan kadınlar menakıp kitaplarının sayfalarında kaldılar, bu tarihten sonra artık kadın halifelere de rastlamak mümkün olmamıştır.” [Mevlana’dan sonra Mevlevilik sayfa 281]

Abdulbâki Gölpınarlı, Mevlevi kadınının tarikat içerisinde aktif durumdayken çeşitli sebeplerle pasif duruma  geçişini   böyle dile getirmiştir.

Tüm hayatını Hz. Mevlâna ve eserlerine adayan, çok değerli Mevlâna araştırmacısı Abdulbaki Gölpınarlı hocamızın ömrü görmeye yetmedi ama; bundan kısa bir müddet evvel hiçbir çıkar kaygısı taşımayan, Mevlevilik tarihinde çok önemli bir yeri, bu konuda birçok değerli çalışmaları olan, Mevlevi büyüklerimizden, Sertarik Mesnevihan Şefik Can Dedemiz; kendinden sonra halef olarak bir kadını tayin etmiştir. Bu XVII yüzyıldan sonra bir ilktir. Dört yüz sene sonra ilk defa bir hanım, Mevlevi yolunda aktif olarak görevlendirilmiştir.

Özellikle, Osmanlının son dönemlerinde Mevlevilik içerisinde kapı dışında tutulduğunu hisseden Mevlevi kadını duygularını kaleme dökmüş, aşk ve muhabbetlerini şiirlerle ifade etmeye çalışmıştır. Böylece 1800’lü yıllarda Divân sahibi Mevlevi kadın şairler yetişmiştir. Bu şairler içerisinde şüphesiz en önemlilerinden biri Leyla Hanımdır. Keçecizade İzzet Molla’nın yeğeni olan Leyla Hanım, Şeyh Galibin tesirinde kalarak yazmış olduğu şiirlerinden birini Sultan II. Mahmut, hayati makamında bestelemiştir. Divanı Osmanlı ve Cumhuriyet döneminde çeşitli zamanlarda basılmıştır. 1847 yılında vefat eden Leyla Hanım, Hz. Mevlâna’ya adanmış ömrü içerisinde çok değer verip etkisinde kaldığı Şeyh Galib Hazretlerinin de bulunduğu Galata Mevlevihanesi hamuşanına defnedilmiştir. Hayattayken aynı Mevlevihanenin kapısından içeri girip erkekler gibi sema edemediği için kapı önünde ağlarken söylediği sözler günümüze kadar ulaşmıştır. Leyla Hanımla bütünleşen o sözler bugünün insanını bile şaşırtıp hayrete düşürebilir.

Aynı yılların tanınmış Mevlevi kadın şairlerinden biri de Şeref Hanımdır. 1809-1861 yılları arasında yaşayan Şeref Hanım da divân sahibidir. Divanında sadece Hz. Mevlana’ya değil gönül verdiği Rufa-i Hazretlerine de çeşitli mersiyeler yazmıştır. Vefatından sonra Hz. Pir aşkına Yenikapı Mevlevihanesi’ne sırlanmıştır.

Yine aynı asırda yetişmiş Mevlevi kadın şairlerimizden biri de, Hatice Nakiye Hanımdır. 1845-1899 yılları arasında yaşayan Nakiye Hanım aynı zamanda Şeref Hanımında yeğenidir. Farsça ve Tarih öğretmeni olan Nakiye Hanım, güzel konuşan bilgili iyi yetişmiş bir hanımefendi olarak devrinin büyüklerinden de, büyük ilgi görmüş başarılı çalışmalarından dolayı II. Abdulhamid tarafından şefkat nişanıyla ödüllendirilmiştir. O da Teyzesi Şeref Hanım gibi Yenikapı Mevlevihanesine sırlanmıştır.

Bir başka hanım Mevlevi şair de, Sadrazam Derviş Paşanın kızı Münire Hanımdır. 1825-11203 yılları arasında yaşayan Münire Hanım, Arapça ve Farsça dersler almıştır. Yaşadığı dönemin çok kültürlü bir hanımefendisi olan Münire Hanım, Yenikapı Mevlevihanesi şeyhlerinden Osman Selâhaddin Dede’nin mürididir. Şiirlerinin hepsi tasavvufi ağırlıktadır. Karaca Ahmet Mezarlığında sırlıdır.

1800’lü yıllarda şiirleriyle Mevleviliğe hizmet ederek isimlerini bizlere kadar duyuran, Osmanlı Mevlevi kadınından sonra, Cumhuriyet döneminde İstanbul’da aristokrat aileler içinde yetişmiş bazı Mevlevi kadınlara rastlarken, 1960’lı yıllardan sonra çeşitli Üniversite eğitimi almış Akademisyen hanımlar göze çarpmaktadır. Osmanlı kadınları şiirleriyle aşklarını dile getirip divânlarıyla hizmet ederken, 11200’lü Cumhuriyet kadını ise yazmış olduğu kitapları, çevirileri, makale ve yazılarıyla, bazıları da devrinin Mevlevi büyüklerine üstün hizmetleriyle Mevlevilik yolu içerisinde yerlerini almışlardır.

Özellikle 1950’li yıllarda başlayıp 1960’lı yıllarda gelişerek devam eden Konya Mevlânâ ihtifallerinde, ülkemizden, Semiha Ayverdi, Nezihe Araz, Meliha Ülker Anbarcıoğlu, Ayten Lermioğlu, Safiye Erol, Meşkûre Sargut, Mehpare Taner, Meliha Tarıkahya, hanımefendiler sunmuş oldukları bildiriler, yazmış oldukları kitapları, makaleleri ve yaptıkları tercümelerle tarihe geçerken, Seniha Bedri Göknil ve Münevver Ayaşlı hanımefendilerde, aynı yıllarda oturmuş oldukları kendi evlerini devrinin Mevlevi büyüklerine hizmetine sunarak, bu konuda önemli vazifeler ifa etmişlerdir.

11200’lü yıllar aynı zamanda Mevleviliğin doğudan batıya ve tüm dünyayla birlikte Amerika’ya büyük bir hızla yayılmaya başladığı yıllardır. Batıda Mevleviliğe karşı gösterilen bu yoğun ilgide şüphesiz Hz. Mevlânâ’ya gönül veren batılı kadınların çok büyük katkıları olmuştur. 1970’li yıllar içerisinde Konya’da yapılan Milletler arası kongrelerde Mevlânâ ile ilgili bildiriler veren bu konuda çok ciddi araştırma ve çalışmaları, yazmış olduğu eserleri ve çevirileriyle, Prof. Dr. Annemarie Schimmel [Almanya] Eva de Vitray Meyerovitch [Fransa] Prof. Dr. Anna Masala. [İtalya] Bu konuda her zaman isimlerini saygıyla yad edeceğimiz çok değerli Mevlânâ araştırmacılarıdır.

Hepinizde kabul edersiniz ki, bu değerli hanımefendilerin başında seksenden fazla kitaba imzasını atan, sayısız makaleler yazan, dünyanın çeşitli üniversitelerin de dersler veren Annemarie Schimmel gelmektedir. Yakın tarihimizin sufizm konusunda en üretken akademisyeni olan Schimmel; on beş yaşındayken Arapça öğrenmekle işe başlamıştır. On dokuz lisanı, iki adet doktora derecesi ile akademik uzmanlığı ve yedi fahri doktorluk derecesi olup, felsefe ve ilahiyat doktoru olarak uzun yıllar Harvard Üniversitesi’yle birlikte Türkiye dahil çeşitli dünya üniversitelerinde dersler vermiştir. Yapmış olduğu olağan üstü araştırmaları, çevirileri ve yazdığı eserleriyle Mevleviliğin tüm dünyada yayılmasında çok önemli katkıları olmuştur.

1980’li yıllardan günümüze kadar gerek ülkemizden gerek başka ülkelerden çok sayıda Mevlânâ aşığı Akademisyen hanımefendiler, Mevlânâ ihtifallerinde sunmuş oldukları bildirileri, yazdıkları kitapları ve makaleleriyle dikkat çekmektedir. Konya Mevlânâ ihtifallerinde tebliğ sunan ve genellikle Akademisyen olan Mevlânâ hayranı hanımefendiler şunlardır:

Dr. Müjgan Canbur

Mualla Sezgin

Müfide Başarır

Prof. Dr.İnci Enginün

Prof. Dr. Hasibe Mazıoğlu

Prof .Dr. Saime İnal Savi

Barihuda Tanrıkorur

Yr.Doç.Dr. Nilgün Açık

Prof. Dr. Gönül Ayan

Prof. Dr. H.Örcün Barışta

Doç. Dr. A.Necla Pekolcay

Esin Çelebi Bayru

Dr. Nilgün Çelebi

Prof. Dr.Çiçek Derman

Prof. Dr. Emine Yeniterzi

Doç. Dr. Emine Karpuz

Yrd. Doç.Dr. Hülya Küçük

Çeşitli ilmi çalışmalarıyla tanıdığımız bu akedemisyenlerimizin  yanı sıra 1960 yılından beri  çok değerli minyatürleriyle Hz. Mevlânâ’yı  yansıtmaya çalışan A.Ülker Erke ve tasavvufi  çalışmalarıyla yakından tanıdığımız Cemalnur Sargut hanımefendiyi de burada saygıyla anarken,  zamanımızın en son  Mesnevihanı  Şefik Can’ın Mesnevi dersleri için Kazım Karabekir Kültür Merkezini hizmete sunan  Timsal Karabekir Hanımefendiyi de yine   saygı ve şükranla anıyorum.

Son yıllarda  tüm dünya’yı etkisi altına alan Hz.Mevlânâ’nın sonsuz evrensel  sevgisi nedeniyle   yurt dışında hizmet veren hanımlarda büyük bir  artış göze çarpmaktadır.

Prof. Dr. Annemarie Schimmel, Eva de Vitray Meyerovitch, Prof. Dr. Anna Masala’nın izinde yürümeye çalışan, dünyanın bir çok yerlerinde yapmış oldukları çeşitli çalışmaları, yazmış oldukları kitapları, çevirileri ve sunmuş oldukları tebliğleriyle  Mevlânâ’nın dostluk ve sevgi zincirine dahil olan çok değerli yabancı  hanımefendiler  şunlardır:

Michaela Mihriban Özelsel

Teresa Battesti

Olga Çolançevska

Prof. Dr. Erika Glasen

Clara Murner

Prof. Dr. Natalya Prigarina

İngrid Schaar

Prof. Dr. Anna Suvorova

Doç. Dr. Silvia Tellenbach

Camile Adams Helminski

Anne Regard Cunz

Cenâb-ı Allah:  Benim gök kubbem altında öyle velilerim var ki; onları benden başka kimse bilemez demiştir. O nedenle yaşadığımız şu  gök kubbemiz altında   yüzyıllardan beri  kim bilir kaç  gönül  ehli fark edilmeden, sesiz ,sakin, hizmet içinde  bir ömür tüketmiştir. İsimlerini burada anamadığımız nice çok değerli  hanımefendiler aramızda yaşarken, bir çoğu da vuslata ermiştir. Kendilerinden haberdar olup anabildiğimiz  bunlardan  sadece bir kaçı. Kelimelere sığmayan söze gelmeyen büyük  hizmetlerini çok küçük kelimelerle ifade edip  anmaya çalıştığımız  hanımefendilerle birlikte, sınırlı sayfalar ve dakikalar içersisinde  isimlerini anamadığımız tüm gönül ehli  hanımefendileri de huzurlarınızda çok büyük bir  şükranla, saygıyla yad ederken, vuslata erenleri de rahmet ve minnetle  anıyorum.