MEVLEVÎ ARİF NİHAT
MEVLEVÎ ARİF NİHAT
Rahmetli Arif Nihat Asya ile 1971 yılında, Malazgirt’in 1200. kutlama törenlerine birlikte katılmıştım. O yıllarda, Alparslan’ı piyes olarak yazan ilk insandım. Sahnede Malazgirt ovasını canlandırırken, hayâlimdeki ova ile gerçeğinin mutabakatını arayacaktım. Nerede yanılmış, nerede yaklaşmıştım? Onun merakı içindeydim. Bir de geçlik duygularıma bir aşk kokusu gibi sinen o muhteşem savaş dekorunun duygularımdaki fırtınası vardı. Beni hep o fırtına sürükledi oraya…Gittiğimde gördüm ki, yaklaştığım pek bir taraf yoktu. Ben gönlümdeki ovayı yeşillik, çayır-çimen içerisinde bir yer olarak tahayyül ediyordum. Halbuki, savaş alanı olarak bize gösterilen yer düz olmasına rağmen, yaban otlarının bile bitmekte zorlandıkları taşlı-kayalı bir bölgeydi. Demek ki, bizim atlılarımız böylesine zorlu bir alanda düşmanı yenmişlerdi…
Arif Nihat Hocayla orada buluştuk. Daha önceden de tanışıyorduk. Birkaç defa sohbetlerine katılmış,”Fetih Marşı”nı, “Bir Bayrak Rüzgâr Bekliyor”u kendi ağzından dinlemenin mutluluğuna ulaşmıştım. Bu defa, kendisiyle, aynı otobüste yan yana oturarak 12 saatlik yolculuğumuz oldu. Yol boyunca bunları konuşurken; “Malazgirt’in tarihimizdeki önemini” sormuştum. O verdiği cevabında, “Malazgirt’in önemi, kendisinin tarih olmasındandır!” demişti… Yani demek istiyordu ki, Malazgirt bizim Anadolulaşmamızın başlangıcıdır. Bizim, bir anlamda miladımızdır…Türkler bu coğrafyaya gelince, “köngül”ü gönül yapmışlardı. “Tengri” Allah’a dönüşmüş, bu topraklarda iman ve inançta izzetli bir seviyeye doğru hızlı yükselme olmuştu…Bizimle birlikte aynı duyguları paylaşanlar bizimle kaynaşarak Türkleşip gitmişlerdi…Böyle bir oluşumun mayasını çalanların başında ise Mevlâna Hazretleri vardı. Yunus Emre, Hacı Bektaş-ı Veli vardı. Bu gönül kumandanlarıyla bir fethin iç mekanı donatılmıştı. Böyle bir ortamda, Mevlâna’ya özel bir önem verişinin farkına varmıştım. Söyledikleri ilginçti; “Bak Subaşı, Mevlâna Hazretleri, insana sıradan bir yaratık olarak bakmaz. Onun “Eşref-i Mahlukât” oluşundaki sırrı ifşa etmeye çalışır. Bunun için insana özel önem verir ve ayırım yapmadan, soy-sop ayırımı yapmadan sever…Büyüklüğü de bu yakaladığı çizgide başlar. Bu çizginin, Allah’ın bizde tecellîsini istediği şekilde olmasını ister. Bu çizgi, düz değildir, bir daire biçimindedir ve genişleyerek kainatı kuşatır…” “Siz Mevlâna’ya bunun için mi bağlısınız?” dememe fırsat bırakmadan kendisi cevabını ekledi: “İşte bunun için ben o mübarek insanı sevdim ve ona bağlandım. Sen de sev ve onu oku…Mevlâna Hazreti Resulün bizdeki dilidir, gönül dilidir, sevgi dilidir…”
Arif Nihat Asya, o günlerde söylediklerinin hemen tamamını da şiire ve yazıya dönüştürmüştü… Kendisiyle sözü buraya çekerek sohbetimi sürdürmek istedim: O, Bize heyecan ve kalitesi çok yüksek şiirler okuyordu. Doğuştan şair olmayı bir imtiyaz olarak ucuza kullanmadığı için her olur olmaz yerde ortaya çıkıp sesini kitlelere taşımıyordu.. Geçmiş kültürümüzün ana birikimlerinden birisi olan Rubai’yi şahsîleştirip biraz da millîleştirmişti. Ben bu büyük ustanın şiirlerini çoğu zaman duygulanarak okumuşumdur…”Seccaden kumlardı” mısraıyla başlayan o “Naat”ı neydi öyle:
“Devirlerden, diyarlardan
Gelip göklerde buluşan
Ezanların vardı!
Mesçit mü’min, minber mü’min…
Taşardı kubbelerden Tekbîr,
Dolardı kubbelere “Amin!”
Ve mübarek gecelerde, dualarımız,
Geri gelmeyen duâlardı.”
Bu şiiri otobüste, yanındaki bir adamın fısıltı halinde ama sonsuz bir vecd ve teslimiyet içinde okuyuşunu düşünün. Koluna yapışıp omzuna başınızı koyarak göz yaşlarınızı içinize akıtmamanız mümkün mü?
Böyle bir yolculuğun muharrik gücü fetih ruhu olunca, bu Naat’ın heyecan sağanağı altındayken, kendisinden rica ettim:
“Yelkenler biçilecek, yelkenler dikilecek,
Dağlardan çektirilen, kalyonla çekilecek..
Kerpetenlerle surun dişleri sökülecek!
Yürü hâlâ ne diye oyunda oynaştasın,
Fatih’ihn İstanbul’u fethettiği yaştası!..”
Bu ilk kıtayı okuyunca dalıp geçmişe gittim Bir defasında, kendisi gibi zarif yapılı sarı uzun saçlı kızı da yanındaydı. Bu şiirin bir bölümünü dönerek ona okumuştu:
“Bu kitaplar Fatih’tir, Selim’dir, Süleyman’dır;
Şu mihrab Sinânüddin, şu minâre Sinan’dır;
Haydi artık uyuyan destânını uyandır!
Bilmem neden günlük işlerle telaştasın,
Kızım sen de Fatihler doğuracak yaştasın!..
O, bu kısmı okurken sormadan edemedim: “Hocam torununuz Fatih geldiler mi?” Tebessümle yüzüme baktı: “Bütün çocuklar benim torunlarımdır. Bütün gençlerimiz birer fatihtir” dedi ve şiiri okumaya devam etti…
Arif Nihat’ı yazmak onu anladığımız kadar kolay değildir. Hele böyle bir sınırlı alanda onun yüzlerce şiirinden hangisini verirsiniz ki. Dilinize bir parmak pal değdirmek gibi bir şey olur bu. Ama olsun, öyle de olsa, Arif Nihat’ın şiirindeki heyecanı yudum yudum duygularımıza taşımak, onunla yenilenmekten çok onun ruh dünyasının engin ikliminde kendimizi yenilemek olacaktır. Bunun için de ben yine onun bağlılığına dönecek, z. Mevlâna’sından söz edeceğim. Onun diliyle söz edeceğim:
Bizde rubai denilince, Hayyam’ın yedeğinde Yahya Kemâl düşünülür. Yahya Kemâl de kuşkusuz büyük rubai şairi ama, kaç rubaisi var? Arif Nihat bunu iki büyük kitapta toplayarak yüzlerce rakama taşımış birisidir. Üstelik bunu aruzla yazarak başarmış bir şairimizdir… Dört mısraya, hatta çoğu kere son iki mısraya sığdırdığı bir kitaplık sözü ondan daha çarpıcı bir şekilde anlatanı oldu mu bilemiyorum?..
Onun Mevlânâ dergâhına bağlanması, yani bugünkü ifâdesiyle “Mevlevî” oluşu, Mevlânâ’nın rubailerinden etkilenmesinden midir? Bunu da bir ara sormuştum. “Hayır” diye itiraz ederek;. “Ben Mevlânâ’ya kül hâlinde, (yani bütün hâlinde) teslim olmuş birisiyim…” demiş ve Mevlânâ için yazdığı bir rubaisini okumuştu:
“Bir sofradayım, azım çoğum Mevlânâ,
Dursam, yürüsem batım, doğum Mevlânâ.
Yârin sesi, yârin sözü, yârin yüzüsün,
Sen yoksan eğer ben de yoğum Mevlânâ!..”
Bir tane daha okudu:
İrfânına, hüccetin, berâtın vardı….
:Belliydi, ki zâhirinde bâtın vardı…
İkrârına dâhildi şiir, ses ve semâ..
“Tasdîk” ile başlayan hayatın vardı…
Bir tane daha okudu:
Târihte senin soyun sopun sâbittir;
Artık, yeni isbât aramak, zâittir:
Ey Türk gelen, Türk olarak gittiğine,
“Göktürk” delîl, “Tukyu”lar şâhittir..
Bu Rubaisini dinledikten sonra, kendisine, “Mevlâna’nın Türklüğü”nün önemini sorduğumda, ilginç tespitleri oldu:
“Bu büyük insana Farsça yazdığı için İranlılar sahip çıkıyor. Dünya kültür literatüründe Mevlâna’nın eserlerinin insanlığa açtığı ufku kabul etmeyen yoktur. Böyle bir insanla milletler kendi kültür coğrafyalarının altyapısını karşı tarafa sunarlar. Bu çok önemli bir noktadır. Bunun için onlar, dünyaya, ‘Bakın Mevlâna gibi bir adamımız var bizim.’ Demek istiyorlar. Halbuki, Hz. Mevlâna’nın kendisi, “Ben Türküm” diyor. Biz bunu çok iyi bir şekilde ifşa edip, kendi değerlendirmeliyiz…”
Rindmeşrep oluşundan bir çıkış yolu arayarak, bir şey daha sormuştum: “Üstad, siz bu rindmeşrepliğinizden dolayı mı Mevlevîsiniz yoksa?” Ona da itiraz etmişti: “Hayır, hayır, O büyük velî, dergâhına “Kim olursan ol gel” derken, bizim zaaflarımıza kapı aralamaz. Böyle bir yakıştırma, ona büyük haksızlık, hatta bühtan (iftira) olur…Gerçi senin sorundaki maksat bu değil, Bugün böyle düşünenler olduğu için bu vesileyle ifade etmek istiyorum…Mevlânâ Peygamberin ayağının tozu olmayı isteyen bir Allah dostudur…Biz de öyle olabilmek için gayret gösteriyor ve bunun için bu kapıya yapışıyoruz...” demişti. Hemen arkasından da şu rubaisini eklemişti:
“Her yerde bulurdu rûhumuz, ervâhı,
Seçtik, birlikte zikr için, Dergâah’ı:
Hep birden “Fa’lem Ennehû.” kavlile,
Aldık öne “Lâ ilâhe İllallah”ı!”
Ölümünün üzerinden, 30 yıl geçti. Bu süre içerisinde Mevlevîliğin geldiği nokta, onun beklediğinden daha ileri gidebildi mi bilemiyorum… Üstelik, bir kısım art niyetli kişiler, maalesef Mevlevîliğin kirlenmesine zemin hazırlayacak bir ideolojik saplantı içine çekme gayretine yöneldiler. Türkiye’de, edebî, kültürel, mânevî ve ahlâkî değerler korkunç bir kavram kargaşası içerisinde bocalamaktadır. Birçok ölçü, bu kargaşa içerisinde kaybedilmektedir. Bunlardan birisi de Mevlevîliktir. Ciddi bir taraftarı mı kalmadı? Ki, böyle bir istismar zemininde tutulmakta ve kötüye kullanılmaktadır.
Bugün Mevlevîlik, bazı klikler tarafından kendi omurgalarına ek olarak yamalanırken, aklı başında hiçbir Mevlevî’nin buna izin vereceğini düşünemiyorum. Onun ruhâniyetini önce turistik amaçlı gösterilerle zedelediler. Arkasından, materyalist sevgi anlayışının uluslar arası nifakına alet etmeye kalktılar. Arif Nihat, bunun da farkına varmış olmalı ki, “Bir Bayrak Rüzgâr Bekliyor”da bir bölümü, “Kubbe-i Harda” bölümünü Mevlâna ve Mevlevîliğe ayırdı. Buradaki şiirleriyle bize geniş bir ufuk açmak istedi:
“Mahzûn Konya’nın dayanıp bir kenârına,
Baktım hüzünle Kubbe-i Harda civârına.
Mâzî kitâbelerde okur ihtişâmını,
Ağlar kitâbelerde kalan i’tibarına.”
Bu beyitlerle başlayan bir şiirinde, “Ey Pîr, nerde saltanatın, nerde satvetin; /Bir tâcı çok mu gördü felek, tâcıdârına?” diye sorar ve son beytinde ekler: “Yerden kapıp başımda getirdim bu bayrağı../ Sen kendi ellerinle çek ulvî hisârına!”
Kendisine, bu bayrağın ne ifade ettiğini sorduğumda, cevabı ilginç oldu:
“Bu, sevgidir. Ancak bu sevgi, soysuzların yozlaştırdığı cinsten değildir. Kaynağını Allah’ta bulur. Sevdiğini Allah için sever.”
Bu sözleri üzerine kendi şiirinden bir beytini okudum:
“Bu sular, böyle âyet âyet akar..
Vahyden gayri bir nidâ yoktur!.”
“Evet”, dedi, “Suyu da, sesi de budur işte bu sevginin…”
Sözü tekrar kendisine bıraktım. Mevlâna için bir Rubaisini fısıldadı:
“Gündüzleri, kuşların uçar burcundan,
-Yer yer- yine yolların taşar yolcundan.
Akşamla, gelen, giden yakar lâmbasını
Şamdanlarının pırıl pırıl tuncundan”
Bu defa tekrar sordum: “Üstad, siz bir başka şiirinizde, “Bekler nöbet, yanında, / Billurdan bir minâre” diyorsunuz. Sanki minare nöbet tutan bir asker gibidir türbesinde. Çarpıcı bir benzetme.” Uzunca yolculukta verdiği cevaplar, yaptığı açıklamalar doyurucuydu: “Muhsinciğim, sen gençsin, gelecekte daha güzel şeyler de görebilirsin. Daha kötü şeyler de. Ama ben öyle görüyorum ki, gidiş iyiye değildir. Mevlevîlik, kendi kabından kendi kaynağından çıkarılırsa, önce kendine zarar verir. Gidiş ona doğru. Neler yapmak gerekir, onu da bilemiyorum. Ben şiirimde, “ Artık ervaha kaldı âyinler…/ Ne neyzen, ne mesnevî-han var?” deme ümitsizliğine düşmüşsem, insanımızdaki bu ruhsuz çözülmeden dolayıdır. Tek umudum, sizler gibi dikkatli gençlerin bu ülkenin ve bu ülke insanının geleceğini kurtarmak için iyi yetişme gayretidir. Bakın, bugün Anadolu’nun Türkleştirilmesinin ve Müslümanlaştırılmasının 1200. yılını kutluyoruz. Bu fetih, kılıçla yapılsaydı, kılıçla da kaybedilebilirdi. Mevlâna’lar, Yunuslar, bu fethin ruhânî tarafını temsil ederler ve kalıcılığının başkumandanlarıdır.”
Bu düşüncelerle Mevlânâ’ya koşan Rahmetli Arif Nihat Asya, sağ olsaydı, suskunluk bu boyutta olmazdı…Çünkü, Mevlânâ Hazretleri, insanın ufkunu açarken onun onurunu ve inancını korumayı amaç edinmişti. İnsanı, dergâhına çağırırken de aynı hassasiyet içerisindeydi: “Ne olursan ol gel, ister putperest, ister Mecûsi, istersen tövbeni bin kere bozmuş olsan da gel. Bizim dergâhımız umutsuzluk dergâhı değildir” diyen bir Allah dostu, bu çağrıyı, Peygamberânî bir şuur içinde söylemekten ötede değildi. Bunu insanın zaafına ruhsat gibi algılayanlar, “Tövbe”nin esprisini bilmemektedir. Bunu, her görüşe ruhsat dağıtan bir havârî anlayışına çekenler, İslâmî hassasiyetten uzakta olanlardır!..
Burada sözü tamamlarken yine başa dönelim ve merhumu, yüzüncü doğumu vesilesiyle sadece bir yüzünü dikkatlerinize sunarak analım istedim. Aslında, “bir yüzü” dediğim, onun gerçek yüzüdür…Onu görmeyenler de, bir gün mutlaka farkına varacaklardır. Çünkü, onun söylediği “ölümsüz gerçek”, hayatımızın tek değişmez gerçeği ve ölçüsüdür. Son sözü yine Arif Nihat’ın bir Mevlânâ rubaisine bırakıyorum. O’nun bütün yönleri kucakladığını, bütün meşrepleri kuşattığını bundan daha güzel anlatan bir rubai olur mu bilemem?..Ruhu şâd olsun:
Her kıt’ada rakaasesi var, mutribi var:
Her fırkadan, ardınca gelen mevkibi var…
İndinde yalancıdır, bu aşk ülkesinin,
Kim derse eğer, “maşrıkı var, mağribi var.”