MEVLÂNÂ’YA GÖRE İNSANIN DOĞASI VE YAPISI
MEVLÂNÂ’YA GÖRE İNSANIN DOĞASI VE YAPISI
Mevlânâ Celâleddin Rûmî’nin düşüncesinde insanın mana ve düşünce yönü öne çıkmaktadır. Ona göre ”İnsan düşünen/konuşan bir canlıdır.” O, fikir ve düşünceden ibarettir; geri kalan kemik ve sinirdir.[1] ”Hiç şüphe yok ki Âdemoğlu aşağının aşağısı bir bedenden, yücenin yücesi bir candan(ruhtan) meydana gelmiştir. Yüce hak, en üstün kudretiyle bu iki zıddı birleştirmiştir. Onun bedeni kara balçıktan, canı Allah’ın kendi ruhunun nefhasındandır. Melekler ona secde ile emredilmiş.[2] O can ışığı, o ruh mumu, balçık bedene din ışığı verir; balçıkta yaradılış, bilgisiz oluş âleminden; ağır davranış huyundan çeker çıkarır onu.[3]
Mevlânâ, âlemin kopyası olan insanın, duyularla algılanan dünyadan neş’et etmediğine, çeşitli aşamalardan geçerek (öncelikle bitki ve hayvan) şimdiki hayata geldiğine ve burada da sınırsız potansiyellere sahip olduğuna inanır.
Bütünleşmiş insan, nefse (doğal, içgüdüsel güç) akla (skolastik ve Aristotelesçi anlamda) sezgiye ve sevgiye sahiptir.[4]
O, sonsuzluk yolcusu olan insanın sürekli yürüyüşünden yanadır. Yani onun yürüyüşü ölümle kesilmez. Ölüm, nefse bineklik yapan bedeni yok etmektedir.[5] Sonsuzlaşmanın yolu çile ve ıstıraptan geçer.[6]
Dökülen çiçekten meyve çıktığı gibi insan da görünmeyen den belirip çıkmıştır.[7]
Mevlânâ insanı, hırsa kapılmadan, fani olana takılıp kalmadan, ebedi güzellikleri unutmadan hayata bağlamaya çalışır. Onun ifadesiyle, “her günün neşesi bir başka çeşittir. Her günün düşüncesinde bir başka eser vardır.”[8]
İnsan iyiliği yaşama ve yaymada mücâdeleci olmalıdır. İnsan elde etmeye çalıştığı, çabaladığı şeye erişir.[9] Olumlu şeyleri başarmak, olumsuz ve süfli şeylere karşı çıkmak için insanın mücadele etmesi gerekir. Mercandan da taştan da sıkıntı çekmek gerek. İnsan ya erkekçe, erkek kılıklı yaşamalı yoksa bin türlü utanç verici hale katlanmalı.[10] Zira Yüce Allah âtıl ve bâtıl (tembel ve yanlış yolda olan) haldeki kimseleri sevmez.[11]
İnsan mütevazı olmalı. Kibir şeytani bir özelliktir. Kim benliğinden kurtulursa, bütün benlikler onun olur. Nakışsız bir ayna haline gelir, değer kazanır, çünkü bütün nakışları aksettirir. Kendisine dost olmadığı için herkes ona dost kesilir.[12] Zaten gerçek âşıklık da varlıktan ve benlikten geçmektir.[13]
Mevlânâ’nın düşüncesinde insan birbirine zıd iki yönüyle tanıtılır. Madde-mâna, cisim-ruh, ten-can, suflî-ulvî, nefis-can, çamur-nefha, hayvan-insan. İlk sırada sayılanlar insanın eksik, dünyevi, nefsi yönünü, ikinci sırada sayılanlar ise ruhi, olumlu ve manevi yönünü ifade eder.
İlk sıralamadaki yönüyle insan hamdır[14], hep kendisini düşünür,[15] şehvetine düşkünüdür[16], zenginleştikçe azar[17], gelecek kaygısı çeker[18], hırs ve tamahından dolayı kör ve sağır olur.[19]
İnsanın bedeni bu dünyadan, gönlü ise o dünyadandır. Bedenin dostu hevâ-heves, gönlün dostuysa Allah’tır.[20] “Hiç şüphe yok ki Âdemoğlu, aşağının aşağısı bir bedenden, yücenin yücesi bir candan meydana gelmiştir. Yüce Hak, en üstün kudretiyle bu iki zıddı birleştirmiştir… Onun bedenini kara balçıktan; canı, Allah’ın kendi ruhunun nefhasından… O can ışığı, o ruh mumu, balçık bedene din ışığı verir. (geçmişti) Aklı şehvetinden üstün olan, meleklerden yücedir; şehveti aklından üstün olan, hayvanlardan aşağıdır.”[21]
Bu dünyada güzel, hoş olan şeyler, insanın hayvanlık tarafının nasibidir, hayvanlığını kuvvetlendirir. Şehvet verici şeyler ve arzular onun hayvanlık tarafının yiyeceğidir. İnsanın bu tarafı Hak’tan kaçar.
İnsanlık tarafına gelince, bunun besini ise bilgi, hikmet ve Allah’ın cemalidir. İnsanın bu tarafı dünyadan kaçar. Vücutta bu iki şahsiyet daima savaşmaktadır.[22]
Zaten insandan işe yarayan, onunla birlikte dirilen yanı ruhudur; öte yanını topraktan tozan bir toz bilmek yeterlidir![23] Ecel gelince can bedenden ayrılır. Ten eski bir hırka gibi bir yana atılır. Topraktan gelen toprağa, ezelî nurdan gelmiş olan ruh da kendi yerine gider.[24]
Dikkat edilirse Mevlânâ, insanı, zıtları benliğinde toplayan ve bunlardan dilediğini kullanabilen bütün bir varlık olarak görmektedir. Ona göre insan, hayatı bizzat yaşayan ve benliğini fiil halinde hür iradesiyle ortaya koyabilen bir yapıya sahiptir. Bu sebeple insan, diğer tüm varlıklar arasında farklı bir dereceye konulmuş ve “kerremnâ” sırrına mazhar olmuştur. Bu durumu Mesnevî’de ve Divân-ı Kebîr‘de şöyle dile getirir:
Âdem, “kerremnâ”[25] sırrına dilediğini yapabilme kudretiyle erişti. Fakat insanların yarısı bal arısı, yarısı yılan oldu.
İnsanlardan mü’min olanlar, bal arısı gibi bal madeni oldular. Kâfirler ise yılan gibi zehir madeni.[26]
…A obur şeyh, sen ne diye inad örmede, savaş eğirmedesin?
İşlere bulanmış tencere gibi tutmaç peşindesin. Nerede “kerremnâ” sırrına mazhar oluşundan doğan ululuk, nerede padişahça himmet, gayreti? [27]
[1] Fîhi Mâ Fîh, s. 299.
[2] Hicr 15/29.
[3] Mektubat, s.143, Mek: XCV11.
[4] Arasteh, A. Reza, Aşkta ve Yaratıcılıkta Yeniden Doğuş, Çev. Bekir Demirkol, İ. Özdemir, Ankara 2000, s. 74.
[5] Dîvân, c. V, s. 452, b. 6173; c. III, s. b. 67; c. II, b. 389.
[6] Rubâiler-I, s. 83, r. 399.
[7] Dîvân, c. V, s. 452, b. 6173.
[8] Mesnevî, c. V, s. 297, b. 3643.
[9] Rubâiler-I, s. 78, r. 375.
[10] Rubâiler-II, s. 228-229, r. 111.
[11] Eflâkî, Ariflerin Menkıbeleri, c. I, s. 449.
[12] Mesnevî, c. V, s. 218, b. 2665-2666.
[13] Macâlis-i Sab’a , s. 60, Mec. III.
[14] “Ham ve kaynamamış şey mutlaka lezzetsizdir.” (Mesnevî, c. III, s. 343, b. 4196.)
[15] Mesnevi, c. I, s. 258, b. 3416; Fîh, s. 29-37.
[16] “Şehvete kul olan köleden beterdir, o tatlı dirilir, acı ölür.”( Mesnevi, c. I, s. 304, b. 3815-3816)
[17] “İnsan zenginlikle azgın olur; rüyasında Hindistan’ı gören fil gibi azar kudurur.” (Mesnevi, c. III, s. 343, b. 4201.)
[18] “Gam, olmayacak dileklerden meydana gelir.” (Mesnevî, c. III, s. 268, b. 3284.)
[19] Mesnevi, c. IV, s.130,b.1705.
[20] Dîvân, c. VII, s. 487, b. 6368.
[21] Mektuplar, s. 143, Mektup: XCVII.
[22] Fih, ss. 89-120.
[23] Dîvân, c. V, s. 470, b. 6443.
[24] Rubâiler-II, s. 249, Rubâi: 1210.
[25] Burada “Andolsun biz İnsanoğlunu mükerrem kıldık (onlara şan, şeref ve nimetler verdik)” âyetine telmih vardır. Bkz. İsra, 17/70.
[26] Mesnevi, c. III, s. 268, b. 3291 vd.
[27] Dîvân, c. II, s. 246, b. 2008-2009.