MEVLÂNÂ’YA GÖRE İNSANIN DEĞERİ

A+
A-

MEVLÂNÂ’YA GÖRE İNSANIN DEĞERİ

İnsanoğlu bu eksik veya olumsuz yönlerini gidermek; kemâle erip Yüce Yaratıcı”yı bilmek, tanımak ve ona göre kulluğunu tanzim etmek için varlık sahnesindedir. Mevlânâ Kur”an”da yerlerin ve göklerin yüklenmekten çekindikleri ancak insanın cüret göstererek yüklendiği ilahî emanetin[1] insanın akıl ve irade sahibi sorumlu bir varlık olması olduğunu belirtir. Binâenaleyh her bir insanın değerini belirleyen kıstas Mevlânâ”ya göre insana tevdi edilen ilahî emanete vefa göstermedeki başarısıdır.

Mevlânâ”ya göre insanın dünyadaki başlıca görev ve ödevi, kendi varlığının hakikatini bilmesidir. Bir insan kendi varlığının hakikatini bilmedikten sonra dünyada hangi hüner ve bilgiye sahip olursa olsun Mevlânâ”ya göre asıl görevini ihmal ettiğinden muteber bir iş yapmış sayılmaz. Mevlânâ bu hususu verdiği şu örnekle îzah eder: “Meselâ; bir padişah seni belirli bir iş için bir köye gönderse, sen de gidip yüzlerce iş yaptığın halde onu yapmadan dönersen, esasen hiçbir şey yapmamış sayılırsın. İnsan da bu dünyaya bir iş için gelmiştir ve gayesi odur. Eğer onu yapamazsa hiçbir şey yapmamış olur.”[2]

Mevlânâ da diğer birçok Müslüman düşünür gibi insanı her şeyin özü ve aslı olarak görmektedir.[3] Diğer tüm varlıklar, insana ulaşmak için vardırlar. Hatta Mevlânâ, fizikî anlamda insana göre çok daha büyük ve ulaşılması zor olan gökyüzünün bile insana muhtaç olduğunu söylemektedir. Zira her şey insan için sonradan yaratılmıştır. Mevlânâ, buradan hareketle “sana hizmet etmek, bütün varlık âlemine farzdır.”[4] diyerek, “her şeyi insanın emrine ve hizmetine verdik”[5] ayetine atıfla, bütün varlıkların insana hizmet etmesinin zorunluluğuna dikkat çekmiştir. En değerli inci candır. İnsan, Arş”tan da üstündür ve o, düşünceye sığmaz. Mevlana bu nu çok çarpıcı biçimde şöyle ifade eder:

Bu paha biçilmez şeyin değerini söylesem, ben de yanarım duyan da yanar.[6]

Mevlânâ, genel olarak insanın ilahi öz taşıdığının, kısacası değerli olduğunun pek farkında olmadığını esefle bildirmektedir:

Akıl da, tedbir de, fikir de sana kuldur. Böyle iken sen neden kendini ucuza satıyorsun.[7]

Mevlânâ’ya göre, böyle yüce değerlere sahip bir varlık, şayet kendi değerlerinin ve cevherinin farkında değilse, bedbaht bir insandır ve kendisine gerçekten yazık etmiştir.[8]

İnsanın bu durumu, bilgisizliği ve gafleti yüzünden kavrayamadığını söyleyen Mevlânâ, şöyle devam etmektedir:

Zavallı insan, kendisini hakkıyla tanıyamadı, bilemedi. Fazilet makamından geldi, lakin noksan âlemine düştü.

İnsan kendini ucuza sattı. Atlastı, kendini bir hırkaya yamadı gitti.

Yüz binlerce yılan ve dağ insanın hayranı iken, o niçin yılanın -mal ve mülkün- hayranı ve dostu oldu?

İnsan bir dağa benzer. Böyle sağlam iken insan nasıl aldanır, fitneye düşer de yılan gibi mal ve mülke hayran olur?[9]

Mevlânâ’nın belirttiğine göre insan, Yüce Yaratıcının esma ve sıfatlarına, O’nun “ahsen-i takvim” sırına mazhar olmayı hak eden en değerli biricik varlıktır:

Ve’t-tîn sûresindeki “Biz insanı en güzel şekilde yarattık.” âyetini oku. Ey dost, en değerli inci candır.

En güzel surette olan insan, hem arşın hem de düşüncenin üstündedir.

Bu paha biçilmez şeyin değerini söyleyecek olursam ben de yanarım, duyan da yanar.[10]

Mevlânâ’ya göre, insanın bu dünyada görünmesindeki maksat, yüce Allah’ın isim ve sıfatlarının tecelli ettiği bir ayna olmasından dolayıdır. Yüce Allah, insanın varoluş gayesini gerçekleştirebilmesi için onu en güzel şekilde yaratmış, ruhundan ona üflemiş, mükerrem bir varlık kılmış, ona beyan gücü vermiş ve eşyanın isimlerini öğrenecek zihni kıvamda donatmış, özellikle kendi benliğini ortaya koyabileceği ve bu sayede diğer tüm varlıklardan daha üstün olabileceği irade ile donaltmış ve yarattığı diğer varlıkları onun hizmetine vermiştir.

Ey Tanrı kitabının örneği insanoğlu. Ey şahlık gü­zelliğinin aynası mutlu varlık. Her şey sensin. Âlemde ne varsa, senden dışarıda değil. Sen her ne ararsan kendinde ara, çünkü her varlık sende.[11]

Sahip olduğu bu potansiyelleri iyi ve doğru şekilde kullanabilen insan, kemâl seviyesine ulaşarak, eşyanın hakikatini çözebilecek hale gelecektir. Böylelikle, zaman ve mekâna bağlanan bedenle, onun besleyici unsurlarının tasallutundan kurtularak Allah’a kavuşur. Zira Allah’tan geldiği gibi saf ve temiz olması insan için nihaî hedef olmalıdır.[12]

Mevlânâ Celaleddin’e göre vatanından koparılmış insan, aslına kavuşmak için ilâhî yolculuğu tercih etmeli, kendisi için zorunlu yol arkadaşı seçilen ve canavarlar mesabesinde olan nefsiyle korkmadan, sürekli mücadelede bulunmalı ve onu etkisiz hale getirmelidir. Ancak bunu, toplum hayatından, ferdî ve sosyal gerçeklerden kopmadan başarmak gerekmektedir.

İnsan, varlık ailesi içindeki şerefini, üstünlüğünü, yukarıda da belirttiğimiz gibi, doğrudan Allah’la irtibat kurabilen ruhundan, aklından ve gönlünden almaktadır. Bu doğrultuda Mevlânâ insanın kendi hakikatini bilmesini Yaratıcısını bilmekle, Rabbini bilmeyi de kendini bilmekle özdeş görür. İnsana verilen bu iç derinlik ve zenginlik yani kendini bulma ve gerçekleştirme gücü her insanda potansiyel olarak bulunmaktadır. Önemli olan bu potansiyeli aktüel hale getirmek yani gerçekliğe çıkartmaktır.

Mevlânâ’da insana gösterilen geniş hoşgörü ve müsamahanın temelinde onun taşıdığı öze olan güven ve ümit vardır. Bu konuda Mevlana, “Hangi tohum yere atıldı da bitmedi? Neden insan için de aynı şeyi düşünmüyorsun?” der.[13]

Varlık, anlamını insanla kazanır. Yaratıcı eserini insanla seyreder, zira insan hakkın gözü ve aynasıdır. İnsan geçirdiği bu kadar maceraya, tanık olduğu nice tufana rağmen kendi değerinin henüz farkında değildir.[14] Asıl görevini unutarak dünyevi basit işlerle övünenleri ahmak olarak değerlendiren Mevlana, bunların durumunu eşsiz değerdeki mücevherlerle süslü fiyat biçilemeyen bir hançeri, kokmuş bir leşi asmak için çivi yerine kullanıp daha sonra da “Ben bu aletleri işe yaramaz bir halde bırakmıyorum ve onları başka işlerde de kullanıyorum” diyen birinin mazeret ve hamakatına benzetir.[15]

İnsan varlığını bir cevhere dünya ve ahireti de bu cevhere bağlı arazlara benzeten Mevlânâ, asıl olan cevheri bırakıp da teferruatta kendini kaybedersen kendine yazık etmiş olursun der.[16]  Mevlânâ çoğu insanın gönlündeki bu potansiyelden habersiz yaşadığını teessüfle belirterek şöyle der: “Sen değerinle ve düşüncenle iki âleme bedelsin. Ama ne yapayım ki kendi değerini bilmiyorsun. Kendini ucuza satma, çünkü değerin yüksektir.”[17] Mevlânâ insanın kendi hakikatinden habersizliğini bedeni ve gönlü sembolize eden buğday çuvalı ile padişahın mührü teşbihleriyle şöyle örneklendirir. “İnsan bedeni buğday çuvalı gibidir ancak padişahın çok değerli mührünü barındıran bir çuval gibidir. Padişah: buğdayı götürene “O buğdayı nereye götürüyorsun! Benim mührüm onun içindedir” diye sesleniyor. O götüren ise mühürden gafil bir halde buğdaya batmıştır. Eğer padişahın mühründen haberi olsaydı, buğdaya iltifat edip onunla yetinir miydi?”[18]

Demek oluyor ki Mevlâna, insanın yüceliğinin teme­linde ondaki yaratıcı hürriyeti, yapıp-edici iradeyi görmektedir. Esasen Yaratıcı’nın nefhasını taşımak, sıradan bir yaratık olmamak budur.

Sonuç olarak insana iki noktayı, altını çizerek hatırlat­mak kaçınılmazdır:

  1. Kendini tanı, mucize arama
  2. Eser (yaratılmış) den geç, Müessir (Yaratıcı)i gör.[19]

Allah’ı bulanın hiçbir şeyi kaybetmeyeceği ve Allah’ı kay­bedenin hiçbir şeyi bulamayacağı şeklindeki kabul, Kur’anî anlayışın omurga noktalarından biridir. Rûmî, bu omurga noktaya sık sık parmak basar. İnsan yeli hissedip de buna vücut veren yelpazeyi sallayan eli aramıyorsa kendine yazık ediyor demektir. Yelpaze görünmüyor fakat yücelmiş benlik o görünmeyen yelpazeyi arar ve bulur.[20]

Mevlânâ’ya göre kuru bilgi yani entellektüel satır bilgisi insanı sarayın kapısına kadar getirir. İçeri girmek sadır yani göğüs veya gönül bilgisiyle mümkün olur. Entellektüel bilgiyle işin içinden çıkacaklarını sananlar, kapının önünde bekleyip duranlardır. Rûmî bunlara şöyle seslenmektedir:

Nice­ye dek perdenin ardında, kapının dışında duracaksın. Kapıdaki şu perdeyi yırtsana.”[21]


[1] Bkz. Ahzâp, 33/72.

[2] Fîh, s. 23.

[3] Mesnevî, c. V,  s. 291, b. 3575.

[4] Mesnevî, c. V, s. 291, b. 3577.

[5] Câsiye, 45/13.

[6] Mesnevî, c. VI, s. 83, b. 1005-1007.

[7] Mesnevî, c. V, s. 291, b. 3576.

[8] Kızıler, Hamdi, “Mevlânâ’ya Göre İnsan ve Değeri”, Tasavvuf Mevlânâ Özel Sayısı, Ankara 2005, s. 476.

[9] Mesnevî, c. III, s. 80, b. 1000.

[10] Mesnevî, c. VI, s. 83, b. 1005.

[11] Rubailer-II, s. 286, Rübâî:. 1382. Ancak insanın bu değeri ve şerefin beraberin­de getirdiği büyük sorumluluk ve çile de unutulmamalıdır.

[12] Kızıler, “Mevlânâ’ya Göre İnsan ve Değeri”, s. 479.

[13] Dîvân, c. III, s. 169, b. 1500.

[14] Öztürk, Yaşar Nuri, Mevlâna ve İnsan, s. 70.

[15] Fîh, ss. 24-25.

[16] Fîh, ss. 92-93.

[17] Fîh, ss. 24-25.

[18] Fîh, s. 305. Bu konuda fazla bilgi için bkz. Öztürk, Mevlâna ve İnsan, s. 67 vd.

[19] Öztürk, Mevlâna v e İnsan, s. 71.

[20] Dîvân, c. IV, s. 97, b.

[21] Dîvân, c. V, s. 96, b.