MEVLÂNÂ’YA GÖRE AŞK DİLE GETİRİLEBİLİNİR Mİ? *

A+
A-

MEVLÂNÂ’YA GÖRE AŞK DİLE GETİRİLEBİLİNİR Mİ? *

  1. Giriş

Mevlânâ Celâledîn er-Rûmî, hem ilmi, hem de aşk ve heyecanı ile düşünce ve gönül dünyamıza aşkınlık ufkunun sesi-soluğu olmuş, asırlarca düşünce ve aşk vadisinde rehberlik yapmış mümtaz bir kişiliktir.

Düşünce tarihimizde oldukça önemli bir yer tutan ve her yıl çeşitli etkinliklerle anılan Mevlânâ’nın eserlerine baktığımızda onun gönlündeki aşk çalkantılarının ve bu aşkın onda yaratığı etkilerin izlerini görürüz. Divan-ı Kebir‘de Mevlânâ için dönüm noktası olan Şems’in körüklediği aşk ateşinin izlerinden giderken, ötelere ulaşmanın tek yolunun aşk olduğunu aşkın halleriyle anlatmaktadır. Mesnevi ise hayatın dolambaçlı yollarında bir rehber vazifesi görmektedir. Ne de olsa Mesnevi, Kur’ân-ı Kerim’in Mevlânâ süzgecinden geçirilmiş ilginç, eğitici ve düşündürücü bir tefsiridir. Rubâiler‘indeki beyitler de Mevlânâ’nın aşk coşkusunun terennümleridir. Bunun yanında o, okundukça yeni yeni manalar keşfedebileceğimiz pek çok güzel eser bırakmıştır. Didaktik ve lirik tarzda olan bu eserler bizim hem gönül dünyamızın, hem düşünce âlemimizin, hem de ahlaksal boyutumuzun gelişmesi ve zenginleşmesinde önemli yer tutmaktadır.

Bu makalemizde biz, önce aşkkavramına kısa bir göz atıp, sonra Mevlânâ’nın aşka genel olarak bakışına değinecek, ona göre aşkı ifade etme imkânını irdeleyecek, devamla aşkı açıkça ifade edememe nedenlerini maddeler halinde inceleyecek, daha sonra da Mevlânâ’nın aşk betimlemelerini tasnif ederek bunların genel bir değerlendirmesini yapacağız.

 

  1. AşkKavramına Genel Bir Bakış

Aşk, taşıdığı anlam zenginliğinden ötürü yüzyıllarca filozoflar, edebiyatçılar ve mutasavvıflar tarafından baş tacı edilen, yoğun çağrışımlarıyla düşünce tarihinde önemli bir yer tutan, fakat buna rağmen tam olarak tanımlanamayan bir kavramdır. Aşk kimilerine göre insanın olmazsa olmaz değerlerinden birisi, kimilerine göre sakınılması, uzak durulması gereken bir tutku ya da hastalık olarak tanımlanmıştır. Aşk çoğunlukla birine ya da bir nesneye önüne geçilmez bir bağımlılık ve tutku ile yaklaşma ya da adanmışlık biçiminde ortaya çıkan güçlü bir duygulanım olarak değerlendirilmiştir. Bu bağlamda aşk, insan yaşamının zenginliği ve güç kaynağıdır.[1] Özellikle tasavvuf felsefesinde aşk kavramı önemli bir yer tutar. Bu anlayışta evrenin yaratılışı aşk ile izah edilir.[2]

Arapça aslı “ışk” olup sözlükte “şiddetli ve aşırı sevgi; candan sevme, tutkunluk; sevginin bir insanı tam olarak hükmü altına alması, bir kimsenin kendisini tamamen sevdiğine vermesi, sevgilisinden başka güzel görmeyecek kadar ona düşkün olması” anlamına gelir.[3] Lügat kitaplarında aşk kelimesinin sözlük anlamının, aynı kökten olup “sarmaşık” anlamına gelen aşeka ile yakından ilgili olduğu belirtilir. Buna göre sarmaşığın kuşattığı ağacın suyunu emmesi, onu soldurup zayıflatması ve bazen kurutması gibi aşırı sevgi de, sevenin sevdiğinden başkasıyla ilgisini kestiği, onu sarartıp soldurduğu için, aşk adını almıştır.[4] Aşk, “aşırı ve şiddetli sevgi”, akıl binasını yıkan ilâhî delilik” olarak da tanıtılır.[5]

Hem ilâhî, hem de mecazî anlamda aşk, edebiyatın ana temalarından birini oluşturmuş, bu kavram etrafında geniş bir aşk edebiyatı meydana gelmiştir.[6]

Aşk ve muhabbetin işlendiği hemen hemen bütün dinî ve lâdinî eserlerde aşk-ı hakikî, aşk-ı ilâhî, mutlak aşk adlarıyla hep Allah aşkı kastedilmiştir. Âşığın bütün merhalelerden geçerek sonunda ulaşacağı gerçek aşkın bu olduğu belirtilir. Manzum ve mensur müstakil tasavvufî eserlerle tasavvufî tevhitlerde yer alan aşk anlayışı bu olmuştur.[7]

Aşk, ilâhî birliği bir arada tutan zamktır ve bizim ikilikten birliğe ve varoluşa geçişimizi sembolize eder. Yaşadığımız insanî aşk bunun ancak soluk bir yansıması olsa bile İlâhî Aşk’ın varlığından etkilenmiştir.[8]

Platonik felsefe geleneğinde yer alan pek çok kimse aşkın aslî olarak fizikî arzudan çok daha yüksek bir değer olduğunu savunur. Kendi içinde bir nesneye, düşünceye ya da kişiye duyulan fiziki arzu, aşkın gerçek bir şekli, uygun bir görünümü olamaz.[9]

Birçok düşünür ve mutasavvıf aşkı kâinatın yaratılış sebebi olarak görür ve aşkı düşünce sistemlerinde merkez noktası olarak alır. Aşkı yaşayan ve yazan bir çok isim arasında akla ilk gelen isimlerden biri de şüphesiz Hz. Mevlânâ’dır. Şimdi onun, aşk anlayışına kısaca bir göz atmak istiyoruz.

 

  1. Mevlânâ’nınAşkKavramına Genel Bakışı

Mevlânâ aşkı kendisine maksûd edinmiş, aşkla özdeşleşmiş; aklı aşkın hizmetine ve aşkı da insanlığın hizmetine sunmuş ender simalardan biridir. O, Hak sevdasıyla, Hak yolunda, aşk yolunda yanmayı, olmayı ve ermeyi amaç edinir. Bu durum, Mevlânâ’nın çok yaygın olarak bilinen şu ifadesinde kendisini bütün açıklığıyla gösterir: “Hâsılı bütün sözüm, şu üç sözden artık değil: Hamdım, oldum, yandım.”[10]

Mevlânâ, aşktan bahsederken yerine göre farklı kavramlar kullanmaktadır. Mevlânâ’nın gerçek aşka “ilahi aşk”, “küll aşkı”, “ebedi aşk”, “Allah aşkı” gibi isimler verdiğini görüyoruz. Beşeri aşkı ise “cüz’i aşk”, “zahiri aşk”, “geçici aşk”, dünya aşkı” diye adlandırmaktadır. Onun aşktaki asıl amacı ve bütün beşerî aşkların ulaştığı son nokta gerçek aşk diye belirttiği, ilâhî aşktır. İlahi aşkla hedeflenen, insanın kendisinden geçerek her şeyde Allah’ın varlığını görmesi yani birlik âlemine ulaşmasıdır.[11]

Hakiki aşkın insanın asıl gâyesi olmasını isteyen Mevlânâ, onu, anlaşılır kılmak için, beşeri aşkla kıyaslama yoluna gitmiştir. Mevlânâ’ya göre, dünyadaki sevgililer yalnız bir bahanedir.[12] Gerçek Sevgili yalnız bir Allah’tır.[13] Yeryüzündeki her zerrenin Allah’ın ezeli ve ebedi aşkından dolayı başları dönmüştür.[14] Allah aşkının değdiği her yer O’nun aşkından titremektedir.[15] Alemde O’nun aşkından başka ne varsa can çekişmeden ibarettir ve fânidir.[16] Bunun için insan, suretten ve histen uzaklaşarak gerçek maşuku aramalıdır.[17] Beşeri aşk, ancak Allah’a ulaşmada bir basamak, bir merdiven görevi üstleniyorlarsa değerlidir.[18]

Mevlânâ’ya göre aşk olmasaydı, yaratma da olmazdı. Aşk, oluşun, büyümenin, tekâmülün ana ilkesidir. Aşk bir deryadır; semâvât ise onun üzerinde bir köpüktür. Kainat çarkını çeviren, hayatı bir safhadan ötekine yükselten, cansızdan canlıyı çıkaran hep aşktır. Kâinatı anlamak için akıl ve mantık yetmez. Aşk olmadan hayatın sırrı kavranamaz.[19]

İnsanın manevi alanda ilerleyebilmesi ancak ruhunu gıdalandırmasıyla olur. Bu gıda da Mevlânâ’ya göre, ancak aşktır.[20] Aşk sayesinde insanların iyi işleri meyve verip çoğalır. Aşk, çorak toprağı gül bahçesi haline getirir.[21] O, her türlü sanatın, faaliyetin temelidir.[22] Bunun için aşkın candan eksik edilmemesi gerekir.[23] Zira , aşksız geçen ömür, ömürden sayılmaz.[24]

“Ben aşkın aşığıyım”[25] diyen Mevlânâ’ya göre, aşk altın madenine düşmektir. Hatta “altın da nedir ki? Aşk ölümden kurtuluştur, baştaki tacın düşme korkusundan emin oluştur.”[26]

Mevlânâ’nın sevgilisi ve mesleği, şekli ve kılığı olmayan aşktır.[27] Mevlânâ, “Bizi aşkta, aşkı da bizde ara”[28] demektedir. “Zevâli olmayan aşkla bir rahimde yattım”[29] ve “aşka kul oldum”[30] diyen Mevlânâ, bu hâlinden memnundur ve bu hâli yaşamayanlara göre kendisini oldukça kazançlı görür.[31] Ona göre, aşkın olmadığı gönülde din bir aldatış ve aldanıştan ibarettir.[32] Zira, onun belirtmesine göre, bizim peygamberimizin yolu aşk yoludur. Biz aşkın çocuğuyuz, aşk da bizim annemizdir.[33] Yine ona göre, sevgi ve aşk insanlık vasıflarındandır. Hayvanların bu kavramlardan haberleri olmadığı gibi, bu duyguları yaşamaları da imkânsızdır.[34]

 

  1. Mevlânâ’da Aşkı İfade Etme İmkânı

Mevlânâ’ya geçmeden önce, aşkı ifade etme imkânı üzerinde genel olarak birkaç şey söylemek istiyoruz. Aşk kavramının, taşıdığı anlam zenginliğinden dolayı tarih boyunca filozof, şair ve aşka yakalananlar tarafından baş tacı edildiği, çeşitli çağrışımlarıyla düşünce tarihinde önemli bir yere sahip olduğu; yoğun bir duygu içermesi ve duyguların dile getirilme zorluğundan dolayı da tam olarak tanımlanamadığı görülmektedir.

Aşkın yüzyıllardan beri tanımı yapılmaya çalışılır. Yalnız bilim ve düşünce adamları değil, belki her yeni âşık çift bile ona kendilerince yeni bir tanım getirmeye çalışırlar. Buna rağmen aşkın tanımı yapılamaz. Aşk ancak tadılır. Tadan da aşkın ne olduğunu anlatamaz. Aşkıtanımlarsak, onu sınırlandırmış oluruz ve böylece anlamı en azından daralır veya kaybolur. Acı ya da tatlı nesnelerin tanımını yapabilsek bile acı ya da tatlıyı dimağımızda hissetmediğimiz müddetçe bu ikisi hakkında sadece terimsel bir bilgiye, eskilerin deyişi ile ilme’l-yakin bir bilgiye, sahip oluruz. Sezgisel ve duygusal yönü de olan bilgilerin tam olarak anlaşılabilmesi, onun hakka’l-yakin (bizzat yaşayarak) bilinmesine bağlıdır. Aşk da böyledir ve “Ateş düştüğü yeri yakar” atasözünde ifade edildiği gibi bütün boyutlarıyla onu ancak yaşayan bilir.

Aşkı anlatabilmek için yeryüzünde var olan dillerin dışında bir dil kullanmak gerektiği ileri sürülür ki bu da fiilen olmayanı şart koşmaktır yani imkânsızdır.

Aşka ilişkin felsefi tartışma onun doğası ile ilgili sorularla başlar. Aşkın bir özü ya da doğası olduğunu kabul ettiğimize göre, onun en azından bir dereceye kadar, uygun bir betimleme diliyle tasvir edilebilmesi gerekir. Aşkın epistemolojisi, bizim aşkı nasıl bilebileceğimiz, onu nasıl tanımlayabileceğimiz ve Âşık olmayla ilgili önermeler kurmanın mümkün ya da makûl olup olmamasıyla ilgili sorular sorar. Aşkın epistemolojisi, dil felsefesi ve duygu teorisiyle yakından ilişkilidir.

Aşkın analiz edilemeyeceği, felsefî bir incelemeye tâbi tutulamayacağı iddiası, aşkın böyle bir incelemeye konu edilmemesi gerektiğini, onun gizemine, görkemine, ilâhî veya romantik doğasına ödev gereği duyulan saygının bir gereği olarak, zihnin erişim alanının ötesinde bırakılması gerektiğini iddia etmekten farklıdır.[35]

Aşk, aşkın (müteal) kavramların, ölümlülerin saflıkları içinde pek kavrayamayacakları formların, akıl ve mantığın açımlayabileceği kavramsal gölgelerin izlerini yakalayabilecekleri daha yüksek alanına ait olan bir Platonik form olarak betimlenebilmektedir.[36]

Aşkın estetik bir tepki olduğunu düşünenler, aşkın, yol açtığı fakat rasyonel ya da betimsel dile dahil edilemeyen, bunun yerine, mümkün olduğu taktirde eğretileme ya da müzik tarafından dışa vurulabilen tutkular ve bilinçli duygular yoluyla bilinebileceğini savunur.[37]

Aşkı yaşamayan veya deneyimlemeyenler onun doğasını kavrayabilmeye muktedir değildirler. Onun gerçek doğasını kavramaya yetili olmayanlar, aşkı değil, fakat sadece fiziki arzuyu yaşayabilirler. Dolayısıyla, aşk herkesin, kendisini anlamanın belli bir şekilde ya da tarzda eğitilmeyi gerektirdiği daha yüksek melekeleriyle ilgili bir şeydir.[38]

Mevlânâ’ya gelince, onun temel hedefi, tasannudan uzak olarak, mütevâzı bir şekilde ve de dilin elverdiği ölçüde kendisini ifade etmek olmuştur. O, dili oldukça usta sanatçı düzeyinde iyi kullanmasına, çok sayıda mecaz, sembol ve kinayeden tutunuz, çeşitli hikâye ve tiplemelere kadar değişik usûl ve anlatım tarzlarına başvurmasına rağmen dilin eksik veya kusurlu olduğunun gayet iyi farkındadır. Mevlânâ, kelimelerin, kendi düşüncelerini, ruhunun sırlarını ve aşkını ifade etmede yeterli olmadığı kanaatindedir. Onun asıl amacı vezinli ve kafiyeli söz söylemek değil, gönüllere hitap etmektir.[39] Yine onun amacı, dil kafesinden kurtulup, dilin dar kalıplarını aşarak geniş alanlara özgürce açılmaktır. Bu konuda Mevlânâ şu çağrıda bulunur:

Çık dışarı şu sözlerden, ceylansın, senin yerin ovalardır![40]

Mevlânâ’nın, dilin meramı anlatmada acziyetiçinde bulunduğunu ve imkânlarının sınırlılığından şikayetçi olduğunu ve bunun gereği olarak da mecazî ve paradoksal ifadeler kullanmazorunda kaldığını başta belirtmek gerekir. Dîvân‘ında göze çarpan en belirgin şey, bendlerin sonunu genelde “sus !” diye bitirmesidir. Bu durumu, çok yoğun bir mistik tecrübe ve aşk yaşayan Mevlânâ’nın böylesine yoğun duyguları dile getirmesinin zorluğuna, hazmedilememe endişesine, bu tecrübeyi, bu mistik hâli ve duyguları ifade etmede dili yetersiz görüşüne, bazen de susarak hâl diliyle söylemenin daha uygun olacağını benimsemiş olması[41] gibi sebeplere bağlayabiliriz.

Mevlânâ, bizzat aşkın kendisini yaşayınca veya tecrübe edince, onu tanıma sığdırmak için ifadeye çalıştığı sözlerden ve o manevî zevki anlatamamış olmaktan dolayı utanır ve sıkılır. Zira o haz ve manevî zevk açık-seçik ifadelerden daha âşikârdır. Bir başka ifadeyle, onu süslü, edebî ve sana’at dolu veciz ifadelerle anlatmak onu maskelemek ve gizlemek demektir.[42] Aşk, bir yere kadar anlatılır, kelimeler kifayetsiz kalınca veya söz tükenince aşk yine gizemini korur.[43]

Mevlânâ, kendi engin ruh dünyası içerisinde coşarken, belki de sosyal sorumluluğu olmasaydı fazla konuşmak istemeyecekti. O, tasavvufu, ahlâkî bir telkin vasıtası gibi kullanmak istediğinden kelimelere başvurmak zorunda kalmıştır. Buna rağmen “harf dili” nin yetersizliğinden sıkça şikâyet eder. O, belirttiğimiz gibi, çok güçlü sanatına, kelimelerle çok rahat bir şekilde ustalıkla oynamasına rağmen, dilin dolayısıyla kelimelerin Allah’ı ve aşkını gereği gibi anlatamadığı inancındadır. Bundan dolayı da yer yer, harfsiz, dilsiz, dudaksız “hâl dili” ile “gönül dili” ile konuşmak gereği üzerinde durur.

Mevlânâ’ya göre aşk, bilgide, defterde, kitap sahifelerinde değildir. Halkın dedikodusu da değildir. Aşk öyle bir nur ağacıdır ki, dalları ezelde, kökleri de ebededir. Bu takdirde o, bilgiye sığmaz, okunmaya ve yazmaya dolayısıyla dile getirilmeye gelmez demektir. Uçsuz-bucaksız, zamansız ve mekânsız, sonsuz olan nasıl anlatıma sığacak veya sığdırılacaktır? Aşkın nasıl bir şey olduğu da sorulamaz. Zira o bir çeşit deliliktir, divâneliktir; delilere vurulan zincir türünden olmasa da, insanı zincire vurdurur.[44]Haliyle delilik-divanelik, rasyonel olmayan bir hal veya yaşantı, somut olmayan zincir veya esaret nasıl anlatılabilir?

Aşkı bana da sorma, başkasına da sorma; aşkı aşka sor; aşk dile gelir, söylerse âdeta inciler saçar a oğul.

Aşkın benim tercümanlığıma da ihtiyacı yok, benim gibi yüzlercesinin tercümanlığına da; gerçekleri söylerken onun yüzlerce tercümanı var a oğul.[45]

diyerek aşkın, dil ile değil, yine kendisi ile anlatılabileceğini belirten Mevlânâ, eserlerinde, özellikle Dîvân‘ında, ana tema olarak aşkı işlemesine rağmen, onun tanıtılamayacağı, dile getirilemeyeceği üzerinde durur.[46]Belki de aşkın bütün gücü, cazibesi, uyandırdığı heyecan ve çektirdiği çile onun bu anlaşılmazlığındandır. Aşkı tanıma ve aktarmada şiir ve müzik bir anlatım vasıtası olabilmektedir. Zira “şiir, gerçek ululuk ve beylik olan aşkın davulu, alâmeti”[47]olmaktadır. Müziğin dili ise evrenseldir, tercüme istemeyen bir ortak dildir. “Rebabın dili, Türk olsun, Arap olsun, Rûm olsun, âşıkların dilidir.”[48]Rebap aşk kaynağıdır, aşka çağrıştır, gönül ehlinin eşidir, dostudur. Bulut nasıl gül bahçesini sularsa, rebap da gönüllere sâki, ruha gıda olur.[49]Semâ (sazlı âyin, çalgılı zikir), diri kişilerin canlarına huzurdur.[50]

Mevlânâ Celâleddin er-Rûmî’nin şiir ve sanattaki gücü, yukarıda da belirttiğimiz gibi, dünyaca tartışmasız bir şekilde kabul edilmiştir. Doksan bini aşkın beyit söylemiş olan bir dehada, can sıkıcı, sakat veya cansız sayılabilecek doksan tane beyit aransa bulunmaz. Sanatta böylesine güçlü bir sîma da “aşkı ifade etme imkânı” tartışılır mı? sorusu akla gelebilir. Bu soruya aşkı açıkça ifade edememe nedenleri başlığı altında cevap arayacağız.

Başlığımızdaki “ifade etme imkânı” ilk etapta bir şeyi dile getirme, onun hakkında konuşma ve fikir verme, onu tanımlama, kısacası o şey hakkında söz söyleme gücünü içerir. Bundan dolayı burada, Mevlânâ’ya dayalı olarak, söz üzerinde biraz durmak istiyoruz.

Söz düşünceden kaynaklanır. Düşünme ise insanın en belirgin ayırıcı vasfıdır.[51]Söz söylemek, kişiye ve dış dünyaya ait birtakım imkân ve vasıtaları gerekli kılan bir eylemdir.[52]Söz, kaynağına göre değer taşır. O, iyiliğe, güzelliğe vasıta olduğu gibi, kötülüğe de vasıta olabilir. Hatta onun savaşkan doğası da vardır.[53]

Söz, dili de aşan bir fenomendir. Dille ifade edilen şeyler sözdür, ama dile gelmeyen, ifadesini bulmayan, ya da ifade kalıplarına sığmayan sözler de bulunmaktadır. İnsan dille kendisini gereği kadar ifade edememektedir. Dil, hem insanı meydana getiren, hem de insanın içinde kaybolduğu bir öğedir. “Dil bağımlı ama, söz özgürdür.”[54] Söz, düşüncedeyken daha canlıdır, dil kalıplarına girdiğinde o canlılığını kısmen yitirir.[55] Mevlânâ’nın ifadesine göre “söz hem gizlidir, hem de meydandadır!”[56] Onun, zâhir ve bâtın olmak üzere iki yönü vardır.[57] Sözün zâhiri olanını duymak kolay fakat bâtınını duymak ve anlamak o kadar kolay olmadığı gibi herkesin harcı da değildir.[58]Yerine, zamanına ve muhatabına göre bazen söz, bazen de sükût hoştur.[59]

Mevlânâ, sözü son derece kapsamlı olarak ele almaktadır. Onun mistik felsefesinde “arştan yere dek zerre zerre her şey konuşmadadır.” Tabiî bunların büyük çoğunluğu “lisân-ı hâl” ile konuşmadadır.[60] Ona göre söz, bir bakımdan mânayı açar ama on bakımdan da onu örter ve gizler. Söz, meramı ve maksadı ileten anahtar olduğu gibi, bazen de anlamı kapatan bir kilit niteliğindedir. O, maksadımızı ve hissettiklerimizi başarıyla ilettiğinde başarılı ve mutlu, iletemediğinde ise başarısız ve mutsuz oluruz.[61] Dil âcizdir ve görüneni anlatır; görünen şekil ise su gibi eriyip gidiveren gül yaprağına benzer.[62]

Dil, aşkı ve gönülde bulunanları anlatmada yeterli olmadığı gibi, onlara perde bile olmaktadır.[63] Mevlânâ, sözün perde olma niteliğini de aşarak, onun kendisine yer yer zarar verdiğini, hem ateş hem harman; hem bitmez tükenmez bir hazine, hem de dermanı olmayan bir dert olduğunu belirtir.[64]

Mevlânâ sözü, biçim (lafız/sûret) ve içerik (mana) yönüyle ele alıp, manayı toprağa, sözün formu demek olan lafzı ise kerpiç kalıplarına benzetir. “Toprak oldukça ve kerpiç döken, toprağı karıp dört sopadan meydana gelen kalıba döktükçe söz uzar gider.”[65] Başka yerlerde de o, manayı ışığa, deniz suyuna, lafzı ise muma ve köpüğe benzetir.[66] Manalar olmadıkça sûretlerin bir tadı olmaz. Örneğin sûretler zeytin yağı, mana ise ışık gibidir.[67] Yine sûretler veya lafızlar ölçek, mâna ise taneye benzer. Akıllı kişi taneyi alır, ölçeğe bakmaz.[68] Bundan dolayı mana, şekildenönemlidir ve mâna için şekilden geçilmelidir. Şekillerden geçen cana kavuşur, yücelere ulaşır.[69]

İmkânları sınırlı olsa da dil, türlü türlü zevkler ve olanaklar sunar.[70] Dil, konuşanın şahsiyetini yansıtır ama insan dili aşan bir realitedir. Bütün insanlarda, harf ve sesin ötesinde bir şey vardır ve her insan çok büyük bir âlemdir.[71]

Bütün bunlara rağmen, Mevlânâ’ya göre, dilin görüneni anlatma fonksiyonu vardır; bunun ötesini anlatmada dil âcizdir.[72] İmkânları sınırlı olsa da, söz söylemekten maksat bir fayda vermek, kalbi etkilemek, ahlâkı olumlu yönde değiştirmek ve birtakım incelikleri göstermektir.[73]

Mevlânâ’nın anlattıklarından, söz veya ifade yollarını, söyleme tekniği[74], kaynağı[75], içeriği[76], muhatabı[77] ve etkisi[78] bakımından kısımlara ayırmamız mümkündür.

Bir sûfi olarak Mevlânâ, ifade yolları içerisinde en çok dilsiz-dudaksız hâl diliyle olan anlatım tarzı üzerinde durmakta ve bu tür bir dille konuşmayıteşvik etmektedir.[79] Zira ona göre bu, en etkili anlatım yoludur. Yapraktan ve ağaçtan onun türü, meyve aşamaları veya mevsimler nasıl okunuyorsa, insandan da sessiz sözsüz çok hâller okunur.[80] Yine ona göre, gönlün sözü susmakla söylenir.[81] Dile gelmeyen, söze sığmayan can, dilsiz-sözsüz söylenir.[82] Hâl dilini en iyi şekilde yine hâl ehli anlar. Gelişmemiş, çocuk, câhil, gâfil, ham, sûret ehli ve mukallit olanlar hâl dilini okuyup anlayamaz.[83] Sevgili de hâl ve beden dilini en iyi anlayan, bunları en iyi okuyandır.[84]

Mevlânâ, en güzel şiirin dudaklardan dökülen değil de gönülde duyulan şiir olduğunu anlatmak istemiştir.[85] Daha doğrusu sözden öte, harften öte bir dil ile şiir söylemek gerektiğini belirtmiştir. Ona göre en aşağılık dil harflere dökülen dildir.[86] O, asıl dilin, paradoksal gibi gözükse de, kendisini dilsiz ifade eden dil olduğunu savunur. Bu tür söyleyiş daha iyi, daha güzel ve sözle anlatılanın aksine daha zararsız ve daha etkilidir.[87] Onun sözsüz, sessiz hâl diliyle konuşmaya başvurmasının ana sebebi, birçok şeyin sözlü anlatıma sığmaması, bir başka ifadeyle, dilin imkânlarının dar olması ve âşığın halini dilin anlatmaya yeterince elverişli olmamasıdır. Ağırlıklı olarak aşkı, ciltlerle dile getirmeye çalıştığı Dîvân-ı Kebîr, aşkı tanıtmaktan çok, onun tanıtılamayacağını gösteren bir âbidedir. Belki de aşkın bütün gücü ve güzelliği onun bu anlatılmazlığı ve anlaşılmazlığındadır.[88]

 

  1. Aşkı Açıkça İfade Edememe Nedenleri

a- Aşkın, Doğası Gereği Dile Getirilememesi

Tecrübelerin ortak özelliği dile getirilme zorluğudur. Aşk tecrübesi de, diğer tecrübeler gibi, doğası gereği, doğrudan doğruya yaşanan vasıtasız bir tecrübe olup rahat bir şekilde dile getirilemez, başkasına tam olarak aktarılamaz. Tecrübeler devamlı bir akış hâlindedir, onun esası sürekliliktir; hâlbuki dil de dâhil kavramlar, ancak bu akışı bir yerde kesmek, dondurmak suretiyle onu tahlil etmeye müsaittir. Tecrübenin akışı durdurulunca onu bozmuş oluruz. Binaenaleyh artık bizim tahlil ettiğimiz şey, realitenin kendisi değildir. Biz bir şeyi gördüğümüz an onun bizde yarattığı intiba ile o gördüğümüz şey hakkında yaptığımız açıklamalar, hiçbir zaman birbirinin aynı değildir; dilimizi ne kadar mükemmel hâle getirirsek getirelim, söylediklerimiz bizim gördüğümüz gerçeği hiçbir zaman aynen yansıtmayacaktır.[89]

Bilindiği gibi lafızlar, anlamı gösterme işlevi görür, anlam ise özne ve nesne arasındaki ilişkide ortaya çıkar. Hâlbuki aşkta, gerek kavramlar, gerekse çıkarımlar geri plana atılmış, bunların yerine duygu ve yaşayış ön plana geçirilmiştir. Aşkın şekli-kılığı yoktur.[120] Şekli-kılığı olmayan nasıl ifade edilebilir? Âşık için asıl olan mâşukunu hissetmesi, onu yaşamasıdır, yoksa onun gâyesi yaşadıklarını başkalarına ispat etmek değildir. O, aşkını başkalarına anlatma ve ispat etme kaygısı çekmez.[91]

Aşk bitmeyen bir his, yaşandıkça kesilmeyen bir duyuş ve hissediş olduğu için o, her türlü şekli, kalıbı aşmakta; nazma-kâfiyeye de sığmamaktadır.[92] Bunun için Mevlânâ, “Aşkın sıfatını söylemeye koyulursam yüz kıyamet kopar da yine noksan kalır”[93] demektedir.

Dil aşkı nasıl anlatsın? Aşkı anlatmada dil acze düşer. Mevlânâ’nın benzetmesiyle sözcükler âdeta bir oluktur, aşk deryası bu daracık oluğa nerden sığacak?[94] Davul sesini duymayan kulak, rumuzlu mânevi sırları ve fısıltıları nasıl duyar?[95] Aşk, yücelerdedir, herkes ulaşamadığı için bilemez, bilemeyince de anlatamaz.[96]  Zaten aşk, idrake ve anlayışa sığmaz.

Sözü kabuk içinde, gizli-kapalı söylüyorum; bu sözün canı aşk; ne düşünceye sığar, ne söylemeye imkân var.[97]

Aşk, düşünceye sığmayınca hâliyle dile de dökülemez. Bir başka ifade ile aşk, idrake ve anlayışa sığmayınca, anlatışa da sığmaz.

Âşıklık nedir? Adamakıllı susuzluk; şu hâlde âb-ı hayat kaynağını anlatayım ona.

Hayır, söylemeyeyim, onu susarak anlatayım, anlatışa sığmaz zaten, susarak anlatayım.[98]

Aşkı şerh etmek ve anlatmak için ne söylersem söyleyeyim… asıl aşka gelince o sözlerden mahcup olurum.[99]

Sevgilimiz aşktır, şekli kılığı yoktur bizce.[100]

… Bu ateşli hikâye (aşk) harflere sığmıyor, sözle anlatılmaktan üstün.[101]

Aşkı, yüz binlerce dille övsem yine de onun güzelliği, alımı, bütün bu güzelliklerden, bütün bu alımlardan üstündür, bu övüşlere sığmaz.[102]

Sus, söyleme, kumları saymaya kalkışma; sayıya sığmayan şeyi nasıl sayabilirsin ki?[103]

A gönül her nağmenin önü vardır, sonu var, yeter artık, sonunu getir şu nağmenin, ne diye son yok ona?[104]

Yeter, bu söz, anlatılmaya sığmaz; ağza gelmez… hatta bütün zerreleri açsan, her birini bir ağız hâline getirsen yine anlatılamaz.[105]

Aşkın anlatılamaz oluşu, bir bakıma, mâşukun anlatılamaması demektir.

Âşıklar aşka girişirler; fakat onun güneşi doğdu mu, gözler kamaşır, diller tutulur.[106]

Aşk insana kendinden gelir, öğrenmekle elde edilmez.[107] Öğrenmekle elde edilmeyince öğretilen dille de ifade imkânı bulunup öğretilemez. Âşığın feryadı azalınca aşkı artar. Mevlânâ âşığın bu hâlini, “ateş çok alevlenince dumanı çıkmaz olur”[108] şeklinde belirtmektedir.

Yine aşk ateşi artınca âşıkın gönül suyu fokur fokur kaynamaya, ses çıkarmaya başlar.[109] Fakat o, bu kaynamadan, ses çıkarmadan yani konuşmadan da vazgeçmiştir. Mevlânâ’nın belirtmesine göre, bundan da öte, âşık, ilimden de, amelden de, sözden de vazgeçmiştir.[110]

Aşk mezhebinde aşkın yolu yoktur.[111] Yolu ve anlatım imkânı olmayana nasıl gidilecek ve o nasıl anlatılacaktır? Zira aşk, can tatlığıdır, tüm tattır; tadın, tadışın ise zâti bir şekli, bir rengi yoktur.[112] Burada tat denen duygunun ne şekli vardır ne de rengi vardır. Aşk bizzat tat, tamamen tatlılık olduğundan, zıttı yoktur, tadının benzer tatlılığı da olmayınca onu hissederiz ama tanımlayamayız.

Mevlânâ aşkı güneşe, herkese ışık veren bir nura, yüce bir yıldıza benzetir.[113] Onun bu benzetmesi aşkın evrensel, yüce, genel bir kavram olduğuna işaret eder. En genel kavramların da mantıkta tanımlanamayacağını bilmekteyiz. O, “Aşkın sıfatını söylemeye koyulursam yüz kıyamet kopar da yine noksan kalır.”[114]demektedir. Aşkı anlatmaya zaman yetmediğine göre o anlatışa sığmaz ve tanımlanamaz demektir.

Aşkı, benzer şekilde, “denizden ayrılıp gelen ve gönüle dökülen bir kol” olarak tanıtan Mevlânâ, devamla, denizin, incinin yerinin daracık gönül olamayacağını belirtir.[115] Gönlün almadığı, kendisine sığdıramadığı anlam ve mana denizini dil kepçe kepçe (sözcüklerle) nasıl aktarabilir?

Mevlânâ, başka bir yerde aşkı, dalları ezelde kökleri de ebette yani başlangıcı ve sonu olmayan âlemdeki ağaca benzetir.[116] Başlangıcı ve sonu olmayan bir şey ne bilgiye, ne deftere, ne akla ne de dil kalıbına yani ifadeye sığar! Mevlânâ’ya göre aşk ve can gizlidir.[117] Gizli olan nasıl açığa çıkartılarak anlatılabilir?

Mevlânâ, bir beytinde, “Bana her an dîvanelik geliyor ama Allah’a and içerim ki şu hâlden haberim bile olmuyor, ne yapayım”[118]demektedir.Kendisinden haberi bile olmayan âşık, bu dîvanelik içinde kendisini nasıl anlatabilir? “Bu canlar, o meydanda cansız hâle gelir.”[119] Cansız, hâlsiz düşen âşık da hâliyle konuşamaz.

Bir şeyi ifade etmek için onun akıltarafından kavranılması gerekir. Aşk, doğası gereği, akıl tarafından kavranılamamaktadır. Bundan dolayı insan aklı, aşkla ilgili düşünceler arasında bağ kurup onları anlamlı bir şekilde kelime kalıplarına dökerek dile getirmede acze düşmektedir. Mevlânâ’ya göre, akıl, bütün yolları-yordamları bilir de aşkın yolunu-yordamını bilemez, şaşırır-kalır;[120] aklı-fikri karışır gider.[121] Bilemeyen, şaşkınlık geçiren, şaşıran ve aklı-fikri karışan kişi, bir şeyi düzgün olarak nasıl anlatabilir?

Aşk, her çeşit şekilden arıdır.[122] Bunun için o tanımlanamaz. Harf kap, mâna su gibidir.[123] Kab, sınırlı olanı taşır, koca anlam denizini küçücük kaplara sığdırmak veya onlarla taşımaya çalışmak ne derece mümkündür? Bunun için akıl, aşk alanında topallar, düzgün yol alamaz.[124]Bütün akıllar, anahtar kesile aşk kilidini açamaz.[125] Akıl onu açamaz, açamayınca anlayamaz, anlayamayınca da anlatamaz veya hakkında konuşamaz!.

Aşk, kendisi de, dili de gariptir. Bunun için o anlatılamaz, anlatılmaya çalışılsa da anlaşılamaz.[126] Kısacası, aşkı anlatmak aklın harcı değildir.[127] Aşk deliliği, yüz binlerce kâinat dolusu akıldan daha iyidir; çünkü akıl, baş davasına girişir, aşkınsa ne başı vardır, ne ayağı.[128]Başı, ayağı, tedbiri, düzeni, rasyonel tutumu olmayan nasıl hadde (tanıma), hududa sığar da tanımlanabilir? Akıl karşısında aşk güçlüdür.Aşk, zincirini bir oynattı mı Eflatun’un bile aklı zıvanadan çıkar.[129] Böylece, güçlü olan karşısında aşkı anlatmak iyice cılız kalanın harcı değildir!.

Aşk kasırgasına karşı akıl, bir sivrisinekçiktir.[130] Yani aşk karşısında direnmeye veya onu anlatmaya aklın mecali yoktur. Âşıklık halinde akıl kalmıyor ki o aşkı anlatabilsin veya aktarabilsin! Zira akıl, aşk meydanında topal bir eşektir.[131]Akıl, kendisi bile oturacak, yerleşecek bir yere-yurda sahip değilken[132], kendini, sınırlarını ve gücünü bile tam olarak anlamış ve oturtmamış iken, akıl nasıl anlayıp, manasını oturtsun yani tanımlasın?Akıl, aşk alanında ince tetkiklere girişemez. Bu incelemeyi yapamayınca da onu anlayıp anlatamaz.[133] Akıl aşka yabancıdır, onu tanıyamayınca tanımlayamaz da![134]Akıl, beden kaygısı çeker. Beden kaygısı çekenlere aşk anlatılmaz.[135] Âşıkların yanında aklın açıklamalarda bulunmaları alaya alınır. Öyleyse akıl ayağa düşmemek için susmalı, aşkı anlatmaya kalkışmamalıdır.[136]

Dil, aşkın doğmasının veya varolmasının nedeni olan sevgiliyi anlatmada âcizkalır.

Anlatılışı hiçbir dile sığmaz, imkân yoktur onu anlatmaya …[137]

Söyleyeyim desem söze gelmiyorsun, gizleyeyim desem bu daha beter; ululuğundan ne dünyaya sığıyorsun, ne gizli âleme.[138]

Seni nasıl anlatayım, nasıl bildireyim; çünkü ebedî olarak anlatış senden âciz, bildirişin haberi bile yok senden.[139]

Dilim de ona ulaşmaya gitti, canım da; fakat onu anlatacak dil nerede bende?[140]

Sus, beyit düzüp durma, senin evine konuk olan (sevgili) ne beyitlere sığar, ne evlere-konuklara.[141]

Dilin sevgiliyi anlatmada yetersiz kalışının temelinde aklın âcizliği yatmaktadır. Akıl bu konuda âciz olunca, haliyle sevgiliyi ve onun aşkını tanıtmada da yetersiz kalıyor demektir.

… Ondan az bahset; çünkü akıl sözü, ondan bahsedemez, haddi bile değildir onun.[142]

Ey sözünden kalıp susan, ey eşinden ayrı düşen; nasıl oldu da o keskin aklını yitirdin de böyle şaşırıp kaldın?[143]

Dilin sevgiliyi ve aşkı anlatmada âciz kalışının bir nedeni de onun ağza, şekle/sûrete sığmayışıdır.

Gerçeklerin canısın sen, aynı zamanda gönüller alan hayaller de sensin, şu ağza sığmayan yüce, büyük şekiller, sûretler de sensin.[144]

Sevgiliye ve dolayısıyla aşka ait sırları ifade edememe kaygısı da bunları anlatmada dili acze düşürür.

Yeter artık, senin sırrın zaten dille dudakla anlatılamaz; şu anlatış da iyilerin hayali gibi baş köşelere gider kurulur.[145]

Yine sevgiliyi ve aşkı anlatmada dilin âciz kalışının bir diğer nedeni de onun eşi ve örneğinin olmayışıdır. Bilindiği gibi mantıkta, cinsi, ayrımı, eşi ve benzeri olmayan bir şey tanımlanamamaktadır.[146]

Fazla, eksik, bunca lâkabını söyledim ama o derece eşi-örneği yok ki yüzlerce örnek getiriliyor da yine anlatılamıyor.[147]

Dil, sevgiliyi vasfetme ve övmede âcizkalır. Mevlânâ sevgiliye, “aklımızın aklı”, “sarayın direği”, “gökyüzündeki Ay”, “şehrin padişahı”, “Süleyman”, “hoş soluklu Mesih”, “zamanın Nuh’u”, “can”, “Hâlil”, “Mustafa’nın nuru”, “güzellik Yusuf’u”, “arı-duru inci”, “Güneş’in canı” … gibi adlar ve sıfatlarla seslenmesine rağmen, devamla,

Sus ki kıyâmete dek, belirtilerini söylesen, yine de gizli bir defineden bir arpacık göstermiş olursun ancak.[148]

Sus, bitir artık a gönül; görüyorsun ki o güzellik lakaplara sığmıyor.[149]

diyerek, onu vasfetme ve övmede dilin âciz kalacağını anlatmak istemektedir.

Mâşûka duyulan özlemi anlatmada da dil âcizdir. Mevlânâ, sevgiliye duyulan hasreti ifadede dil, yazı, mektup ve elçinin acze düşeceğini belirtir.[150]

Âşığın gücü ve takatinin kalmayışı ve hayretinin iyice artması da onu ifadede acze düşürür.

Söylemeye gücüm kudretim yetseydi söylenecek neler söylerdim, neler söylerdim de gökteki canlarla melekler bile beğenirlerdi.[151]

Mevlânâ şu beyitlerde, dilin aşkı ve mânevi sırları ifadede âciz kaldığını doğrudan dile getirmektedir.

Söz, bu hâlin övüşüne gelince kalem de kırıldı, kâğıt da yırtıldı.

Hiç deniz, bir kaba sığar mı? Aslanı bir kuzu kapıp götürebilir mi?[152]

Mevlânâ, canı anlatmanın zorluğunu ve bu konuda acze düşüleceğini, aşağıdaki cümleleriyle şöyle dile getirir:

Canım, aşka binlerce ince, gizli şeyler konuştu; öylesine söyleştiler ki o sözler, ne harfe sığar, ne söze.[153]

Dil, bin türlü konuşan bir papağan olduğu hâlde gönlün hâlinin sırlarından yüzde birini anlatamaz. Zira, âşıkların gönül sırları anlatılıp yazılamaz.[154]

Mevlânâ’ya göre aşkın ne olduğunu aşka sormak gerekir. Aşkın, Mevlânâ’nın açıklamasına ihtiyacı yoktur. Aşkın tercümanı yine aşkın kendisidir.[155] Aşk, tatmayanın anlayamayacağı bir zevktir. Anlaşılmayınca nasıl anlatılsın? Zira aklı başında olan kimseler aşk sarhoşunun zevkini asla anlayamaz.[156] Kim aşkı seçerse sarhoş olur, iradesi elinden gider.[157] Sarhoş ve iradesiz olan da yine aşkı nasıl dile getirebilsin? Aşkın dile getirilmesinden ziyade onun yaşanması teklif edilir. Dile getirilmek istense bile o, beden dili, can dili ve gönül diliyle ifade edilir.[158]

Yeri yurdu yıkan şey nasıl olur da mekâna sığar? Haddi olmayan nur, nasıl olur da hadde girer?[159]

Mevlânâ hâl ve hâlvetin yaşanarak anlaşılacağını, bunun anlatışa sığmayacağını defalarca söyler durur.[160]

“… Kuyruğu güdük söz, sırları nasıl anlatabilir?”[161] diye soran Mevlânâ, sırlara vâkıf olmak ve bu alanda söz söylemek için canın, iki büklüm olmuş feleğin çarkından dışarı sıçraması gerektiğini söyler.[162]

Aşk âleminin güzelliklerini görmek için göz gerekir, söz değil.[163] “Gözün bir an içinde gördüğünü dil, yıllarca söylese anlatamaz”[164] “… Kuyruğu güdük söz, sırları nasıl anlatabilir?”[165] Bundan dolayı, diyor Mevlânâ,

Eğer bundan ötesini anlatmaya kalkışırsam ahmaklık etmiş olurum. Çünkü bunu açmak, bunu anlatmak, anlayışın ötesindedir.

Söylesen akıllar hayran olur, yazsam birçok kalem kırılır.[166]Zira Ağaçların yapraklarını kim sayabilir? Sonu olmayan şey, nasıl söze sığar?[167]

Aşkı deşifre etmemek, âmiyane tabirle onu ayağa düşürmemek gerekir. Aşkı sır olarak saklamak onun doğasına daha uygundur. Bir Hak âşığı olarak Mevlânâ’nın bir kısım düşüncelerinin sırlar içerdiğine ve bunları açıklamak istemediğine, aşağıdaki cümlelerinde, tanık oluyoruz.

… Andolsun Allah’a, şu gönülde, söylenecek ne ince sözler var, yalnız söylemeye imkân yok![168] “Burada artık sus, dudağını yum.!..[169]“… Ben o sözleri anlatamam ki!.”[170] “… Bu söylediklerimi gizli tutmanı, hiç kimseye söylememeni dilerim. Bu mektuptaki sözlerde bir sır var; öbür sözler, onu tamamlayan sözler. Bu düşünceden kaçıp kurtulmanın çaresi de vardır, hem de hatırımda ama, yazmaya imkân yok.”[171]Zaten halden anlamayana hal arz edilmez, aşktan anlamayana da aşk söylenmez. Sır, ancak sırrı bilenle eşittir. Sır, onu inkâr eden kişinin kulağına söylenmez.[172] Sevgilinin sırlarını gizli kapalı geçmek daha güzel; dilberlere ait sırları, başkalarına ait sözler içinde söylemek daha hoştur.[173]

Bu bahisler (mana âlemi, aşk, vuslat, hâl, hâlvet…) buraya kadar söylenebilir. Bundan sonra ne zuhura gelirse gizlenmesi gerekir.

Söylense de faydasız. Yüz binlerce cehdetsen de anlatmaya çalışsan yine açığa çıkmaz.

At ve üzengi deniz kıyısına kadar gider. Ondan sonra tahtadan bir at (gemi) gerek.[174]

Mevlânâ, aşk sırlarını anlatmaya ruhsat verilmediğini belirtir. Yani bir güc, âşığın konuşmasını âdeta engellemektedir.

Kime aşk sırlarını öğrettilerse,

Ağzını diktiler, söz söyletmediler.[175]

Dilin âciz kalıp, aşkı anlatamamasıdoğalgörülür. “Birçok insanın kalbi bu sözlerle dolu olabilir. Fakat onları kelime ve cümleler hâline getiremezler. Her ne kadar söylemek ister de, söyleyemezlerse buna şaşılamaz ve bu kimselerin durumu, aşka mani değildir. Belki esas olan kalbin dileği aşk ve sevgidir.”[176] Aşağıdaki beyitler, aşkın anlatılamama nedenleri hakkında fikir verecek niteliktedir.

Aşk, gönül şehrini boyuna yağma eder durur da âşık, onun için dağınık sözler söyler.[177]

Aşk, ucu bucağı bulunmaz derin ve ulu bir denizdir. Başlangıcı bilinmeyen sırlarla dolu bir deryadır o. Canlar, onda hep boğulmuş bir hâldedir. Onun bir damlasında umut, üst tarafında hep korku vardır.[178]

Bön adam ne söyleyebilir; güneşten ancak bir zerre, uçsuz bucaksız denizden bir katre olan kişi, şu sonsuz (aşk) macerayı nasıl anlatabilir?[179]

Ey tulum, burası mademki ırmak kıyısı değil, ağzını kapat. Bu şeker denizinin ne kıyısı var, ne kenarı![180]

Biraz önce, dilin âciz kalıp, aşkı anlatamamasının doğal olduğunu söyledik. Bu doğallığı, yoğun aşkınıyaşarken âşığın yaşadıklarını dile getirmede ikilem içerisinde kalmasına da taşıyabiliriz. Zira o, mâşukunu müşâhede ederken o hâlin zevki ve sarhoşluğu içerisinde kendinde değildir; o zevk hâli sona erdiğinde de zevki ve gördükleri geride kalmıştır. Bu durumu Mevlânâ’nın aktardığı şu hikâyeden gayet rahat çıkarabiliriz: Bir padişah dervişin birine: “Allah’ın huzurunda, Allah’ın tecellisine ve yakınlığına mazhar olduğun anda, beni hatırla!” dedi. Derviş: “O huzurda, güzelliğin güneşi bana vurunca ben kendimi bile hatırlamıyorum, seni nasıl hatırlayayım?” cevabını verdi.[181] Bir başka yerde de Mevlânâ, “Ben kendimi bile bulamıyorum, sözü nerden bulacağım?”[182] diyerek hem tevazû göstermekte, hem de Hakk âşığının yaşadığı derin tecrübenin etkisiyle bir hayli yıprandığını ve bu yıpranmışlık içerisinde kendisini ifade etmede zorlandığını anlatmak istemiştir.

Fakat tüm bu dile getirilemeyişine rağmen aşk, gizlenemez de. O, dille olmasa da hâlle kendisini belli eder.

Fakat aşkı örtmek nedir? Ateşi yün ve pamuk içinde gizlemek? Ne kadar örtersen o kadar meydana çıkar!.

Ben onu örtmeye çalıştım mı o, bayrak gibi baş kaldırır, işte buracıktayım der.

Benim inadıma o, iki kulağımdan yakalar da, a kendi bildiğine giden, beni nasıl örteceksin, nasıl gizleyeceksin? Hadi gizle bakalım, der.

Derim ki: Bu tenim küp içinde mahpus… fakat şarap gibi küp içinde ıslık çalmaktayım.[183]

 

b- Sözün veya Dilin Yetersizliği

Aşk, bir imaj uyandırmak, hakkında fikir edindirmek için kelimelerle tasvire çalışılır. Onun aslını, hakikatini anlatmaya dil kâfi değildir. Zira Mevlânâ’nın belirttiği gibi, “gerçek mananın kelime ve cümlelerle belli olması (yani onların tam anlamıyla açığa çıkması) mümkün değildir.”[184] Bilindiği gibi dil, görüneni anlatır, hâliyle o, sınırlı olanı anlatır. Âşık da sınırları aşmak istediğine göre imkânları sınırlı olan dil, onu anlatmada yeterli olmayacaktır.

Düşünce sözü aştığından, insan, her düşündüğünü dil kalıbına sokmada âciz kalacaktır. Aşkı ucu bucağı bulunmayan ulu bir denize, kelimeleri de kepçe ve testiye benzeten Mevlânâ, “Denizi testiye dökersen ne alır ki?”[185], “Ağa, sayılı balıktan başka ne sığabilir ki?[186] diye sorar. Zaten aşk denizi sırlarla doludur.[187] Sırları ise anlatmamak, ele vermemek gerekir.

Mâna, ölçü ve kalıba sığmamaktadır. Bundan dolayı da manalar, sözlerle anlatılamamakta veya en azından noksan anlatılmaktadır.[188]Mevlânâ’ya göre, mânayı şiire sığdırmaya çalışmak, onu heder etmek demektir.[189] Bunun için o, hem sözden bîzârdır, hem de dilin sınırlı oluşu ve meramını ifadede âciz kalışından dolayı üzülmektedir.[1120] O, dilin anlam karşısındaki aczini, şöyle ifade eder.

Bunun ötesini anlatmada dil âcizdir; dilin işi-gücü, görüneni anlatmaktır zaten.[191]

Bu mâna, kelâma gelmez, bu söz, hitama ermez. Dalgalar yorulur, köpükler durulur, denizler bâki.[192]

(Öyleyse) bu aczinden ağzını yum, söze gelmeyen şeyi söylemeye kalkışma![193]

Söz, oldukça önemli ve değerli olmasına rağmen, meramı anlatmada özellikle aşk gibi duyguları anlatmada yeterli değildir. Mevlânâ’ya göre söz, bir davula benzer. Davulun rolü aşkı duyurmaktır, duyurmak (yani ses ve söz) ise başkaları içindir; başkaları için olan da önemli değildir.[194] Yine ona göre söz, çocuk oyuncağına[195], sineğin kanat çırpmasına[196] ve eşeğinin boynundaki çıngırağa benzer.[197] Yine söz, ırmak kıyısında çamaşırları gereksiz yere dövmek gibi boş bir uğraştır.[198] Söz, mâna değirmenine ancak bir laklaka, beyhude bir dırıltıdır; hâlbuki değirmen dırıltıyla değil suyla döner.[199]

Bunlara ilâve olarak Mevlânâ’nın, “a harfle ses arasında kokuşup kalan …”[200], “… Bu üstünü dil anlatamaz ki!”[201], “Binlerce defa söyledim sana, sus dedim, fayda yok sözden…”[202], “… Dilin gücü-kuvveti yok..!”[203] ifadelerinden de, sözü yeterli görmediği anlaşılmaktadır. Ona göre söz kabuk,ayak ve bağdır,[204] bundan dolayı o, aşkı ve meramı ifade etmede yetersizdir.

Söz, özellikle mana alanında, değerli ve yeterli değildir.[205] Dildekiler değil gönül ve gönüldekiler değerlidir.[206] Söz bir hayal olduğundan insanın ona saplanıp kalmaması gerekir.[207] Bunun için dil, aşkı ve sevgiliyi anlatmada çok daha yetersiz kalmaktadır.

Gökler kadar geniş bir ağız isterim ki o meleklerin bile kıskandıkları güzeli öveyim. Feryad ü figan, o ağza sığmaz.

Hatta bu çeşit bir ağza sahip olsam, yahut bunun yüz misli geniş bir ağız elde etsem yine de feryâd u figan, o ağza sığmaz.[208]

“Dildeşinden (mâşûkundan/gönlünü kaptırdığından) ayrı düşen, yüz türlü nağmesi olsa bile dilsizdir”[209]diyen Mevlânâ, aşk ıstırabını dile getirmenin zorluğunu ve bu konuda dilin yetersiz kalışını tekrar belirtmek istemektedir.

Yine, yaşayanın mâşuk olduğunu, âşıkın ise bir ölü ve perde olduğunu belirten Mevlânâ, bunlarla aşkı dile getirmede dilin âciz kaldığına işaret etmektedir. Zira ölünün anlatım mecali yoktur; haliyle anlatılanlar da halini açığa vurayım derken aslında halini perdeleyen, gizleyen çabalar olmaktadır. Bir çağdaş şairimiz bu durumu destekler nitelikte şöyle demektedir:

Susarak anlattım bütün gizliyi

Sakladım duygumu ben konuşarak.[210]

Aşk konusunda söz veya dil yetersiz, akıl da âciz kalınca[211] aşkı ne anlatacaktır? Bu sorunun pratik cevabı, aşkı yine aşk anlatacaktır.

Susayım, susayım da aşk, kendisini kendi anlatsın , canı besleyip geliştiren, ucu sonu olmayan bir anlatışa dalsın.[212]

Geceleri benim hâlimi ancak benim gibisi bilir;

Yanıp yakılanların geceleri nasıl geçer; ne bilirsin sen?

Birisi âşıklık nedir? diye sordu;

Dedim ki: benim gibi olursan bilirsin.[213]

 

c- Sözün Yetersiz Kalışı Yanı Sıra Zarar Doğurması

Söz, bazen meramı ifade etmede yetersiz kaldığı gibi, bazen de zarara sebep olur. Bunun için Mevlânâ, söz yanlısı değildir.

Sus ki dil, baştan-başa ziyandır; ne diye kaçıyorsun dile doğru?[214]

“Perdeyi kaldır ve açıkça söyle ki ben, güzelle gömlekli olarak yatmam” dedi.

Dedim ki: “ O, apaçık soyunur, çırılçıplak bir hale gelirse ne sen kalırsın, ne kucağın kalır, ne belin!”[215]

Sözün zararlarından şöyle bahsedilir: Söz incitir[216], sevgiliyi ve aşkın tadını kaçırtır.[217] İnsanı oyalar ve işten-güçten alı kor[218]; bakış ve görüşü etkiler[219], düşünceleri dağıtır.[220] Söz, düşünceleri dağıtmakla kalmaz, şüphe ve yadırgamaya yol açarak, anlamın sâfiyetini de bozar.[221] Bundan dolayı söz kara yüzlüdür. Özü, yüzü ve gerçeği perdeleyip, güzeli müşâhede etmeye engel olur. O, gerçeğin üzerini örten toz gibidir.[222] Hâliyle bu toz, aşk sırrını da kapatır.[223] Söz, insana sıkıntı-zahmet verir[224], baş ağrıtır[225], gönlü derde-tasaya düşürür[226], sırları deşifre eder, ayıbı ortaya çıkarır[227]; yel gibi, saman gibi uçar ve gönlü sıkar gider.[228]

Söz, kişiyi yerinde saydırır, âşığı yorar ve onu uyutur; uyuttuğu gibi ayıltır ve zevkinden de eder.[229] Mevlânâ’ya göre söz tehlike de arz eder. Zira o, tuzaktır[230], ateşi söndüreceğine alevlendirir ve yayar[231], yılan gibi ısırır[232], kibre düşmeye vesile olur[233], başı derde sokar[234]; inatlaşmaya, kavgaya, ayrılığa hatta savaşa bile yol açar.[235]

 

d- Yaşama Problemi

Tasavvufta önemli bir yer tutan ve dilimize “Tatmayan bilmez” şeklinde geçen bu sözü aşk alanına taşımak uygun düşecektir. Aşkı da tatmayan veya yaşamayan, gerçek boyutuyla bilemeyecektir. Hâl ehlini ve onların dilini en iyi şekilde yine hâl ehli anlayacaktır. Gelişmemiş, çocuk, câhil, gâfil, ham, sûret ehli ve mukallit olanlar aşk hâlini anlayamaz, hele dile hiç dökemezler.[236] Aşkı yaşayanlar birbirinin halinden ve dilinden daha iyi anlarlar.[237]

Aşk insanı cansız hale sokar; cansız, hâlsiz bir durumda olan âşık da hâliyle konuşamaz. Onun bu güçsüzlüğü, kendi zayıflığından ziyade, yukarıda da belirttiğimiz gibi, yaşadığı tecrübenin karakterinden kaynaklanmaktadır. Bu konuda Sultan Veled, şunları söylemektedir: “Bu mesel değil, misâldir. Akıl, bilgi ve zeka ile bunu hâlletmek imkânsızdır. Bu havada sıdk ve aşk kanadıyla uçmak lâzımdır. Yazı öğrenmeden okunamayacağı gibi, tatmayan da bu hâli bilemez; … açıklamaya ve dile bundan fazlası gelmez.! … Meselâ, bir insan karadan yola çıksa, kara yolunun menzillerini, şehirlerini dağlarını, sahralarını, çimenliklerini, ormanlarını anlatabilir. Bunlar tasvire sığar, fakat bu adamın yolu gide gide denize dayansa, bu deniz üzerindeki yolculukta gâyeye ulaştıktan sonra kat ettiği menzilleri, yolları nasıl anlatabilir? Kalem buraya geldi kırıldı!.”[238]

Aşkın ne olduğunu tanımlamak ve onu anlatmaktan ziyade yaşamak önemelidir. Bunu Mevlânâ şöyle anlatmaktadır. “Mecnun, Leylâ’ya mektup yazmak istedi, kalemi eline alıp şu beyti yazdı: Hayalin gözümde, adın ağzımda, yâdın kalbimde. Ben nereye yazayım? Senin hayalin gözlerimde yerleşmiş, adın dilimden düşmüyor, yâdın canımın içinde yer etmiş, o halde mektubu kime yazayım? Sen ki bu yerlerde gezip dolaşıyorsun. (Bunun üzerine) Mecnun, kalemi kırıp, kâğıdı yırttı.

Birçok insanların kalbi (aşka dair) bu sözlerle dolu olabilir, fakat kelime ve cümleler haline getiremezler. Her ne kadar söylemek ister de söyleyemezlerse buna şaşılmaz ve bu kimselerin durumu, aşka mani değildir. Belki esas olan kalbin dileği, aşk ve sevgidir. Meselâ çocuk sütün âşığıdır ve ondan yardım görür, kuvvet alır. Bununla beraber sütü anlatamaz ve onun tarifini yapamaz, cümleler haline getiremez ve “Ben süt içmekten ne zevk alıyorum? Onu içmemekle nasıl zayıflıyorum, üzülüyorum!” diyemez. Fakat buna rağmen yetişkin bir kimse, her ne kadar yüz türlü şeylerle sütü anlatsa, tarif etse de, o bunlarla, sütten hiçbir tat alamaz.”[239]

Hazret-i Mevlânâ,“Aşk düğün sahibidir. Güveyi olan odur. Ben onun davulcusuyum.”[240]diyerek, davulcunun yani konuşanın aşkın niteliğini anlatamayacağını, onu ancak ilân edebileceğini söyler. Zira aşkı tatmayan onu bilemez, bilmeyen ise nasıl anlatabilir?Aşağıdaki beyitlerde bu gerçek dile getirilir:

Aşk yolunda Süleymanlık etmemişsin; bütün kuşların dillerini nerden bileceksin sen?[241]

Söyleyeyim mi sana, hoca, yukardan-aşağıdan ne diye bahsetti durdu? Kendisi alt-üst olmadı da ondan.

Dört ayakla, iki ayakla dünyanın çevresini döndü-dolaştı amma deniz, hiç başından aşmadı hocanın.

Hoca, kendince pek iyi bir hale gelmiş, öyle sanıyor; halbuki hummaya tutulmuş hasta gibi, hatta ondan da beter.

Delil getirmede, inat etmede, savaşmada aşırı vardıkça vardı; fakat candan, can zevkine dair delilden hiçbir haberi yok.

Bahis yolu, inattır, itirazdır, delil getirmedir; gönül yoluysa baştan başa zevktir; baldır, şekerdir.[242]

Aşkı yaşamayan, âşıkların halleriyle ilgili bilgi de edinemez. Zira âşıklar kendi hallerini anlatmada zaten zorlanmaktadırlar. Zorlanmasalar bile, kendi hallerinden anlamayanlara, dışta olanlara kendilerini arz etmek istemezler. Zaten, Mevlânâ’nın da belirttiği gibi, aşk sırları layık olandan başkasına söylenmez.[243]

Mevlânâ’ya göre “… Zevk söylemede, sözde olsaydı her zerre, söze gelirdi, söylerdi.”[244] Bu zevki tadan bilir; onun dışında olan ne onu tam olarak anlayabilir, ne de dile getirebilir.

Bu söze dayanamazsın sen, çünkü suyun dışındasın.[245]

Anlamak için çile çekmek, ezilmek, mâna değirmeninde öğütülmüş olmak gerekir.[246]

Kısacası âşığın hâli, tattığı zevk ve bunun akabinde hissettikleri dar söz kalıplarına sığmayacaktır.

Bilir misin, deniz neden kabarıp coşar, dalgalanıp köpürür? Benden işit, çünkü deniz adamıyım, denizdeyim ben.

Kabı dar gelir kendine, geniş yer ister de sonucu su, havalara kalkar.[247]

Aşkı yaşamayanlar aşkın da âşığın da halinden anlamayacaklar hatta onu delilik /dîvanelik olarak göreceklerdir. Sebeplere bağlı yüze takılıp kalanlar kolayca görünüşe dayalı olarak karar verdiklerinden veya konuştuklarından dolayı gerçeğe dayalı olarak konuşmayan çoğunluğun desteğini yanlarında bulurlar ve öteyi, perdenin arkasını gören aşk adamını horlar, incitir, yarım akıllı ilan ederler. Halbuki sebepler ve görünüşler âleminden dışarı nice sırlar vardır ki bu, göklere doğru uçmak için gerekli olan aşk ile yakalanır.[248] Mademki akıl, perdenin hep bu yanını görür, mademki sır hep arka tarafta aşkla bakabilenler için saklı kalır ve mademki çoğunluk aşk adamının daima yukarıyı, öteyi gören yaratıcı benliğini takdir edemez, o halde aşk eri, kalabalığın ölçülerinden anlayış beklememelidir. Bu noktada Mevlânâ, çıkar yol olarak, kitleyi, kalabalığın kabullerini umursamamayı önermektedir. Bu, Rûmî’nin sisteminde dîvânelik adını alır. Dîvânelik, aklın tüm güçlerini kullanmış olan hak erinin aşka yükselmesiyle kitleden gördüğü nankör tepkiye karşı takındığı bir aldırmazlık-umursamazlık tavrıdır.[249]

 

e- Seviye Problemi

Bu başlıkla, halden anlayamayacaklarından dolayı halka aşkı açıklama gereği duymama kastedilmektedir. Mevlanâ, aşkı ve bir takım manevî ince sırları halkın anlayamayacağı veya

yanlış anlayabileceği yahut onların hazmedemeyeceği endişesiyle, açıklamaktan kaçınmaktadır: “Bu söz , çok misâl ister, çok şerh ve izah ister. Fakat avamın anlayışı sürçer diye korkuyorum …”[250], “Başka sözlerim de var ama onları söylemeyeyim”[251], “Bu sırlara herkes dayanamaz, başı döner, darma-dağın olur gider”[252], “…bu türlü sırlar halka nasıl söylenebilir? Kalem buraya geldi ucu kırıldı”[253], “…Ben bu sözü kısa kesiyorum, her aşağılık kişi, sırları duymasın diye.”[254] Mevlânâ’nın ifadesiyle, “aşağılık kişiler”, anlamadıkları kişileri veya aşk ehlini hor hakîr bir hâle getirirler. Söyleyen yüce ve değerli şeyler söylese bile o söylenenlerin değerini ve derecesini düşürür.[255]

Kısacası o, her şeyi, her zaman, her yerde ve herkese açmak istemez. İlâhi aşk ve mânevî sırlar söz konusu olduğunda Mevlânâ’nın ketumluğu ve hassasiyeti daha da artmaktadır. “…Sonra, söylenmesi imkânsız olan başka bir şey daha var ki, onu konuşmak için hem zaman ve mekân, hem de dost ister.”[256]

Âşıkın hâlinden âşık olan anlar düşüncesini işleyen Mevlânâ, âşk ve gönül ehli olmayana kendisini açma yanlısı değildir:

Yüzün güzel ama canın kafesi tahtadan, kaç git benden; yanarsın; çünkü dilim-sözüm bir alevdir benim.[257]

Âşıkın hâlini veya hissettiklerini, yaşadıklarını, dışta olan kişi anlama ve yorumlamada zorlanacaktır. Bu, “tatmayan bilmez (men lemyezuk la ya’rif)” esprisiyle, diğer tecrübeler için de geçerlidir. Yukarıda da belirttiğimiz gibi, gelişmemiş, çocuk, câhil, gâfil, ham, sûret ehli ve mukallit olanlar aşkı anlayamayacakları için onlara aşktan bahsetmemek daha uygun olur.[258]

Mevlânâ’nın, aşkı ve bu konuda hissettiklerini anlatamama gerekçelerinden birini de onun edep anlayışına bağlamamız mümkündür. Zira edep, dinleyicilerin veya halkın anlayış seviyesini düşünmeyi, yanlış anlaşılmamaya çalışmayı da gerektirir.

Ben o sözleri anlatamam ki…![259]

Bundan fazla söylemem…[260]

Bunu anlatmak edepten dışarıdır.[261]

Bu dikkatine ve edebine rağmen âşık, bazen kendini zapt edemez ve deli-dîvane kesilir. Mevlânâ bu durumu doğal karşılamakta ve bir noktaya gelince aşkın dilinden anlamayan halkı umursamaz olmaktadır.

Bana her an dîvanelik geliyor ama Allah’a and içerim ki şu hâlden haberim bile olmuyor, ne yapayım?[262]

 

  1. Aşkı İfade Etme Tıkanmışlığını Aşma Çabası

Âşık veya yoğun mânevi duygulanım içerisinde olanlar, hallerini dile getirmedeki aczini biraz kırmak için mecaza, sembole ve hikâye yollu anlatıma başvururlar.[263] Bunlar, yer yer, paradoksal ifadeler de kullanır. Bu başvuru ve kullanımın nedenini biz, üslûp tarzı, ifade tercihi, sana’at kaygısı yanı sıra temelde tıkanmışlığa bağlamaktayız. Aşkı ifade etmeye çalışırken bu tür anlatım ve kullanım tarzlarına başvurma nedenlerini şöyle sıralayabiliriz.

İlk etapta, dilin gücünün oldukça sınırlı olması ve gizli kalması istenen sırları saklama çabası.

İkinci olarak, aşkın idraki zorlaması, zihni terletmesi ve bunun sonucunda derin anlamların sade bir dile dökülebilme imkânının bulunmaması.

Üçüncü olarak, “âşığın hâlinden âşık olan anlar” anlayışı gereği, nasıl olsa bu tecrübeyi yaşayanın bu sözleri anlayacağı rahatlığı. Ya da, bazen Mevlâna’nın yaptığı gibi, üst idrak seviyesini muhatap edinme, seçkin (havâs)lerin anlayabileceğini düşünme.

Dördüncü olarak, aşkın doğası gereği veya sarhoş edici etkisi altında âşığın, elinde olmadan böyle konuşmak zorunda kalışı yahut kendisini zaptedememesi.

Hâlini unut da iç dedi, çünkü âşıkların ne iradeleri vardır, ne ihtiyarları ellerindedir.[264]

Her ne görürsen kendinden haberin yokken görürsün; andolsun Allah’a, kendinden haberin oldukça o, perdeyi açmaz bile.[265]

Bundan da öte, pervasızlık ve işi deliliğe vurmak da âşığı paradoksal ifadeler kullanmaya iter.

Aşk delidir, biz delinin delisiyiz. Nefis emmâre (kötülüğe zorlayan) dir, biz emmârenin emmâresiyiz.[266]

Mevlânâ, ehliyetsiz ve aşırı cüretkâr kişilerin aşkla ve mânevî alanla ilgili bazı paradoksal ve mecazi ifadeleri yanlış yorumladıklarından şikayette bulunup, bu gibi ifadelerin saptırılmadan ve çarpıtılmadan, olduğu gibi, anlaşılmasını ister.[267] Ona göre, medresede öğrenilen zâhir bilgisi bu tür paradoksal ifadeleri yorumlamada oldukça yetersiz kalır. Bunu başarmak için aşk ve seviyeli dostlar gerekir.[268]

 

  1. Sonuç

Aşk, taşıdığı anlam zenginliğinden ötürü yüzyıllarca filozoflar, edebiyatçılar ve mutasavvıflar tarafından baş tacı edilen, yoğun çağrışımlarıyla düşünce tarihinde önemli bir yer tutan, fakat buna rağmen tam olarak tanımlanamayan bir kavramdır.

Mevlânâ aşkı, kâinatın yaratılış sebebi olarak görmüş ve onu düşünce sisteminin merkezine oturtmuştur. O, sevgilisi ve mesleğinin, şekli ve kılığı olmayan aşk olduğunu belirterek, aşkı kendisine maksûd edinmiş, aşkla özdeşleşmiş; aklı aşkın ve aşkı da insanlığın hizmetine sunmuş ender simalardan biridir. Yine o, Hak sevdasıyla, Hak yolunda, aşk yolunda yanmayı, olmayı ve ermeyi amaç edinir.

Mevlânâ, aşktan bahsederken yerine göre farklı kavramlar kullanmaktadır. Onun aşktaki asıl amacı, bütün beşerî aşkların ulaştığı son nokta olarak görüp, gerçek aşk diye belirttiği, ilâhî aşktır. İlahi aşkla hedeflenen, insanın kendisinden geçerek her şeyde Allah’ın varlığını görmesi yani birlik alemine ulaşmasıdır. Mevlânâ’ya göre, dünyadaki sevgililer yalnız bir bahanedir. Gerçek Sevgili yalnız bir Allah’tır. Bunun için insan, suretten ve histen uzaklaşarak gerçek maşuku aramalıdır. Beşeri aşk, ancak Allah’a ulaşmada bir merdiven görevi üstleniyorlarsa değerlidir.

Aşkı ifade etme imkânı”, onu dile getirme, tanımlama, hakkında konuşma ve fikir verme, aşk hakkında söz söyleme gücünü içerir. Bundan dolayı, Mevlânâ’da söze ve sözün gücüne eğilmek gerekir. Mevlânâ, sözü son derece kapsamlı olarak ele almaktadır. Onun anlattıklarından, söz veya ifade yollarını, söyleme tekniği, kaynağı, içeriği, muhatabı ve etkisi bakımından kısımlara ayırmak mümkündür. Bir sûfi olarak Mevlânâ, ifade yolları içerisinde en çok dilsiz-dudaksız hâl diliyle olan anlatım tarzı üzerinde durmakta ve böyle bir dille konuşmayateşvik etmektedir. Zira bu tür söyleyiş daha iyi, daha güzel ve sözle anlatılanın aksine daha zararsız ve daha etkilidir. Onun sözsüz, sessiz hâl diliyle konuşmaya başvurmasının ana sebebi, birçok şeyin sözlü anlatıma sığmaması, bir başka ifadeyle, dilin imkânlarının dar olması ve âşığın halini, dilin anlatmaya yeterince elverişli olmamasıdır. Zira Mevlânâ’ya göre, dil âcizdir ve görüneni anlatır; görünen ise içerik ve manayı karşılamamaktadır. Mana, şekildenönemlidir. Manalar olmadıkça sûretlerin bir tadı olmaz.

Mevlânâ’da, aşkı açıkça ifade edememe nedenlerini araştırdığımızda, ilk olarak,aşkın doğası gereği dile getirilemeyeceği engeliyle karşılaşmaktayız. Diğer tecrübeler gibi, aşk da, doğrudan doğruya yaşanan vasıtasız bir tecrübe olup rahat bir şekilde dile getirilemez, başkasına tam olarak aktarılamaz. Aşkta, gerek kavramlar, gerekse çıkarımlar geri plana atılmış, bunların yerine duygu ve yaşayış ön plana geçirilmiştir. Aşkın şekli-kılığı, sınırı ve kıyısı yoktur. Şekli-kılığı, sınırı ve kıyısı olmayan şekilsiz ve hudutsuz şey ifade edilemez. O, arıdır, dile gelmez ve mânalara sığmaz.

Aşk bitmeyen bir his, yaşandıkça kesilmeyen bir duyuş ve hissediş olduğu için o, her türlü şekli, kalıbı aşmakta; nazma-kâfiyeye de sığmamaktadır. Aşkı anlatmada dil acze düşer. Mevlânâ’nın benzetmesiyle sözcükler âdeta bir oluktur, aşk deryası bu daracık oluğa nerden sığacak? Gönlün almadığı, kendisine sığdıramadığı anlam ve mana denizini dil kepçe kepçe (sözcüklerle) nasıl aktarabilir? Âşık bazen kendisini kaybeder. Kendisinden haberi bile olmayan âşık, bu dîvanelik içinde kendisini nasıl anlatabilir? Mevlânâ, aşkın karakteri gereği idrak ve anlayışa sığmadığını defalarca ve ısrarla belirtmektedir. Aşk idrake ve anlayışa sığmayınca, anlatışa da sığmaz ve haliyle o, tanımlanamaz. Aşkı anlatmaya zaman da yetmez. Zaten âşığın, aşkını başkalarına anlatma ve ispat etme diye bir kaygısı da yoktur.

Aşkın ifade edilemeyeceği hususunda Mevlânâ’nın en güçlü savunması kendisini aşk-akıl ilişkisinde belli etmektedir. Zira onun temel anlayışına göre aşk, doğası gereği, akıl tarafından kavranılamamaktadır. Bundan dolayı insan aklı, aşkla ilgili düşünceler arasında bağ kurup onları anlamlı bir şekilde kelime kalıplarına dökerek dile getirmede acze düşmektedir. Haliyle dilin âciz kalıp, aşkı anlatamamasını doğal karşılamak gerekmektedir.

Mevlânâ’da aşkı dile dökememenin önemli bir nedeni, dilin meramı anlatmada yetersiz kalmasına dayandırılır. O, aşkın aslını, hakikatini anlatmada dilin yeterli olmadığını, hatta yer yer onun zarar verdiğini defalarca belirtir. Mevlânâ’nın, dilin imkânlarının sınırlılığından şikayetçi olduğunu ve bunun gereği olarak da mecazî ve paradoksal ifadeler kullanma zorunda kaldığını görmek zor değildir.

Aşkı ifade edememenin bir başka nedeni de yaşantı sorunudur. Yani aşk, onu yaşamayanın, tatmayanın anlayamayacağı bir zevktir. Mevlânâ, bizzat aşkın kendisini yaşayınca veya tecrübe edince, onu tanıma sığdırmak için ifadeye çalıştığı sözlerden ve o manevî zevki anlatamamış olmaktan dolayı utanır ve sıkılır. Zira o haz ve manevî zevk, açık-seçik ifadelerden daha âşikârdır. Bir başka ifadeyle, onu süslü, edebî ve sana’at dolu veciz ifadelerle anlatmak onu maskelemek ve gizlemek demektir. Aşk, bir yere kadar anlatılır, kelimeler kifayetsiz kalınca veya söz tükenince aşk yine gizemini korur. Aşkın, dil ile değil, yine kendisi ile anlatılabileceğini belirten Mevlânâ, eserlerinde, özellikle Dîvân‘ında, ana tema olarak aşkı işlemesine rağmen, onun tanıtılamayacağı, dile getirilemeyeceği üzerinde durur. Belki de aşkın bütün gücü, cazibesi, uyandırdığı heyecan ve çektirdiği çile, onun bu anlaşılmazlığında yatmaktadır.

Mevlânâ’nın aşkı açıkça ifade etmeme gerekçelerinden biri de seviye problemidir. Onun, aşkı ve bir takım manevî ince sırları halkın anlayamayacağı veya yanlış anlayabileceği yahut onların hazmedemeyeceği endişesiyle, açıklamaktan kaçındığı anlaşılmaktadır.

Mevlânâ’nın aktardığı hikâyeler, kullandığı mecazlar, sembolik anlatımlar, tasvirler, teşbihî dil hatta paradoksal ifadeler, onun aşkı dile dökmedeki tıkanmışlığı biraz olsun aşmak için gösterdiği çabalar olarak görülebilir.
* Yazının tümü için bakz. Emiroğlu, İbrahim, “Mevlânâ’da Aşkı İfade Etme İmkânı veAŞK  Betimlemeleri“, DEÜ. İlâhiyat Fakültesi Dergisi, İzmir 2009, Sayı: XXVII, Yıl: 2008, ss. 1-40.

[1] Edebiyatımızdaki aşk olgusu ile günümüzde televole programlarına konu olan aşk karşılaştırıldığında aşkta ciddi bir sapmanın ve mahiyet değişikliğinin meydana geldiğini görürüz. Modern çağda aşk, haz alma duygusu olarak izah edildi. Geçici haz alma duygusunu aşk diye adlandırmak aşka en büyük hakareti yapmak demektir. Gizlenen güzellikte bir gizem vardı. Bir istek, merak ve heyecan uyandırıyordu. Televole kültürü ile güzelliğin bütün gizemi tahrip oldu, mahremiyet tüketildi ve aşkın gerçekleştiği önemli bir alan zararlı ve tehlikeli hale getirildi. Hayatın devamı için gerekli olan kadın-erkek birlikteliğinin en sağlam bağı olan sevgi ve aşk, alınıp satılabilen ve iştahla tüketilebilen bir eşyaya dönüştüğünden beri aile kurumu da ciddi bir şekilde yıprandı. Bu tür geçici hazlar, aslında kalıcı bunalımların, çağımızın moda hastalığı olan stresin ana kaynağıdır.

[2] Vural, Mehmet, İslam Felsefesi Sözlüğü, Ankara, 2003, s. 42 (Aşk).

[3] Develioğlu, Ferit, Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lûgat, Ankara 2001, s. 47; Doğan Mehmet, Büyük Türkçe Sözlük, İstanbul 1996, s. 78; bkz. Ruzbihan Baklî, “Aşkın Aslı Hakkında”, Aşk Risaleleri, çev. M. Fatih Birgül, İstanbul 2000, s. 98.

[4] Âsım Efendi, Kâmus Tercemesi, İstanbul 1272, c. III, s. 23.

[5] İbn Kayyım el-Cevziyye, “Ravzatü’l- Muhibbîn ve Nüzhetü’l-Müştakîn”, Aşk Risaleleri, çev. M. Fatih Birgül, İstanbul 2000, s. 109-110; et-Tahânevî, Muhammed Ali İbn Muhammed, Keşşâfu Istılâhâtı’l-Funûn, Beyrut 1998, c. III, s. 284.

[6] Mahiyeti itibariyle mecazî, maddî, beşerî; felsefî, tasavvufî, ilâhî, hakikî; behîmî (hayvanî), tabiî, ruhanî, aklî ve ilâhi olmak üzere çok aşk çeşidinden bahsedilir. İslâm kaynaklarında bunlar değer sıralamasına göre sonuncudan başa doğrudur. Behîmî aşk hiç tasvip görmemiştir. Hatta bazıları aşkın her çeşidine karşı çıkarak bunun yerine muhabbet kavramını kullanmıştır. Örneğin İbnü’l-Cevzî, İbn Teymiyye ve İbn Kayyim’e göre aşk, insanı insan yapan aklı, fikri ve muhakemeyi yok eder. Çünkü aşk bir çeşit cinnet halidir. Bu sebeple aşk yolunu tutan mutasavvıflar çoğunlukla akla ve mantığa meydan okumuşlar, düşüncenin ürünü olan ilmi hiçe saymışlardır. Düşünce haliyle aşk hali birbirine zıttır. Düşünce yok olduğu nispette aşk hâkim olur. Şuuru yok eden ve hissi bir hal olan aşk bu bakımdan makbul bir şey değildir. Aşk bir ifrat halidir. Halbuki fazilet ifratla tefrit arasında bulunan itidal halidir. Şu halde şuur ve idrak halini yok eden aşk bir fazilet olamaz. Aşk ölçüsüzlüktür, âşık da dengesizdir. Ölçüsüzlük ve dengesizlik hiçbir zaman iyi bir şey değildir. Aşk insanın gözünü kör, kulağını sağır eder. Haliyle o, irade bozukluğu, ruhî ve kalbî bir hastalıktır. Aşk bir kemal hali olmadığı için Allah’ın vasfı değildir. Allah âşıktır veya maşûktur denemez. Bu durumda kulun Allah sevgisi ancak muhabbet diye adlandırılabilir. Görüldüğü gibi aşkı reddeden bu İslâm âlimleri, aşk yerine muhabbet unsurunu bütün boyutlarıyla işlemişler ve İslâm dininin bir sevgi dini olduğunu nakli delillere bağlı kalarak izah etmişlerdir. Öte yandan, tabii bir şekilde cereyan eden beşeri aşkı da anlayışla karşılamışlar, ancak bunun ifrata götürülmemesi ve tabii sınırları içinde bırakılması lâzım geldiğini ifade etmişlerdir. (Uludağ, Süleyman, “Aşk (Tasavvufta)”, T.D.V. İslâm Ansiklopedisi, İstanbul 1991, c. IV, ss. 15-16.)

[7] Uzun, Mustafa, “Aşk (Edebiyat, Kültür ve Sanat), T.D.V. İslâm Ansiklopedisi, İstanbul 1991, c. IV, s. 18.

[8] Baldock, John, Mevlânâ Gizli Öğretisi, çev. Nihan Pekmen, İstanbul 2006, s. 244-245.

[9] Mosley, Alex, “Aşk”, Felsefe Ansiklopedisi, ed. A. Cevizci, İstanbul 2003, c. I, s. 663.

[10]Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Dîvân-ı Kebîr, Çeviren ve Hazırlayan: Abdulbâki Gölpınarlı, (Kültür Bakanlığı Yayınları), Ankara, 1992, c. V, s. 69, b. 815.

[11] Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Rubâiler, Çev. Nuri Gençosman, M. E. B. Yay., İstanbul, 1974, c. II, s. 189, b. 925.

[12] Mevlânâ, insanın beşeri aşka tutulmasının da Allah’ın dilemesiyle gerçekleştiğini ve âlemde her şeyin çiftini aradığını, bu yönelişin ise tabii olduğunu dile getir. (Mevlânâ Celâleddin Rûmî Mesnevî, Çev. Veled İzbudak (M.E.B. Yayınları), İstanbul, l99l, c. III, s. 359-361, b. 4401-4420.)

[13] Rubâiler, c. I, s. 56, b. 267; s. 44, b. 206; c. II, s. 332, b. 1598; Dîvân, c. V, s. 320, b. 3880-3881.

[14] Rubâiler, c. I, s. 77, b. 370

[15] Rubâiler, c. I, s. 82, b. 394

[16] Mesnevî, c. I, s. 294, b. 3686; c. II, s. 54, b. 705-710.

[17] Mesnevî, c. II, s. 54, b. 700-704.

[18] Mesnevî, c. IV, s. 5, b. 80. Ayrıca bkz.Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Fîhi Mâ Fîh, Çeviren: Meliha Ülker Anbarcıoğlu, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, İstanbul, 19120, s.188. [(Geçici aşk herhangi bir şeye gönül vermektir. Sûfilerce bu aşk da iyidir. Çünkü seven adamda, varlık benlik bırakmaz, âdeta onu gerçek aşka hazırlar. Bu bakımdan “Mecaz (yani geçici aşk) hakikatin köprüsüdür” demişlerdir. İnsanda gerçek aşk, yani Allah’a âşık olmak tecelli edince o, artık güzele değil, güzelliğe âşık olur ve mutlak güzelliği her şeyde görür. Sonucu, kendi mevhum varlığı kalmaz, Mutlak ve Gerçek Varlık’la var olur ki bu da birliğin gerçekleşmesi demektir. Dîvân, c. I, s. 406. (Çevirenin açıklaması)]

[19] Aydın, Mehmet S. “İkbal’in Eserlerinde Mevlânâ” Mevlânâ ile İlgili Yazılardan Seçmeler, der. Vedat Genç, İstanbul,1994, s. 35.

[20] Mesnevî, c. III, s. 247, b. 3034. Mevlevî âyinleri, güfteleri itibariyle genellikle Hz. Mevlânâ’nın ilâhî aşkı işleyen âşıkane gazelleriyle, Mesnevî’sinden seçilmiş bu konudaki beyitlerin bestelenmesinden meydana geldiği için hemen tamamen aşk konusunu işler. Bunlar arasında, “Beste-i Kadîm” adıyla tanınan ve ilk üç Mevlevî âyininden biri olan Hüseynî âyininde yer alan ve daha sonra pek çok âyinde de tekrar edilmiş olan, güftesi Mevlânâ’ya nispet edilen, şu çeviri kıtası

Âh mine’l-aşk ve hâlâtihi                       Ah güzelin aşkına hâlâtına

Ahraka kalbî bi harârâtihi                      Yandı yürek aşk harârâtına

Mâ nazare’l- aynü ilâ gayriküm            And içerem gayrı güzel sevmezem

Üksimü billahi ve âyâtihi                       Allah’a ve Allah’ın âyâtına

pek meşhurdur ve aşk konusunun âyinlerde nasıl önemli bir yer tuttuğunun da en açık ifadesidir. (Uzun, Mustafa, “Aşk(Edebiyat, Kültür ve Sanat)”, T.D.V. İslâm Ansiklopedisi, c. IV, s. 21)

[21] Dîvân,c. II, s. 6, b. 30.

[22] Dîvân, c. III, s. 402, b. 3880

[23] Dîvân, c. I, s. 8, b. 15.

[24] Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Macâlis-i Sab’a (Yedi Meclis), Çeviren ve Hazırlayan: Abdulbâki Gölpınarlı, Konya, 1965, s. 43.

[25] Rubâiler, c. II, s. 249, b.1206.

[26] Dîvân, c. II, s. 137, b. 2562.

[27] Dîvân, c. VII, s. 211, b. 2676.

[28] Dîvân, c. I, s. 263, b. 2476.

[29] Dîvân, c. I, s. 288, b. 2669.

[30] Dîvân, c. I, s. 289, b. 2675.

[31] Dîvân, c. VII, s. 361, b. 4674.

[32] Öztürk, Yaşar Nuri, Mevlânâ ve İnsan, İstanbul 1997, s. 129.

[33] Rubâiler, c. I, s. 12, Rubâi: 49.

[34] Sen aşık olmadıysan, sevgi nedir, bilmiyorsan;

Yürü git, ot otla; eşeksin sen !. (Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mektuplar, Çev. ve Haz.: A. Gölpınarlı, İstanbul, 1963, s. 95, Mektup: LXI).

[35] Mosley, Alex, “Aşk”, Felsefe Ansiklopedisi, ed. A. Cevizci, İstanbul 2003, c. I, s. 665.

[36] Mosley, a.g.e., s. 666.

[37] Mosley, a.g.e., s. 667.

[38] Mosley, a.g.e., s. 666.

[39] O, şiirde şekilden ziyade mana ve öz yanlısıdır. Şiir onda bir vasıta olarak kullanılmıştır. Zira o, kendisinin bir şair olmadığı ve kendisine rağmen şiir yazdığında ısrar eder. Buna rağmen onun şiirlerinin biçiminde yani nazım, şekil, vezin, kâfiye ve dilinde hiçbir kusur bulunmamaktadır. (Bkz. Kabaklı, Ahmet, “Mevlânâ’nın Sanatı ve Şiir Anlayışı”, I. Mevlânâ Kongresi Tebliğleri, Konya, 1986, s. 32.)

[40] Dîvân, c. V, s. 432, b. 5879.

[41] Örneğin bkz. Dîvân, c. V, s. 3, 338, b. 15, 4174.

[42] Mesnevî, c. I, s. 9, b. 111-116; ayrıca bkz. Konuk, Ahmet Avni, Mesnevî-i Şerîf Şerhi, haz. Selçuk Eraydın-Mustafa Tahralı, İstanbul 2004, c. I, s. 127.

[43] Bkz. Dîvân, c. III, s. 416, b. 4006-4007; Mesnevi, c. 4, s. 295, b. 3695.

[44] Dîvân, c. VII, 166, b. 2107.

[45] Dîvân, c. III, s. 438, b. 4214-4215.

[46] Bu konuda müstakil bir çalışma için bkz. Emiroğlu, İbrahim, Sûfî ve Dil (Mevlânâ Örneği), İstanbul 2002.

[47] Dîvân, c. V, s. 342, b. 4257.

[48] Öztürk, Mevlânâ ve İnsan, s. 157. Fazla bilgi için bkz. Gölpınarlı, Abdulbâki, Mevlânâ’dan Sonra Mevlevîlik, İstanbul 1983, ss. 455-465.

[49] Dîvân, c. III, s. 91, b. 691-694.

[50] Dîvân, c. VI, s. 134, b. 1226; c. V, s. 442, b. 6018.

[51] Fîh, s. 299.

[52] Fîh, s. 319.

[53] Dîvân, c. III, s. 145, b. 1260; Dîvân, c. I, 317, b. 2934.

[54] Vendryes, Joseph, Dil ve Düşünce, Çev. Berke Vardar, Yeni İnsan Yayınları-VIII, 1968, s. 51.

[55] Dîvân, c. II, s. 187, b. 1523.

[56] Mecâlis, s. 13.

[57] Dîvân, VII, s. 107, b. 1319.

[58] Mesnevî, IV, s. 277, b. 3459-3462.

[59] Dîvân, VII, s. 292, b. 3744.

[60] Dîvân, III, s. 145, b. 1259. Bu konuda, Mevlânâ’nın da yer yer atıfta bulunduğu, âyetler için bkz. İsrâ, 17/44; Cuma, 62/1; Zümer, 39/75; Nûr, 29/36, 41; Zümer, 39/75 …

[61] Mesnevî, IV. S. 238, b. 2973; Dîvân, V, s. 191, b. 2196.

[62] Dîvân, VI, s. 331, b. 3402-3403.

[63] Mesnevî, VI, s. 389, b. 4120-491.

[64] Mesnevî, c. I, s. 136, b. 1699-1702.

[65] Mesnevî, c. VI, s. 178, b. 2249.

[66] Mesnevî, c. IV, s. 305, b. 3823.

[67] Mesnevî, c. VI, s. 240, b. 2993.

[68] Mesnevî, c. II, s. 278, b. 3622-3623.

[69] Dîvân, c. II, s. 404, b. 33120.

[70] Joseph Vendryes, Dil ve Düşünce, s. 39.

[71] Fih, s. 240.

[72] Mesnevî, c. VI, s. 311, b. 3402.

[73] Fîh, s. 202; Mesnevî, c. IV, 264, b. 3295.

[74] Dolaylı–dolaysız, açık-kapalı, işaretle, düzenli–dağınık ve rastgele; doğru-eğri büğrü; kısa–uzun; sesle, sözle-sessiz-sözsüz ve hâl dili ile anlatımı buna örnek gösterebiliriz. (Mesnevî, c. II, s. 11, b. 138-139;c. III, s. 306, b. 3749; s. 164, b. 1311-1316; s. 165, b. 1319; c. IV, s. 288, b. 2794; c. VII, s. 378, b. 41207-41209; Dîvân, c. I, s. 8, b. 16; c. VI, s. 142, b. 1328; c. II, s. 89, b. 729; s. 304, b. 2497;  s. 368, b. 3084; c. III, s. 387, b. 3566;IV, s. 66, b.537; s. 414, b. 4005; s. 361, b. 3487; c. V, s. 378, b. 4951; s. 389, b. 5136-5137; s. 94, b. 770; s. 111, b. 913; s. 164, b. 1315; c. VI, s. 204, b. 1997; s. 209, b. 2641; s. 255, b. 2551; c. VII, s. 604, b. 8024; s. 320, b. 4112.

[75] Bu açıdan söz, beşeri ve ilâhi, yahut akıl ve vahiy sözü olarak iki kısma ayrılır. Birinci gruba giren sözler sınırlı ve eksiktir. İkincisi ise bunun aksine sınırsız, sonsuz ve mükemmeldir.(Bkz. Mesnevî,c. I, s. 100, b. 1243; c. II, s. 117, b. 1533-1535; s. 243, b. 3176-3203; c. IV, s. 196, b. 2429; s. 159, b. 1965-1968; c. V, s. 172, b.2098-2099; s. 174, b. 2112)

[76] İçeriği açısından iki söz şekliyle karşılaşmaktayız: Biri, doğru, iyi ve hoş söz, diğeri ise yanlış, kötü ve boş sözdür. Doğru söz, gönle rahatlık, kalplere emniyet ve neşe verir. Yalan söz ise kalplerde şüphe uyandırır ve sıkıntı verir.(Mesnevî, c. II, s. 210, b. 2734-2738; c. VI, s. 203, b. 2576-2577)

[77] Mevlânâ’nın eserlerinde, mâna ehli-sûret ehli, muhakkik-taklit ehli, olgunlar- hamlar- yarı hamlar, âlimler-cahiller, adam olanlar-adam olmayanlar, temizler-pisler, havas-avam /halk, gönlü açıklar-gönlü kilitliler… olmak üzere muhatap ve bunlara uygun söz çeşitleriyle karşılaşmaktayız.(Dîvân, c. I, s. 8, b. 16; c. III, s. 431, b. 4141; Fih, s. 47, 133, 169; Mesnevî, c. III, s. 235-236, b. 21200 vd.; c. III, s. 104, b. 1292-1293; c. V, s. 255, b. 3120)

[78] Emin söz, tanıdık söz, gönlü ferahlatan, geliştiren ve daraltan vb. sözler bu gruba sokulabilir.(Dîvân, c. V, s. 97, b. 1175; c. IV, s. 99, b. 1144; Fîh, s. 259)

[79] Dîvân, c. I, s. 257, b. 2429; c. III, s. 11, b. 48;c.IV, s. 192, b. 1795; c. VII, s. 52, b. 702; s. 244, b. 3099;c.VII, s. 36, b. 482; s. 50, b. 676. Bu konuda müstakil bir çalışma için bkz. Emiroğlu, İbrahim, “Language of State in Mawlânâ Jalal al-Din al-Rûmî”, Hamdard Islamicus, April-June 2003, Vol. XXVI, No: 2, ss. 65-81; Emiroğlu, “Mevlânâ’da Hâl Dili”, Tabula Rasa Felsefe-Teoloji, Sayı: 4, Yıl: 2, Isparta, 2002, ss. 9-34.

[80] Dîvân, c. II, s. 305, b. 2506.

[81] Dîvân, c. VII, s. 100, b. 1233.

[82] Dîvân, c. V, s. 168, b. 1918.

[83] Fîh, s. 133, 213; Dîvân, c. I, s. 8, b. 16; c. III, s. 320, b. 3129; Mesnevî, c. II, s. 254, b. 3318; c. III, s. 235-236, b. 21200; s. 104, b. 1292; c. IV, s. 243, b. 3038; s. 121, b. 1499; Eflâkî, Ahmet, Âriflerin Menkıbeleri (Menâkıbu’l-Ârifîn), Çev. Tahsin Yazıcı, İstanbul 1995, c. I, s. 358-359.

[84] Dîvân, c. I, s. 378, b. 3464; c. III, s. 316, b. 3085.

[85] Dîvân, c. I, s. 386, b. 3561.

[86] Dîvân, c. VI, s. 6, b. 29; s. 133, b. 1222-1223.

[87] Dîvân, c. III, s. 343, b. 3371; c. V, s. 3, b. 15; s. 274, b. 3217; c. VI, s. 193, b. 1857; c. VII, s. 343, b. 4419; s. 109, b. 1350.

[88] Öztürk, Mevlânâ ve İnsan, s. 130-131; Can, Şefik, “Mevlânâ’ya Göre Şiir ve Şâirlik”, Mevlânâ İle İlgili Yazılardan Seçmeler, Derleyen: Vedat Genç, İstanbul, 1994, s. 71.

[89] Güngör, Erol, İslâm Tasavvufunun Meseleleri, İstanbul, 1996, s. 117, 119.

[120] Dîvân, c. VII, s. 211, b. 2676.

[91] Bkz. Dîvân, c. VII, s. 343, b. 4420.

[92] Dîvân, c. III, s. 416, b. 4006-4007.

[93] Mesnevî, c. V, s. 180, b. 2189.

[94] Dîvân, c. VI, s. 354, b. 3660.

[95] Dîvân, c. IV, s. 364, b. 3519. s. 215, b. 2124-2125; c. V, s. 394, b. 5193; s. 394, b. 5193; c. VI, s. 355, b. 3663; s. 355, b. 3663. s. 355, b. 3666-3669, 3671; c. V, s. 394, b. 5193.

[96] Dîvân,c. V, s. 228, b. 2646.

[97] Dîvân, c. V, s. 394, b. 5193.

[98] Dîvân, c. IV, s. 230, b. 2186-2187.

[99] Mesnevî, c. I, s. 9, b. 112.

[100] Dîvân, c. VII, s. 211, b. 2676. (Şekli, kılığı olmayınca nasıl ifade edilsin?)

[101] Dîvân, c. II, s. 316, b. 2603.

[102] Dîvân, c. III, s. 77, b. 571.

[103] Dîvân, c. III, s. 160, b. 1407.

[104] Dîvân, c. III, s. 376, b. 3666.

[105] Dîvân, c. VII, s. 170, b. 2157.

[106] Dîvân, c. VII, s. 532, b. 6980.

[107] Rubâiler, c. II, s. 322, b. 1552.

[108] Rubâiler, c. I, s.112, b. 546.

[109] Dîvân, c. II, s. 404, b. 3389.

[110] Dîvân, c. I, s. 175, b. 1658.

[111] Rubâiler, c. I, s. 46, b. 216.

[112] Divân, c. VII, s. 314, b. 4034.

[113] Divân, c. VII, s. 452, b. 5882; c. V, s. 228, b. 2645.

[114] Mesnevî, c. V, s. 180, b. 2189.

[115] Divan, c. VII, s. 314, b. 4035. (Mevlânâ, aşkı suya benzetmekle onun bereket, hayat, temizleme unsuru oluşuna işaret etmiş olabilir.)

[116] Divan, c. III, s. 403, b. 3885.

[117] Mesnevî, c. I, s. 159, b. 1992

[118] Rubâiler, c. II, s. 215, Rubâi: 1048.

[119] Mesnevî, c. VI, s. 14, b. 151.

[120] Dîvân, c . III, s. 76, b. 555; ayrıca bkz. Dîvân, c. I, s. 363, b. 3332; c. II, s. 174, b. 1419.

[121] Dîvân, c. III, s. 77, b. 570. Bu konuda bkz. Demirci, Mehmet, Mevlânâ’dan Düşünceler, İzmir 1997, s. 38-41.

[122] Dîvân, c. II, s. 252, b. 2055.

[123] Mesnevî, c. I, s. 24, b. 296.

[124] Dîvân, c. I, s. 164, b. 1548.

[125] Dîvân, c. V, s. 139, b. 1596-1598; s. 231, b. 2681.

[126] Dîvân, c. V, s. 67, b. 793.

[127] Dîvân, c III, s. 254, b. 2400.

[128] Dîvân, c. III, s. 110, b. 893.

[129] Dîvân, c. III, s. 159, b. 1392.

[130] Dîvân, c. V, s. 272, b. 3180.

[131] Dîvân, c. VII, s. 624, b. 8304; s. 371, b. 4818.

[132] Dîvân, c. III, s. 180, b. 1616.

[133] Dîvân, c. VI, s. 16, b. 126.

[134] Dîvân, c. IV, s. 8, b. 1441.

[135] Dîvân, c. III, s. 91, b. 700.

[136] Dîvân, c. VII, s. 301, b. 3858.

[137] Dîvân, c. VI, s. 350, b. 3612.

[138] Dîvân, c. IV, s. 56, b. 465.

[139] Mecâlis, s. 33.

[140] Dîvân, c. VI, s. 272, b. 2742.

[141] Dîvân, c. II, s. 433, b. 3641. (Buradaki “beyit eş-sesli bir sözcük olup hem ev, hem de şiir anlamında kullanılmıştır.)

[142] Dîvân, c. III, s. 358, b. 3528.

[143] Dîvân, c. III, s. 430, b. 4139.

[144] Dîvân, c. II, s. 406, b. 3397.

[145] Dîvân, c. VII, s. 120, b. 1206.

[146] Bkz. Emiroğlu, İbrahim, Klasik Mantığa Giriş, Ankara 2004, s. 120-91 (Tanımlanamazlar)

[147] Dîvân, c. II, s. 50, b. 407.

[148] Dîvân, c. VII, s. 552-553, b. 7265-7279.

[149] Dîvân, c. VI, s. 121, b. 1096. Ayrıca bkz. Dîvân, c. I, s. 159, b. 1504; c. II, s. 15, b. 127; c. III, s. 396, b. 3826; c. V, s. 153, b. 1774; c. VII, s. 152, b. 1914; s. 504, b. 6610.

[150] Bkz. Mektuplar, s. 98, Mektup: LXV; s. 108, Mektup: LXXI; .s. 194, Mektup: CXXX;

[151] Dîvân, c. IV, s. 383, b. 3686; c. V, s. 361, b. 4641; s. 360, b. 4625.

[152] Mesnevî, c. V, s. 241, b. 1195-1196.

[153] Dîvân, c. III, s. 251, b. 2368.

[154] Bkz. Eflâkî, Âriflerin Menkıbeleri, c. I, s. 561.

[155] Dîvân-ı Kebîr, c. IV, s. 187, b.1745-1746; c. I, s. 201, b. 1919.

[156] Dîvân, I, s. 60, b. 535-536.

[157] Dîvân, c. V, s. 140, b. 1616; c. VII, s. 373, b. 8646.

[158] Dîvân, c. II, s. 420, b. 3523; c. VII, s. 628, b. 8354, 8356-8358; Mesnevî, c. I, s. 159, b. 2001.

[159] Mesnevî, c. VI, s. 11, b. 116.

[160] Dîvân, c. V, s. 2120, b. 2686; I, s. 299, b. 2775; Mesnevî, c. II, s. 137, b. 1791.

[161] Dîvân, c. I, s. 330, b. 3033.

[162] Dîvân, c. II, s. 166, b. 1332.

[163] Dîvân, c. III, s. 261, b. 2493.

[164] Mesnevî, c. III, s. 162, b. 1994.

[165] Dîvân, c. I, s. 330, b. 3034.

[166] Mesnevî, c. II, s. 136, b. 1775-1776.

[167] Mesnevî, c. III, s. 155, b. 11204.

[168] Dîvân, c. II, s. 453, b. 3542.

[169] Mesnevî, c. VI, s. 83, b. 1008.

[170] Mesnevî, c. VI, s. 87, b. 1067.

[171] Mektuplar, s. 15, Mektup: VI.

[172] Mesnevî, c. VI, s. 3, b. 6.

[173] Mesnevî, c. I, s. 11, b. 135-136.

[174] Mesnevî, c. VI, s. 368, b. 4620-4622.

[175] Mektuplar, s.136, Mektup: XCII.

[176] Fîh, s. 261.

[177] Dîvân, c. III, s. 372, b. 3633.

[178] Rubâiler, c. II, s. 202, Rubâi: 987.

[179] Dîvân, c. I, s. 11, b. 50.

[180] Mesnevî, c. III, s. 93, b. 1156.

[181] Fîh, s. 22.

[182] Dîvân, c. VII, s. 633, b. 8429.

[183] Mesnevî, c. III, s. 388, b. 4773-4777. (Yani yerimde duramamakta, kabarıp taşmaktayım.)

[184] Fîh, s. 296.

[185] Mesnevî, c. I, s. 2, b. 20. (Bu mısrada, insanın dünya malına tamah göstermemesi, kanaat ehli olması da işlenmektedir. Bkz. Tahirü’l-Mevlevî, Şerh-i Mesnevî, İstanbul 1971, c. I, s. 76-77; Konuk, A. Avni, Mesnevî-i Şerif Şerhi, İstanbul 2004, c. I, s. 92).

[186] Dîvân, c. II, s. 187, b. 1523-1524.

[187] Rubâiler, c. II, s. 232, b. 987

[188] Dîvân, c. VI, s. 364, b. 3778.

[189] Mesnevî, c. I, s. 123, b. 1528.

[1120] Fih, s. 223.

[191] Dîvân, c. VI, s. 331, b. 3402.

[192] Çelebioğlu, Âmil, “Mevlânâ ve Mesnevî Hakkında Birkaç Söz”, Mevlânâ, Der.: Vedat Genç, İstanbul 1994, s. 116.

[193] Dîvân, c. VI, s. 250, b. 2498.

[194] Dîvân, c. III, s. 108, b. 871; c. V, s. 342, b. 4257; c. VII, s. 182, b. 2296; s. 328, b. 4218; s. 326, b. 4197.

[195] Dîvân, c. VII, s. 214, b. 2716.

[196] Dîvân, c. VII, s. 316, b. 4053.

[197] Dîvân, c. VII, s. 184, b. 2335.

[198] Dîvân, c. VII, s. 380, b. 4932.

[199] Dîvân, c. I, s. 312, b. 2886.

[200] Dîvân, c. IV, s. 263, b. 2528.

[201] Mesnevî, c. VI, s. 7, b. 65.

[202] Dîvân, c. III, s. 120, b. 6120.

[203] Dîvân, c. IV, s. 383, b. 3686.

[204] Dîvân, c. IV, s. 140, b. 1254; c. V, s. 289, b. 3437-3438.

[205] Dîvân, c. I, s. 312, b. 2886.

[206] Dîvân, c. II, s. 187, b. 1525.

[207] Dîvân, c. VII, s. 402, b. 5245.

[208] Mesnevî, c. V, s. 155, b. 1884-1885; bkz. Dîvân, c. I, s. 123, b. 1157;c. IV, s. 228, b. 2164; s. 250, b. 2391.

[209] Mesnevî, c. I, s. 3, b. 28.

[210] İnan, Mehmet Âkif, “Zaman”, Hicret, Ankara 2006, s. 36.

[211] Mesnevî, c. I, s. 9-10, b. 112-115.

[212] Dîvân, c. I, s. 201, b. 1919.

[213] Macâlis-i Sab’a, s. 82.

[214] Dîvân, c. V, s. 353, b. 4463.

[215] Mesnevî, c. I, s. 11, b. 138-139.

[216] Dîvân, c. III, s. 304, b. 2548

[217] Dîvân, c. III, s. 181, b. 1634; c. II, s. 340, b. 2837.

[218] D îvân, c. II, s. 99, b. 809.

[219] Dîvân, c. II, s. 339, b. 2824.

[220] Dîvân, c. V, s. 460, b. 6294.

[221] Dîvân, c. VI, s. 379, b. 3956.

[222] Dîvân, c. II, s. 114, b. 934; s. 348, b. 21208; c. III, s. 143, b. 1244; s. 374, b. 3649; c. V, s. 23, b. 285 ; s. 140, b. 1620; s. 165, b. 18120, s. 289, b. 3438;c.VI, s. 211, b. 2085; s. 98, b. 865; c. VII, s. 121, b. 1511;s. 91, b. 1123; s. 206, b. 2613; s. 369, b. 4785;s. 423, b. 5512.

[223] Dîvân, c. III, s. 303, b. 2937.

[224] Dîvân, c. VII, s. 20, b. 267.

[225] Dîvân, c. V, s. 98, b. 1121.

[226] Dîvân, c. VII, s. 155, b. 1952; c. I, s. 149, b. 1393;c. II, s. 375, b. 3141.

[227] Mesnevî, c. I, s. 288, b. 3608-3609.

[228] Dîvân, c. V, s. 270, b. 3163;s. 383, b. 5032.

[229] Dîvân, c. III, s. 311, b. 3026; s. 43, b. 2120; c. V, s. 184, b. 2095; s. 298, b. 3349; c. V, s. 252, b. 2944; c. VI, s. 301, b.   3070.

[230] Dîvân, c. V, s. 184, b. 2095.

[231] Dîvân, c. VI, s. 91, b. 795.

[232] Mesnevî, c. I, s. 206, b. 2563.

[233] Dîvân, c. I, s. 174, b. 1647.

[234] Mesnevî, c. I, s. 146, b. 1830-1831.

[235] Dîvân, c. V, s. 279, b. 3288; c. III, s. 145, b. 1260; c. II, s. 163, b. 1299; c. I, s. 84, b. 775; s. 317, b. 2934.

[236] Fîh, s. 133, 213; Dîvân, c. I, s. 8, b. 16; c. III, s. 320, b. 3129; Mesnevî, c. II, s. 254, b. 3318; c. III, s. 235-236, b. 21200; s. 104, b. 1292; c. IV, s. 243, b. 3038; s. 121, b. 1499; Eflakî, Âriflerin Menkıbeleri, c. I, s. 358-359.

[237] Dîvân, c. III, s. 343, b. 3371; c. V, s. 3, b. 15; s. 274, b. 3217; c. VI, s. 193, b. 1857; c. VII,  s. 109, b. 1350; s. 343, b. 4419.

[238] Sultan Veled, Maârif, Çev.: Meliha Anbarcıoğlu, İstanbul, 1993, s. 96, 196, 297-298.

[239] Fîh, s. 261.

[240] Rubâiler, c. II, s. 201, b. 984

[241] Dîvân, c. VI, s. 355, b. 3671.

[242] Dîvân, c. III, s. 209, b. 1936-1940.

[243] Dîvân, c. VI, s. 371, b. 3855.

[244] Dîvân, c. I, s. 212, b. 2009.

[245] Dîvân, c. I, s. 296, b. 2741.

[246] Dîvân, c. I, s. 312, b. 2887.

[247] Dîvân, c. II, s. 386, b. 3238-3239.

[248] Dîvân, c. II, s. 61, b. 497-498.

[249] Öztürk, Mevlânâ ve İnsan, s. 136.

[250] Mesnevî, c. II, s. 64, B. 840.

[251] Rubâiler, c. I, s. 142, Rubâi: 700.

[252] Macâlis-i Sab’a (Yedi Meclis), s. 66.

[253] Fîh, s. 157.

[254] Mesnevî, c. V, s. 219, B. 2685.

[255] Mesnevî, c. VI, s. 101, b. 1240.

[256] Rubâiler, c. I, s. 250, R. 1214; ayrıca bkz. Dîvân, c. I, s. 18, B. 129.

[257] Dîvân, c. VIII, s. 429, b. 5581.

[258] Fîh, s. 133, 213; Dîvân, c. I, s. 8, b. 16; c. III, s. 320, b. 3129; Mesnevî, c. II, s. 254, b. 3318; c. III, s. 235-236, b. 21200; s. 104, b. 1292; c. IV, s. 243, b. 3038; s. 121, b. 1499; Eflakî, Âriflerin Menkıbeleri, c. I, s. 358-359.

[259] Dîvân, c. VI, s. 87, b. 1067.

[260] Dîvân, c. II, s. 453, b. 3542.

[261] Dîvân, c. VI, s. 368, b. 4632.

[262] Rubâiler, c. II, s. 215, Rubâi: 1048.

[263] Mesnevî, c. V, s. 224, b. 2745-2748; c. VI, s. 11, b. 116-118.

[264] Dîvân, c. II, s. 311, b. 2557.

[265] Dîvân, c. II, s. 58, b. 471; bkz.  Dîvân, c. III, s. 247, b. 2320; c. VIII, s. 69, b. 939.

[266] Eflâkî, Âriflerin Menkıbeleri, c. I, s. 697.

[267] Mesnevî, c. I, s. 87, b. 1080-108; c. I, s. 88, b. 1088-1099;c. II, s. 222, b. 21200-21201; c. III, s. 104, b. 1286-1287; c. Dîvân, I, s. 120, b. 1131; c. IV, s. 286, b. 2771.

[268] Rubâiler, c. I, s. 55, Rubâi: 261; s. 62, Rubâi: 296; c. II, s. 250, Rubâi: 1215.