MEVLÂNA’YA GÖRE AŞK, AKIL VE FELSEFEYE ALTERNATİF Mİ?

A+
A-

 

MEVLÂNA’YA GÖRE AŞK, AKIL VE FELSEFEYE ALTERNATİF Mİ?

Bilindiği üzere akıl kelimesi dilimize Arapça’dan geçmiş ve bağlamak anlamına gelmektedir. İnsanın duygular, kavramlar ve olaylar arasındaki bağlantı kurma melekesine verilen addır. Batı dillerinde ise İntelligent kelimesiyle anlatılır. Seçim yapan melekenin adıdır. Türkler, bu kavrama Us demişlerdir ki, o da daha ziyade davranışları kontrol eden melekenin adıdır.

İnsanı diğer canlı varlıklardan ayıran özelliği başta olmak üzere, onun maddî ve manevî bütün inanç ve değerlerinin ölçüsü ile bilim ve teknoloji adına mal edilebilecek her türlü üretimin hepsi, akıl ve aklın ürünüdür. Hatta bir Alman filozofunun dediği gibi, “ampülde yanan tungsten madeni değil, insan aklıdır”.

Akıl bu derece önemli bir nimet iken acaba bizim bütün problemlerimizi çözmeye, bizi hakikate götürmeye muktedir midir? Düşünce tarihine baktığımız zaman, bu konunun çok ele alındığını ve bu yoldan çok geçildiğini görürüz. Her bir düşünürün kendi ekolü doğrultusunda bir yere oturtmak istediği akıl, zaman içinde ifrat ve tefrit oluşumunu hızlandırmıştır. Bazen de bu oluşuma karşı, akla sınırlar çekilerek, araya köprüler kurulmaya çalışılmıştır.

Mevlâna’nın eserlerinde akıl ve felsefe hatta filozoflar zaman zaman dile getirilir. Mevlâna üzerine çalışmalar yapanlar, eğer onun bu kavramlar konusunda gerçek düşüncelerini anlayamaz ve eserlerini analiz edemezse çoğu zaman yanılgıya düşüp, Mevlâna’yı bir tezat girdabına atmaktadır. Mevlâna’nın aşk anlayışını, onun akıl ve felsefe anlayışının zıt bir telakkisi zannedip, akıl ve felsefe düşmanlığını körüklemekte olduğu vehmine kapılırlar. Halbuki onun eserlerini derinlemesine inceleyenler, göreceklerdir ki, Mevlâna hiçbir tezada düşmeksizin kavramları yerinde kullanıyor ve her bir kavramın anlam sınırlarını olması gerektiği kadar ve insanın hedefi açısından belirliyor. Nitekim daha önceki çalışmalarımızda onun akıl, felsefe ve aşk hakkındaki düşüncelerini ayrı ayrı dile getirmiştik. (Türk-İslam Düş. Üzer., s. 31-65, Ötüken, İstanbul, 2002) Şimdi ise, önce onun akıl, felsefe anlayışını çok kısa bir şekilde özetledikten sonra, aşk anlayışına bir tezat teşkil edip etmediğini hep birlikte göreceğiz.

Aklın Değeri

Mevlâna, aklı Allah’ın ilk yarattığı varlık olarak görür ve “O yüceler yücesi, iki dünyadan da önce aklı yaratmadı mı?”(Mesnevî, VI, 1940) sözüyle ifade eder. Mevlâna akıl hakkında klasik İslam düşüncesinin kavramlarını kullanır ve onu külli ve cüz’i akıl diye ikiye ayırır. Kainatı idare eden akıl külli, ferdî akılların her biri de cüz’î akıl kategorisinde yer alır. Filozoflar külli aklı, yaratıcı kudretin aktif tecellisi kabul ederken mutasavvıflar, insan-ı kâmil’in her türlü kayıttan kurtulmuş aklı olarak görürler. Aynı zamanda o, Tanrı’nın bilgisinin mahzarıdır ve Cebrail’e benzetilir.(Yakıt, T.İ.Düş., s.34). Nitekim Mevlâna da onu Cebrail’le birlikte anar ve ona göre Sidretü’l-müntehâ kavramı da akılla anlaşılmaz şeylerin sınırlarını ifâde eder. Ondan öteye refrefle gidilir. Vahdet de her türlü vehmi varlığın yok edilmesiyle gerçekleşir(Gölpınarlı, MŞ.I,293)

Akıl Cibril gibidir, Ahmet der, bir adım daha atarsan yakar yandırır bir adım beni…”Mesnevî, I, 1070).

Abdal’ın aklı Cebrail’in kanadına benzer; mil-mil, Tâ Sidre’nin gölgesine dek uçar(…)” ( Mesnevî, VI, 4150).

Cüz’i akıllar konusunda da farklılıklar gören Mevlâna, Mesnevî’de bunu şöyle dile getirir:

Akıl vardır, güneş değirmisine benzer; akıl vardır; Zühre yıldızından da aşağıdır, akan yıldızdan da aşağı…

Akıl vardır, sarhoş kandiline benzer; akıl vardır, teş gibi parıl-parıl parlayan bir yıldıza benzer.

Önünden bulut kalktı mı, Tanrı tecellisini gören bir ışık kesilir; akıllara faydalar verir.

Ama cüz’i akıldır ki aklın adını kötüye çıkarmıştır; dünya dileğinin, insanı dileksiz bir hâle etirdiği gibi” (Mesnevî, V, 459-463)

Güzellerin nasıl birbirinden farkları, üstünlükleri varsa insanların akıllarında da fark vardır”(…)(Mesnevî, III, 1538)

Derler ki: Tecrübe, bellemek, aklı çoğaltır, azaltır; böylece de birisi, öbüründen daha belirgin olur”(Mesnevî, III, 1542)

Mevlâna akıl konusunda Hz. Ali’den şöyle bir rivayette bulunur. “Allah meleklere şehvetsiz akıl verdi; Ademoğullarınaysa ikisini de yükledi; kimin aklı şehvetinden üstün olursa o, meleklerden hayırlıdır; kimin şehveti aklından üstün olursa o, hayvanlardan da kötüdür” (Gölpınarlı, Mesnevî Şerhi, III, s.134) Mevlâna burada kişinin aklıyla yükselip nefsiyle düşebileceğini söylemektedir. Mevlâna’ya göre akıl, meleklerle aynı mahiyete haizdir. Onun savaşı sadece nefisle değil, aynı zamanda duygularladır.

Duygu gözüne toprak serp; duygu gözü, aklın da düşmanıdır, dinin de.”(Mesnevî, II, 1607) söyleriyle anlatmak istediği budur.

Mevlâna’ya göre insan, akıldan ibaret bir varlık olduğu gibi, akıl da ilahî bir lütuf, bir kandil fitili, kavrama ve anlamamızı sağlayan bir meleke, bir anahtar , bir kılavuz hatta dinin temelidir. Nitekim şu beyitler de bunlar görülmektedir:

..Sen o akıldan ibaretsin, başka neyin varsa aklı örter. Kendini yitirme, saçma-sapan şeylerle uğraşma” (Mesnevî, IV, 2611)

(Allah) lütfûyle cansızlara akıl yaratır; kahrıyla aklının aklını alır”.(Mesnevî, IV. 2820)

Şu akıllar aydın kandillere benzer; yirmi kandil, elbete bir kandilden daha artık aydınlık verir”. (Mesnevî, VI, 2619).

Bir şeyi kavramak, anlamak, bellemek, hatırlamak, aklın işidir; bunları yücelten akıldır”.(Mesnevî, V, 3978)

A ihtiyatlı kişi, köpeğe bile bir lokma ekmek atsan, önce koklar da sonra yer. O burnuyla koklar, bizse akılla…Evet, bir şeyi biz, her şeyi inceden inceye anlayan akılla koklarız.”(Mesnevî, III, 3500)

Akıl anahtarı olmadıkça bu kapıyı açmaya kalkışmak, boş emektir; doğru değildir de”(Mesnevî, VI, 4088)

Serkeş ata gem vurmadan pek binme; aklı, dini kendine kılavuz edin vesselam” (Mesnevî, IV, 467)

Eyvahlar olsun o kuşa ki, kanatları çıkmadan yücelere uçmaya kalkar da tehlikeye düşer. İnsanın kolu kanadı akıldır; aklı yoksa, başka bir aklı kılavuz edinmesi gerek

Ya üst ol, ya bir üstünü ara; ya görüş sahibi ol, ya bir görüş sahibini ara” (Mesnevî, VI,4085-4087)

Mevlâna “İnsanın insanlığı aklıyladır. Aklı olmayanın dini de yoktur” hadisini esas alarak akılsız birine din tebliğ edilemeyeceğini söyler. Hatta ona göre akıl bir cevherdir ve bir diğer hadise göre de namaz ve oruçtan daha değerlidir. Çünkü o, ışığını Arş’tan almaktadır.Nitekim diyor ki:

İyi işleri caiz gören Peygamber, ne güzel söyledi: Aklının bir zerresi, oruçtan da yeğdir, namazdan da…” (Mesnevî, V, 454)

Hiç şüphe yok ki akıllarla gönüller Arş’tandır; perde ardında, arş ışığıyla yaşarlar” (Mesnevî, V, 619)

Akla bu derece önem veren Mevlâna, Mesnevî’sinin bir çok yerinde akıllı kişinin olumlu vasıflarını sayar. Ona göre, akıllı kişi; aklını dünya ve ahiret yolunda kullanan, kendisini hidayete ve hakikat yoluna götüren, aldanmayan ve aldatmayan, derunî manaları anlayıp böylece ölümsüzlüğe eren kişidir. Eğer insanın aklı bunlara yetmiyorsa o zaman da kendisinden daha akıllı bir rehber edinmelidir. Nitekim diyor ki:

Yarım akıllı da, bir akıllıyı kendisine göz edinmiş, ona uymuş kişidir.

Kör, kendisini yedenin elini nasıl tutarsa o da, elini o akıllıya vermiş, onunla görür bir hâle gelmiş, onunla çevikleşmiş, yücelmiştir.” (Mesnevî, IV, 2191-2192)

Mevlâna’ya göre akıllı kişi işin sonunu önceden görebilen kişidir. Aklı kıt olan ise, sık sık tövbesini bozandır. Mevlâna’yı dinliyoruz:

İşlerin sonu, başlangıçta bilinmez, görünmez ama akıllı, işin sonunu önceden görür, suça batansa, en sonra görür” (Mesnevî, III, 2199)

Hani aklı kıt kişi gibi; aklının azlığından her solukta tövbesini bozar da suç işler” (Mesnevî, IV3384).

Akıllı kişiyi yeri geldikçe öven Mevlâna, akılsız kişiye de en ağır eleştirileri yapar. Bunlardan en çarpıcı olanı Hz. İsa’nın, bir ahmaktan dağa kaçışını anlattığı anekdottur. Buna göre, Meryem oğlu Hz. İsa bir aslandan kaçıyormuşcasına son sür’at koşarken, onu tanıyan biri peşine takılır kimden ve neden kaçtığını sorar. Hz. İsa da, bir ahmaktan kaçtığını söyler. Beriki, Ey İsa, sen körlerin gözünü sağırın kulağını açan, topraktan kuş yapıp uçuran, iyi olmaz hastaları iyileştiren, ölüyü dirilten Mesih değil misin? O halde bir ahmaktan kaçmanın sebebi niye? Hz. İsa da, “Tanrı’nın bana öğrettiği İsm-i A’zam’ı köre okudum gördü, sağıra okudum işitti, dağa okudum yarıldı, yırtıldı, ölüye okudum dirildi kalktı. Ama ahmağın gönlüne yüz binlerce defa okudum fayda vermedi” der.

Aklın Kritiği : Zaafları ve Sınırları

Akla bu derece önem veren Mevlâna, aklı kritik etmeden de edemez. Gerçi Mevlâna’yı hem aklı öven hem de yeren bir kişi olarak gösterip arasındaki köprüyü kuramayan bazı araştırmacılar onu bir ikilemde bırakırlar. Halbuki Mevlâna, aklın zaaflarını sınırlarını göstermek ve nerelerde yetersiz kaldığını belirtmek için kritiklerini yapar.

Şunu her şeyden önce belirtmek gerekir ki, Mevlâna’ya göre, kendini dünya işlerine kaptırmış, vehim ve şehvet karanlığında kalmış heva ve hevesine uyan kişilerin akılları zaaf içindedir. Ayrıca kibir, hırs, benlik ve bencillik gibi zaafiyet sahiplerinin aklı da her şeyi ters gösterir.

Ey yiğit, akıl şehvetin zıddıdır. Şehveti dokuyan akla akıl deme(…)

Vehimle akıl. Mehengler olmadıkça meydana çıkmaz.. Her ikisini de mehenge vur” (Mesnevî, IV, 2301-2303(İzb.))

Akıl keskindir ama ayağı gevşek…” “Halkın akılları, dünya işlerinde kıvranır durur.”..(Mesnevî, VI, 119-120)

A ahmak, yalancı akıl, her şeyi ters görür, diriliği de ölüm sanır” (Mesnevî, V, 1764)

Mevlâna’ya göre akıl, her ne kadar insanın başvurduğu güçlü bir yardımcısı olsa da, kendisine bir rehber edinmeksizin hedefe varması pek mümkün olmaz. Dünyanın efsunlarının çözülmesi bile peygamber sayesinde olmuştur:

Akıllar (dünyanın) düğümünü çözebilseydi Tanrı, peygamberi yollar mıydı hiç?” (Mesnevî, IV, 3197)

Akıllara bir yol gösterici gerek; her yolda böyledir bu; hele deniz yolu olursa.” (Mesnevî, IV, 1459)

Mevlâna’nın burada bahsetmek istediği, aklın inkârı değil, bilakis aklın bir kritiğidir. Akla bir sınır çekme keyfiyetidir,bazı alanlardaki yetersizliğidir. Mevlâna’ya göre aklın en yetersiz olduğu alan metafizik alandır. Yani İslamî literatürde gayb âlemidir. Orası, aklın değil aşkın hüküm sürdüğü alandır. Orası, hayalin, vehmin karanlığından uzak, Mutlak Varlık’ın şuuruyla dolu bir psikolojinin hakim olduğu alandır. (Yakıt, T.İ.Düş. s. 47). Mevlâna aklı inkar etmeden bu psikolojiyi şöyle ifade eder:

Akıllıyım ama Tanrı delisiyim; bunu aklında tut da kendimde olmayışımı ma’zur gör” (Mesnevî, III, 670)

Akıl, tanrı gölgesidir, tanrıysa güneşe benzer; gölgenin, onun güneşine karşı parlaklığı mı olur, ona karşı dayanabilir mi?” (Mesnevî, IV, 2110

“ O birlik, aklın anlayacağı birlik değil; bunu anlamak, adamın ölümüne bağlı.

Bunu akılla anlamaya imkân olsaydı, nefsi öldürmek vacip olur muydu?”(Mesnevî, I, 1810-1811)

Aşkın şerhinde akıl, çamura saplanmış eşek gibi yattı kaldı. Aşk, âşıklığı yine aşk şerh etti” (Mesnevî, I, 115)

Mutlak hakikati idrak konusunda Mevlâna, akıl yerine aşkı tavsiye eder. Bunu deniz yolculuğu metaforuyla izah eder. Ona göre denizde ilerlemek iki şekilde mümkündür: Yüzerek ve gemiye binerek. Yüzmek iyi bir meziyettir ama fazla yol alınmaz. Gark olmak bir gün mukadder olur. Gemiye binerek yol almak daha uygundur.

Aşk ileri gidenler için gemiye benzer. Gemiye binen kişinin bir âfete uğraması nadirdir. Çok defa kurtulur. Aklı, zekayı sat da hayranlığı satın al. Akıl ve zekâ zandır, hayranlıksa bakış, görüş”.(Mesnevî, IV, 1403-1407(İzb.))

Görüldüğü gibi metafizik âlem için akıl ancak zanda bulunabiliyor. Çünkü akıl kendi sahasını aşmış, aşkın sahasına girmiştir. İşte burada Mevlâna şunları söylüyor:

Aklı, Mustafa’nın önünde kurban et…Hasbiyallah de, yani Allah bana yeter!” (Mesnevî, IV, 1408(İzb))

Aklı, dostun aşkıyla kurban et; zaten akıllar, dost ne yandaysa o yandadır” (Mesnevî, IV, 1424)

…Aklını, fikrini bırak da ondan sonra akıl et…

kulaklarını tıka da ondan sonra kulak ver.” (Mesnevî, III, 1291-1292)

Mevlâna eserlerinde, akıl ile aşk arasında bir takım kıyaslamalar yapar. Bunlardan bazılarını verelim. Mesela akıl, bir noktaya zorla bağlanırken aşk seve seve bağlanmaktadır. Akıl, korku ve tereddüt taşırken aşkta böyle şeyler yoktur. Akıl ecelden tir tir titrerken, aşk ecel karşısında neş’e içindedir. Akıl, insanı mantık kuralları çerçevesinde hareket etmeye çağırırken, aşk ise onu bu kurallardan uzaklaşmaya ve sıyrılmaya çağırır. Akıl ümit yolunda faydalanacağı şeyi arar, Aşkın böyle bir derdi yoktur. Akıl çatışma ve inkara meyyalken aşkta böyle şeylere yer yoktur.

Mevlana’dan çok etkilenen ve hattâ kendisini Mevlâna’nın sesinin yankısı gören Muhammet İkbal de akıl’la aşk konusunda hemen hemen aynı şeyleri söyler. Hattâ ona göre aşk, “Baştan başa Mustafa iken, akıl Ebu Cehil’dir.” (M. İkbal, Aşk ve Tutku, Akçağ yay., Ank. Ts. s. 104). İkbal burada aklı kötülemek için bunları söylemiyor, aşk karşısında aklın çatışmacı, inkarcı ve inatçılığını kritik ediyor ve ona böyle bir benzetmede bulunuyor.

Mevlâna’nın akla yönelttiği bir diğer kritik de aklın aşka nispeten daha yavaş hareket etmesidir. Çünkü akıl, sebep sonuç ilişkileriyle uğraşırken aşk hedefine çoktan varır. O, bu hususu şöyle dile getirir:

Akıl tedbirlere koyuldu, düşüncelere daldı mı aşk, tâ yedinci göğe kadar gider, akıl,hac etmek için deve aramaya koyuldu mu aşk, safâ dağına çıkar” (Divân-ı Kebir, IV, s. 304)

Mevlâna’ya göre bütün bunlara rağmen akıl yine de bir rehberdir. Aşk insanı sonsuza götüren bir kılavuzdur ve ilahî hakikatlerin sırlarına ulaştırır. Ancak akıl, aşktan önceki merhaleleri ve sınırları belirlemede, âşığı aşka ulaştırmada vazgeçilmesi mümkün olmayan bir aşamadır. Yine ona göre, insanın, kendini kritik eden ve sınırlar çeken melekesi akıldır. Aşk bir disiplindir. Amaç değil, araçtır. Aşk felsefesinde pergelin sabit ucu aşkta, diğer ucu ise bütün âlemleri dolaşmaktadır.

Mevlâna’nın akıl konusundaki görüşlerini özetlemek istersek görürüz ki o, aklı en yüce bir meleke olarak görmektedir. O, insanın bütün işlerinde baş vurduğu bir kaynak ve yolunu aydınlatan bir kandil, bir kılavuzdur. Akıl, nefsin emrinde ve vehmin karanlığında olursa doğru kararlar verememekte ve hakikate ulaşma noktasında metafizik âlem için yetersiz kalmaktadır. İşte orada akıl, görevini aşka terk etmelidir. Mevlâna’nın akla yönelttiği eleştiriler onun inkarı değil, ona bir sınır çekme , onun görev ve yetkisini belirlemekten ibarettir. O, akılla aşk arasında kurduğu sağlam köprü sebebiyle, diğer birçok mutasavvıflar arasında kendine özgü bir yer kazanmıştır.

Felsefe ve Filozoflar İle Hikmet ve Hakîmler:

Mevlâna’nın yaşadığı 13. Asrın felsefe, hikmet ve ilim anlayışını çok iyi bilmekte olduğunu eserlerindeki ifadelerinden anlamaktayız. Gerçekten o, Meşşaî İşrakî ve Tasavvuf felsefelerine hâkim olduğu gibi, tarihî materyalizmin görüşlerini de yakından tanımaktadır. Hikmet ve felsefe konusunda İbn Sina’cı tasnifi kabul eder, İşrak ekolünün hukema anlayışını benimser ve bu görüşlerle aşk odaklı bir tasavvuf felsefesini temellendirir.

Evrensel bir diğer ifadeyle Külli bilginin adı hikmettir. Amelî ve nazarî olmak üzere iki türlüdür.

Amelî hikmet de üçe ayrılır: İnsanlar arası münasebetleri düzenleyen medenî hikmet, hane halkının fertleri arasındaki münasebetleri düzenleyen menzilî hikmet, nefsin arıtılması ve faziletlerle donatılmasını düzenleyen hulkî hikmet. Amelî hikmetin hedefi hayr yani en yüce iyilik ve güzelliği elde etmektir.

Nazarî Hikmet de üç türlüdür: Madde , cisimler , kainatın yapısı, botanik, zooloji, tıp, tılsım, fizik kimya gibi, hareket eden ve değişen şeylere taalluk eden tabiî hikmet(=hikmet-i tabiiye); Geometri, astronomi, Musiki, cebir, takvim, vezin vs. gibi değişen şeylere tabi ama zihinde soyut kalanın bilgisine riyazî hikmet; değişmeyen ve varlık âlemiyle ilgisi araz yoluyla olanın bilgisine de ilahî hikmet denir. Nazarî hikmetin hedefi Hakk’tır. Yani gerçeğin kendisidir ve onu elde etmektir.

Hikmetin bu şekilde tasnif ve tanımından düşünce tarihi boyunca farklı disiplinler oluşmuşsa da, 12. ve 13. yüzyıllarda hakim perspektif bu idi. Tabiî ilimlerle yani “hikmet-i tabiiyye” ile uğraşanlar, bir diğer ifadeyle değişen varlığın bilgisi yani müspet bilimlerle uğraşanlara tabiatçı veya filozof deniyordu, onlar da akıl ve istidlal yolunu tercih ediyorlardı. Hikmet-i riyaziye ile meşgul olanlar da matematikçilerdi. Hikmet-i ilahîye ile meşgul olanlar, başta mutasavvıflar, kelamcılar, işraki filozoflar ve ilahîyatçılardı. (Yakıt, T.İ. Düş. , s. 52 vd.).

Felsefe ve tıp kitapları Grekçe’den Arapça’ya tercüme edilince, “hikmet sevgisi” anlamında olan felsefe“tabiî hikmetin” adı olarak kaldı. Tabiatla yani fizikî bilimlerle meşgul olanlara filozof; ilahî hikmetle meşgul olanlara ve Hakk’a ulaşmak için sevgi ve ilham yolunu tercih edenlere de “hakîm” denmeye başlandı. İslam düşünce tarihi, işte bu lojik ve irfanî bilgi arasındaki diyalektik yapının serüveninden ibarettir. Zaman zaman ifrat ve tefritler oluşsa da araya köprüler kuranlar da vardı. İşte bu diyalektik yapının en yoğun olduğu bir asırda yaşamış olan Mevlâna, yaşadığı asrın zihniyetini yansıtmakla beraber, konuya açıklık getiren ve aradaki köprüyü iyi kuranlardan biri olmuştur. O, eserlerinde felsefenin, filozofun ve kendisinin de içinde yer aldığı “hukemâ-i ilahîye”nin görev ve yetkilerini yerine göre, anekdotlarla, temsillerle dile getirir. O, felsefeyi inkar etmemekte ancak, fizikle, maddî âlemle uğraşan felsefeyle metafizik âlemin sırlarının bilinemeyeceği kanaatindedir. Onun karşı çıktığı felsefi ekoller ve filozoflar, inkarcı kategoride yer alan ekoller ve filozoflardır. Nitekim, felsefenin bir nevi temeli olan hikmet’in Kur’an’da övüldüğünü söyleyerek, onun “kendi cevherinden hareketle tanrı’yı bilme ilmi diye” tanımlar. Bunun için sokratik bir söylem olan, “nefsini bilen Tanrı’yı bilir” prensibiyle hareket eder. Bu konuda:

Nefs ile şeytan ikisi de bir bedendir; fakat kendilerini iki gösterdiler.

Nitekim melekle akıl da birdir; hikmetler yüzünden iki şekle büründüler”

(Mesnevî, III, 4054-4055) demektedir.

Mevlâna da İslam filozofları gibi, özellikle İbn Sina gibi melekle akılları bir ve aynı kategoride görmektedir.

Mevlâna’ya göre, nazarî hikmetin şubeleri olan tabiî ve riyazî hikmetle alakalı olan bilgiler, dünya ve içindeki nesnelere ait bilgilerdir. Tanrı’ya ulaşmak isteyen kişiye fayda vermez. Bu disiplinler Tanrı’nın kainata yayılmış ilim , hikmet ve kudretini anlamaya yararlar. Bu ilimler faydalıdır ama insanı gönül ehli yapmaz. Halbuki Tanrı’ya ulaşmak gönül ehli olmaktan geçer. Nitekim diyor ki:

Hendese bilgisinin incelikleri, yahut hey’et, hekimlik bilgisi, felsefe,

Hep bu dünyaya bağlıdır; bunlar, adama, yedinci kat göğün üstüne çıkılacak yolu göstermez.

Bütün bunlar ahır yapma bilgisidir; ahırda öküzün, devenin varlığına destektir….

Tanrı yolunun, Tanrı’ya ulaşmanın durağının bilgisini, gönül ehli, gönlüyle bilir.” (Mesnevî, IV, 1516-1520)

Mevlâna’da akla sınır çekme hususunda dogmatik rasyonalizm’in bir kritiğini bulmaktayız. Diyor ki:

Felsefeci, akılla anlaşılır şeylere bağlanmıştır; temiz kişiyse aklın aklını binek edinmiştir… Felsefeci, vasıtaları çoğaltır durur; temiz erse, tersine, delilleri bırakıp gider…” (Mesnevî, V, 564-569)

Mevlâna bütün felsefî doktrinlere ve bütün filozoflara karşı değildir. O, dini inkar eden, materyalist bir dünya görüşünü benimseyen, septisizm(=şüphecilik) bataklığından kendini kurtaramayanlara karşıdır.

Felsefecinin dini inkara, yahut din ehliyle mübâheseye kudreti yoktur…” (Mesnevî, I, 2151(İzb.)

Gönlünde şüphe olup, kıvranıp duran kişi de, dünyada, gizli felsefecidir.” (Mesnevî, I, 3288)

“Mevlâna, materyalistlere, metafizik hakikatleri inkar ettikleri için; septiklere her şeyden şüphe edip, vehim ve zan peşinde koştukları için; sensüalistlere, duyuların bilgisi dışında hakikat kabul etmedikleri için; dogmatik rastyonalistlere, akıl yoluyla hakikate ulaşılabileceğini savundukları ve aklı yanılmaz ve mutlak bir kuvvet kabul ettikleri için; natüralistlere, Allah yerine tabiatı ikâme ettikleri için karşıdır. Bütün bu sayılanların dışında kalan moralist(=ahlakçı), spiritüalist(=ruhçu), idealist ve ilahî hikmetle meşgul olan hakîmler, Mevlâna’nın da içinde yer aldığı bilge kişilerdir. Onlar hakikate, akıl ve istidlâl gibi yollarla değil, aşk ve gönül yoluyla ulaşırlar. Onun için ilahî hikmete yani “philosophia perennis”e ehil olmak gerekir”(Yakıt, T.İ.Düş. s. 59-60)

Aşk Bir Alternatif mi?

Mevlâna, akıl ve felsefenin yerine göre faydalarını belirtmiş, sınırlarını çizmiştir. Konu Allah’a ulaşmak olduğunda, tamamen derunî bir psikolojik alan olan ve akıl üstü bir âlemin mevzusu bulunan Âşık, Ma’şuk, Vuslat ve Vahdet gibi kavramlar, ancak gönül temizliği ve Hakk’a teveccühle kâimdir. Akıl ve ilahî hikmetle ilgili felsefenin kısmen ve belli bir yere kadar ışığına ihtiyaç vardır. Ancak öyle bir noktaya gelinir ki, orada geçerli olan tek gerçek aşktır. Âşık da bütün benliğini saran bu aşkla vuslata erer ve kainatı o gözle görür ve her zerrede O’nu görmeye başlar. İşte Mevlâna’nın akıl, felsefe ve aşk üçgeninde bize söylemek istedikleri bunlardır. Aşk, ona göre akıl ve felsefenin alternatifi değil, akıl ve felsefenin devamıdır. Onlar bir yere kadar rehberdir. Aşk ise, onları aşan alanın, onların âciz kaldığı alanın yegane kılavuzudur.

*Bu yazı Prof. Dr. İsmail Yakıt’ın, 29-30 Eylül, 2007 tarihinde Manisa’da “Uluslar arası Türk Tasavvuf kültürü ve Mevlâna sempozyumu”na sunduğu bildiridir.