MEVLÂNÂYA GÖRE AKLIN ÖNÜNDEKİ ENGELLER
MEVLÂNÂYA GÖRE AKLIN ÖNÜNDEKİ ENGELLER
Mevlânâ’nın övdüğü, sonucu görmede çevik olan; hırstan, şehvetten arınıp, âşıklığa hazır olan aklın[1] fonksiyonunu yerine getirmesini engelleyen birtakım etkenler ve engeller vardır. Aklın önündeki onu aşkın bu engelleri kısa örneklerle şu şekilde işlemeye çalışacağız.
Cehâlet
Mevlânâ, cehâleti aklın önündeki en büyük engel olarak görür,[2] onun bir aldanış olduğunu belirtir ve nefislerini körlük, bilgisizlik kaplamış olan kişileri kınar.[3] Mevlana’nın ifadesiyle, “Bilgisizlik, akılda bir taassuptur ki, buna tutulanların şehirlerinde kargalar şom şom bağrışırlar, yerleri yurtları harabeye döner.”[4] Yani bilgisiz bir nefis ve toplum hayatiyetini sürdüremez, yıkılır, viraneye döner. Zira aptallık ve bilgisizlik, yama kabul etmez bir yırtıktır.[5]
Câhil, birçok değerin farkında değildir. Ona hakikat sırları nice defa gösterilse de, o görmez.[6]
Mevlânâ tatlı sözlü olsa dahi cahilin sözlerine kanmamayı öğütleyip, bu vasıftaki kişilerin sözlerini eskimiş, yıllanmış zehire benzetir.[7] Ona göre, bilgisizlerle düşüp kalkan bilgisiz kalacağı gibi, toplumda yalnız da kalır.[8]
Yine ona göre, silahla bilgisizlik bir araya gelince Firavunca bir eda ile bütün dünyanın yakılıp yıkılabileceğini[9] bu nedenle câhil(lik)den korkulması gerektiği üzerinde durur. Câhil(lik) den korkmak gerektiği ise yine bilgi ile elde edilir.[10]
Zann
Zanlarda bazen hata olur.[11] Zîrâ, bu, akla kuvvetli bir settir.[12] Yani kötü zan, kişi ile gerçek arasında engel oluşturabilmekte; haliyle insan varı yok sanabilmektedir.[13] Bundan dolayı Mevlânâ, bilgisizlik, taklit ve zann ile yapılan bir işin bilinçli olmayacağı ve ondan verim alınamayacağı üzerinde durur.[14]
Akıl, zanna uyarak hüküm verirse birçok imkânın elden kaçmasına yol açmış olur.[15] Zan, doğru ve sağlıklı bir şekilde anlaşılmamayı da doğurur. Sonuçta o, bir aldanışı ifade eder: “Ben kan içiyorum, sen de şarap sanıyorsun. Sen can alıyorsun ve can verdiğini zannediyorsun”.[16]
Gaflet
Gaflet, gerçekleri görmeye, dikkatli ve uyanık olmaya perde olduğundan dolayı aklın fonksiyonunu icra etmeye engel olan hususlardandır. Gafil kişi uyanık olmadığından, boş bulunup vaktini iyi ve faydalı şeylere hasretmediğinden akıllı davranamaz.[17]
Kişi, bildiği halde, gaflete düşerek suç işlerse bu daha ağır bir suçtur. “Nerede tanımak, bilmek daha fazlaysa, suç daha fazla sayılır. Akıllının işlediği suça nispetle çocuğun suçuna kinlenmez adam.”.[18]
Aklını çalıştırmayan, gerçeklerden gâfil olan kişi, yanlışta oyalanır durur. Mevlânâ, öylelerini “arı-duru sudan haberi olmayarak bütün yıl gagasını acı sudan çıkarmayan kuş”un durumuna benzetir.[19]
Aklı çalıştırarak ya da Peygamber haberine inanarak varlığın bir var kılıcı (Allah) tarafından düzenlenip ortaya çıkarıldığını bilmemek, Mevlânâ’ya göre en büyük gaflet ve körlük sayılır. Bu hususta Allah’ın kudretlerini onaylamamak ise, “Allah ile pençeleşmek” olarak adlandırılır.[20]
Taklit ve Taassup
Mevlânâ’ya göre taklit de insan aklını önündeki engellerden biridir. Çünkü akıl insanı yücelere çekerken taklit insanı geride bırakır.[21] Mevlânâ, taklide düşmüş bir akla sahip olmaktansa cahil kalıp deliliğe vurmanın daha iyi olduğunu söyler.[22] Zira sağlam akıl, bir şeyi düşünerek, tahkik edip onu bilinçli bir şekilde yaparak yükseklere çıkmayı sağlar, bunun aksine taklit ise kişiyi aşağılara çeker, ayağa düşürür.
Gerçi aklın, seni yücelere çekmekte; ama taklit kuşun aşağılıklarda yayılmakta.
Taklitten doğan bilgi canımızın vebalidir, iğretidir. Bizse o bizim malımızdır diye oturup kalmışız.
Bu çeşit akıldansa cahil olmak daha iyi, deliliğe vurmak daha yeğ.[23]
Taklitten kapıp kaçmadan arınmış nur gerek ki, onu, sözünü dinlemeden, işini görmeden tanısın.
Bu nura sahip olan, akıl yoluyla onun kalbine girer, nakdini görür, nakil ve rivayete bağlanmaz.[24]
Taklit ve taassubun, kişilerin yanlış düşünce ve tutumlarını ısrarla yürütmelerinde çok etkin rol oynadığını belirten Mevlânâ, bu konuyu Hıristiyanların Hz. İsa hakkındaki inançlarının yanlış olduğunu tartışırken dile getirip sonunda bu iki kötü hasletin, insanın akıl ve ayırt etme gücünü devre dışı bıraktığından bazen onu hayvandan da aşağı seviyelere indirdiğini söyler: “…Hıristiyan yine: “Biz bu inancı babamızdan bulduk ve onu kendimize din edindik.” dedi. Ben de ona karşılık olarak dedim ki: “Eğer babandan sonra kalp para ve bozuk altın kalmış olsa, sen onu ayarı tam başka maddelerden saf ve temiz bir altınla değiştirmez misin, yoksa bu kalp altını üstün mü tutarsın? Babandan sana çolak bir el miras kalsa ve sen bu çolak eli düzeltecek bir ilaç ve doktoru bulsan, bunu kabul etmez misin? “Bu çolak el bana babamdan böyle kaldı, ben bunu bozmak, değiştirmek istemem.” mi dersin? Sen babanın, yaşayıp öldüğü bir yer ve yurtta büyüyüp yetişsen, oranın suyu tuzlu olsa, sonra bundan başka suyu tatlı, toprağı verimli, ahalisi sıhhatte bir yer ve yurt bulsan, sen o fena yerden buraya nakletmek, daima onun tatlı suyunu içmek ve bütün hastalıklardan kurtulmak istemez misin? Yoksa “Biz bu yer ve yurdu, bu hastalık yapan tuzlu suyu ile bulduk, burada kalacağız.” deyip oraya yapışıp kalır mısın? Kat’iyyen bunu akıl ve duygu sahibi bir kimse söylemez. Allah sana babanın aklından başka bir akıl, görüşünden başka bir görüş ve iyiyi-kötüyü ayırt etme kuvvetinden başka bir kuvvet vermiştir. Sen bunları işlet, yokluğa sürükleyen değil, doğru yola götüren bir akla uy… Hayvan bile babasından, anasından vâris olduğu şeyden daha güzelini bulduğu vakitte çöplüğe dönmüyor saraya bağlanıyor. Böyle olunca artık akıl ve temyiz ile bütün yaratıklara üstün olan insanın bu hususta hayvandan daha aşağı olması pek kötü bir şeydir.”[25]
Mevlânâ, körü-körüne taklidin nasıl yanlış bir tutum olduğunu ve insanı nasıl yanlışa sevk ettiğini şu örneklerle açıklamaya devam eder: “Bu okuyucu Kur’ân’ın sûretini doğru okuyor, fakat manasından haberi yok. Esasen onun gerçek manası kendisine anlatılmış olsa, kabul etmez ve yine körü-körüne okur. Bunun benzeri: Meselâ, bir adamın elinde kunduz olsa, ona elindekinden daha iyi bir kunduz getirdikleri zaman almak istemezse, o bunu taklit ile eline almıştır. Meselâ cevizlerle oynayan çocuklara ceviz içi veya ceviz yağı verdiğiniz zaman almazlar. Çünkü onlara göre ceviz, elinize aldığınız zaman hışır hışır ses çıkarır, hâlbuki bunların ne sesi, ne de hışırtısı vardır.”[26]
Mevlânâ, taklidi “her iyiliğin âfeti”[27] olarak niteler. O, aklını ipoteğe verdiğinden dolayı mukallit olanlara söz anlatmanın çok zor bir iş olduğunu belirtip [28] onun, insanı ne zavallı konuma düşürdüğünü örnekleriyle işler.[29]
Akıllı adam delil ister. Bir şeye körü körüne inanmak ve yönelmek ahmaklık addedilir.[30] Mevlânâ, muhakkik ile mukallit arasında çok büyük farkın olduğunu belirtip muhakkiki Davut’a, öbürünü ise sese benzetir.[31] Ses kendisini duyamaz. Bilgisizlik, taklit ve zan ile yapılan bir iş, yanlış ve verimsiz olabilir,[32] hatta ölümle bile sonuçlanabilir.[33]
Bir şeye sımsıkı yapışmanın, bir şeyde taassup göstermenin hamlık olduğunu[34] söyleyen Mevlânâ sonunda, taklitten kurtulup, kişinin kendi aklıyla bilinçli bir şekilde yol almasının gerekliliğini bizlere çok güzel bir şekilde hatırlatır:
Gözün varsa kendi gözünle bir bak. Hiçbir şeyden haberi olmayan bir ahmağın gözüyle bakma.
Kulağın varsa kendi kulağınla dinle, duy. Neden sersemlerin kulağına kapılıyorsun?
Taklide uymaksızın bakmayı âdet edin, kendi aklını koru, onu düşün sen.[35]
Önyargılar ve Tarafgirlik
Önyargı, kişinin gerçeği görmesine set çeken aklın önündeki büyük engellerden biridir. Mevlânâ bunu, gözün önüne konup da gerçeği görmeye engel olan renkli cama benzetir:
Gözünün önüne gök renkli bir cam koymuşsun, o sebepten âlem sana gök görünüyor.
Kör değilsen bu körlüğü kendinden bil. Kendine kötü de, başkasına deme![36]
İnsanın tarafgirlikten, hiddet ve şehvetten şaşı olacağını,[37] haliyle yanlış göreceğini söyleyen Mevlânâ, kasıtlı tutum ve tarafgirliğin aklı sabote edeceğini, ilmi aykırı bir hale sokacağını hatta onu zulme dönüştüreceğini önemle belirtir.[38]
Acelecilik ve Tedbirsizlik
Etraflıca düşünmeyip anî kararlar vermek ve pozisyona uygun olmayacak derecede acele hareket etmek aklın doğru karar vermesini olumsuz etkileyecektir. Bu konuda Mevlânâ, insanları uyarıcı mahiyette şu örneği verir: “Baharın barışını ve dostluğunu görmüyor musun? Başlangıçta azar azar sıcaklık gösterir, sonraları azar azar arttırır. Ağaçlara bak; sıcaklık yavaş yavaş geldiği zaman önce gülümser, sonra azar azar yaprak ve meyvelerden elbiseler giyerler… İşte bunun için dünya ve ahiret işlerinde de her kim acele gösterir ve mübalâğa ederse, bu iş ona müyesser olmaz.”[39]
“Maksada sabırla erişilir, aceleyle değil”[40] diyen Mevlânâ, birçok yerde, dikkatli ve tedbirli olma uyarısında bulunur. Acele eden ve tedbirsizce davranan tıpkı kuş gibi tuzağa düşebilir.[41] Yine böyle davranan, tilkinin de kandırmasıyla, aslana yem olabilir.[42] Nitekim aslan,
“Onda akıl ve isâbetli bir tedbir görmeyince cezasını verip derisini yüzdü.”[43]
O kötü yüzlü, sabırsızlığından, düzen bilmezliğinden, tez canlılığından kendisini öldürdü; bir müddet sabretseydi o beladan kurtulurdu.[44]
Nefse Uyma
Mevlânâ Celaleddin, insanın aklı ve ulvî şeyleri bir kenara bırakıp nefsin âdi isteklerine boyun eğerek süflî şeylere yönelmesini aklın önünde büyük bir tuzak ve büyük bir aldanış olarak değerlendirir.
Ruh, seni en yüksek göklere çıkarırken sen en aşağılıklara, su ve çamura doğru gittin.[45]
Akıl bağlanmıştır da hevâ ve heves, dileğini işliyor; hâlbuki akıl işlemeliydi dilediğini.[46]
Mevlânâ, hevâ ve hevesi, görmeye engel olan kasırgaya[47] ve şeytanın memesindeki süte[48] benzetir. Yine hevâ ve hevese meyletmeyi, gönüllerin onunla kilitlendiği kilide benzeten Mevlânâ, insana kilit değil anahtar olmasını önerir[49] ve akla uymak varken, doğru yol varken, insanın hevâ ve hevesine uyarak, yanlış yola girmesini eleştirir.
Güzelim parlak güneş meydandayken mumla kandilden aydınlık istemek!
Fakat şüphe yok ki bizim şanımız, edebi terk etme, nimete karşı küfranda bulunma, hevâ ve hevesimize uymadır.[50]
Nefsin, hevâ ve hevesin, gözü açtır; fırsatçıdır, ileriyi görmez; bunun aksine akıl ise ileriyi görür, din gününü düşünür. Akıl, güzel bir yüzdeki çirkin bir burna benziyen, ayıplarla dopdolu olan nefisten feryâd eder.[51] Bundan dolayı akıl sultanı dururken nefsi vezir yapmamak, onu üste çıkarmamak gerekir.[52]
Mevlânâ Celâleddin, hevâ ve hevesine uyan haris nefsi kuş(hayvan)tan da aşağı görür. “Çünkü kuş, her yeme gitmez, her yemi devşirmez. Midesi açlıktan yanar-tutuşur da aklı o kuşa der ki: Bu yanıp yakılmak tuzağa tutulmaktan yeğdir; bırak şu yemi; korkusu olmayan, avcısı bulunmayan yerden yem devşir. Öyle bir yeme konar ki orada korku ürküntü daha azdır; orası, şerden, zarardan daha uzaktır. Böyle olduğu halde yine de elli kez sağa-sola bakar; bir leş yiyen yırtıcı kuş, yahut bir kedi pusuda bulunmasın; sakın beni gâfil görüp de avlamasın; birisi tutup beni bağlamasın der.[53]
Mevlânâ, daha da ileri giderek nefsi eşeğe, hırsı da yulara benzetir ve yanlış yapmamak için insanın eşek gözünü değil de akıl gözünü açmasını ister.[54]
Mevlânâ, hevâ ve hevesine kapılmış nefsin kişiyi sağduyudan, doğrudan ayırarak onu akıldışı saçmalıklara ittiğini ve ona neler dedirttiğini şöyle dile getirir:
Eşeğin art tarafına Nizâmeddin dedim; bokböceğine, değerli amber adını taktım.
Şu dünya ahırında, lâf olsun diye her pisliğe, yeşillik adını verdim.
Kara maymunun boynuna gerdanlık taktım; en aşağılık kişiye, en yüce dedim.
Her şeytana, her lânetlenmişe, Âdem’in vasıflarını, Allah halîfesinin sıfatlarını verdim.
Kuzgunu, yeşilliğin bülbülü diye çağırdım; tikene selvi dedim, yâsemin dedim.
Şeytana, Cebrail adını taktım; kengere, apaçık delil dedim durdum.
Yazıklar olsun ki lânetin, kötülüğün ta kendisine, tamahımdan, ne kadar âferinler dedim.
Kancık eşeğe şehzâde deyişim, eşekliktendi, akıldan değil.[55]
O, şehevi duyguların etkisinde kalan, ahdine ve değerlerine sadakat ve vefa göstermeyen, fıtratına yabancılaşmış kirli kişilik olarak kasdettiği zulmanî nefsin, nuranî ve iyi bir hak ve hakîkat arayıcısı olan akla neden galip geldiğini sorar ve bunun cevabını yine kendisi verir:
Neden mi? Nefis kendi evinde, kendi yurdunda, akılsa garip! Köpek bile kendi kapısında korkunç bir aslan kesilir.[56]
“Ben, nefsimin hilesinden neler gördüm neler! Sihriyle akıl ve temyizi bile giderir”[57] diyen Mevlânâ, nefse danışılsa bile, yanlış yapmamak için o aşağılığın dediğine uymayıp aksini yapmayı önerir.[58] O, nefse muhalefet etmeyi de yeterli görmeyerek şöyle der:
Nefis, bu çeşit mahlûklardandır da onun için gebertilmeye lâyıktır. Onun için ulu Allah “Öldürün nefislerinizi” demiştir.
Nefis, üç köşeli dikendir, ne çeşit koysan sana batar, ondan kurtulmana imkân mı var?
Hevâ ve hevesini terketme ateşini vur şu dikene; iyi işli dosta uzat elini, sarıl ona!.[59]
Mevlânâ, nefsi, yüzlerce hile, hud’a sahibi bir ejderhaya benzetir ve nefse uymayı karanlığa dalmak, akla uymayı ise aydınlıkta kalmak olarak gösterir. Zira nefis, tıpkı sofistaiyye gibi kararsızdır, şüphecidir, hile ve aldatmadan yanadır. Bunun için de o, hakikati iknâ yoluyla değil de şiddet yoluyla ( kötekle) anlar.[60]
Mevlânâ, insanın yanlış bir hüküm ve davranışta bulunmaması için hevâ ve hevesini kendisine vezir yapmamasını ister. Zira hevâ ve heves hırslarla doludur ve ilerisini görmeyip sadece ânı gözetler. Hâlbuki aklın gözleri ise işin sonunu gözetir.[61]
Sonunda Mevlânâ, hevâ ve hevese uyarak yanlış yapmamak ve akabinde zararlı çıkmamak için şu uyarıda bulunmaktadır:
Hevâ ve hevesine uyarsan aklın-dimağın bozulur.[62]
Hevâ ve heves lezzetlerinin hepsi hiledir, riyâdır.[63]
Hevâ ve heves, erkeklerin hayzıdır. [64]
Ey ömrünü yele veren, sarhoş musun sen?
Niceye dek bu hevâ ve hevese tapacaksın sen?.[65]
Eğer şehvet ve hevâ sevdasında koşacaksan, sana haber vereyim ki eli boş kalacaksın!.[66]
Kendine gel de kargaya benzeyen nefsin ardından koşma. Çünkü o, seni mezarlığa götürür, bahçeye değil!.[67]
Mevlânâ, yanlışa, hileye ve aldanışa sevk ettiğinden[68] dolayı insanın nefsine güvenip de onun peşinden koşmamasını ister. Nefsine aşırı güvenip, onun peşinden gitmede kişinin benlik duygusu veya enâniyeti önemli rol oynar.[69]
Hiddet ve Şehvet
Mevlânâ’ya göre şehvet de aklın zıddıdır. Ona göre şehvet, şarap gibi akla perdedir. Şehvete ait ne varsa hepsi gözü, kulağı bağlar, örter. Şehvet insan aklının doğruyu bulmasına engeldir.[70] Mevlânâ “akıl bağlanmıştır da hevâ ve heves dilediğini işliyor; hâlbuki akıl işlemeliydi dileğini. Akıllar ayrana düşmüş sineklere dönmüş, hâlbuki akılların akılları başlarında olmalıydı”[71] diyerek hevâ ve hevesin insanın aklını bağlayıcı bir unsur olduğunu dile getirerek akıllıların bu bağdan kurtulmaları gerektiğini ifade eder.
Hz. Mevlana, aklı şehvetin tersi olarak görüp, şehvetin çevresinde dönüp dolaşanda akıl olmadığını söyler.[72] O, halkın akıllarının dünya işinde kıvranır-durduğunu ama şehvetten geçmeyi hiç düşünmediklerini belirtir.[73] O, bu konuda Hz. Peygamberin şu sözünü aktarır: “Gerçekten de Allah, melekleri yarattı, onlara akıl verdi; hayvanları yarattı, onlara şehvet verdi; Ademoğullarını yarattı Onlara akıl verdi, şehvet de; kimin aklı şehvetine üst olursa meleklerden yücedir o; şehveti aklından üst olursa hayvanlardan daha aşağıdır.”[74]
Kişi kızınca, hiddetlenince ve şehvetine uyunca hatalara ve kötülüklere iyice açık demektir. Gözün ağarıp, gerçeği görmeme nedenini nefse ve onun kızgınlığına[75] bağlayan Mevlânâ, hiddeti ve kini, sapıklığın – kâfirliğin temeli olarak görür ve hiddetlenince insanın yırtıcı canavarlardan bile daha tehlikeli olabileceğini söyler.[76]
Kötü birer huy olan kibir ve kinin doğmasının sebebi şehvettir. Şehvetin yerleşip kuvvetlenmesi ise itiyat yüzündendir. Kötü huy, âdet edinilince kişide iyice sağlamlaşır ve yerleşir. Yerleşince de insan, ondan vazgeçirmek isteyene de hiddetlenir.[77] Hiddetlenen insan ise daha çok hata yapar.
Şehvet, insanı tuzağa düşürür, hataya sokar.
Rüstem’in kellesi, kulağı yerindedir; sakallı, bıyıklı bir adamdır ama ayağını tutup onu kafese sokan tuzak, şehvettir.[78]
İnsan, şehvetine uyunca kanadı dökülür, topal kalır; birçok gerçekler ve güzellikler ondan kaçar gider.[79]
Mevlânâ, insanın şehvetini kontrol etmesini ister ve şöyle seslenir:
Benim gibi şehvet sarhoşluğundan kesil, bu sarhoşluğu devede seyret!.[80]
Kanadını koru, şehvete kapılma da meyil kanadın seni cennetlere yüceltsin.[81]
Ey yiğit, akıl, şehvetin zıddıdır… şehveti dokuyan akla akıl deme.
Şehvete mağlûp olana vehim de… vehim, halis akıllar altınının kalpıdır.[82]
Mevlânâ, akıl ve şehvet ekseninde varlık türlerini üç kategoriye ayırarak açıklar. Birinci sınıf varlık türü, sırf akıldan ibaret olan meleklerdir ki, onların yaratılışı ibadet ve itaati gerektirir. İkincisi, hayvanlar sınıfıdır ki bunlar sırf şehvettir. Kendilerini kötülükten alıkoyacak akılları yoktur, dolayısıyla sorumlulukları da yoktur. Üçüncü olarak akıl ve şehvetten oluşan zavallı insan kalır. Yarısı melek, yarısı hayvan; yarısı yılan, yarısı balıktır. Balık olan kısmı onu suya doğru çekiyor, yılan olan tarafı ise toprağa. Bunlar birbirleriyle keşmekeş içinde kavga etmektedirler. Aklı, şehvetine galip gelen, meleklerden daha yüksek; şehveti, aklına galip olanlar ise hayvanlardan daha aşağıdır.[83] Mevlânâ”ya göre melek bilgisiyle, hayvan da bilgisizliğiyle varlık serencâmının tehlikelerinden kurtulmuşken insanoğlu bu ikisi arasında keşmekeşte kalmıştır.[84]
Akıl ve nefs mücadelesi sonunda kazanan tarafın yönelimleri doğrultusunda o kişinin davranışları, şahsiyeti ve yaşam tarzı şekillenmektedir. Onun isteklerini yerine getirebilmek için fikir ve çözümler üretmeye başlar. Asıl kaynağı ile irtibatını unutur, kendi aslî işlevine yabancılaşır.
Akıl, Mevlânâ”ya göre insan varlığına konulan bir nurdur ve melekler ile akıl, aynı nurdan yaratılmışlardır. Akıl, bir bakıma Mevlânâ”ya göre insan varlığının meleklik yönüne karşılık gelmekte iken nefsânî lezzetlere hitap eden nefsânî şehvet, aklın karşı kutbunda yer almaktadır. Nefsânî şehvetin bir an önce arzusuna kavuşma isteğine karşın insanda onu kontrol eden akıldır. Akıl, iyi-kötü, hayır şer, hak-bâtıl arasında seçim hakkını kullanır. Yüce Allah insanların içinde her fıtrata sahip olanın belli olması için, insanda melekle, hayvanlığı bir araya getirmiştir. Çünkü eşya zıddı ile belli olur; sıcaklık-soğukluk, yükseklik-alçaklık gibi ve zıddı olmayan bir şeyi târif etmek imkânsızlaşır. Meselâ; Âdem’in karşısında İblis, Musa’nınkinde Firavun, İbrahim’in karşısında Nemrut, Mustafa’nınkinde Ebu Cehil’ in olması gibi.[85] Kaynağını ruhtan alan akıl nuru bu mücadeleden galip gelirse şehvet, akla tabi olur ve insan işlerin akıbetini görebilen nurânî aklı ile hareket eder. Nurânî aklın şehvete mağlup olması durumunda ise akıl şehvetin emrine ram olur. Şehvet galebe çalınca akıl işlevsiz kalır.[86]
Ona göre manevi bir eğitimden geçmeyen, nefsini kontrol altında tutmayan sıradan bir insanın aklı çoğunlukla şehvetine yenik düşer. Bilinmelidir ki “her şehvet, şarap ve afyon gibi akla perde olup, akıllılar, onun elinden şaşırır gider. Şehvete ait ne varsa hepsi gözü, kulağı bağlar, örter”[87] ve haliyle insanı yanlışa sevk eder.
Hisler ve Hırslar
Duygu da insan aklının fonksiyonlarını bozarak insana çözümü imkânsız işler yaptırır. Mevlânâ duygularla, düşünceleri, duru suyun yüzündeki çer çöpe benzetir. Nasıl bu çöpler suyun yüzünü örtüyorsa duygu ve düşünceler de aklı örterek aklın fonksiyonlarını engeller.[88] Hisler, yer yer, gerçeği görmeye engel, akla da perde olacağından insanı yanıltır.
Hisse ait gözüne toprak serp. His gözü, akla da düşmandır, dine de!
Allah, duygu gözüne kör dedi, putperest dedi, bizim zıddımız dedi.
Çünkü o, köpüğü gördü de denizi görmedi. Bu demi gördü de yarını görmedi.[89]
Bu garezler, göze perdedir. Göze perde indi mi insan, yukarı aşağı, bunca şeyi göremez, “Sevdiğin şeyler seni kör ve sağır eder”.[120]
Mevlânâ’ya göre his nuru insanı yere çeker, Hak nuru ise Kevser ırmağına götürür. Çünkü, diyor o, tutkularla algılanan âlem, çok aşağılık bir âlemdir. Allah nuru denizdir, duygu ise bir çiğ tanesi gibidir.[91]
Hislerin insanı yanılttığını ve yanlışa düşürdüğünü Mevlânâ, çok açık bir şekilde, şöyle belirtir:
Sen de bir düşmana kinlendin mi, ey altı duyguya zebûn olan,
Altı duygun da yanılır, yanlışlar içinde kalırsın.[92]
Aklın olmadı mı unutkanlık, sana hakim olur… sana düşmanlık eder, tedbirini bozar.
Aşağılık pervane, aklının azlığından kendini ateşe vurur… ateş, ateşin yakıcılığı, ateşin sesi, aklına bile gelmez.
Fakat kanadı yandı mı tövbe eder ama hırsı ve unutkanlığı yine onu ateşe atar.[93]
Mevlânâ, aklı kör eden benlik ve ululuk isteğini akıllı insanın ayaklar altına alıp, onları merdiven yaparak göklere yükselmesini önerir.[94] Benliğinden sıyrılan kişiler şekerlerle dolarlar, başka bir ifade ile tatlılaşırlar, üfleyip ses çıkartılacak tatlı kamışa dönerler, anlayış ve olgunluk kazanırlar.[95] Benlik denen karanlık kuyudan çıkan insan, çiçekleşir, meyveleşir ve insanlara fayda veren bereketli bahçeye dönüşür. Atıldığı kuyudan kurtulan Hz. Yusuf, Mısır’a sultan oldu. Beden kuyusundan kurtulan, yani benliğinden sıyrılan da birçok yanlıştan kurtulur, mânevi âleme padişah olur.[96]
Mevlânâ söz dinlemeyen, istişârede bulunmayan, büyük sözü tutmayan ve ancak kendisini beğenenlerin düştükleri yanlışın sonunda ettikleri feryadı,
“Kendi aklımıza güvendik, fikrimize dayandık da bu tehlikeye çattık”[97]
şeklinde nakleder ve kendisine fazla güvenenleri şu şekilde uyarır:
Ey kendi aklına âşık olan ve kendisini sûrete tapanlardan üstün gören!
Hissine hâkim olan, akıl ziyâsıdır. Bunu, bakırının üstündeki altın yaldız bil.[98]
Mevlânâ, kendisini beğenenleri kınar ve sonunda böyle davranmaktan uzak durmayı tavsiye eder.
Senden bu kendini beğenme defoluncaya kadar gönlünden de çok kan akar, gözünden de.[99]
Hırslar, kişisel hesaplaşmalar veya ihtiraslar da aklın sağlıklı işlemesine engel oluştururlar. “Hışmı, şehveti, hırsı terk etmek erliktir. Bu peygamberlik damarıdır.”[100] Bu hırs ve istek dolu akıldan kurtulunca, şaşılacak yüz binlerce akıl görür.[101] Kişinin hırsını frenlemesi ve öfkesini kontrol etmesi önemlidir. Ancak “Her bayağı akıl öfke zamanı yerinde durmaz!”[102] Hırsını ve öfkesini ancak akıllı ve iradesi güçlü olanlar kontrol altında tutabilir.
Kişi, hırsı yüzünden elindeki değerli imkânları bırakarak değersiz şeylerin peşine takılabilmektedir.[103] Hâlbuki “hırs, güz mevsimi, kanaat ise bahardır; dünya güz mevsimiyle kutlu bir hale gelmez ki!”[104]
Yine kişi, hırsı yüzünden bazı imkânları, tıpkı avcı gibi, elinden kaçırabilmektedir.[105] Dünyadaki mal, mülk, mevki hırsının insanı sarhoş edebileceğini, bunlara ulaşamamanın kişide baş ağrısı yapıp onu sersemleştireceğini ve hâliyle onun dengesini bozarak yanlışa iteceğini dile getiren Mevlânâ, bu duruma düşmemek için sabra sarılıp, bu ihtirasların esiri olmamak gerektiği üzerinde durur.[106] Zira “Hırs insanı kör, ahmak eder, bilgisiz bir hale sokar, ölümü kolaylaştırır”.[107] Bundan dolayı Mevlânâ, haris kişilerle bir arada bulunmamayı tavsiye eder. Zira uyuz canla düşüp kalkan can da uyuz olur gider.[108]
Mevlânâ’da dünya, ihtirasların kabardığı bir eleğe, insan ise ona konmuş una benzetilir. Elekten geçen arı, geçemeyen ise saman ve kılçık gibi (değersiz)dir.[109] İnsan, lokmanın yolunu bağladığında hileden-düzenden kurtulur, fakat hırsa düştüğünde ağlamaya koyulur gider.[110] Hırsı yüzünden müflisle işbirliği yapan hata ve aldanış içindedir.[111]
İhtiras gösterip menfaat peşinden koşmanın, kişiyi yanlışa iteceğini ve sonunda onu rezil-rüsva edeceğini[112] söyleyen Mevlânâ, istek pazarının hilelerle, düzenlerle dopdolu olduğunu belirtip, insanın istekler pazarında sersemleşmemesi, aklını başına alarak yanlış işlere girişmemesi uyarısında bulunur.[113]
Mevlânâ, “hırsla bir şeyin üstüne düşenin ondan mahrum olabileceği” sözünü nakleder ve peşinden “… ona ancak sabredenler ulaşır”[114] âyetini hatırlatır.[115]
Buğday gösterip arpa satan, kara yüzüne ak boya çalan, kendisini genç gösteren yalancı ve düzenci kart dünyanın sevdalısı olarak onun malına hırs göstererek sarılmak ve ona tamah etmek insan için bir aldanıştır. Böyle yapan kişi, Mevlânâ’ya göre, sonunda Allah aynasına düşman kesilir; onda yarasalık, güneşe düşmanlık huyu pekişir.[116] Zaten ona göre, düştüğümüz bütün eziyetler, uğradığımız dertler, ham tamahtan, nefsin sınayışından, dileğin bizi zorlamasından ileri gelir.[117]
“İnsanı zayıflatan, alçaltan, sarartıp solduran tamahtır”[118] ve “tamah, kişiyi yoldan çıkartır” diyen Mevlânâ, kişinin, gönlünü hırstan ve tamahtan arındırmadıkça yüzünü yıkasa da ona bir faydasının olmayacağını, yine pislik ve yanlış içinde kalacağını[119] belirtip; gözün, aklın ve kulağın saf olması isteniyorsa, o tamah perdesinin yırtılması gerektiğini vurgular.[120]
Mevlânâ, büyüklük taslama, hırs ve kıskançlık huylarının aklı dumura uğratıp gözü kör ettiğini belirtip,[121] sonunda, insanın kendi mezarını şehvet, haset ve hırs bakırlarıyla değil de gerçeklik altınıyla doldurmasını önerir.[122]
Hayal ve Vehim
Hayaller gerçeğin yerini tutmaz ve bazen kendini gerçekmiş gibi sunarak aklın sağlıklı düşünmesine engel olur. Aşağıdaki pasajda Mevlana, hayal ile gerçeği ayıramamanın yanıltıcılığına dikkat çekmektedir:
“Bir insanı, her şeyin hayali, o şeye doğru götürür. Meselâ bahçe hayali bahçeye; dükkân hayali dükkâna. Yalnız bu hayallerde gerçeği değiştiren bir şey saklıdır. Meselâ bir yerin hayali seni çekti, hayale uyup oraya gidiyorsun. (O gerçeği değiştiren şey) yani yalan-dolan orasını sana güzel göstermiştir. Sonra pişman olup kendi kendine: “Bunda bir hayır vardı sandım, meğer yokmuş” diyorsun…[123]
Mevlânâ, körün malzemesinin gam artıran hayaller olduğunu söyler.[124] Bazen insan hayalleri gerçekmiş gibi görür. “Onun gözü hayal ve yokluk evidir. Hülâsa o, yokları var görür.[125] Mevlânâ insanın bu durumundan yakınır.
Hayallerden öyle libaslara büründün ki, neredeyse kötü zanlı sofestâîlerle karışacaksın.[126]
“Aptalca hayallerin aptal insana gelip çattığı”nı söyleyen Mevlânâ, onları kara geceye ve kurda benzetir. O, devamla, kötü hayali “şeytanın elçisi”[127] olarak görür. Kötüye, yanlışa sevk etmeyi şiar edinen şeytanın, elçisinden de ancak kötülük mesajları gelir.
“Cana ârız olan hayallere kapılıp gitmek yanlışa gitmektir.[128] Aklın bu tuzağa düşmemesi için gözün, ululuk sahibi Allah’ın sürmesiyle sürmelenmesi gerekir. Kişi ne zaman hayali bırakırsa, ancak o zaman yeşim taşını gevherden ayırt edebilir.”[129]
Vehmi/kuruntuyu, gerçeği görmemizi engelleyen bir perde olarak gören[130] Mevlânâ, kalbi zan, şüphe, vehim ve benlik gururu ile dolu olanlara şöyle hitap eder.
Ey zan ve şüphe perdesinden hoşlanan zavallı! Ey bulanık gönlü vehimler ve benlik gururuyla dolu insan.[131]
Gözler, korkunun aslını görmediğinden çeşit çeşit hayallerden korkar insan
Şarhoş bir herif, körün birine bir yumruk indirir. Kör sanır ki kendisini deve tepti.[132]
Vehim, insanı tehlikeli düşüncelere sevk eder, hiçbir hastalığı yokken onu hasta eder.[133] Hatta akıllı adamı bile delirtebilir.[134]
Kör adamın vehmi, gerçekliği olmayan, yalan ve hile mahsulü şeyleri, olan şey gibi görür ve aldanır.[135]
İnsan, damağını vehmin zevkiyle çeşnilendirir, kışın kardan testiler yapar, ama onların suya dayanıp dayanmadığını düşünmediği için aldanır.[136]
Mevlânâ, vehim ve zannı akla arız olan bir tuzak veya afet olarak görüp, bunların vatanının karanlıklar diyarı olduğunu belirtir.[137] Şehvete, hayal ve vehme iltifat edip aldanana akıl denmez. Vehim, hakiki akıl altınının sahtesidir. Vehimle akıl, mihenk olmadıkça meydana çıkmaz. Bunun için Mevlana her ikisini de hemen mihenge vurulmasını ister. Mihenk kalpa, geçersiz olana gel der. Bu mihenk de Kur’an’dır, Peygamberlerin halidir. Onun benzetmesine göre aklı bir testere ikiye biçse o ateşteki altın gibi gülümser. Aklın önünde engel olan vehim âlemleri yakan Firavun, akıl ise canları parlatan, aydınlatan Musa’dır.[138]
Mevlana, hayal ve vehmin insan üzerinde nasıl bir olumsuz rol oynadığını şu örneklerle açıklamaya çalışır.
Bu nakışlar, bu hayal sûretleri, dağ gibi Halil’e bile zarar verdi.
Cömert İbrahim bile vehim âlemine düşünce, “Bu, benim Rabbimdir” dedi.
Tevil incisini delen o zat, yıldızı görünce böyle dedi işte.
Gözleri bağlayan vehim ve hayal âlemi, öyle bir dağı bile yerinden oynattı.
O bile “Bu, benim Rabbimdir” dedi. Artık, eşeği ne hale kor, bir düşün!….
Yakîn yolunun bekçisi olan din ehli, bu hayal yüzünden, tam yetmiş iki fırka oldu
Yüz binlerce koskocaman gemi, vehim denizinde paramparça olmuştur.
Bunların en aşağısı akıllı ve filozof Firavun’dur. Onun ayı da vehim burcunda tutulup gitti….
Vehmin, seni şaşkın bir hale getirdiyse neden öbür vehmin etrafında dönüp dolaşırsın.[139]
Yine Mevlânâ, vehmin yanlışa sebep olmasıyla ilgili şu örneği verip, sonunda uyarısını yapar.
Yerde yarım arşın enlilik bir yol olsa, insan hiç vehimlenmeden rahatça yürür.
Fakat yüksek bir duvarın üstünde gitsen yolun genişliği iki arşın olsa, yine eğri büğrü gidersin.
Hatta gönlüne düşen vehim yüzünden belki de düşersin. Vehimden gelen korkuya iyice dikkat et de, vehmin kötülüğünü anla.[140]
Mevlânâ, bilindiği gibi, vehmin kendi başına kalınca yanılabileceğini fakat aklın devreye girmesiyle bu kuruntusunun yersiz olduğunu belirtir.[141] O, vehmin insan aklını istenmeyen yönlere sürükleme tehlikesi içerdiğini,[142] dağ gibi akıların bile vehim deniziyle hayal girdabına gark olduğunu söyleyip, bundan ancak yakîn erinin kurtulabileceğini sözlerine ekler.[143] İnsanın akıl ve vehmi birbirinden ayırabilmesi için bir ölçütün olması gerekir. Bu ölçüt ise, yukarıda da belirtildiği gibi, Kur’ân ve Peygamberdir.[144]
Haset ve Kibir
Haset, kıskançlık duygularıyla olan bir şeyi, kabullenmediği için aklın doğruyu onaylamasına engel olması bakımından kişide tehlikeli bir haslettir. “Bütün varlıklar âleminde, adamın hem kendine, hem başkalarına hasetten daha fazla ziyan veren başka bir şeyin olmadığı”[145]nı söyleyen Mevlânâ, hasedi ve hasetçiyi şöyle tanıtır:
Şeytanlardan yüz binlerce kötü huylar öğrenmişler, akıl ve gönül gözünü kapamışlardır.
Onların kötü huylarından en ehemmiyetsizi hasettir, hani İblis’in boynunu vuran haset!
O köpekler, bunlara ululuk ve haset öğretmişlerdir. Onlar, halkın ebedî bir mülke, bir devlete nail olmasını istemezler.
Kimde sağdan, soldan bir yücelik görürlerse hasetten âdeta kulunçları kabarır, dertlenirler.
Çünkü harmanı yanmış talihsiz, kimsenin mumunun yanmasını istemez.[146]
Hasedi, dermanı bulunmayan bir hastalık olarak gören Mevlana, hasetçiyi ise gerçeği görmeyen, görse de onu teslim etmeyen marazi bir tip olarak tanıtır. [147]
“Gönlüne haset ekenin vay haline!” diyen Mevlânâ, devamla, hasetliği yüzünden ay (gibi apaçık bir şekilde ortada parlayan gerçeklere veya kişiler)a düşman olanın karanlıklara düşmesinin kaçınılmaz olduğunu[148] sözlerine ekler.
Haset duygusunun düşünce ve kararlarında aklı nasıl olumsuz etkilediği ile ilgili Mevlana’da bol örnekle karşılaşırız.[149] Aklı etkileyip, insanı yanlışa sevk etmede güçlü bir etken olduğundan dolayı Mevlânâ, hasetçilere eteği kaptırmamak gerektiği, zira onların, insanı aşağılara çektiği uyarısında bulunur ve devamla şöyle der:
Kendine gel; hasetçilerin gönüllerini de kır, tuzaklarını da; yoksa kendi bahtının belini kırarsın.
Yusuf gibi şu (hasetçi) kardeşlerden ayrıldın mı Mısır’a aziz olursun, kurttan kurtulur gidersin.
Hasetçi, görünüşte iki ayağını bile öpse bil ki iç yüzden iki eliyle hançer saplar sana.
Merhameti yoktur, sevgisi yok; ne diye zarını atarsın onun? Gönlü yoktur, ne diye gönül verirsin ona?
Allah’tan çekinme (takva) kalesine sığınırsan, o kaleye yol bulur da girersin ebedi olarak hasetçiden de kurulursun, hasetten de.[150]
Mevlânâ, kibrin de insanı hakikati kabul etmeye karşı aklı frenlediğini,[151] dolayısıyla yanlış düşünce ve davranışa sevk ettiğini belirtir. O, bütün kızgınlıkların kibirden koptuğunu söyleyip, yanlış yapmamak için insanın, kibri ve ululuğu ayaklarının altına almasını ister.[152]
Aklın fonksiyonunu icraya engel olan bir başka unsur da kötü arkadaştır.[153] Mevlânâ’ya göre “akla düşman olan yoldaş yoldaş değildir. O, bir fırsat ara ki elbiseni alıp götürsün.
Mevlânâ, “Akıl sarhoş bir ejderha bile olsa kötü arkadaş bil ki zümrüttür. Aklının gözünü çıkarır, kör eder. Onun kınaması, seni taunun eline teslim eder”[154] diyerek kötü arkadaşın akıl için ne kadar büyük bir engel ve tehlike arzettiğini dile getirir.
Mevlânâ aklın önündeki engeller konusunda insanın uyanık olması, duygu ve düşüncelerinin esiri olmaması gerektiğini öğütler. Vehim ve taklitten kurtulan, gaflete dalmayan, şehvetinin esiri olmayan, benlik sevdasına kapılmayan aklın akıbeti önceden göreceğini belirtir.[155]
Özetle söyleyecek olursak, Mevlana’nın belirttiği gibi akıl, bir şeyi görmeyi, kavramayı, anlamayı, bellemeyi, hatırlamayı sağlayan yüce bir güçtür. O, insanı yanlıştan, eğriden ve kötüden meneder. Akıl, akıllı kişinin iyi kötü her şeyini ayarlayan bir bekçiye benzetilir. Hepsinden önemlisi, akıl insana ilahi bir lütuf, bir kılavuzdur. O yüceler yücesi Allah, iki dünyadan da önce aklı yaratmıştır. Mevlânâ, aklı, insanın manevi menfaatlerini de göz önüne alarak hareket etmesinden, kalıcı olanı geçiciye tercih etmesinden ve aşkın âleme sıçrama yapmak için tetikte durmasından dolayı övmektedir.
Yüzler, gözler, özler, güzler, güzellikler farklı olduğu gibi insan akılları da derecelidir. Bazı akıllar üstündür ki, bunlar da veliler ve peygamberlerdir. Yalnızca onlar insanın cüz-i aklını külli akla, yani Hakikat-ı Muhammedi’ye, yaradılış sırrına ulaştırabilir. Bu iki akıl arasındaki bağı teşkil edenler peygamberler ve veliler, onların yolları da aşktır. Allah’ın nuru ile aydınlanmış olan peygamberlerin, velilerin ve Hakk aşkıyla yanan âşıkların akıllarına saygı göstermek ve onları övmek gerekir.
Aklın önemi, fonksiyonu ve çeşitli alanlarda oynadığı rolünü uzunca anlatmasına rağmen Hz. Mevlana sonuçta aklın sınırlı, eksik ve yetersiz olduğu fikrinde ısrar eder. Mevlânâ’nın akıl konusundaki eleştirileri, aklın, mahiyeti gereği ilahî yolculukta insanı engelleyici rol oynamasından kaynaklanmaktadır. Çünkü akıl sınırlı bir yetiye sahiptir ve akıllar değişkenlik göstermektedir. Akıl, kendi yetki ve faaliyet alanını aştığında yanılması kaçınılmazdır.
Mevlânâ’nın akla yönelttiği eleştiriler onun aklı hor gördüğünden ve tamamen onun terk edilmesinden değil, ona bir sınır çekme keyfiyetinden ibarettir. Bütün sofiler gibi Mevlana’nın yerdiği ve karşı çıktığı akıl; hissi ve maddi âlemle ilgili olan tecrübi ve tabii akıl değil, bu âlemin ötesine ait hükümler veren ve İlahi hakikati idrak etme iddiasında olan nazari ve metafizik akıldır. Bu konudaki itirazların büyük bir kısmı da, bilginin tek kaynağı olarak aklı esas alan ve aklın mutlak bilgi kaynağı olduğunu iddia edenlere ve filozoflaradır.
Mevlânâ, uyanık akıl sahiplerini, nefislerine, dünyanın aldatıcı zevklerine ve şeytanın hilelerine karşı dikkatli olmaya çağırırken akıllarını kullanmalarını tavsiye eder. Akıl nimetini iyi kullananlar kazançlı, onu önündeki tuzaklara düşürenler ise zararlı çıkacaktır. Celaleddin Rumî, nefsi aklın hedeflerine ulaşmasında büyük engel olarak görmekte ve bu engelin de ancak nefsin terbiye edilmesiyle aşılacağını ifade etmektedir. O, bir sûfi olarak nefsi eğitmenin yolları üzerinde uzunca durmaktadır. Kişi nefsin isteklerine uymakta serbesttir fakat aklın istediği şeyde mecburdur.
[1] Dîvân, c. I, s. 217, b. 2060.
[2] Fîh, s. 103.
[3] Fîh, s. 151; Dîvân, c. V, s. 345, b. 24302.
[4] Mesnevî, c. III, s. 31, b. 395.
[5] Mesnevî, c. IV, s. 183, b. 22659.
[6] Mesnevî, c. I, s. 65, b. 814; c. II, s. 157, b. 2062; s. 238, b. 3681-3686, s. 2120, b. 3783.
[7] Mesnevî, c. VI, s. 115, b. 1431.
[8] Rubâiler, c. II, s. 303, Rubâi: 1466.
[9] Mesnevî, c. VI, s. 115, b. 4723.
[10] Mesnevî, c. VI, s. 115, b. 1430.
[11] Mesnevî, c. II, s. 19, b. 231; s. 37, b. 478.
[12] Mesnevî, c. II, s. 254 b. 2024.
[13] Bkz. Mesnevî, c. III, s. 230, b. 2827.
[14] Mesnevî, c. V, s. 109, b. 1304 vd.
[15] Mesnevî, c. I, s. 273, b. 8414.
[16] Fîh, s. 193.
[17] Bkz. Fîh, s. 103; Dîvân, c. V, s. 345, b. 24302.
[18] Mektuplar, s. 77, Mektup: L.
[19] Mektuplar, s. 95, Mektup: LXI.
[20] Mesnevî, c. I, s. 42, b. 519-522.
[21] Mesnevî, c. II, s. 178, b. 2326.
[22] Mesnevî, c. II, s. 178, b. 2328.
[23] Mesnevî, c. II, s. 178, b. 2326-2328.
[24] Mesnevî, c. II, s. 113, b. 1476-1477.
[25] Fîh, s. 194-196.
[26] Fîh, s. 128.
[27] Mesnevî, c. II, s. 38, b. 494.
[28] Fîh, s. 133.
[29] Taklidin bir bir tekkeye misafir olan bir sofinin başına ne kötü haller açtığı ile ilgili uzunca bir hikâye için bkz. Mesnevî, c. II, s. 40-43, b. 514-564.
[30] Mesnevî, c. IV, s. 228, b. 2845; Mektuplar, s. 57, Mektup: XXXVIII.
[31] Mesnevî, c. II, s. 38, b. 493.
[32] Mesnevî, c. V, s. 109, b. 1302-1303; Rubâiler, c. II, s. 280, Rubâî: 1355; Mektuplar, s. 58, Mektup: XXXVIII; Dîvân, c. VI, s. 163, b. 1554-1555.
[33] Mesnevî, c. VI, s. 249, b. 3148 vd..
[34] Mesnevî, c. III, s. 104, b. 1297; c. I, s. 221, b. 2762.
[35] Mesnevî, c. VI, s. 264, b. 3342-3344.
[36] Mesnevî, c. I, s. 106-107, b. 1329-1330.
[37] Mesnevî, c. I, s. 26, b. 331.
[38] Mesnevî, c. II, s. 211, b. 2752.
[39] Fîh, s. 147-148.
[40] Mesnevî, c. I, s. 319, b. 4003.
[41] Mesnevî, c. V, s. 117, b. 1413-1414.
[42] Bkz. Mesnevî, c. V, s. 205,211 vd., b. 2495, 2564 vd.
[43] Mesnevî, c. I, s. 245, b. 3049.
[44] Dîvân, c. I, s. 53, b. 475.
[45] Mesnevî, c. I, s. 43, b. 537.
[46] Dîvân, c. V, s. 182, b. 2067.
[47] Dîvân, c. III, s. 109, b. 874.
[48] Dîvân, c. VI, s. 249, b. 2477.
[49] Dîvân, c. I, s. 161, b. 1520.
[50] Mesnevî, c. VI, s. 268, b. 33120-3391.
[51] Mesnevî, c. VI, s. 233, b. 2951; c. IV, s. 103, b. l258.
[52] Ne mutlu aklı erkek, çirkin nefsi kadın olana, nefsini alt edene. Parça-buçuk aklı er olur üst çıkarsa dişi nefsini, akıl alt eder! (Mesnevî, c. V, s. 202, b. 2463-2464)
[53] Mecâlis, s. 31.
[54] Dîvân, c. III, s. 326, b. 3194.
[55] Dîvân, c. V, s. 170, b. 1930-1939.
[56] Mesnevî, c. III, s. 207-208, b. 2557-2558.
[57] Mesnevî, c. II, s. 233, b. 2278.
[58] Mesnevî, c. II, s. 174, b. 2273.
[59] Mesnevî, c. III, s. 30, b. 374-376.
[60] Emiroğlu, Yanlış Düşünce ve Davranışlar Karşısında Mevlânâ, s. 45.
[61] Mesnevî, c. IV, s. 103, b. 1259-1261.
[62] Mesnevî, c. V, s. 76, b. 1206.
[63] Mesnevî, c. VI, s. 325, b. 4094.
[64] Mesnevî, c. VI, s. 232, b. 2935.
[65] Mecâlis, s. 53.
[66] Rubâiler, c. I, s. 65, Rubâi: 310.
[67] Mesnevî, c. IV, s. 108, b. 1312.
[68] Dîvân, c. IV, s. 427, b. 4130; c. VII, s. 16, b. 214.
[69] Bkz. Dîvân, c. IV, s. 84, b. 717-718; c. VI, s. 343, b. 3537; c. VII, s. 504, b. 6607, 6609; c. V, s. 97b. 1113.
[70] Mesnevî, c. IV, s. 288, b. 3612-3613.
[71] Dîvân, c. V, s. 182, b. 2067-2068.
[72] Mesnevî, c. IV, s. 186, b. 2301.
[73] Mesnevî, c. VI, s. 11, b. 119-120.
[74] Mesnevî, c. IV, s. 122, b. 1497.
[75] Dîvân, c. IV, s. 427, b. 4130.
[76] Mesnevî, c. IV, s. 10, b. 116.
[77] Mesnevî, c. II, s. 265, b. 3558-3559.
[78] Mesnevî, c. III, s. 66, b. 818.
[79] Mesnevî, c. III, s. 173, b. 2136.
[80] Mesnevî, c. III, s. 66, b. 819.
[81] Mesnevî, c. III, s. 173, b. 2137.
[82] Mesnevî, c. IV, s. 186, b. 2301-2302.
[83] Fîh, ss. 122-123.
[84] Mesnevî, c. IV, s. 122 vd., b. 1597 vd.
[85] Fîh, s. 126-127.
[86] Mesnevî, c. V, s. 315, b. 3878.
[87] Mesnevî, c. IV, s. 288, b. 3612-3613.
[88] Mesnevî, c. III, s. 148-149, b. 1824-1828.
[89] Mesnevî, c. II, 123, b. 1607-1609.
[120] Mesnevî, c. VI, s. 227, b. 2873-2874.
[91] Mesnevî, c. II, s. 99, b. 1294-1295.
[92] Mesnevî, c. VI, s. 249, b. 3150.
[93] Mesnevî, c. IV, s. 184-185, b. 2287-2293.
[94] Dîvân, c. IV, s. 84, b. 717-718.
[95] Dîvân, c. VI, s. 343, b. 3537.
[96] Dîvân, c. VII, s. 504, b. 6607, 6609; c. V, s. 97, b. 1113.
[97] Mesnevî, c. VI, s. 299, b. 3781.
[98] Mesnevî, c. II, s. 54, b. 710-711.
[99] Mesnevî, c. I, s. 258, b. 3416.
[100] Mesnevî, c.V, s.327, b.4026.
[101] Mesnevî, c. IV, s. 291, b. 3649.
[102] Mesnevî, c. V, s. 304, b. 3736.
[103] Mesnevî, c. III, s. 24, b. 295.
[104] Dîvân, c. V, s. 98, b. 1120.
[105] Mesnevî, c. V, s. 64, b. 752.
[106] Mesnevî, c. I, s. 16, b. 194; III, 183, b. 2257- 2260; Dîvân, c. V, s. 466, b. 6383; Mektuplar, s. 170, Mektup: CXIII.
[107] Mesnevî, c. V, s. 231, b. 2823.
[108] Dîvân, c. VI, s. 257, b. 2561.
[109] Dîvân, c. I, s. 362, b. 3326.
[110] Dîvân, c. III, s. 36, b. 233.
[111] Dîvân, c. IV, s. 243, b. 2322.
[112] Dîvân, c. I, s. 150, b. 1400.
[113] Dîvân, c. I, s. 152, b. 1429.
[114] Kasas, 28/80.
[115] Mektuplar, s. 170, Mektup: CXIII.
[116] Mecâlis, s. 18.
[117] Mecâlis, s. 30.
[118] Mesnevî, c. V, s. 295, b. 3629.
[119] Dîvân, c. II, s. 223, b. 1809.
[120] Mesnevî, c. II, s. 44, b. 569-570, 573.
[121] Mesnevî, c. V, s. 250, b. 3055-3057; Rubâiler, c. II, s. 330, Rubâi: 15120.
[122] Dîvân, c. IV, s. 349, b. 3376.
[123] Fîh, s. 12.
[124] Mesnevî, c. II, s. 55, b. 722.
[125] Mesnevî, c. II, s. 9, b. 107.
[126] Mesnevî, c. VI, s. 174, b. 2184.
[127] Dîvân, c. VI, s. 346-347, b. 3565-3569, 3573.
[128] Mesnevî, c. V, s. 50, b. 573.
[129] Mesnevî, c. II, s. 9, b. 108-110.
[130] Rubâiler, c. I, s. 17, Rubâi: 70.
[131] Rubâiler, c. II, s. 256, Rubâi: 1239.
[132] Mesnevî, c. VI, s. 176, b. 2212-2213.
[133] Mesnevî, c. III, s. 128, b. 1579; Dîvân, c. VII, s. 359, b. 4635.
[134] Mesnevî, c. III, s. 124, b. 1550.
[135] Mesnevî, c. III, s. 5, b. 61.
[136] Mesnevî, c. III, s. 57, b. 720.
[137] Mesnevî, c. III, s. 126, b. 1558.
[138] Mesnevî, c. IV, s. 186, b. 2304-2307.
[139] Mesnevî, c. V, s. 217-218, b. 2649-2653, 2656, 2659-2660, 2662.
[140] Mesnevî, c. III, s. 126, b. 1558-1561.
[141] Mesnevî, c. III, s. 291, b. 3570; s. 140, b. 1720; s. 214, b. 2640- 2641.
[142] Mesnevî, c. VI, s. 268, b. 3392.
[143] Mesnevî, c. V, s. 217-218, b. 2654, 2657.
[144] Mesnevî, c. IV, s. 186, b. 2303-2304.
[145] Dîvân, c. VI, s. 305, b. 3109.
[146] Mesnevî, c. IV, s. 216, b. 2675-2679.
[147] Mesnevî, c. II, s. 86, b. 1126-1129.
[148] Dîvân, c. V, s. 273, b. 2551-2552.
[149] Bkz. Dîvân, c. II, s. 309, b. 2539-2542; Mesnevî, c. I, s. 34, b. 431; Mektuplar, s. 200, Mektup: CXXXIII.
[150] Dîvân, c. VI, s. 305, b. 3107-3113. Mevlânâ’nın haset üzerinde, hem sert hem de dokunaklı bir şekilde bu kadar çok durması, Hak dostu ve yoldaşı Şems’in ölümünün “haset”ten kaynaklanacağını sezmiş olabileceğini akla getirmektedir.
[151] Mesnevî, c. I, s. 260, b. 3246.
[152] Dîvân, c. IV, s. 84, b. 717-718.
[153] Mesnevî, c. V, s. 216, b. 2638-2639.
[154] Mesnevî, c. V, s. 216, b. 2638-2639; c. VI, s. 43, b. 503-504.
[155] Mesnevî, c. III, s. 178, b. 2198.