MEVLÂNÂ’NINYAŞADIĞI DEVRİN SOSYAL YAPISI -Mehmet AYDIN

A+
A-

MEVLÂNÂ’NIN YAŞADIĞI DEVRİN SOSYAL YAPISI

Prof. Dr. Mehmet AYDIN

SELÇUK ÜN. İLAHİYAT FAK. DEK.

Hz. Mevlâna’yı ve O’nun düşünce sisteminin temellerini iyi kavramak için, Mevlâna’yı yetiştiren sosyal şartların bilinmesi gerekir. Her insan, içinde yaşadığı sosyal muhitin içinde, belirli düşünce kalıpları alarak yaşar. Bazen onlara, yeni fikri unsurlar ilave eder; bazen de kazandığı düşünce modelleri içinde; yeni felsefelere, yeni fikri ufuklara ulaşır. İçinde yaşadığı toplumun izlerini taşımayan, devrinin sosyal ve kültürel sarsıntılarından nasibini almayan insanların, büyük ve ulvi düşünce sahibi olmaları oldukça zordur.

Hz. Mevlâna da XIII. yüzyılın sosyal ve kültürel ortamında yetişmiş; yaşadığı devrin sosyal ve kültürelolayları; Unda, ince bir nakış ipliğinin silinmez izlerini bırakmıştır. İçinde yaşadığı yüzyılın ve muhitin sosyal ve kültürel krizlerini, Mevlâna, daha Belh’te duymaya başlamıştır. Babası Bahaeddin Veled’in gönül yolcularının bağlı olduğu, İslam’ın takva anlayışının sistemleştiği, ekolleştiği, Tasavvuf sistemine bağlı olması, Mevlâna’nın saf ruhunda bu sistemin tohumlarının atılmasını sağlamıştır. Bahaeddin Veled, ruhun safiyeti için, akııdan ziyade; riyazet yolunu tercih ediyordu. Hakikatlere, sadece ilahi cezbe sayesinde ulaşabilir olduğunu söylüyordu. Bu görüşün temelinde, felsefenin dayandığı akılcılıkla, Tasavvuf ekolünün dayandığı riyazetin ayrımı vardı. H. VI. yüzyıl şairleri olan Senai, Hakanı, Nizamı de, açıkça felsefeyolunun aleyhinde idiler.

işte Mevlâna’nın babası Bahaeddin Veled de, bu sufi sistemin iç gidişi üzereydi. Bunun için O da, devrinin akılcı ve şekilci görüşleriyle ve onların mümessilleriyle ters düşmüştü. Bahaeddin Veled, Ma’arif adlı kitabının bir bölümünde Fahri Razi, Zeynı kişi, Harzemşah ve diğerlerine hitaben, akıı yolunun hayalci alemine koştukları ithamını yapar.

Aslında Bahaeddin Veled ile Fahri Razi arasında vuku bulan mücadele, akılla ruhun mücadelesiydi. Birisi determinist, diğeri riyazetle saflaşmış bir ruhun ilahı sezgiciliğine bağlıydı. Birisi kafa gözüne, öbürü kalp gözüne bakıyordu. Gazali’nin Tehtifufunu bu felsefe aleyhtarlığının en rasyonel bir ifadesi olarak görebiliriz. Bu görüş, Mevlâna’nın ilk çocukluk yıllarında Belh’te hakim olan birinci görüştü. Sultanların nezdinde kabul gören bu görüş, gönül erbabını rencide etmiş, belki de Mevlâna’nın babasını, Belh’i terke sebep olmuştur. Ana vatanın terkinin hicret sahiplerine yaptığı tesiri anlamak zor değildir. insanın alışkanlıklarını terki ne kadar zor ise; alıştığı yeri terk etmesi de o kadar zordur. Bunun için; her göç olayı, bir hasreti beraberinde getirir. Bu özlem, sadece ana vatan hasreti değil; insan rahatının, duyulan gönül huzurlarının, alışılan dostların, sevgililerin bir arayışıdır. Işte beş yaşlarındaki Mevlâna’ya hiç silinmemek üzere nakşedilen bu göç olayı ve Moğol istilası korkusunun sosyal hayattaki tedirginliğin O’ndaki akisleri, Mevlâna’nın çok erken yaşlarda çok büyük olaylarla duygulanan, içlenen bir gönül sahibi olmasını sağlamıştır. Böylece, Hz.Mevlâna’nın ruhu, daha çocukluk yaşlarından başlayarak büyük olayların, ulvı fikirlerin tesirinde şekillenmiş, istikbalde püskürecek bir volkan gibi için için tutuşmaya başlamıştır.

Şüphesiz Hz.Mevlâna’nın ilk üstadı, babası Bahaeddin Veled olmuştur; Ona ilk tasavvuf zevkini veren, onun ruhunda safı temayülün tohumlarını eken babasıdır. Belh’ten hareketiyle Konya’daki nihaı karargah arasındaki uzun yıllar, Mevlâna’nın bünyevı gelişmesine paralel olarak; ruhundaki büyümenin de devam ettiği bir süreçtir. Bahaeddin Veled’in tasavvufl sohbetiyle gelişen, büyüyen, şekillenen Mevlâna’nın ruhu, onun; Ma’arif adlı kitabıyla daha sağlam temellere oturmuştur. Bahaaeddin Veled’in sohbetlerini ihtiva eden bu eser, bir anlamda onun tasavvuf görüşünün bir ifadesidir.

Özellikle Şihabeddin-i Sührever- dl’nin maneviyat sohbetleriyle, olgun bir tasavvuf atmosferi içinde yüzen Alaeddin Keybubad’ın (1220-1237) sarayı, Bahaeddin Veled’in Ma’arif adlı eserindeki “Ötelerin Ötesinden” yapılan sohbe’tlerle, tamamlanıyordu, Mevlâna’ya silinmemek üzere tesir eden bu eser, aynı zamanda o devrin Konya’sındaki yüksek tasavvufl fikirlere gönül veren bir” gönül cemaatinin” iç dünyasından da haber vermektedir.

işte, Bahaeddin Veled’in ,Ma’arif adIıI bu eseri, Hz.Mevlâna’ya büyük tesir yapmış, çocukluğundan itibaren ruhunda sakladığı, geliştirdiği, kendi iç dünyasında bir senteze ulaştırdığı fikirleri, yine kendi tasavvuf potasında şekillendirmiştir.

Mevlâna’nın babası Bahaeddin Veled öldüğü zaman, Mevlâna 24 yaşlarında idi. Sultan Alaeddin’in arzusu ile Mevlâna, babasının makamına oturmuştu. Artık Mevlâna, Vaaz ve Müftülük işleriyle meşguloluyordu. Bahaeddin Veled’in, Belh’ten dostu ve müridi olan Burhaneddin Muhakkık, Konya’ya gelmiş ve Mevlâna Celaleddin’i müftülük makamında bulmuştu. Tasavvuf yolu- nun ileri makamlarında olan Burhaned- din Muhakkık, Mevlâna’nın çocukluk yıllarından beri ruhunda biriken mistik aşkı kibritle tutuşturmak istemişti. Tüm hayatı bu atmosfer içinde geçmiş olan Mevlâna, kolayca Burhaneddin’e teslim olmuş ve onun mistik terbiye metotlarına intisap etmişti. Zaten fıtraten zahid bir ya- pıya sahip olan Mevlâna, XIII. yüzyıl Konya’sında ibadetleriyle, perhizleriyle, zahir ilimlerdeki üstünlüğü ile şöhrete ulaşmıştı. Halk onu din kılavuzu, Hz.Muhammed’in şeriatinda esas sayıyordu. Mevlâna, Burhaneddin Muhakkık’ın 9 yıl hizmetinde kalmış, onun ruh derinliklerinden ilahi aşk ateşiyle tutuşmuştur.

İşte yıllarınmistik birikimi bir anda aşka inkılap edince, Mevlâna’daki zahir ile batın bir savaşa dönüşmüştü; ilahi aşk zahirin gözünü kör etmişti. Bir nur heykeli haline gelen Mevlâna’yı anlamaktan aciz kalan zahir ehli, Mevlâna’yı inkara başlamışlardı. O, canlar aydınIatan güneşi, gözlerinin körlüğünden dolayı, gece sanmışlardı. Fakat Mevlâna bu hal ile de yetinmemişti. 1244 yılında Şems’le karşılaşmıştı. Şems, tasavvuf yolunun maşuk makamında idi; Mevlâna’yı da bu yola sevk etmişti. Bu yol, “Evliyayı kamil” yolu idi. Mevlâna Şems’le karşılaştıktan sonra, yeni bir hayata girmişti; öyle ki gönlünü, dostunun hayalinden başkasına, evinin kapısını da tanıdıklarına ve tanımadıklarına kapatmıştı. Artık, aşk ustasının huzurunda diz çökmüştü. Şems’in Mevlâna’yı nasıl büyülediği konusu tüm veçheleriyle kapalı kalırken; menakıp kitapları, Mevlâna’nın Şems’den sonra yolunu değiştirdiğini, Sema’ya girdiğini, Ney’incan yakıcı nağmesine, Rebab’ın ruh okşayıcı sesine kulak verdiğini söylüyorlardı. Belki de Şems, ilahi güzelliğin kendinde bulunduğunu iddia ediyordu. Çünkü o yüzyılda ve bu bölgelerde buna benzer iddialar hiç de garip değildi. Nitekim, Bahaeddin Veled’in eserlerinde de bu gibi fikirler mevcuttu.

Mevlâna’nın, çevresindeki insanları böylesine ihmal etmesi, hem müritlerini; hem de halkı üzüyordu. Böylece, Şems’e düşmanlık hisleri çoğalmış ve tehditler yöneltilmişti. Yapılan baskıIara dayanamayan Şems, Şam’a geçmişti. Fakat Şems’in kaybolması olayı, Mevlâna’yı daha da üzmüş, kendi aleminde perişanIıkIarın en kötüsünü yaşatmaya sebep olmuştur. Mevlâna’nın ısrarlı ricası üzerine geri dönen Şems, Mevlâna’yı teskin etmişse de, bir müddet sonra yine dedikodu kazanı kaynamaya başlamıştı. Duruma dayanamayan Şems, ortadan kaybolmuş ve Mevlâna’yı hüzün denizine gömmüştür. Artık kaybolan Şems’i Mevlâna gönlünde buluyordu. Böylece mutasavvıflarda bir çok defa görülen, kendisini sevgili ile bir görmek vetıresi başlıyor; bunun neticesi olarak Mevlâna bazı gazellerinde kendi adı yerine maş Okunun adını tikrediyordu. Daha sonra Mevlâna, şems’in yerine Selahaddin Zerkub’u koyacak, hatta Şems’in bu .ümmı zatta tezahür ettiğini söyleyecektir. Mevlâna bu zatla on yıl beraber yaşamış ve Mevlâna’nın halifeliği ni yapmıştır. Onun vefatından sonra, yerine Mesnevl’nin ilham edicisi ve katibi olan Çelebi Hüsameddin geçer. Şems’in cazibe kuvvetinden daha az olmayan Hüsameddin’in çekiciliği, bir dereceye kadar sükunet bulmuş olan Mevlâna’nın, tabiat denizini tekrar kaynatmaya başlar. Onun teklifi üzere Mevlâna Mesnevl’nin beyitlerini söylemeye başlar. Artık Mevlâna’yı bir telaş almıştır.Gece-gündüz sükunet ve rahat bulamaz. Mevlâna söyler, Hüsameddin Çelebi yazar.

Çocukluk yıllarından başlayarak, içinde yaşadığı toplumun fikir hareketlerinin ruhunda bıraktığı izleri, birer aşk nağmesiyle dile getiren Mevlâna, aslında kendi toplumunun, kendi yüzyılının problemlerine tercüman oluyordu. 1071 Malazgirt harekatıyla Anadolu’da başlayan ruhun, Mevlâna bir devamıdır. Mevlâna, tüm eserlerinde, dile getirdiği engin tolerans, aşk, Özün Özünü Arama esprisiyle iki asırdan beri Anadolu’da teşekkül etmeye başlayan yeni kültür hayatı içinde bir kaynaşma ve birleşme temin eden bir ruh ve gönül adamıdır.

Büyük Selçuklu Imparatorluğu’ndan ayrılan Anadolu Selçuklu Devleti önce İznik, sonra da Konya’yı Başkent yapmıştı. Anadolu Selçuklu Devleti’nin teşekkülünden itibaren geçen iki asırdan fazla zaman, Anadolu’da Türk Destanmm yazılma devridir. Bu müddet zarfında Anadolu’ya yapılan hücumlar, Türk Beyliklerine Birlik Şuurunu hissettirmiş; vatan fikrinin yerleşmesini sağlamış, Haçlı sürülerine gereken dersi vermelerini temin etmiştir.

Anadolu Selçuklu Devleti’nin ikbal devri Alaeddin Keykubad dönemiydi (1220-1237). Moğol istilasının Asya’yı alt üst ettiği bir zamanda, Anadolu Selçukluları’nın başındaki bu güçlü insan, muhtemel bir Moğol akını karşısında Konya, Kayseri ve Sivas’ın çevresini tahkim etmişti. Bu ikbal döneminin sağladığı huzur ortamında, Selçuklu halkı, Türk kültürünün maddi ve manevı unsurlarını, hayatın tüm sahalarında işlemeye devam ediyorlardı. Fakat XIII. yüzyılın başında İslam dünyasını kökten sarsan olay, yine de Moğol istilası olmuştu. Orta Asya’da başlayan Türk-İslam fikir ve heyecan hareketi, Moğol istilasının önünde kendine emin bir yer arıyordu. İşte bu emin bölge, 1071′ de kapıları açılan Anadolu olmuştu. Böylece Anadolu, üç asra yakın bir zaman Türk irfanının dokunduğu, işlendiği bir ortam olurken, diğer yandan da İspanya önünde geri çekilen Endülüs irfanı da Kuzey Afrika yolu ile Anadolu’ya doğru akın ediyordu. Böylece, Anadolu Selçukluları’nın yurdu, bir yandan Orta Asya kültürü, diğer yandan İslam medeniyetinin Emevi ve Abbasiler döneminden beri süzüle gelen Islam kültürünün yeniden bir buluşma noktası olmuştu. Türkistan alimleri, Horasan Erenleri, Azerbaycan filozof ve kelamalları Anadolu şehirlerini doldurmaktaydı. Bu irfan ordusunun hemen yanında bir de gönül erleri ordusu vardır ki bunlar da tekke ve zaviyeleriyle kırık kalpli, gözü yaşlı, uzak diyarıardan kopup gelen göçmen kitlesine hayat suyu sunuyorlardı

Anadolu yeniden zahir ve batın ilimierin karşı karşıya geldiği bir mekan haline gelmişti. Bir yandan Nizamü’l- Mülk’ün kurduğu medresenin ruhu Anadolu’ da canlanırken; diğer yandan Ahmet Yesevı ve dervişlerinin getirdiği tasawuf ruhu da büyük bir tasvip görüyordu. Halk kesiminde yaşamaya başlayan tasawuf harekatı, artık saray ve konaklarda da çok özel sohbetlerin mevzu oluyor ve halkın yaşadığı bir ahlak ve hayat tarzı haline geliyordu. Prof. Hilmi Ziya Ülken’in de dediği gibi Batinilik, Kalenderılik adı altıda Anadolu’ya akan göçmen seli, Anadolu’da yeni bir kültür meydana getirmişti. “Hepsi başka yönlerden feragat, nefsini körletme, ahret ideali uğruna nefsini feda etme fikrini yayıyordu. Hepsinde aynı dinamizm, aynı hareketlilik ve yayından fırlamış ok hali vardı.”

Moğol istilası ve tahribi önünde, dünyaya önem vermeyen bu ahlak ve hayat felsefesi, o devrin insanlarına güven ve huzur telkin ediyordu. Anayurtlarından koparak yayan yapıldak Anadolu’nun içlerine kadar gelebilen Türk boyları, ancak böyle bir yaşama felsefesinin telkiniyle, sükunete erebiliyorlardı. Işte bu felsefedir ki, Anadolu’da türlü din ve aşiretler arasında da aynı ahengi tesis etmişti. Mevlâna gibi, engin bir dinı toleransa sahip bir Türk mutasawıfı böyle bir devrin eseriydi. Mevlâna, devrinin neşe- sini, ümitsizliklerini hep tasawuf atmosferi içindeki mevkisiyle dile getirmiştir. O, ilahi aşk nağmesiyle, Anadolu insanının gönlüne şifa vermiştir. Artık ondaki düşünce, şiir ve nağme haline gelmiş ve Sema da belli bir senteze ulaşmıştır. iLahi aşkın verdiği muharrik güçle dönen Mevlâna, cazibe sahasına tüm insanları alıyor; ümitsizleri hayata bağlıyor ve onlara yaşama sevinci veriyordu. Moğol istilasının ve tahribinin yaraladığı, incittiği gönüllere ve sebep olduğu sosyal krizlere, Mevlâna’nın nefesi hayat vererek yaşama şansı vermekteydi.

Hz. Mevlâna gibi büyük bir gönül adamını yetiştiren XIII. yüzyıl Anadolu’su O’nun şahsında, Türk-İslam kültüründe bir senteze ulaşmıştır. Mevlâna Belh’ten getirdiği duygu ve düşünce yapısına, çocukluğundan beri teneffüs ettiği tasavvuf vechesini eklemiş, Türk insanının muhtaç olduğu duygu ve düşünce kalıpları içinde, devrinin ve sonrasının insanlarına, yaşama sevinci sunmaya devam etmiştir. Mevlâna kendi toplumumuzun, kökümüzün eseridir. Bunun için O, toplumumuzun vicdanında ölmemek üzere yaşayacaktır.