MEVLÂNÂ’NIN YÖNETİCİLERLE İLİŞKİLERİ VE MOĞOL CASUSLUĞU İDDİALARI – Osman Nuri KÜÇÜK
MEVLÂNÂ’NIN YÖNETİCİLERLE İLİŞKİLERİ VE MOĞOL CASUSLUĞU İDDİALARI
Osman Nuri KÜÇÜK
“Tanrı geçmişi hiç değiştirmedi,
ama kimi tarihçi için bu, sorun değildir.”
R. Shenkman
Bu muhtasar incelemede* Mevlânâ’nın, Anadolu’da etrafına Moğol propagandası yapan, Anadolu’daki Moğol işgaline zemin hazırlayan ve bu doğrultuda Moğol yanlısı Selçuklu yöneticilerini destekleyen, Moğol yanlılarını kayıran, bu uğurda gerektiğinde adam öldürtüp servet yağmalatan biri olarak sunulmaya çalışılmasıyla ilgili kimi zaman gündeme getirilen bazı iddiaların ve bunlarla ilgili bir kısım bağlantı kurmaların, çıkarımların ve bu çıkarımlara mesnet teşkil ettiği belirtilen referans ve atıfların değerlendirilmesi üzerinde durulacaktır.
Kimileri tarafından bu tür iddiaların ele alınmayacak kadar marjinal addedilmesi ve bu iddiaların sıhhatini sorgulamanın, bu tür yanlış iddiaları yaygınlaştıracağı değerlendirmelerine kısmen katılmakla birlikte Mevlânâ hakkında yukarıda anılan türden iddia ve yanlış değerlendirmelerin zaman zaman kitle iletişim araçları da kullanılarak gündeme getirilmesi, konunun yaygınlık kazanıp kazanmamasındaki gerekçeyi kendiliğinden işlevsiz hale getirmektedir.
Çalışmamızın, söz konusu çıkarım sahibi araştırmacıların bireysel şahsiyetlerine yönelik bir karalama amacı taşımadığını özellikle belirtmek isteriz. Amacımız, bir kısım hatalı değerlendirmelerin ilgili rivayetler bütünü gözetilmeksizin tekrar edilmesinin kısmen de olsa önüne geçmek, vardığımız sonuçlarla Mevlânâ’nın tarihsel şahsiyeti hakkındaki bilgilenmeyi daha sıhhatli kılarak kümülatif bilgilenmeye mümkün mertebe katkıda bulunabilmektir.
Konunun araştırılması sürecinde haklı ve tutarlı gerekçelere dayanmadığını gördüğümüz iddiaların mükerreren gündeme getiriliyor olması, meselenin açık bir şekilde anlaşılması açısından bu iddialardan bir kısmının bizzat ele alınarak değerlendirilmesi gereğini doğurduğu için metin içinde söz konusu iddialara da yer vermek istiyoruz.
Mevlânâ’nın Moğol propagandası yaptığı yönündeki bir iddiada şöyle denilmektedir: “Mevlânâ’nın sohbet meclislerinde Moğolların müşrik oldukları söz konusu edildiğinde Mevlânâ’da Moğolların müşrik olmadığını etrafına telkine çalışmaktadır (Fihi Mâ Fîh, Terc. s. 101-102.). Cengiz Hanın Lahûtî bir şahsiyet olduğunu savunmakta (Menâkibu’l-ârifin c.I, s. 259. Tercümesinde, s. 284), Moğolların oruç tuttuklarına, hatta atlarına bile Oruç tutturduklarına etrafındakileri inandırmaya çalışmaktadır (Aynı eser, I, 219, Tercümesinde, s. 243).1
Öncelikle yukarıdaki iddiaya mesnet teşkil ettiği söylenen Fîhi Mâ Fîh’teki rivayeti ele alalım. Birisi Mevlânâ’nın sohbet meclisinde Moğolların büyük bir güç haline gelme sürecini kast ederek şöyle der:
“Moğolların, buraya gelmeden önce giyecek bir şeyleri yoktu. Binek hayvanları öküzdü. Silahları odundandı. Şimdi ise haşmet ve azamet sahibi oldular, karınları doydu. En güzel Arap atları ve en iyi silahlar onların elinde bulunuyor.”
Dönemin tarihçilerinin “Henüz istila etmedikleri ülkelerde herkes gecelerini, ya oraya da gelirlerse diye, korku içinde geçiriyor” dedikleri dönemin süper gücü Moğolların nasıl böyle bir güç haline geldiklerine ilişkin Moğolların yükseliş trendinden bahsedilip bunun nedenleri üzerinde tartışılırken Mevlânâ, Moğolların bu yükselişini ve gücünü tasavvufî bir perspektifle yorumlar. Bir medeniyetin güçlenmesiyle o toplumun uğradığı mağduriyet ve hak ihlalleri arasında bir bağ kuran Mevlânâ, manevi sebeplere de atıfta bulunarak genel kanının aksine sadece tahakküme dayanan güç ile bir toplumun gerçek kudreti arasında her zaman doğru orantı kurulmasının yanlışlığını ifade eder. Ve yukarıdaki söz üzerine şöyle der:
“Onların (Moğolların) gönülleri kırık ve kuvvetleri yokken, Allah yalvarmalarını kabul ederek onlara yardım etti. Şimdi ise bu kadar ihtişam ve kuvvetli oldukları şu anda, halkların bu fakirliği ve zayıflığı, Yüce Allah’ın onları yok etmesine yol açacaktır. Böylece dünyayı zaptetmelerinin kendi kuvvetlerinin karşılığı olmayıp, Hakk’ın inayeti ve yardımı ile olduğunu anlayabilsinler diye Hak Tealâ böyle yapar. Onlar önce insanlardan uzak, fakir, çırılçıplak ve acınacak bir halde, sahrada yaşarlarken, onlardan bazıları ticaret yapmak için Harezm vilayetine geliyorlardı. Harezmşah bunu engelleyerek, tüccarların öldürülmesini emrediyordu. Tatarlar, padişahlarının yanlarına dert yanmağa giderek ‘Mahvolduk’ dediler. Padişahları da on günlük izin isteyerek bir mağaranın kovuğuna gidip orada tam bir vecd içinde ibadet ederek Allah’a yalvardı. Allah’tan ‘Senin dileğini, yalvarışlarını kabul ettim. Dışarı çık. Her nereye gidersen, muzaffer ol!’ diye bir ses erişti. Bu şekilde Hak buyruğuyla yola çıktıklarından, karşılarında bulunanları yendiler ve bütün yeryüzünü kapladılar.”2
Mevlânâ’nın Moğolların güçlenip gelişmelerini manevi bir yoruma tabi tuttuğu bu rivayet aynı zamanda Moğolları imparatorluk haline getiren Cengiz Han dönemine ilişkin tarihi bilgilerle de uyum arz etmektedir. Şöyle ki Harzemşah sınırlarına dayanmış olan Cengiz Han, Harzemşah’ın Otrar yakınlarında, içinde Müslümanların da bulunduğu Moğol kervanını yağmalaması ve Moğol elçisini öldürtmesi üzerine bölgeye gelerek kuvvetlerinin Harzemşahlarınkinden az olmasına rağmen yapılan savaşı kazanmış, daha sonra da Belh ve Buhara’yı almıştır. Moğolların kuvvetlenip büyümesinde bu bölgenin ele geçirilmesi önemli bir katkı sağlamıştı.3 Moğolların Hakk’ın buyruğu ile çıktıklarına dair rivayet ise Moğolların tüm yeryüzünün Gök Tengri tarafından kendilerine bağışlandığına dair eski Türklerden aldıkları inançla paralellik arz etmektedir.4 Moğolların bu inancının onların giriştikleri fetih hareketlerinde önemli bir rol oynadığı bilinmektedir.5
Mevlânâ’nın Moğollar hakkındaki bu yorumundan destek aldığı anlaşılan sohbeti dinleyenlerden bazılarının Moğolları tezkiye sadedinde: “Aslında Tatarlar da kıyamete inanıyorlar ve ‘Elbette bir sorgu sual günü olacak!’ diyorlar” demesi üzerine Mevlânâ, buna şöyle karşılık verir:
“Hayır! Yalan söylüyorlar; böyle demekle, kendilerini Müslümanlarla aynı göstermeye çalışıyorlar. Yani biz de biliyoruz ve inanıyoruz, demek istiyorlar. Deveye: ‘Nereden geliyorsun?’ diye sormuşlar, ‘Hamamdan geliyorum’ demiş; ‘Evet! Ökçenden belli!’ demişler. Bu atasözündeki gibi eğer onlar da kıyamet gününe inanıyorlarsa! bunun delili nerede? Yaptığınız bu kötülükler, günahlar ve zulümler üst üste birikmiş karlar ve buzlar gibi artık kat kat olmuştur. Tövbe, ahiret endişesi ve Allah korkusu, güneş doğunca nasıl karları ve buzları eritirse; onların da bu kötülük karlarını öylece eritmesi gerekir. Hâlbuki bir kar veya buz: ‘Ben güneşi gördüm, Temmuz güneşi üzerime ışıklarını saldı’ der; ancak hâlâ kar ve buz halinde varlığını sürdürürse, akıllı bir insan buna inanır mı? Temmuz güneşi parlasın da karı ve buzu yerinde bıraksın! Bu imkansız bir şeydir.”6
Mevlânâ, Moğolların da ahiret inancına sahip oldukları yönündeki söze karşılık verdiği misallerle; Moğolların ahiret inancının olmadığını yaptıkları zulümlerle bunun bağdaşmadığını bu şekilde belirttikten sonra iyilik ve kötülüğün cezasız kalmayacağından bahisle sohbetine devam eder.7
Görüldüğü gibi Mevlânâ, Moğolların yükseliş ve kuvvetlenmesini yukarıdaki bakış açısıyla değerlendirmesi yanında deyim yerindeyse objektifliği elden bırakmamış ve onların yaptıkları zulümlerle kıyamete inanmanın bağdaştırılamayacağını açık bir şekilde ifade etmiş; böylece hakim gücün meddahlığı yerine olayları, kendilerini ortaya çıkaran gereklilikler çerçevesinde îzaha özen göstermiştir.
Mevlânâ’nın, Cengiz Han’ın lahutî bir şahsiyet olduğunu savunduğu iddiasına kaynak olarak gösterilen bölümde ise Cengiz Han’ın adı geçmemekte; bu bölümde Mevlânâ’nın, kerametiyle Konya’yı Bacu komutasındaki Moğol askerlerinden kurtarmasıyla ilgili menkıbe anlatılmaktadır.8
Mevlânâ’nın Cengiz Han’ın lahutî bir şahsiyet olduğunu savunduğu şeklindeki iddianın, Mevlânâ’nın ve Mevlevî kaynakların Cengiz Han’ın yaptığı zulümler hakkında söyledikleri görmezden gelinerek yapılmış bir değerlendirme olduğu açıktır. Zira Mevlevî kaynaklarda Cengiz Han ve Moğolların yaptığı zulümler bütün açıklığı ile anlatılmaktadır. Örneğin Eflâkî’de konuyla ilgili şunlar aktarılmaktadır:
“Belh’i kuşattığı sırada oğlunun ölmesi sonucu Cengiz Han, Moğol askerlerinin ele geçirdikleri büyük-küçük herkesi öldürmelerini, hamile kadınların karınlarını yarmalarını, Belh’in bütün hayvanlarını keserek Belh’i yerle bir etmelerine dair bir ferman çıkardı. Bunun üzerine Moğollar giriştikleri yağmalar sonucu iki yüz bin insanı yere gömdüler.”9
Ayrıca Moğolların on iki bin mescidi ateşe verdikleri, on dört bin Kur’an’ı yaktıkları, elli bine yakın bilgin, öğrenci ve hafızı öldürdükleri, iki yüz bin insanı yere gömdükleri; yağma edip götürdüklerinin ise haddi hesabının olmadığı belirtilir.10 Mevlânâ’nın baba diyarı Belh’in de aralarında olduğu dönemin şehirlerinin Moğollarca yakılıp, yıkılması, halkının kılıçtan geçirilmesi, çocukluğundan beri Mevlânâ’nın da zihin dünyasında yer etmişti. Örneğin Mevlânâ’nın Fîhi Mâ Fîh’te aktardığı bir anekdotta Cengiz Han’ın büyük istilâsından önce kendisinin de Belh’de bulunduğu sırada şehri kuşatan Moğolların yaptığı zulümlerden bahseden Mevlânâ; genç ve güzel bir kızın “Moğol zulmünden” Allah’a olan tevekkülü sayesinde nasıl kurtulduğunu anlatmaktadır.11
Sûfî şahsiyetlerin incelenmesinde sıkça karşılaşılan anlama sorunlarından biri, ve belki de en önemlisi, kimi araştırmacılar tarafından incelenen sûfînin neşr ü nemâ bulduğu tasavvuf geleneğinden koparılarak yorum ve değerlendirilmeye tabi tutulmasıdır. Bu yorum ve değerlendirmelerin de maalesef çoğunlukla söz konusu sûfînin yaşamını ve onu yönlendiren ilkeleri anlamaktan çok uzak kaldığı, kimi zaman çarpıttığı ve yazarların kendi görüşlerini yansıtmadan öteye gitmediği görülmektedir. Mevlânâ’nın yukarıdaki Moğolların yükselişiyle ilgili olarak, Cengiz Han’ın, halkının öldürülmesi sonucu Tanrı’ya yalvardığı ve duasının kabul olunduğu şeklinde tarihi kaynaklarla ve Moğollar arasındaki inançla da paralellik arz eden değerlendirmesi; Mevlânâ’nın kötülük problemi hakkındaki görüşleriyle yakından ilgilidir. Bu görüşlerin tasavvufî arka planı bilinmeden Mevlânâ’nın bu konudaki görüşleri anlaşılamaz.
Mevlânâ’ya göre iyilik ve kötülük, birbirinden bağımsız var olamayan birinin varlığı hayat sahnesinde diğerinin varlığını da gerektiren olgulardır.12 Bu bağlamda şeytanın varlığı bile Mevlânâ’ya göre iyi ile kötünün ayrılması hikmetine mebnî Hakk’ın irade ve takdirinin bir sonucu, işleyen bir çarkın dişlisi durumundadır.13 Dolayısıyla Mevlânâ’nın olaylara bakış tarzına ilişkin bu yorumuna vakıf olmadan onu, Cengiz Han’ı lâhutî bir şahsiyet olarak gören bir Moğol tarafgiri şeklinde nitelemekle Mevlânâ’nın şeytan hakkındaki ifadelerine bakarak onu Allah karşısında şeytanı öven ve şeytanın tarafını tutan biri olduğunu iddia etme arasında çıkarılan “anlam” bakımından pek bir fark olmadığı kanaatindeyiz.
Mevlânâ’nın bu değerlendirmesinde kimi zaman gereksiz ve çok kötü olarak görülen durumların dahi farklı açılardan bakınca yeni fırsatlar için bir fırsat olabileceğine işaret edilmektedir. Tarih olana, sonradan bakanların bu değerlendirmeyi yapması kolay gibi görünse de tarihin içinde yaşayan ve bu hadiselerin ıstırabı altında inleyenlerin bu tür bir tarih felsefesi yorumunda bulunması manidardır. Mevlânâ’nın mesajını eskimez kılan hususlardan birinin de onun, devrinin hadiselerine gömülmeyerek, tarihe yönelik bu üst bakışı yakalayan tarih yorumları olduğu söylenebilir.
Moğol akınlarından sonraki tarihi sürece bakıldığında bu tür bir değerlendirme yapmak mümkündür. Nitekim Moğolların istilaları sonucu Anadolu’ya akın eden âlim, sûfî ve sanatçılar, bu kültür havzasında Anadolu aydınlanması denebilecek, kültür tarihimiz adına son derece renkli bir dönemin yaşanmasına sebep olmuşlardır. Yine bu istilalar neticesinde artık iyice zayıflayan Anadolu Selçuklu Devleti’nin yıkılması, Osmanoğulları Beyliğinin bir Türk İmparatorluğunun temellerini atmasına zemin hazırlamıştı. Ayrıca kısa bir süre sonra Moğolların İlhanlı kolu İslâmiyeti resmi din olarak seçmiş, İslâm kültürü içinde asimile olmuşlardır.
Şimdi Mevlânâ’nın, Moğolların oruç tuttuklarına hatta atlarına bile oruç tutturduklarına etrafındakileri inandırmaya çalışmakta olduğu iddiasına kaynak olarak gösterilen rivayeti ele alalım.14 Eflâkî’nin ilgili bölümünde, Mevlânâ’nın namaz ve oruç ile ilgili görüşleri ve bunların faziletiyle ilgili görüşlerini aktaran rivayetlerden15 sonra Mevlânâ’nın orucun fazileti ile ilgili şu olayı anlattığı rivayet edilir:
“Hulagu, Bağdat’ı kuşattı. Ancak şiddetli çarpışmalar sürmesine rağmen şehir bir türlü düşmüyordu. Bunun üzerine Hulagu ‘Üç gün kimse bir şey yemesin ve atlara da yem verilmesin. Herkes Bağdat’ın fethi için kendi Yaratganına16 yalvarsın’ diye emir verdi ve ‘Belki bütün kapıları açan Tanrı, fethi kolaylaştırır. Çünkü halife çok zengindir ve çok da azmıştır’ dedi. Üç gün aç kalındıktan sonra şehir Moğollar tarafından teslim alındı.”
Mevlânâ, bu olayı anlattıktan sonra, o dönemin İslâm dünyasında geniş yankı bulan İslâm hilafetinin merkezi Bağdat’ın Moğollarca işgal edilmesi olayı ile açlığın fazileti ve oruç ibadeti hakkında şöyle bir bağ kurarak bu olayı anlatmaktan maksadını açıklar:
“Yemek yemeyip, oruç tutmak, dini inkâr edenler ve gerçek bilgiden haberi olmayan ham insanların işlerinde böyle tesir gösterir, onların galip ve muvaffak olmalarına sebep olursa, artık bunun, basiret sahibi Hak yardımcıları ve Allah dostları hakkında ne tesir yapacağını ve neler bağışlayacağını var sen kıyas et” der. Şiir:
“Oruca devam et, çünkü o, Süleyman’ın mührüdür.
O mührü kendi şeytanının eline verip saltanat mülkünü yıkma”17
Yukarıda aktarılan rivayetten sonra verilen rivayette Mevlânâ, Bağdat’taki halifeyi lüks ve israfa dayalı yaşamından ve oburluğundan ötürü kınayarak bir anlamda Moğollara karşı savaşı kaybedişinin nedeni olarak bu tenperverliği gösterir ve halifenin yaşam tarzını eleştirir.18 Bilindiği gibi daha önce Mevlânâ’nın babası Baha Veled’in de Belh’ten göç esnasında Bağdat’a geldiğinde burada kalmayı düşünmesine rağmen dönemin Abbasi halifesinin israf ve lükse dayalı hayat tarzından ötürü bu kararından vazgeçtiği ve halifeyi ağır bir şekilde eleştirdiği bilinmektedir.19 Günümüz Arap dünyasının ileri gelenlerinin lüks ve israfa düşkünlükleri hatırlanacak olursa Mevlânâ ve babasının o dönemin halifesine yönelik eleştirilerini daha iyi anlamak mümkündür. Ayrıca aktarılan bu rivayette Mevlânâ’nın, Moğolları “dini inkar eden ve gerçek bilgiden haberi olmayanlar” şeklinde nitelediğini de hatırlatmak gerekir. Ayrıca Mevlânâ’nın bu tenkidinin, halifeye yönelik bir özeleştiri olduğu; halifeye karşı Moğolları destekleme tarzında bir mahiyeti bulunmadığı, yine Eflâkî’de aktarılan Mevlânâ’nın halife hakkındaki şu kanaatinden de anlaşılmaktadır:
“Moğolların halifeye yaptıkları türlü işkence ve zulümlerle onu şehit etmeleri, halifenin günahlarının affolmasına ve derecesinin yükselmesine vesile olmuştur. Bu nedenle ‘Kötülük yapınca akıbetinden kork, çünkü tabiatta hiçbir şey cezasız kalmaz.’”20
Binaenaleyh Mevlânâ’nın “Moğolların oruç tuttuğuna hatta atlarına bile oruç tutturduklarına etrafındakileri inandırmaya çalışan bir Moğol propagandacısı” olduğu şeklindeki nitelemenin sağlıklı bir çıkarım olmadığını belirtmek gerekir.
Konuyla ilgili diğer bir iddiada şöyle denilmektedir: “Mevlânâ ile Moğollar arasında bu sıcak ilgiyi kuran da Şems-i Tebrizi olmuştur. Erzurum-Erzincan üzerinden Anadolu’ya gelen Şems’in çok geçmeden Moğollarla irtibat kurduğunu anlamak güç değildir. Erzurum, Erzincan üzerinden Anadolu’ya giren Moğollar daha burada iken Şems’i Anadolu’ya (Konya’ya)göndermiş olmalılar. Nitekim Şems’in Konya’ya gelmesi de Moğollardan bir iki sene önceye raslamaktadır. Seyyid Burhaneddin Tirmidi’nin talebesi olan vezir Şemseddin İsfehani de Moğolların adamı idi. Moğollar Anadolu’ya girdikten sonra onu vezir yapmışlardır. Bu durumda gösteriyor ki Mevlânâ ve çevresi Moğollar’ın Anadolu’ya girdiği 640/1243 yılından itibaren Moğollarla sıcak ilişkiler içine girmişlerdir.”21
Bu iddiayla bağlantılı olarak o dönemle ilgili şunları söylemek mümkündür. Çeşitli tarihi olayların yap-boz misali derlenmesini ve bunun üzerine bina edilen bir hükmü anımsatan yukarıdaki değerlendirmede Şems’in Erzurum’da bir müddet Kur’an muallimliği yapmasına atıfta bulunularak Şems’in Moğollarla irtibatı olduğu iddia edilmektedir. Şems’in memleketi Tebriz’den şeyhi Ebubekir Selebâf’tan sonraki manevi açlığını gidermek ve kendi meşrebine uygun bir şeyh bulma arzusuyla ayrıldığını ve bu amaçla birçok şehir gezip, dolaşarak sûfîlerle görüştüğünü, bu yüzden kendisine “Şems-i Perende (Uçan Şems)” denildiğini biliyoruz.22
Şayet Şems, Konya’ya böyle bir misyonla gönderilmiş olsaydı, dönemin şartları göz önüne alındığında23 hayli önemli bir konumda olacak olan Şems’in Konya’da Mevlânâ ile karşılaşana dek geçirdiği süre zarfında bu yönüyle faal olması ve bu yönüne ilişkin kaynaklarda bir bilgi olması gerekirdi. Hâlbuki Şems’in Konya’ya vardıktan sonra Mevlânâ’nın düşünce hayatında ve tasavvuf anlayışında devrim yapıncaya kadar geçirdiği müddet hakkında elde bir bilgi olmadığını kaynaklar belirtmektedirler.24 Yine Şems, bir Moğol casusu olarak Konya’ya gelmiş olsa; dönemin şartları göz önünde alınarak şunlar söylenebilir. Selçukluların Kösedağ mağlubiyetinin (1243) üzerinden bir buçuk-iki yıl geçmiş, Selçukluların Moğollara bağlı bir haraçgüzar il olması kabul edilmişti. Moğollar, Selçuklular üzerinde açık bir baskı kurmuşken Şems niçin ortadan kaybolduğu tarihe (1247) kadar kendisine o dönemde önemli mevki kazandıracak böyle bir kimliği gizleme gereği duysun? Şems’in açık bir şekilde Moğol propagandası yapması gerekmez miydi?
Yine Şems’in Moğollar nezdinde böyle bir fonksiyonu olsaydı Moğollarla anlaşmaya giden Selçuklu heyetlerinde ve dönemin diğer siyasi etkinliklerinde dönemin kaynakları tarafından niçin zikredilmemektedir? Ayrıca Mevlânâ’nın Şems ile buluşmasından sonra tasavvuf anlayışında yaşanan kırılma üzerine resmi tedrisi terk edip artık talebeleriyle ilgilenmemesi üzerine Mevlânâ’yı değiştiren bu acayip derviş hakkında baş gösteren hoşnutsuzluk sürecinde, Şems’e yönelik bir çok eleştiri yapılmasına rağmen bunlar içinde onun Moğol propagandası yaptığına ilişkin kaynaklarda hiçbir iddianın olmaması da Şems’in o dönemde böyle bir misyonla Anadolu toplumunda gündeme gelmediğinin önemli bir kanıtı sayılabilir.
Dönemin Şam şehri de ele aldığımız konu açısından önemli bir fonksiyona sahiptir. Bilindiği gibi Şam, o dönemde her yanı kasıp kavuran Moğol istilalarına karşı Müslüman Anadolu halkınca bir kurtarıcı olarak görülen, Moğolların kuvvetli düşmanlarından Memlük devletinin selefi Eyyubilere ait olan ve Moğollara karşı düşmanlığın hakim olduğu bir şehirdi.25 Moğollarla ilgili bir meseleden dolayı Konya’da Şems’e yönelik bir hoşnutsuzluk olsaydı Konya’yı terk eden Şems’in Moğollara yönelik nefretin hakim olduğu Şam şehrine gitmesi ve burada on beş ay kalması sanırız uygun olmazdı.
Renkli çakıl taşları misali çeşitli tarihi olayların derlenip bunlar arasında bir sebep-sonuç ilişkisi varsayılması, yapılan kimi tarih yorumlarına ilişkin şu meşhur örneği akla getirmektedir. Evden sigara almak için çıkan ve karşıdan karşıya geçerken yoldaki keskin virajı alamayan alkollü bir sürücü tarafından ezilerek öldürülen Ahmet Bey’in, artık tarih olan bu olayını yorumlarken bir tarihçinin bazen, olaylar bütününü göz ardı ederek kimi vesikalardan çıkarımda bulunması, Ahmet Bey’in öldürülmesine ilişkin sebepleri sıralarken, öldürülmenin birincil nedeni olarak Ahmet Bey’in sigara içme alışkanlığını göstermesine benzemektedir.
Diğer bir iddiada; Mevlânâ’nın bir sohbet esnasında dönemin yöneticilerinden Muineddin Pervâne’yi Müslüman Memluklular’a karşı Moğollarla yaptığı işbirliğinden ötürü eleştirdiği rivayet, tam tersine yorumlanarak “(Mevlânâ’nın) Muinu’d-din Süleyman’ın 670 (1272) dolaylarında başlayan Moğollara karşı Memluklularla ittifakını desteklediği de anlaşılmaktadır (Fîhi Mâ Fîh Terc. s. 9). Aynı eserindeki (s. 102) Moğol aleyhdarlığı da bu döneme rasladığı muhakkaktır.”26 şeklinde verilerek Mevlânâ’nın Moğol karşıtı eleştirileri ve Moğollarla yaptığı işbirliği nedeniyle Pervâne’yi kınaması, okuyucudan kaçırılmaya çalışılmaktadır. Halbuki Mevlânâ’nın bu eleştirileri, Pervâne’nin Moğollarla Müslüman Memluklar aleyhine yaptığı ve h. 666-675/m. 1267-1276 yılları arasını kapsayan barış anlaşmasını, yani Pervâne’nin Memluklarla ittifakını değil Moğollarla işbirliğini tenkit amacıyla söylenmiştir.27 Calibi dikkat bir diğer husus ise; “Mevlânâ, etrafına Moğolların müşrik olmadıklarını telkine çalışmaktadır”28 iddiası ile “(Mevlânâ’nın) Aynı eserindeki Moğol aleyhdarlığı da bu döneme rasladığı muhakkaktır”29 iddialarına; yani birinde Mevlânâ’yı Moğol yanlısı diğerinde Moğol karşıtı gösteren her iki iddiaya kaynak olarak da Fîhi Mâ Fîh’in aynı bölümünün referans gösterilmesidir.30
Konuyla ilgili bir diğer iddiada ise Fîhi Mâ Fîh’te aktarılan rivayetler kaynak gösterilerek Mevlânâ’nın Moğol aleyhtarlığı yapanlara öfkelendiği ve Moğol zulmünü haklı göstermeye çalıştığı iddia edilmektedir.31 Bu özet çalışmanın hacmini aşmamak için Mevlânâ’nın Moğol zulmü hakkındaki kanaatlerine ilişkin daha önce aktarılanları hatırlatmakla iktifa ediyoruz.32
Bir diğer iddiada ise şöyle denilmektedir: “Baycu Noyan’ın Konya’ya gelip Mevlânâ ile görüşmesinden sonra (654/1256) Mevlânâ’nın Moğol askerleriyle de iyi ilişkiler içinde olduğu farkedilmektedir. Örnek olarak Moğol askerleri Konya’daki harmanları (Muhtemelen ahilere ait) yağma ederlerken Mevlânâ’nın işareti ile Mevlânâ’ya yakınlık gösteren Ahi Mehmed’in buğday yığınına ilişmemeleri (Menakibu’l-ârifin terc. I, 483) Mevlânâ muarızı, Konevi ile Ahi Evren’in dostu zengin bir Tacir olan Hacı Tâcu’d-Din-i Kâşi’nin öldürülmesi ve servetinin yağma edilmesi (Aynı eser, I, 297-298) olaylarında Mevlânâ’nın parmağı bulunduğu anlaşılmaktadır.”33
Burada göze çarpan paradoks ise bir önceki paragrafta34 Mevlânâ’nın, Moğolların Anadolu’ya girdiği 640/1243 yılından itibaren sıcak ilişkiler içine girdiği belirtilirken hemen ardındaki paragrafta Mevlânâ’nın 654/1256 yılında Baycu ile görüşmesinden sonra Moğol askerler ile iyi ilişkiler içine girdiğinin söylenmesidir. Söz konusu dönemde zaten Anadolu’da askeri varlıklarıyla boy gösteren Moğollarla Mevlânâ, ilişkiye girmek için Moğolların Anadolu’ya hâkim oldukları 640 yılından 654’e kadar neden on dört yıl beklemiş ve bu konuda Moğol askerleri ile ilişkisine dair bir olay, kaynaklarda aktarılmamıştır.
Şimdi Mevlânâ ve Moğol askerleri arasında var olduğu iddia edilen işbirliğine ilişkin, örnek olarak verilen “Moğol askerleri Konya’daki harmanları (Muhtemelen ahilere ait) yağma ederlerken Mevlânâ’nın işareti ile Mevlânâ’ya yakınlık gösteren Ahi Mehmed’in buğday yığınına ilişmemeleri” ile ilgili rivayeti ele alalım. Mevlânâ’nın bir Ahi düşmanı olarak gösterildiği35 iddiaya kaynak gösterilen ve Eflâkî’de yer alan rivayette bir menakıb kitabından bekleneceği gibi Mevlânâ’nın kerametiyle ilgili bir olay şöyle anlatılmaktadır:
“Mevlânâ’nın ‘Benim kardeşim’ dediği fütüvvet erbabının sultanı Ahi Mehmet Seyyid Âbadi’den şöyle rivayet edilir ki: Harman zamanı benim büyük bir buğday yığınım çıkmıştı. Bu sırada birdenbire Moğol askeri Konya sahrasını kapladı, harmanları darmadağınık edip yağmaya girdi. Mevlânâ hazretleri bana bir ferece giydirmişti. Hizmetçiye ‘o mübarek elbiseyi buğday yığınının üzerine at da onun bereketi ile buğday yığınına bir şey olmasın’ diye emrettim. Allah daha iyi bilir ve şahit olarak da kafidir ki, yakın ve uzak bütün komşularımızın buğdaylarını yağma ettiler; fakat ne biri bizimkinin etrafında dolaştı, ne bir saman çöpü kayboldu ve ne de bir tane götürdüler. Sonra hepsini şehre taşıdım ve sofra sofra misafirlere ikram ettim. Şehre inince doğru Mevlânâ’ya gittim. Gülerek beni karşıladı ve ‘Eğer Ahi isteseydi onların hepsi kurtulurdu’ dedi.”36
Görüldüğü gibi bu rivayetle, Mevlânâ’nın yüceliğini vurgulamak amacına matuf bir menkıbe anlatılmaktadır. Menkıbede Moğolların yaptıkları yağma ve yıkım anlatılmakta Ahi Mehmed’in harmanının ise Mevlânâ’nın kerametiyle kurtulduğu vurgulanmaktadır. Birçok tasavvuf büyüğüne ait bu tür kerametlerin aktarıldığı menkıbeler, dönemlerinin psiko-sosyal atmosferi hakkında bizlere önemli ipuçları vermektedirler. Menâkıb geleneğinde bu tür rivayetlerle verilmek istenen mesaj, meselenin vahametine ve olağan üstülüğüne dikkat çekilerek, tarikat pirinin kerametinin vurgulanmasıdır. Buradaki aktarılan olayın da anılan türden bir keramet olabilmesi ise o dönem şartları ve toplum bilinci itibariyle olağan şartlarda mümkün görülmeyen bir olayın, Mevlânâ’ya atfen vuku bulduğunun söylenmesi ile mümkündür. Bu olayın bir işbirliği ile yapılması durumunda ise olayın keramet boyutu ortadan kalkacak ve bu rivayetin aktarımına da bir menakıb yazarı gerek duymayacaktır. Örneğin yine Eflâkî’de bu amaçla anlatılan benzer bir rivayette şöyle denilir:
“Hulagu Han büyük bir ordu ile Rum memleketlerine hücum etmiş, yıkımlar yapmıştı. Müslümanlar arasında büyük bir karışıklık meydana gelmişti. Hoca Mecdeddin’in bin tane besili koyunu vardı. Onları ne yapıp, nereye götüreceği konusunda son derece şaşırmıştı. Kalkıp Mevlânâ hazretlerinin yanına geldi ve meseleyi anlattı. Mevlânâ: ‘Hiç gam yeme, bir arslanı tayin ederim, senin koyunlarını uyuz kurtların şerrinden muhafaza eder’ dedi. Konya havalisinde bulunan bütün koyun ve davarları Moğol askerleri talan ettiler. Allah’ın inayetiyle Mecdeddin’in koyunlarından bir kuzu bile eksilmedi.”37
Binaenaleyh ana mesajı belli olan bu tür bir rivayetten Mevlânâ’nın Moğol askerleriyle işbirliği yaparak birilerinin harmanlarını yağma ettirdiği sonucunu çıkarmak sanırız zorlama bir tevildir. Ayrıca ikinci rivayette Moğolların uyuz kurtlara benzetilmesi de iddia edilen türden bir işbirliğinin olmadığını gösteren karinelerden biridir.
Mevlânâ ile Moğol askerler arasındaki işbirliğine örnek olarak gösterilen yukarıdaki iddianın geri kalanında ise “Mevlânâ muarızı, Konevi ile Ahi Evren’in dostu zengin bir Tacir olan Hacı Tâcu’d-Din-i Kâşi’nin öldürülmesi ve servetinin yağma edilmesi (Aynı eser, I, 297-298) olaylarında Mevlânâ’nın parmağı bulunduğu anlaşılmaktadır,”38 denilerek Mevlânâ’nın Hacı Kâşi’nin öldürülerek servetinin yağma edilmesinde parmağı olduğu belirtilmektedir. Şimdi Eflâkî’de geçen söz konusu rivayeti ele alalım.
“Bir gün Mevlânâ, zamanın az yetiştirdiği insanlardan olan şeyhlerin şeyhi muhaddislerin sultanı diye nitelenen Şeyh Sadreddin’i (Konevî) görmeye gitmişti. Şeyh Sadreddin Mevlânâ’yı saygıyla karşılayıp kendi seccadesi üzerine oturtu. Kendisi de onun karşısına diz üstü bir şekilde edeple oturarak hiçbir şey konuşmadan öylece murakebeye daldılar. Bu arada Şeyh Sadreddin’in hizmetinde bulunan, birkaç kez Kabe’yi ziyaret etmiş olan ve bir çok önemli şeyhin sohbetinde bulunmuş olan Hacı Kâşi adındaki bir derviş, Mevlânâ’dan “Fakr nedir?” diye sordu. Murakebeye dalan Mevlânâ, cevap vermedi. Derviş üç kez sorusunu tekrarladı. Mevlânâ hiçbir şey söylemedi. Böyle olmasına Şeyh Sadreddin incindi. Daha sonra kalkan Mevlânâ’yı Şeyh Sadreddin kapıya kadar uğurlayıp döndükten sonra dervişi Kâşi’ye kızarak: “Ey olgunlaşmamış ihtiyar ve ey vakitsiz öten kuş! O sırada soru sorma ve konuşmanın yeri miydi ki, terbiyesizlik ettin. Mevlânâ aslında senin soruna doğru cevap verdi. Şimdi sen, habersiz, vaktine hazır ol, çünkü gayb aleminden darbe yedin,” dedi. Kâşi “Cevabı ne idi?” deyince Şeyh Sadreddin: “Fakir Allah’ı bilince (marifet hasıl olunca) dili tutulur. Yani tam derviş velilerin huzurunda dille ve kalple bir şey söylemez; çünkü fakr, kemale erince kul (adeta) Tanrılaşır,” dedi. Bu olaydan üç gün sonra ayak takımı (rindan) denilen şehir eşkıyasının Kâşi’yi, bağına giderken yolda öldürdüğü ve nesi var nesi yoksa alıp götürdüğü rivayet edilmektedir.39
Burada anlatılan rivayette Hacı Kâşi’nin şehir eşkıyaları tarafından öldürülmesi olayı ile tasavvuf ve tarikat geleneğinde yaygın bir inanış olan Allah dostlarını incitmenin manevi gazabı gerektirdiğine ilişkin bir mesaj verilmektedir. Bu husus tasavvuf tarihinde birçok tasavvuf büyüğüne atfen anlatılan menkıbelerde karşımıza çıkmaktadır. Bu inanış, verilen olayda adı geçen veli ile o olay arasında organik ve tarihi bir neden-sonuç ilişkisini göstermekten ziyade, meydana gelen bir olayı, kendi tarikat pirleriyle bir şekilde ilişkilendirerek pirin yüceliğinin vurgulanmasına yöneliktir. Mevlevî gelenekten bu hususa bir örnek vermek gerekirse Mevlevî kaynaklarda Mevlânâ’nın babası Baha Veled’in gönlünün Harzemşah sultanına incinmesinden dolayı müritleriyle birlikte Belh’ten ayrılmasından sonra, bölgenin Moğollar tarafından işgal edilerek yağma ve yıkıma tabi tutulması, Mevlevî kaynaklarda Baha Veled’in gönlünün sultana incinmesinin manevi bir cezası olarak yorumlanır.40 Şimdi bu rivayetten yola çıkarak Belh’in Moğollarca işgal edilmesinde Baha Veled’in parmağı olduğunu söylemekle yukarıdaki rivayetten Mevlânâ’nın, Kâşi’nin öldürülmesinde ve servetinin yağma edilmesi olayında parmağı bulunduğunu söylemek arasında yürütülen “mantık” açısından pek bir fark olmadığı kanaatindeyiz. Ayrıca rivayette olayın şehir eşkıyaları (rindan) tarafından işlendiği de belirtilmektedir. Yine Kâşi’ye murakabe esnasında edebi terk ettiğini söyleyen Mevlânâ değil, Şeyh Sadreddin’dir ki, bu “mantığa” göre Şeyh Sadreddin’in kendi dervişinin öldürülmesinde parmağı olduğu şeklinde yanlış bir sonuç daha çıkmaktadır.
İnsan ve insan sevgisine ilişkin tutum ve düşünceleri bilinen Mevlânâ’nın bu tür entrikalar içinde olduğunun iddia edilmesi sanırız ehven tabirle maksadını aşan bir yorum olsa gerektir.
Bu konudaki rivayetlerden anlaşıldığı kadarıyla, Mevlânâ’nın Moğollarla direkt bir ilişkisi olmamış, ya kendisine onlarla ilgili bir soru sorulmuş ya da o dönemde meydana gelen bir olay üzerine bu konudaki fikirlerini beyan etmiştir. İddia edildiği gibi Mevlânâ, Anadolu’da Moğol çıkarlarına hizmet eden ve Moğollar nezdinde de bu yönüyle kabul gören birisi olsaydı, dönemin gündelik siyasetiyle ilgili olarak Moğolları ikna etmek ve onlarla iyi geçinmek için her türlü çabayı gösteren dönemin Selçuklu yönetiminde Mevlânâ’nın da etkin bir devlet adamı olması gerekirdi. Halbuki Mevlânâ’nın, etrafındakileri tasavvufî terbiye doğrultusunda yetiştirmeye çalışan bir gönül ereni olduğuna tüm yaşamı ve geriye bıraktığı eserlerindeki mesajı tanıklık etmektedir.
Mevlânâ, yöneticilerle ilişkilerinde dönemin şartları gereği Selçuklu yöneticileri arasındaki çekişme ve rekabete dayalı siyasî mücadeleden uzak kalmaya özen göstermiş; siyasîler ile dervişler arasında misyonları gereği bir ayrımı vurgulamıştır. Bu açıdan onun bilindik siyasetten uzak, ancak tasavvufî neşvesinin kazandırdığı kendisine özgün bir siyasetinin olduğunu söylemek yanlış olmaz. Mevlânâ’nın etrafındakilerin, genelde Selçuklu elitlerinden meydana geldiği ve Mevlânâ’nın aristokrat çevrelere hitap ettiği yönündeki kanının aksine dönemle ilgili rivayetlerden Mevlânâ’ya en yakın bilinen aristokratların dahi Mevlânâ’yı, etrafındaki müridlerinin halkın bayağı sayılan kesimlerinden olması nedeniyle kınadıklarını ve bu eleştirilerin, dönemin elitlerince müşterek olarak dile getirilen bir husus olduğu anlaşılmaktadır. Buna rağmen Mevlânâ’nın müridlerine karşı tavrını değiştirmeyerek onlara olan şefkatini ve rehberliğini esirgememesi, Mevlânâ’nın dönemindeki toplumsal yerini tahlil açısından önemlidir.
Mevlânâ’nın yöneticilerle ilişkisinde dikkati çeken bir diğer nokta; dönemin idarecilerinin Mevlânâ’dan ziyade diğer şeyh ve bilginleri daha sık ziyaret ettikleri; Mevlânâ’nın da yöneticilere karşı diğer şeyhlerin gösterdikleri türden sıcak iltifatlarda bulunmadığı yönündeki rivayetlerdir. Mevlânâ, yöneticilerin, işleri gereği kendi irfan dünyasını ve tasavvufî hakikatleri anlamakta güçlük çektiklerini, bu anlamda onların gönül estetiğinden yoksun olduklarını ifade ederek muhataplarınca anlaşılamadığından da yakınmaktadır.
Mevlânâ’nın resmi tedris ile yetişmiş olması, babasından beri yöneticilerle ilişkilerinin iyi olması, mevcut düzene karşı çoğunlukla resmi tedris görmemiş göçebe gruplar tarafından çıkarılan isyanlara Mevlânâ’nın iyi gözle bakmamasında ve bu anlamda Selçuklu yöneticilerini desteklemesinde etkili olduğunu söylemek mümkündür. Bu açıdan Mevlânâ, isyan yerine mevcut düzenin huzur içinde sürdürülmesinden yanadır. Ona göre yöneticilerin esas fonksiyonu, halkın işleriyle meşgul olup onların huzur içinde yaşamasına, dervişlerin rahatça ibadet etmelerine olanak sağlamalarıdır. Bu işlevi yerine getirmeleri, onların meşruiyeti için yeterlidir. Yöneticilere bu anlamda olumlu katkı sağlayan Mevlânâ, yanına gelen veya değişik vesilelerle bir araya geldiği yöneticilere de bazen açıkça bazen de çeşitli hikayelerle öğüt vermekten, yönetimde uymaları gereken ilke ve prensipler hakkında onları uyarmaktan da çekinmez. Bu yönüyle Mevlânâ, çeşitli vesilelerle hitap ettiği yöneticilerle ilişkilerinde genel olarak onlara nasihat edici konumdadır. Bunun yanında dönemin yöneticilerinin de Mevlânâ’ya saygı duydukları ve kimi zaman Mevlânâ’nın, etrafındaki kimselerin bazı ihtiyaçları için onlardan ricalarda bulunduğu da görülmektedir. Ancak bu ricalarda dahi Mevlânâ tasavvufî ilke ve prensiplerinden taviz vermez ve padişahlığın geçici olduğunu paralar üzerindeki padişah adlarının ve hutbelerde okunan hükümdar isimlerinden hangisinin bâkî kaldığını sorar.41 Bu açıdan Mevlânâ’ya göre “Padişah, padişahlığa boş veren kişidir; böylesi kişi ay ve güneş olmaksızın da parlar durur.”42
Mevlânâ, dönemindeki yöneticilerle ilişkileri de dâhil olmak üzere yaşadığı olaylarda genellikle olayın yakın vadedeki sonuçlarından ve yerel özelliklerinden ziyade insanın evrensel anlamdaki değişmez doğasına yönelik açılımlarına atıfta bulunmaktadır. Bu bağlamda o, kendisine sorulan o döneme ilişkin spesifik bir olaydan yola çıkarak evrensel ilkelere açılım sağlayabilmektedir. Bu anlamda Mevlânâ’nın zihin dünyasını, döneminin karmaşık olayları ve gündelik siyasetinden ziyade insanın olgunlaşması ve sevgilim dediği “Mutlak Hakikat” olan Allah’a ulaşmanın temrinleri ve ilkeleri yönlendirmekteydi demek mübalağa sayılmaz.
Şüphesiz ki her insan içinde yaşadığı muhitin içinde belli düşünce kalıpları alarak ve bunlardan etkilenerek yaşamını sürdürür. Ancak Mevlânâ’nın, döneminin hadiselerine gömülü kalmayarak, devrinin gündelik olaylarından ziyade bunların insan doğasıyla ilgili evrensel ilkelerine atıfta bulunduğunu görmekteyiz. Bu konudaki rivayetler bütününden anlaşıldığı üzere Mevlânâ, dönemin siyasi ricali arasındaki çekişme ve rekabete dayalı siyasi mücadeleden uzak kalmaya özen göstermiş, bunun yanında siyasiler ile tasavvuf ehli dervişler arasında misyonları gereği mevcut ayrıma dikkat çekmiştir. Bu açıdan onun bilindik siyasetten uzak ancak tasavvufî neşvesinin kazandırdığı kendine özgün bir siyasetinin olduğu söylenebilir.
Mevlânâ’nın, Selçuklu yöneticilerine nispetle direkt ilişkisinin bulunmadığı Moğollarla ilgili gündeme gelen meselelerde ne realiteden uzak, duygusal yalın bir milliyetçiliği, ne de güçlünün yanında olma kaygısıyla bir Moğol sempatizanlığı savunduğu görülmektedir. Bu meyanda Mevlânâ, bir yandan reel olarak var olan dönemin süper gücünün bu yükselişini ve gücünü tasavvufî bir yorumla îzah ederken, diğer yandan onların tahakküme dayalı zulümlerini anlatmaktan çekinmemiş, Moğolların yaptıkları bu zulümlerle uzun süre bu güçlerini koruyamayacaklarını belirtmiştir. Bu açıdan aşk merkezli bir yaşam felsefesine sahip olan Mevlânâ’nın Moğollara karşı da sürekli ve onulmaz bir nefrete sahip olduğunu söyleyemeyiz.
Mevlânâ’nın Konya kuşatması esnasında halkın durumunu, Moğollara karşı hissiyatını ve kendi yaptıklarını ifade eden gazelinde onların gelecekte Müslüman olacaklarını manevi bir öngörü ile söylemesi ve daha sonraki gelişmelerin de bu öngörüyü haklı çıkarması, Mevlânâ’nın Moğollar hakkındaki düşüncelerinde kayda değer bir noktadır. Nitekim Mevlânâ’nın bu gazelini öğrenen Moğol hanedanından Gazan Han’ın gazeli altın sırma ile işleterek kaftanının üzerine yazdırdığını, yine bu gazel nedeniyle Timur’un da Mevlânâ’nın Divân’ını Maverâünnehr’e götürdüğü Mevlevî kaynaklarda belirtilmektedir. Bu açıdan yaşam ve öğretileriyle yerel bir söylemden ziyade, evrensel bir mesajı dile getirerek tüm insanlığı kucaklayan Mevlânâ’yı, Selçuklu dostu veya Moğol dostu diye nitelemekten ziyade üniversel manada bir “insan dostu” diye tanımlamak müsemmaya ve onun aradan geçen sekiz asırlık zamana rağmen üstlendiği misyonuna daha uygun bir tanımlama olacaktır.
Erciyes Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Tasavvuf Anabilim Dalı Araştırma Görevlisi.
* Bu özet makale daha önce Tasavvuf ilmi ve akademik araştırma dergisi’nin 11 (ss. 259-322) ve 12. sayı (ss. 173-195)larında yayımlanan çalışmalarımızın kısmî bir özeti mahiyetindedir.
1 Bayram, Mikâil, Ahi Evren ve Ahi Teşkilatının Kuruluşu, Konya 1991, s. 92. İddialara mesned olarak verilen kaynaklar metinde gösterilmiştir.
2 Mevlânâ, Fîhi Mâ Fîh, çev. M. Ü. Tarıkâhya, İstanbul 1954, ss. 96-7 (İddiaya kaynak olarak verilen Fîhi Mâ Fîh çevirisinin İst., 1964 baskısında ss. 101-2’deki rivayet, bizim kullandığımız Tarıkâhya baskısında (İst. 1954) 96-7. sahifelerdedir). Söz konusu bölümün orijinali için ayrıca krş. Mevlânâ, Kitâb u Fîhi Mâ Fîh, nşr. Bedîüzzaman Fürüzanfer, Tahran 1330, ss. 64-5.
3 Bkz. Kafalı, Mustafa, “Cengiz Han” mad., DİA, c. 7, s. 368; National Geographic, “Cengiz Han” kapak konulu sayı, Ağustos 2001, ss. 93-4. Moğolların gizli tarihinde Temücin Cengiz Han’ın Buhara’yı istilâ ettiği esnada bölge halkına Moğollar arasında bir efsane haline gelmiş olan şu sözleri söylediği aktarılır: “Ben Tanrı’nın gazabıyım. Eğer büyük günahlar işlemiş olmasaydınız, Tanrı üzerinize benim gibi bir gazap salmazdı.” (bkz. National Geographic, s. 92).
4 Turan, Osman, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 386.
5 Genç Temücin’e (Cengiz Han) büyük Moğol tanrısı Tengri’nin, onun dünyanın efendisi olmasını buyurduğu şeklindeki bu rivayet, Moğol Şamanların ayinlerinde canlandırılan bir sahne olarak Moğollar arasında bir mit halinde varlığını devam ettirmiştir. (bkz. National Geographic, s. 76)
6 Mevlânâ, Fîhi Mâ Fîh, Terc., s. 98.
7 Sohbetin tamamı için bkz. Mevlânâ, Fîhi Mâ Fîh, Terc., ss.98-107 .
8 Krş Eflâkî, Menâkibu’l-Ârifin (Farsça Metin), c. I, s. 259 vd. Mevlânâ’nın Konya’yı Bacu komutasındaki Moğol askerlere karşı korumasıyla ilgili Eflâkî’de anlatılan bu menkıbenin Mevlânâ’nın kendi gazellerinde ve diğer tarihi kaynaklardaki yer alış şekli hakkında önceki bölümde geniş bilgi verildiğinden konuyu tekrardan kaçınıyoruz (Geniş bilgi için bkz., “Mevlânâ’nın Yöneticilerle İlişkileri ve Moğol Casusluğu İddiaları I, Tasavvuf ilmi ve akademik araştırma dergisi, Temmuz-Aralık 2003, ss. 312-317).
9 Eflâkî, Âriflerin Menkıbeleri, çev. Tahsin Yazıcı, İst. 1989, c. I, ss. 17-8.
10 Eflâkî, age., c. I, s. 18.
11 Mevlânâ, Fîhi Mâ Fîh, Terc., ss. 255-6.
12 Mevlânâ’nın konuyla ilgili görüşleri için bkz. Mevlânâ, Fîhi Mâ Fîh, Terc., ss. 312-3, 46; Mesnevî, c. IV, b. 64 vd.
13 Mevlânâ’nın bu konudaki görüşleri için bkz. Mesnevî, c. V, b. 2938 vd.
14 Bu iddiaya gösterilen kaynakla ilgili sehven meydana geldiğine inandığımız bir hususu da belirtmek gerekir. Bu iddiaya kaynak olarak Menâkibu’l-Ârifin’in tıpkı basımının c. I, s. 219’u sahifesi verilmektedir(bkz. Bayram, age., s. 92, 69. dipnot). Ancak anlatılan bu olay Tıpkı Basım’ın c. I, ss. 202-204 sahifeleri arasında geçmektedir. Bu iddiya kaynak olarak gösterilen yerde ise Moğollarla ilgili hiçbir şeyden bahsedilmeyip Çelebi Şemseddin’den rivayet edilen Mevlânâ’nın Sadreddin’in zaviyesini ziyaretiyle ilgili bir olay anlatılmaktadır (Karşılaştırma için bkz. Eflâkî, Menâkibu’l-Ârifin, Farsça Metin, c. I, s. 219 ile ss. 202-204).
15 Eflâkî, age., Farsça Metin, c. I, s. 197 vd.
16 Kelime Moğolların Tanrı için kullandıkları şekliyle verilmiş.
17 Eflâkî, age., Farsça Metin, c. I, ss. 202-4; Terc., c. I, ss. 219-221.
18 Eflâkî, age., Farsça Metin, c. I, s. 204-5; Terc., c. I, ss. 221-2.
19 Bkz. Eflâkî, age., Terc., c. I, s. 16.
20 Eflâkî, age., Terc., c. I, s. 222.
21 Bayram, age., s. 93.
22 Eflâkî, age., Terc., c. I, s. 120, c. II, s. 36; Füruzanfer, Mevlânâ Celâleddin, s. 163.
23 Zira bu dönemde Moğollar, Selçuklular üzerinde açık bir hakimiyet kurmuşlar, Selçuklular Moğollara bağlı bir haraçgüzar il olmayı kabul etmişlerdi (Söz konusu dönem hakkında geniş bilgi için bkz. “Mevlânâ’nın Yöneticilerle İlişkileri ve Moğol Casusluğu İddiaları I”, ss. 264-6).
24 Füruzanfer, age., s. 176.
25 Selahaddin Eyyubi’den sonra ordu başkumandanı Aybeg tarafından Eyyubiler üzerine kurulan Memlukler ve Moğollar arasındaki söz konusu dönemdeki mücadele için bkz. “Mevlânâ’nın Yöneticilerle İlişkileri ve Moğol Casusluğu İddiaları I”, ss. 272-3.
26 Bkz. Bayram, age., s. 93, 70 no’lu dipnot.
27 Bu sohbetin, söz konusu anlaşma (bkz. Turan, age., s. 527) üzerine söylendiğine ilişkin ayrıca bkz. Mevlânâ, Fîhi Mâ Fîh, Terc., Önsöz, XLII.
28 Bayram, age., s. 92.
29 Bayram, age., s. 93, 70 no’lu dipnot.
30 Krş. Bayram, age., s. 92-3, 67. ve 70. dipnotlar.
31 Bkz. Bayram, age., ss. 92-3.
32 Bu konuda geniş bilgi için şu çalışmalarımıza bkz. “Mevlânâ’nın Yöneticilerle İlişkileri ve Moğol Casusluğu İddiaları I, Tasavvuf ilmi ve akademik araştırma dergisi, 2003, sayı: 11, ss. 259-322; “Mevlânâ’nın Yöneticilerle İlişkileri ve Moğol Casusluğu İddiaları II”, Tasavvuf ilmi ve akademik araştırma dergisi, 2004, sayı: 12, ss. 173-195).
33 Bayram, age., ss. 93-4.
34 Bkz. Bayram, age., s. 93.
35 Bkz. Bayram, age., ss. 89 vd.
36 Eflâkî, age., Terc., c. I, ss. 600-1.
37 Eflâkî, age., c. I, ss. 281-2.
38 Bayram, age., ss. 93-4.
39 Bkz. Eflâkî, age., Farsça metin, c. I, ss. 278-9.
40 Bkz. Sipehsâlâr, s. 21 vd.; Eflâkî, age., Remzi Kitabevi baskısı, c. I, s. 94; Füruzanfer, age., s. 91 vd. bu hususun Mevlevî geleneğe kaynaklık eden Kübrevî gelenekte de bu şekilde olduğu görülmektedir. Örneğin Harzemşah sultanının Necmeddin-i Kübra’nın halifelerinden Mecdeddin Bağdadî’yi Ceyhun ırmağında boğdurarak öldürdüğü haberi Necmeddin Kübra’ya ulaşınca tasavvuf geleneğindeki bu inanışa atfen “Bunun cezasını boynuyla ödeyecek” dediği ve Moğollar tarafından yapılacak kıyım arasında bağ kurduğu belirtilmektedir (bkz. Füruzanfer, age., s. 82)
41 Mevlânâ, Mesnevî, c. I, s. 89, b. 1103-6.
42 Mevlânâ, Mesnevî, c. II, s. 112, b. 1469.