MEVLÂNÂ’NIN ÜSLÛBU, METODU ve EDEBİYATIMIZDAKİ YERİ
MEVLÂNÂ’NIN ÜSLÛBU, METODU ve EDEBİYATIMIZDAKİ YERİ
*
1. Mevlânâ Kimdir?
Mevlânâ Celâleddîn Rûmî (1207-1273); Doğuda ve Batıda, bir bilgin, mütefekkir, mutasavvıf, eğitimci, dil ustası ve büyük bir şair olmanın yanı sıra, gönül ehli ve aşk rehberi olarak da tanınan büyük bir şahsiyettir. Hayalinin genişliği, hislerinin coşkunluğu, tabiatı tasvirdeki gücü, bilgisi, inceliği ve samimiyeti onun belirgin vasıflarını oluşturmaktadır.
Mevlânâ’nın bütün ömrü, başlangıçta öğrenmek, faziletler elde etmek, nefsini yenmek ve hakikate ulaşmak için çalışmakla; maddi ve manevi ilimleri elde ederek, faziletlere sahip olduktan ve Şems ile karşılaştıktan sonra vecdli bir devre geçirerek hakikate ulaştıktan sonra da erenlere hizmet, sâlik ve tâlibleri irşad etmek ve hakikati yaymakla geçmiştir.
Hayatı bu kadar dolu ve hareketli geçen Mevlânâ, aynı zamanda, Sevgili hasretini acı acı duyan, şiirlerinde ağırlıkla O’nun güzelliğini ve özelliğini işleyen, O’na kavuşmanın hasretini dile getiren aşk ve çile adamıdır.
Mevlânâ, “Mutlak Varlık” olarak adlandırdığı Allah’a bilgi, tefekkür, sanat, heyecan ve bunların hepsinden üstün bir aşk yoluyla varmak isteyenlerin en büyüklerindendir.
O, entelektüel boyutuyla evrensel benlik düzeyine çıkıp, herkesle, her şeyle sonsuz birleşmeyi arasa da, dinine bağlı, kendisini Kur’ân hakikatlerine ve Hz. Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem) sevgisine adamış, bu adanmışlığı insan ve doğadakiler ile tatlı bir şekilde birleştirmeyi başarmış bir sevgi ve gönül adamıdır.
Her günde farklı bir zevk bulan, her günün düşüncesinde farklı izlenimler yakalayan Mevlânâ, dinamik ve iyimser bir felsefe yanlısıdır.
O, insanı, hayatı ve daha genel boyutuyla varlığı anlama ve anlamlandırmada; varlığın Allah ile sıcak, samimi ve içten ilişkiye sokulmasında ve bunu yaparken de insana nefsini tanıtmasıyla, ona aşkını fark ettirmesiyle, insanlar arası sevgi ve barışı işlemesiyle örnek bir kişiliktir.
Mevlânâ, dinin statik olan kalıp tarafını değil, dinamik olan özünü tanıtan, onun bu yönünü ön plana çıkaran bir düşünürdür.
Buna benzer özellikleri ve güzelliklerinden dolayı Mevlânâ’nın eserleri ve fikirleri çok geniş bir alana ve mekana yayılmış, gerek Doğu gerekse Batıda çok sayıda insanı derinden etkilemiştir. O, bu gücü ve etkisine rağmen, kendi adına birçok parlak merasimler düzenlense de, henüz hakkıyla anlaşılamamıştır.
Mevlânâ’nın, Hakk’a olan aşkını, yaratıklara olan sevgisini, bilgi ve felsefesini sade bir üslûpla anlatmaya çalıştığına şahit oluruz. Sanatı sanat için değil de halkın anlaması için kullanan Mevlânâ’nın, konuşmasıyla yazması, şiiriyle nesri arasında bir üslûp birliği görürüz. Onun her eserinde, samimi, inandırıcı, heyecanlı ve içli bir üslup hâkimdir. Ancak onun rubailerinde yakaladığı üslûbu, diğer nazım ve nesir çeşitlerinde sürdürdüğü üslûba göre biraz daha zordur. Bunun için, îcaz sanatına fazla yer verilen bu rubailer farklı yorumlara gayet açıktır. Onun gazelleri lirik, orijinal mâna ve mazmunları içerir. Bu gazellerinde o, irfan, hikmet, aşk temalarını kendine yakışan şâirâne ibarelerle süsler. Fakat o, bu süslemeyi büyük bir sadelik içerisinde yapar. Bundan dolayı bu gazeller, okuyana yüce bir hâl, derin bir coşkunluk hissi verir.
Mevlânâ’nın eserlerinde göze çarpan en bâriz özellik külfetsizliktir. O gayet akıcı bir üslûp ve sade bir anlatım yolu benimsemiştir. Eserlerindeki ibarelerin inceliği, sözlerinin güzelliği ile okuyucuyu büyülemeyi başarmıştır. Anlatacaklarını zekice, coşkulu ve sade bir şekilde dile getirir.
Mevlânâ’nın çok tatlı ve yumuşak bir söyleyiş tarzı vardır, ama, özellikle cahil ve gafillere seslenirken, üslûbu bazen sertleşmekte hatta, bazen de sözünü sakınmamaktadır.
Dinleyiciyi uyanık tutmak, dikkatini arttırmak, konuya vakıf olmasını sağlamak gâyesiyle olmalı ki yer yer “aşağılık adam!”, “aşağılık nefis!”, “a murdar!”, “a akılsız şaşı!”, “beyni kokmuş kişi!” “şeytanın kuzusu”, “şeytanın maskarası” şeklinde hitaplar kullanır. Bazen de sevecen bir üslûpla, “güzelim”, “babam”, “civanım”, “ey ulu kişi” şeklinde seslenmektedir.
Celâleddin Rûmî, Mesnevî’sinde, bazı terimleri mecâzî anlamda kullanmaktadır. Sözgelimi, taklit düzeyinde kalıp hakikate ulaşamamış şeyhi, “köy” kelimesi ile tanıtmaktadır.1 O, bazen Allah’ı “Padişah” kavramı ile niteler. Bunlara benzer terimlerin Mevlânâ’nın literatüründe hangi anlamda kullanıldığı bilinmezse, onun edebe, ahlâka, dîni ölçülere ters düştüğü zehabına kapılmak mümkündür.
Mevlânâ’da, bazı paradoksal ifadelerle karşılaşırız ki bunları, hem dilin imkânlarının sınırlı oluşuna, hem yaşadığı yoğun dini tecrübenin özelliğine, biraz da yanıklığına ve pervasızlığına bağlayabiliriz.
Mevlânâ, dilin meramı anlatmadaki acziyet ve imkânlarının sınırlılığından şikayetçi olmasına ve bunun gereği olarak bazı mecazî ve paradoksal ifadeler kullanmasına ya da sükûtu tercih etmesine rağmen, konunun geniş çevrelerce rahat bir şekilde anlaşılması için özen göstermiştir: “Biz de” diyor Mevlânâ, “sözü herkesin anlayacağı, kavrayacağı ölçüde söylüyoruz. Çünkü Peygamber, ‘İnsanlarla, onların akılları nispetinde konuş.’ buyurmuştur.”2 Sık sık temsillere ve somut örneklere başvurması da3 onun bu prensibe uymasının bir sonucudur. Mevlânâ’nın
“Her ne kadar Hintçe söylüyorsam da aslım Türk’tür” ifadesindeki “Hintçe”den maksadı, “anlaşılması güç gibi görünen şeyler söylüyorum”u anlatmak istemesidir. “Aslım Türk’tür” sözleri ile de, “Benim dediklerimi siz karanlık görüyorsunuz ama öyle değil; benim aslım aydınlıktır; ben açık söylerim” demek istediği ileri sürülmüştür.4
Mevlânâ, düşüncelerini açıklarken, âyetlere sıkça başvurmakta, hadislerden bolca örnekler getirmektedir. Mecâzi anlatımlara yer verdiği gibi, anlatılan konunun rahat anlaşılması için, teşbihlere de çokça başvurur. Tabiattan, çeşitli hayvanlardan, böceklerden, birçok âletten, günlük hayattan, tarihten.. somut örnekler vererek konuyu, sade bir anlatımla anlaşılır kılmaya çalışır. Verdiği örnekler gayet rahat anlaşılacak sadelikte olup ikna edici ve birçoğu öğüt verici niteliktedir. Yine o, aşk hikâyelerine, efsanelere, mesellere, Arapça ve Farsça manzum parçalara, meşhur mutasavvıfların ve büyüklerin sözlerine, ârifâne nükte ve hikâyelere, halkın inanç ve törelerine sıkça başvurarak konuyu sadeleştirmekte, ona açıklık ve akıcılık kazandırmaktadır.
Mevlânâ, konuları anlatırken konuşmaları yer yer soru-cevap şeklinde sürdürür. Bu teknik, meselenin anlaşılması ve muhatabın ikna edilmesinde önemli rol oynamaktadır. Bazen, konu dışına çıktığı da görülür.
O, her ne kadar dilin imkânlarının sınırlı olduğundan sızlanarak kendisini sıkça “sus”maya zorlasa da, söylediklerinin rahat bir şekilde anlaşılması için birtakım çabalara girişir. Bunu yaparken birtakım benzetmelerde bulunarak bazı kavramları tanıtır ve açıklar. Yine o, aynı amaçla, basit fakat düşündürücü, özellikle de derin keşf ve tahlil gücünü gösteren deliller getirir, örnekler verir. Anlatmak istediği şeyi açıkça ortaya koymaya çalışır, hatta yer yer gülünç ve müstehcen sayılabilecek hikâyeler bile söylemekten çekinmez. Zira Mevlânâ, bu tür anlatımın etkili olacağının bilinciyle, nükteleri keskin bir kılıca benzetmektedir.5
Mesnevî’de bir olay anlatılırken yer yer araya başka hikâye veya olaylar da girmekte daha sonra ise tekrar önceki olayın anlatımına dönülmektedir. Kendisine sıkça sükûtu telkin eden Mevlânâ’yı, halkı aydınlatma ve onlara bilgiler aktarma sorumluluğunun ve belki de aşk dolu yüreğini onlara açma niyetinin ağır basmasından dolayı, bu telkinde bulunmaktan ve kendisini konudan konuya atlamaktan alıkoyamamaktadır.
Mevlânâ’nın sohbet, şiir, nesir ve mektuplarında, bilgi ve düşünce yönünden bir bütünlük hemen göze çarpar. Onun hiçbir eserinde, bir başka eserindeki fikriyle ters düştüğü görülmez.
Mevlânâ, açıklamaları ve verdiği örnekleriyle genelde insanın, özelde ise eşya ve tüm varlıkların Allah ile olan ilişkisini açıklamayı hedeflemekte, dünya ve âhiret birliğinin-dirliğinin yolunu anlatmaya çabalamakta; hakkı görmenin, hakla olmanın, yakîne ermenin yolunu göstermeye çalışmaktadır. Binaenaleyh, onun eserlerindeki, özellikle Mesnevî’sindeki birçok açıklama ve anlatılan olaylar, sonuçta Allah’ın lütuf, rahmet ve güzelliğini hatırlatarak insanı ebedî saâdet ve ilahî rahmete ulaştırma hedefine hizmet etme gâyesini taşımaktadır. Zaten o, Mesnevî’nin son cildinde bu eserini, “manevî deliller”i içeren bir kitap olarak tanıtır.
Mevlânâ, bu delillerin dile getirmek istediği alanın, yer yer duyular âlemini aştığını ifade eder. O, bu duyular üstü âlemden bahsetmenin ve dolayısıyla onu anlamanın zorluğunu zaman zaman dile getirir: “Fakat bu tabiat âleminin ötesinde öyle haberler, öyle bilgiler vardır ki, bu canlar, o meydanda cansız bir hâle gelirler.”6 Bazen o, verdiği örneği beğenmez de “Bu örnek de sudan oldu, hiç uymadı. Fakat duygu âleminde bundan güzel bir örnek de bulunmaz!”7 der.
Kısacası Mevlanâ, birtakım manevî ince sırları halkın anlayamayacağı veya yanlış anlayabileceği yahut onların hazmedemeyeceği endişesiyle, açıklamaktan kaçınmaktadır: Daha doğrusu o, her şeyi, her zaman, her yerde ve herkese açmak istemez. “…Sonra, söylenmesi imkânsız olan başka bir şey daha var ki, onu konuşmak için hem zaman ve mekân, hem de dost ister.”8
Bazen de anlattığı bir konunun çok uzamasından korkup, “… bu sözün sonu gelmez”9, “… kendine gel artık, bu sözün sonu yoktur”10, “sözü uzatmak ayıbından korkuyorum”11, “gel de sözü kısa keselim”12, diyerek o bahsi orada kesip, başka bir meseleye geçmektedir. Bu hususta onun Dîvân’ında göze çarpan en belirgin şey, bendlerin sonunu genelde “sus!” diye bitirmesidir. Bu durumu, çok yoğun bir mistik tecrübe yaşayan Mevlânâ’nın bu yoğun duygusunu dile getirmesinin zorluğuna, hazmedilememe endişesine, bu tecrübeyi, bu mistik hâli ve duyguları ifade etmede dili yetersiz görüşüne, bazen de susarak hâl diliyle söylemenin daha uygun olacağını benimsemiş olmasına13 ve benzeri sebeplere bağlayabiliriz.
Yerine ve konusuna göre de bazen o, sükût etmek istemezcesine coşarak her şeyi apaçık sayıp dökmeye başlar.14
4. Sanatı
Mevlânâ’nın şiir ve sanattaki gücü dünyaca tartışmasız bir şekilde kabul edilmiştir. Doksan bini aşkın beyit söylemiş olan Mevlânâ’da, can sıkıcı, sakat veya cansız sayılabilecek doksan tane beyit aransa bulunmaz. Bu bolluk, düzgünlük, sınırsızlık, onun insan ve cihan ötesi ilâhi âlemle sürüp giden dostluğunun bir delilidir.
Mevlânâ, mümkün olan en basit ifade tarzını seçmiştir. Çünkü onun maksadı “anlaşılır olmak”tır. Geniş kitlelere kadar da inmek istediği için olmalıdır ki o, hikâyeler, mecazlar ve sembollerden yararlanmıştır. Onun, mecaz, sembol, kinaye, hikâye ve tiplemelere başvurmasının bir nedeni de kelimelerin, kendi düşüncelerini ve ruhunun sırlarını ifade etmede yeterli olmadığıdır. Klasik mecazların yanı sıra, kendi icadı olan sayısız teşbih ve istiareler de şiirlerine ayrı bir zenginlik katmaktadır.
Rûmî, kendi şiir dili de dâhil olmak üzere, dilin eksik veya kusurlu olduğunun farkındadır. Onun, vezin, kâfiye, nazım gibi şekli kayıtlardan bazen şikayet etmesi hem âdettir hem de benzeri görülmemiş güçte olan duygu, seziş ve ilhamlarını ne kadar geniş ve mükemmel de olsa mısralar hâlinde söylemenin çaresizliğini can evinden hissetmesindendir.15 “… Yanıma gelen yâranın sıkılmaması, üzülmemesi için o kadar gönül almaya çalışıyorum ve onları meşgul etmek, oyalamak için şiir söylüyorum. Yoksa ben nerede, şiir söylemek nerede?!..”16
Mevlânâ’nın sanattaki gücü şu üç sebebe bağlanabilir:
1. Başta Kur’ân ve hadis olmak üzere halk hikâyeleri, atasözleri, vecizeler ve çok dikkat sarf edilerek oluşturulan kendi gözlemleri olmak üzere çok zengin malzemeye dayanması. Şiirlerindeki şaşırtıcı şumullülük de bunlardan kaynaklanmaktadır. Bu saydıklarımız içerisinde Kur’ân, onun en zengin kaynağını oluşturur.
2. Edebiyat geleneğini iyi bilmesi, ondaki sanat ve inceliklere vâkıf olması hatta hitâbî oyunlara ve anlatım bozukluklarının hepsine büyük bir sanat gücüyle hakim olması.
3. Gazel ve rubâilerinin çoğunda görülen cezbe ile kontrolü, akıl ile sarhoşluğu uzlaştırması.
İrfan ve aşk gerçeklerini kendine yakışan şâirâne ibareler ve söz gelişleriyle süsler. Bu gazellerde geçen redifler ve tekrarlar onun sanatına ayrı bir çekicilik, güzellik ve güç katar. Bunlar sadece şiirdeki bütünlüğü sağlayan formel birer faktör ve süs olmayıp, mesajı ve sembolizmi güçlendiren etkili bir anlam aracıdır. Onun şiirlerinde geçen “Ey âşıklar, ey âşıklar”, “gel, gel”, “can, can”, “sus, sus”, “ağla, ağla” gibi tekrarlar Kur’ân’a benzemeye çalışma17; ses uyumu, dinlendirme ve melodiyi sağlama; anlamı pekiştirme ve dikkat çekme gibi gâyelerle yapılmıştır.
Şiirin bir aşk işi olduğu bütün sınırsızlığı ile Mevlânâ’da görülür. Şiirin büyük bir kültür, geniş bir bilgi, kelime ve deyim dağarcığı ve de söz ustalığı gerektirdiği; ufuklara sığmaz doğuşlar, ilhamlar işi olduğu; âhenk, duygu ve fikir zenginliği eseri olduğu Mevlânâ’nın şiirleri delil tutularak anlaşılır.
Son derece geniş bir hayal gücü, coşku dolu hisleri, zengin bir tasvir gücü, bilgisi, inceliği ve ifadelerini samimi bir dille anlatabilmesi/okuyucuya yansıtabilmesi, sanatının belirgin vasıflarını oluşturmaktadır. Yerine, muhatabına ve o anda bulunduğu ruh durumuna göre, susmayı istemesine rağmen, coşkusu, samimiyeti ve “apaçık bir uyarıcı” olan Hz. Peygamber’in18 misyonunun takipçisi olması, onu yer yer açık bir dille gerçeği söylemeye zorlamaktadır.
Mevlânâ, düşüncelerini, güçlü bir beyan gücüyle sanata dökmüş ve bu gücünü sanat için sanat anlayışıyla yapmış değildir. Ona göre, şairlik için çalışıp çabalama, sözde edipliğe başvurma, sanat yapma kaygısına düşme ancak bir tekellüftür.19 Aşk derdiyle sarhoş olmuş bir kişi ölçüye, vezne nereden dikkat edecek?
Mevlânâ’nın temel hedefi, tasannûdan uzak olarak, mütevâzi bir şekilde ve de dilin elverdiği ölçüde kendisini ifade etmek olmuştur. O, şiirde şekilden ziyade mana ve öz yanlısıdır. Şiir onda bir vasıta olarak kullanılmıştır. Onun asıl sanatı vezinli ve kâfiyeli sözler söylemek değil, gönüllere hitap etmektir.
Buna rağmen şiirlerinin biçiminde yani nazım, şekil, vezin, kâfiye ve dilinde hiçbir kusur bulunmamaktadır.20 Şems’in gelişi ile şiir yüz fersahlık yerden görünecek bir yangın parlaklığı kazanıyor ama şiire çok eskiden beri, belki Nişabur’da büyük sûfi şair Feridüddin Attar’ın kendisine Esrarnâme adlı kitabını hediye ettiği zamandan beri, bir hayranlık başlamıştır. Şems’i tanımadan önce kendisini sanata ve şiire veren Mevlânâ, onu tanıdıktan sonra uyanmış, şiir ve sanatın hiçliğini anlamış ve “kalemi kırdım” demiştir. Aslında Mevlânâ kalemini kırmadı, yine şiirler yazdı, çünkü büyük fikirler güzel söylenmelidir. Değişen şey; Topçu’nun da belirttiği gibi, bundan sonra Mevlânâ’nın şiir ve sanatı din ile ilhamın emrinde bulundurması, onlara hizmetkâr yapması; sanatın onun dini yaşayışının bir tecellisinden ibaret olmasıydı.21 His, akıl, zeka, sezgi, ilham nihayet aşk birer tanıma vasıtasıdır. Mevlânâ’nın kullandığı asıl tanıma vasıtası ve sanatına temel olan güç kaynağı ise aşktı.
Mevlânâ’da sanat, felsefi bir idealizmden ziyade, dini ve mistik bir temele dayanmaktadır. O, Nasr’ın da belirttiği gibi, dünyanın en büyük mistik şairi olup, gerçekten, sûfizm geleneğinde büyük bir zirvedir.22 Hâliyle o, hem formel ve harici ilişki aracılığıyla ve hem de manevi kişiliğinin genişliği ile sûfi geleneğine bağlıdır. Bir Davud el-Antakî’nin hürmetten gelen korkusunu, bir Rabia’nın ilahi aşkını, İbn Arabi’nin irfanını ve Necmeddin Kübra’nın tarikat edebini tecrübe etmiş ve yaşamıştı.23 Bundan dolayı ona şair demekten çok, “sûfi şair” demek gerçeğe daha uygun düşecektir. Sûfi geleneğine bağlı olan Mevlânâ, şiirlerini çoğu zaman cezbe hâlinde terennüm ettiği için, bizzat kaleme alamamış, çevresindeki müritleri tarafından bu şiirler yazıya geçirilmiştir.24
Mevlânâ, yukarıda da belirttiğimiz gibi, şair olmadığını ve şiir yazmak istemediğini söylemesine rağmen, doğrudan ilham aracılığıyla Doğu Edebiyatı’nın sürekli okunan ölümsüz şaheserlerini kaleme aldı. Bu eserler, bilindiği gibi, hem metafizik alanda bir hazine, hem de mistik sanatın en yüce şiirsel ürünleri olan Mesnevî, Dîvân, Rubâiler ve diğerleridir.
Sonuç
Anadolu’da Türk Edebiyatı’na ait ilk ürünler on üçüncü yüzyıla aittir. Elimizde bu dönemden önce Anadolu’da yazılmış eser yoktur. Bu asırda Mevlânâ, hacimli ve muhtevâlı eserleriyle Türk Edebiyatı’nın Anadolu’da gelişmesine ve yayılmasına önemli katkıda bulunmuştur. Ancak Selçuklu Devleti’nin Farsça’yı resmi dil tanıması, diğer yandan Farsça’nın o dönemde edebi dil olarak kabul edilmesi; Mevlânâ’nın da eserleri Farsça yazmasına sebep olmuş, ilk zamanlarda yalnızca belli bir kültür seviyesine sahip şair ve yazarlar Mevlânâ’dan feyiz almışlardır. Mevlânâ bazı eserlerini de Arapça yazmıştır. Bunun sebebi o devrin kültür dillerinin bunlar olmasıdır. O dönemin edebiyat, felsefe ve tasavvuf çevrelerinde ve medreselerde Farsça yaygındı. O, Anadolu’ya geldiğinde eserlerini Türkçe yazsaydı, doğup büyüdüğü ailesinin ve Hârezm bölgesi halkının konuştuğu Hakaniye Lehçesiyle yazacaktı. Bu lehçe ise Anadolu’da konuşulan Oğuz Lehçesinden farklı olduğundan, yeni geldiği bu bölge halkı onu rahatça anlayamayacaktı. Yine de o, Türkçe şiir söyleyen şairlerden sayılır. O’nun Divan’ında Türkçe-Farsça mülemmalar vardır. Bir örnek;
Dâni ki men be’âlem yalnuz seni sever me
Çün der berem neyâyî ender gamet ölür men
Bugünkü Türkçe ile ifadesi:
“Bilirsin ki ben, âlemde, yalnız seni severim; yanıma gelmeyecek olursan, senin gamından ölürüm.”
Bu (on üçüncü) asır Türk Edebiyatı’nın bir diğer feyiz kaynağı da Yunus Emre’dir.
Mevlânâ Hudâvendigâr bize nazar kılalı
Onun görklü nazarı gönlümüz aynasıdır.
beytinden anlaşılan odur ki; Yunus Emre Mevlânâ ile tanışmış, bizzat meclislerinde bulunmuş, Mevlânâ’ya yakın ve ona hayran bir sûfidir. Birçok şiirinde Mevlânâ’dan faydalandığını gördüğümüz Yunus Emre’nin bazı şiirleri âdeta Mevlânâ’dan Türkçe tercümeler mâhiyetindedir.
Takip eden asırlarda şairlerimiz üzerinde Mevlânâ etkisi çığ gibi büyümüş, Mevlevi olsun ya da olmasın pek çok müellif Mevlânâ’nın eserlerinden ilham almışlardır.
On dördüncü yüzyılda Gülşehri’nin Mantıku’t-Tayr’ı ve Aşık Paşa’nın Garib-Name’sinde gerek vezin, gerek muhteva yönünden Mesnevî’nin tesiri açıkça görülür.
On beşinci yüzyılda Hüdâyî Salih Dede Mevlevî bir divan şairidir. Aynı asırda Muînî ve Dede Ömer Rûşenî Mesnevî’den ilk manzum tercümelerini kaleme almışlardır.
On altıncı yüzyılda Şâhidî, Yusuf Sîneçâk, Fevrî, Fedâyî, Bursalı Rahmi, Sinoplu Safâyî, Derviş Nigâhî, Ârifî gibi birçok Mevlevi şair yetişmiştir.
On yedinci yüzyılda Mevlevi şairlerin sayısında büyük artış olmuş, diğer yandan divan şairleri Mevlânâ’nın ve Mesnevî’nin değerini her fırsatta dile getirmişlerdir. Asrın başında tahtta olan I. Ahmed (Bahtî v. 1617), dünya saltanatını bir yana bırakarak mana sultanı Mevlânâ’ya kul olduğunu söyler.
Aynı asrın kaside şairi Nef ’î, Mevlânâ ve Mesnevî’sini över. Mevlânâ için kaleme aldığı kasidede Mesnevî’yi;
Mesnevî amma ki her beyti cihan-ı ma’rifet
Zerresiyle afitabının beraber pertevi
beytiyle tarif eder.
On yedinci yüzyılın şair kadrosu hayli zengindir. Neşatî, Enîs Dede, Ahmet Fasîh Dede, Âdem Dede, Şeyhülislam Bahâyî ve İbrahim Cevrî asrın Mevlevi şairleridir. Aynı zamanda hattat olan Cevri, Mesnevî’yi yirmi iki kere yazmıştır. Bu yüzyılın hikemî şairi Nâbî de Mevlânâ’ya hayrandır. Mevlânâ’yı öven üç medhiyyesi, ayrıca Mevlânâ’nın bir gazeline tahmisi vardır.
On sekizince yüzyılda Mevlânâ hayranlığı daha da artmıştır. Divanı, Mevlânâ medhiyeleriyle dolu olan Mustafa Sakıb Dede, Mevleviliğin önemli kaynaklarından biri olan Sefine-i Nefise-i Mevleviyân adlı üç ciltlik eserini kaleme almıştır. Süleyman Nahîfî, Mesnevî’nin altı cildini nazmen tercüme etmiştir. Neylî, Manisalı Birrî, Adnî Receb Dede, Fennî, Müneccimbaşı Ahmet Dede, Konyalı Nesîb Dede, Nâyî Osman Dede asrın Mevlevi şairleridir.
On sekizinci yüzyılın divan şiirinde Mevlânâ’dan feyz alan büyük şair Şeyh Galib’in ayrı bir yeri vardır. Mesnevî’yi elinden düşürmeyen Galib, henüz yirmi yedi yaşındayken Mesnevî’yi on birinci kez hatmetmiştir. Samimi bir Mevlânâ aşığı olan Şeyh Galib’in tasavvufi düşüncelerinin kaynağı daima Mevlânâ’nın eserleri olmuştur. Örnek vermek gerekirse Mevlana’nın insan sevgisi, Şeyh Galib’de:
Hoşça bak zatına kim zübde-i âlemsin sen
Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen
(Zatını değerli bil, ona iyi bak. Zira sen âlemin özü, kâinatın gözbebeği olan insansın.) ifadesiyle yerini bulur.
Yine on sekizinci yüzyılda Şeyh Galib’in yakın dostu Esrar Dede, Dervişlerinden Neyyir Dede ve Hulusi Dede Mevlevi şairlerimizdendir. Şeyh Galib’e büyük ilgi ve yakınlık gösteren Sultan III. Selim de İlhamî mahlasıyla şiirler yazan, Mevlânâ hayranı bir padişahtır.
Tanzimat döneminde divan şiirini temsil eden şairlerden Yenişehirli Avnî Bey, Said Çelebi, Konyalı Şem’î, Şeref Hanım, Leyla Hanım, Ramiz Abdullah Paşa, Pertev Mehmed Paşa, Zîver Paşa, Hakkı Paşa, Şerif Reşid Paşa, Nâzım Paşa gibi şair ve devlet adamlarının Mevlânâ’ya övgü dolu şiirleri vardır.
Tanzimat’tan sonra batı kültürünün etkisi altında gelişen ve günümüze kadar uzanan dönemde de Mevlânâ tesiri ve hayranlığı devam eder. Âsaf Hâlet Çelebi, Yahya Kemal Beyatlı bu dönemin şairlerindendir. Ahmet Remzi Akyürek, Tahirü’l Mevlevî, Veled Çelebi (İzbudak), Midhat Bahârî Beytur, Feridun Nafız (Uzluk), Ahmet Avni Konuk, Abdülbaki Gölpınarlı, Kemal Edip Kürkçüoğlu, Mehmet Önder, Feyzi Halıcı, Veysel Öksüz, Şefik Can ve Âmil Çelebioğlu Mevlânâ’nın eserlerini tercüme eden, şiirlerini veya ilmi araştırmalarını Mevlânâ’ya hasreden şair, ilim adamı ve Mevlânâ dostlarıdır.25
Görülüyor ki Mevlânâ, ölümünden bu yana yedi asrı geçen zaman içinde Türk Edebiyatı’nın bütününe mal olmuş; tesiri, sevgisi, hayranlığı artarak devam etmiştir.
* Dokuz Eylül Üniv. İlahiyat Fak. Öğrt.Üyesi
DİPNOTLAR
1 Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, Çev. Veled İzbudak (M.E.B. Yayınları), İstanbul, l99l, C. III, s. 4, b. 522.
2 Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Fîhi Mâ Fîh, Çeviren: Meliha Ülker Anbarcıoğlu, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, İstanbul, 19120, s. 160.
3 Örneğin, Fîh, s. 256, 258, 335, 147.
4 Cizre Abdullah, “Mevlânâ Celâleddin Anadolu’ya Süleyman Paşa’dan önce Gelmiştir”, Mevlânâ ile İlgili Yazılardan Seçmeler, Derleyen: Vedat Genç, İstanbul, 1994, s. 94.
5 Mesnevî, I, s. 55, b. 691.
6 Mesnevî, VI, s. 14, B. 151.
7 Mesnevî, VI, s. 369, B. 4633.
8 Rubâiler, I, s. 250, R. 1214.
9 Mesnevî, V, 223, B. 2733.
10 Dîvân, I, s. 14, B. 86.
11 Mevlânâ Celâleddin, Mektuplar, Çeviren ve Hazırlayan: Abdulbâki Gölpınarlı, İstanbul, 1963, s. 3, Mektup: I.
12 Macâlis-i Sab’a, s. 98.
13 Örneğin bkz. Dîvân, V, s. 3, 338, B. 15, 4174.
14 Örneğin bkz. Dîvân, II, s. 348, B. 21206. (Sükûtu becerememe ve bunun nedenleri için Bkz. Emiroğlu, Sufi ve Dil, III. Bölüm.)
15 Kabaklı Ahmet, “Mevlânâ’nın Sanatı ve Şiir Anlayışı”, I. Mevlânâ Kongresi Tebliğleri, Konya, 1986, s. 32
16 Fîh, s. 116.
17 Bkz. Rahmân sûresi.
18 Bkz. A’râf, 7/184; Hacc, 22/49.
19 Dîvân, II, s. 367, b. 3059, b. 3063.
20 Kabaklı, “Mevlânâ’nın Sanatı ve Şiir Anlayışı”, I. Mevlânâ Kongresi Tebliğleri, s. 32.
21 Topçu, Mevlânâ ve Tasavvuf, s. 120.
22 Bkz. Nasr, Seyyed Hossein, Rumi and The Sûfi Tradition, Tehran, 1974, s. 2; Nasr, İslâm’da Bilim ve Medeniyet, Çev. Nabi Avcı, Kasım Turhan, Ahmet Ünal, İstanbul, 1991, s. 350.
23 Nasr, İslâm Sanatı ve Maneviyatı, Çev. A. Demirhan, s. 178.
24 Ocak, Ahmet Yaşar, Türk Sûfiliğine Bakışlar, İstanbul, 1999, s. 125. Fazla bilgi için bkz. Emiroğlu İbrahim, Sûfi ve Dil, İstanbul 2002, s. 13-27; Yanlış Düşünce ve Davranışlar karşısında Mevlânâ, İstanbul 2002, s. 11-15.
25 Yeniterzi, Emine, Mevlana Celâleddin Rûmî, Ankara 1995, ss. 97-101.