Mevlânâ’nın şerîatten hakîkate yükselmesinde Şemsi Tebrîzî’nin yeri
Mevlânâ’nın şerîatten hakîkate yükselmesinde Şemsi Tebrîzî’nin yeri
Dilâver Gürer*
Mevlânâ’nın hayâtındaki en önemli şahsiyet hiç şüphesiz ki, coşkun/sekrî tasavvufun en önemli sîmâlarından birisi olan Şemsi Tebrîzî’dir. Şemsi Tebrîzî, Mevlânâ’yı zâhirci ilmin şekilci ve gönül dünyâsı için dar gelen kalıplarından çıkararak, ilâhî aşk denizinin enginliğiyle karşılaşmasını sağlayan birisidir. Makālemizde Şemsi Tebrîzî ile Mevlânâ Celâleddîni Rûmî arasındaki bu ilişkiden, Şemsi Tebrîzî’nin Mevlânâ’nın hayâtındaki mühim yerinden bahsedeceğiz.
Yûnus Emre bir beyitinde şöyle der: Şerîat, tarîkat yoldur varana Hakîkat, ma’rifet andan içeru45
Gerçekten de bu beyit, tasavvufî düşüncenin en temel aşamalarını çok basit ve kolay bir şekilde insanlara öğreten ve kâmil sûfîlerin hayâtını birkaç kelime içerisinde açıklayan çok veciz bir ifâdeyi içermektedir.
Yûnus Emre’nin yukarıdaki beyitinde sözünü ettiği aşamaları geçerek hakîkate ve mârifete ulaşan mütefekkir, muhakkık, ârif ve Hak âşığı sûfîlerden birisi de hiç şüphesiz Mesnevî sâhibi Mevlânâ Celâleddîn Muhammed’dir. Aslında büyük bir din/İslâm âlimi, mürşid ve insânı kâmil olan Mevlânâ, târih boyunca daha çok ilâhî aşk hakkında söylediği sözleri, şiirleri ve yaptığı semâ ile tanınmıştır. Mevlânâ, kendi hayâtını kendisine âit olup, onun hakkında bilgisi olan herkes tarafından bilinen “hamdım, yandım, piştim”46 sözünde özetlemiştir. Mevlânâ’yı tanıyanlar, onun bu sözündeki hamlığın “aşkta hamlık”, yanmanın “aşkta yanmak” ve pişmenin de “ilâhî muhabbet ve aşkta pişmek” olduğunu bilirler. Yandıktan sonra da hakîkate ulaşılır ve ortada hakîkatten başka bir şey kalmaz. Gerçekten de Mevlânâ’nın hayâtını incelediğimizde onun hayâtının bu üç aşamadan ibâret olduğunu tespit ederiz. Fakat bu üç aşamayı geçip hakîkate ulaşmasında kilit bir şahsiyet vardır: Tebrizli Şems. Dolayısıyla, yukarıdaki sıralamayı dikkate aldığımızda Mevlânâ’nın hayâtını; Şemsi Tebrîzî’den önce, Şems ile birlikte iken ve Şems’ten sonra olmak üzere üç döneme ayırmak mümkündür. Şimdi bu üç dönemi fazla detaya inmeden, ana başlıkları ile inceleyelim:
1 Şems’ten Önce: “Hamdım”
Bu dönemi yâni Mevlânâ’nın aşkta hamlık devresini Şemsi Tebrîzî ile karşılaştığı târih olan 1244 yılına kadar getirebiliriz. Mevlânâ’nın “hamlık” diye târif ettiği bu dönem, aslında kendisinin zâhirî ilimlerde müderrislik (bugünkü tâbirle profesörlük) mertebesine ulaşarak, medresede (üniversitede) insanlara ilim öğrettiği bereketli ve başarılı bir dönemdir.
Belki burada Mevlânâ’nın hayâtındaki dönüm noktalarından birini oluşturan bir başka târihten, 1231 yılından söz etmek faydalı hattâ gereklidir. Çünkü bu târihte, “Sultânü’lUlemâ (Âlimler Sultânı)” lakabıyla meşhur, büyük müderris ve mutasavvıf, Mevlânâ’nın babası Bahâeddîn Veled Konya’da vefat etmiş, bu yüzden babasının tedrîs ve teslîkteki (öğretim ve tasavvufî eğitim) yükü genç Muhammed Celâleddîn’in omuzlarına binmişti. Bir yıl kadar babasının yerine bu görevleri yerine getirdi. Bu sırada babasının halîfelerinden Seyyid Burhâneddîn Muhakkık Tirmizî Kayseri’den Konya’ya gelerek Mevlânâ’ya klasik ilim ve tasavvufu öğrenmesi konusunda mürşitlik yapmaya başladı.
Mevlânâ bâzan şeyhi ile bâzan da yalnız olarak çeşitli ilim ve tasavvuf merkezlerine seyahatler yaptı. Bunardan birisi onun, üstâdı ve şeyhi Seyyid Burhâneddîn ile birlikte Halep’e yaptığı yolculuktur. Burada şehrin önemli âlimlerinden iki yıl kadar Fıkıh, Hadîs, Kelâm, Edebiyat ve Felsefe okudu. Halep’ten sonra, öğrenimine Şam’da devam etti. Buradaki tahsil hayâtı da 4 veya yedi yıl sürdü. Dînî ilimleri böylece ikmal eden Mevlânâ, Konya’ya döndü ve burada Seyyid Burhâneddîn’in gözetiminde tasavvufî rûhî eğitimine başladı. Bu eğitim sürecinin sonunda Mevlânâ’nın ulaştığı merhaleyi Seyyid Burhâneddîn şöyle açıklamaktadır:
“Naklî, aklî, kesbî ve keşfî bütün ilimlerde eşi benzeri bulunmayan bir insan olmuşsun. Bu hâlinle; bâtın sırlarını bilmekte, hakîkat ehlinin sîretlerini seyretmekte, gaybları keşfetmekte, gaybların yüzünü görmekte ve rûhâniyette, Hz. Peygamber’in ve velîlerin parmakla gösterdiği bir kişi olmuşsun… Haydi, yürü de insanların rûhunu tâze bir hayat ve pahâ biçilemeyecek bir rahmete gark et. Bu sûret âleminin ölülerini kendi mânâ ve aşkınla dirilt!”47
Bunun üzerine Mevlânâ, talebelerine zâhirî ilimleri öğretmek, halka vaaz ve nasîhat etmekle meşgul olmaya başladı.48 Bir müddet sonra Seyyid Burhâneddîn vefât etti. Bu esnâda Mevlânâ, Konya’daki çeşitli medreselerde sayısı dört yüzü bulan büyük bir talebe topluluğuna, beş yıldan beri Arapça, Fıkıh, Tefsîr, Hadîs ve diğer dînî ilimleri okutma ve çeşitli yerlerde halka vaazlar yapmaktaydı. Pâdişahlar, şehzâdeler ve vezirler onun sohbetlerine katılmaktaydı. Bu sıradaki sıfatı “Kutbu’şŞerîati’lİslâmiyye (İslâm şerîatinin kutbu)” idi. Bir başka deyişle o, din ilimlerinin zirvesinde bir müderris ve kuvvetli din âlimi olmasının yanı sıra, sahv ve temkin ehli müteşerri (şerîatin zâhirine sıkı sıkıya bağlı) bir sûfî idi. Fakat mârifet, hakîkat ve vuslat yolunda katedeceği yolun henüz başında idi. Öbür taraftan, Mevlânâ’nın Seyyid Burhâneddîn ile birlikte geçirdiği yıllar, daha sonra onun iç dünyâsında cereyan edecek hâdiseler ve Şemsi Tebrîzî ile kuracağı hemdemlik için iyi bir hazırlık dönemi niteliğindedir.
Rezâ Areste’ye göre, bu dönemde Mevlânâ, kendi devrinde yaşanan hayâtın çeşitli anlamlarının farkını tedrîcen kavramış; bu hayat yollarının hepsini içinde sindirip hazmederek, içerisinde yaşadığı kültürel ve geleneksel değerlere göre kendi kişiliğini geliştirmişti. Ne var ki, her ne kadar insanlar onun fikirlerine büyük ölçüde saygı duyuyor olsalar da, o bu fikirlerin içerdiği sınırlı görüşlerden hoşnut değildi. Mevlânâ, ibâdetlerin sınırlılıklarının farkına vardı ve geleneksel hayat bilgisinin kendi başına, bütünlük içinde, yeniden doğuşu getirmediğini anladı. Diğer taraftan, Gazâlî gibi insanların hayat hikâyeleri Mevlânâ’nın vaaz etme ve öğretim yapma yerine, (dînî) eylem ve tecrübeye karşı ilgisini artırıyordu.49 O, içerisinde bulunduğu ruh hâlini ve muhâtaplarına ilişkin tavrını Fîhi Mâ Fîh’in 17. faslında şöyle anlatmaktadır:
“Halk benden ders okutmamı, kitap yazmamı ve vaaz etmemi istiyordu. Fakat Emîr Pervâne bana ‘asıl olan ameldir/eylemdir’ dedi. Ona cevâben dedim ki: ‘Amel (eylem) ve tâlibi amel nerededir ki onlara amel göstereyim? Sen hâlâ kelâmın tâlibisin. Bir şey dinleyeyim diye kulak açıyorsun. Eğer söylemesem melûl olursun. Tâlibi amel ol ki, ameli sana göstereyim. Biz âlemde ameli göstermek için “adam” arıyoruz; amelin müşterisini bulamıyoruz, kelâmın müşterisini buluyoruz ve onun için de kelâm ile meşgūlüz. Sen mâdemki âmil (eylem sâhibi) değilsin, ameli ne bilirsin?.. Mâdemki bu yolun yolcusu yoktur, bizim yolda ve amelde olduğumuzu nasıl bilecekler? Bu amel (zâhirî fiil), namaz ve oruç değildir; bunlar amelin sûretidir, şeklidir. Ameli ma’nevî bâtındadır, içtedir… Binâenaleyh bu sûret amel değildir. Amel insanda bir ma’nâdır…”50
Böylesi duygular içerisine düşen Mevlânâ çok geçmeden aradığı “eylem adamı” ile karşılaşacak ve o adam Mevlânâ’nın hem zâhirî, hem de bâtınî hayâtını altüst edecektir…
2 Şems’li Yıllar: “Yandım”
Eflâkî’nin rivâyetine göre, Mevlânâ bir gün yanındaki bir grup ile birlikte Penbefurûşan Medresesi’nden çıkmış, Şekerrîzan Hanı’nın önünden geçmekteydi. Bunu gören bir adam (Şemsi Tebrîzî) oturduğu yerden hemen kalkarak, Mevlânâ’nın önüne geldi. Atının dizginini tuttu ve şöyle seslendi:
— Ey madde ve mânâ âleminin sarrafı! Ey esmâi ilâhiyyenin âli mi! Söyle: Hz. Muhammed mi daha büyüktür Bâyezîdi Bistâmî mi?
Böyle bir soru karşısında bir an için şok olan Mevlânâ hemen kendine gelir ve:
— Muhammed Mustafâ bütün yaratılmışların en üstünüdür; burada Bâyezîd’in sözü mü olur? Diye karşılık verdi.
Bunun üzerine Şems, îmâlı bir şekilde şu ikinci ve ilginç soruyu sordu:
— O halde, Hz. Mustafâ: ‘Yâ Rabbi! Seni tenzih ederim; seni hakkıyla tanıyamadık (mârifet)’51 buyurduğu halde, Bâyezîd: ‘Ben kendimi tenzih ederim; şânım ne yücedir. Ben sultanların sultânıyım’ demektedir!
Mevlânâ’nın cevâbı net ve doyurucudur:
— Bâyezîd’in susuzluğu bir yudumla dindi ve suya kandığından bahsetti. Onun idrak testisi küçüktü; mârifet denizine o küçük testisini daldırdı ve testi mârifetullah ile dolup taştı; o nur, penceresinin büyüklüğü ölçüsünde onun evine girdi. Tabiî olarak Bâyezîd de kendisinin bu hâlinden bahsetti. Hz. Mustafâ’ya gelince; o âdeta suya (mârifetullâh) doymama hastalığına yakalanmıştı, susuzluktan içi yanıyordu ve onun mübârek göğsü ‘Biz senin göğsünü açmadık mı?’52 şerhiyle ‘Allâh’ın arzı geniştir’53 hâline gelmişti. Bundan dolayı Hz. Mustafâ da kendi susuzluğundan bahsetti ve her an daha fazla kurbiyet ve mârifet istedi.54
Belki burada Mevlânâ’nın özlemini çektiği “eylem adamını” bulduğunu söylemenin tam yeridir ve bu doğrudur da. Ancak burada kanâatimizce bundan daha ilginç olan ve bâzan göz ardı edilen bir durum daha vardır ki o da şudur: Mevlânâ’nın yanı sıra, yıllardır cana yakın bir ruh, bir dost arayışında olan Şemsi Tebrîzî de nihâyet kendi rûhunun âdetâ simetriği olan şahsiyeti bulmuştur…
Âdeta iki denizin birbirine kavuştuğu bu diyalogdan hemen sonra Mevlânâ medreseyi, vaazı ve kendisini tatmin etmeyen ilmi terk etti. Gece gündüz Şems ile birlikte oldu. Dışarıya, insanların yanına hiç çıkmadı. İki Hak dostu bu halvetleri esnâsında ilâhî aşkı yaşama ve hakîkat merdivenlerine tırmanma husûsunda birbirlerine ayna ve basamak oldular. Sürekli semâ ederek vahdet deryâsına daldılar…
Mevlânâ’nın oğlu ve aynı zamanda Mevlevîği sistemleştiren kişi olan Sultan Veled, Şemsi Tebrîzî ile babasının buluşmalarını, İbtidâNâme adlı eserinin bir yerinde Hz. Mûsâ ile Hz. Hızır’ın buluşmalarına benzetir.55 İbtidâNâme’nin bir başka yerinde de âşık ile mâşuğun kavuşmalarına benzeterek, bu buluşmanın Mevlânâ’nın iç dünyâsında meydana getirdiği, târifi âdeta imkânsız değişikliği şu beyitleriyle anlatmaktadır:
“Şemseddîn ansızın gelerek Mevlânâ’ya ulaştı. Onun nûrunda gölge, yok olup gitti.
Aşk dünyâsının ardından defsiz ve sazsız aşk sesi erişti.
Mâşuk hallerini anlattı ona. Böylece onun sırrı yücelerden de yücelere vardı.
Dedi ki: ‘Sen bâtına rehin olmuşsun, oysa ben bâtının da bâtınıyım. Sırların sırrıyım, nurların nûruyum. Erenler benim sırrıma erişemez. Benim yolumda aşk da perdedir. Diri olan aşk bile benim katımda ölüdür.
Tümden mâşuk olan dostlar, Hakk’ın rızâsını kazanmış erlerden de üstündür, hak ile bâtılı ayırt edenlerden de.
Ebedîlik saltanatı âşıklarındır ama mâşuğun saltanatı ondan da yücedir.’ Şems, Mevlânâ’yı şaşılacak bir âleme çağırdı; öyle bir âlem ki, ne Türk gördü orayı, ne Arap.
Üstat ve şeyh olan kişi, yeni bilgiler öğrenir oldu. Şems’in huzûrunda yeniden ders okumaya başladı.
Dersin sonuna varmıştı, fakat baştan tekrar başladı. Muktedâ (kendisine uyulan) iken o, öbürüne uydu gitti.
Bilgide tek kâmil erdi ama onun/Şems’in gösterdiği bilgi yepyeni bir bilgiydi.
Gerçek âşık pek az bulunur. Pek az kişi de onun sûretini görür ve ondan haber alır.
Ey oğul! Âşığın hâli böyle olursa, can gözünü aç da iyice bak: Mâşuğun hâli nice olur! O anlatılmaktan da, söylenmekten de ötelerdedir.
Tebrizli Şems; o, pâdişahlardandı işte… Hâsılı onu/Mevlânâ’yı oraya çağırdı.
O da onun cinsindendi de vardı, ona ulaştı; can yoluyla cânının cânına kavuştu.”56
Şems’in Mevlânâ’yı dâvet ettiği mâşukluk mertebesinde kendisine örnek aldığı kişi Hz. Peygamber’den başkası değildi. Zîra Şems’e göre Hz. Peygamber âşık değil, mâşuk idi.57 Böylece Mevlânâ, Şems sâyesinde sâdece ilâhî aşk ile dolmakla kalmamış, nefsinde fânî olarak, mâşukluk merdiveninin basamaklarında yükselmeye başlamıştı. Bu aynı zamanda tevhîdin hakîkatini de anlamak demekti.
Tasavvufî neşvesi îtibâriyle rind meşrep bir derviş olduğu anlaşılan Şems, Mevlânâ’daki aşk ateşini tutuşturmuş, ancak onun bitip tükenmek bilmeyen alevi Şemsi de yakmıştır. Sûfînin mânevî tekâmülü, diğer bir ifâdeyle psikotârih açısından Şems ile karşılaşmasından sonra Mevlânâ’nın “zâhirci” “kuralcı” “şekilci” bir tasavvuf anlayışını terk ederek, bunun yerine coşkun bir tasavvufî neşveyle tebârüz ettiğini söylemek mümkündür. İlerlemiş yaşına ve sâhip olduğu şöhrete rağmen Mevlânâ’nın “Hak âşığı” birini özlemle beklemesi, ondaki ilâhî aşk anlayışının o âna kadar tatmin edilmediğinin bir göstergesi sayılabilir.
Mânevî kemal yolunda insanı asıl olgunlaştıran şeyin şeklî unsurlardan ziyâde, ilâhî aşk olduğunu kabul eden Şems’in Mevlânâ’nın hayâtına girmesiyle onda alevlendirdiği “ilâhî aşk” ateşi, artık Mevlânâ’nın tasavvufî neşvesinin aslî unsuru olmuştu.58 Mevlânâ bir rubâîsinde bu hâlini şöyle dile getirir:
Aşkın gönlüme dolduğundan beri
Senin aşkından başka neyim varsa hep yandı.
Aklı, dersi, kitabı hep rafa kaldırdım,
Ama şiirler, gazeller, rubâîler öğrendim.59
Mevlânâ’nın özlemini çektiği, aradığı şey işte bu aşktı. Fakat bu aşk, ders kitaplarında yoktu. Onu öğrenme ve yaşama yeri kitaplar değil, gönül dünyâsıydı. Çünkü Hakîm Senâî’nin de dediği gibi:
Ebû Hanîfe aşk bahsinde hiç ders vermemişti.
Şafiî de onun hakkında bir rivâyete sâhip değildi.60
Ne yazık ki, dışarıda kıskançlıklar başladı. Halk ve çekemeyenler Şems’in Mevlânâ’yı kendilerinden uzaklaştırdığını söyleyerek birtakım dedikodular ürettiler. Sıkıntı, her gün biraz daha artarak devam etti… Bir gün Şems âniden kayboldu. Bunun üzerine Mevlânâ âdetâ deliye döndü, yıkıldı, hayâtı söndü… Hep onu aradı durdu… Nihâyet, Şems’in izi Şam’da bulundu. Mevlânâ ona defâlarca mektup gönderdi:
Ey gönlümün nûru, gel. Ey didinmelerimin maksadı, gel…
Biliyorsun ki, hayâtımız senin ellerinde. Kölelerine zorluk çıkarma: Gel. Ey aşk! Ey mâşuk! Engelleri aş, inadı bırak, gel!..61
Sonunda Şems iknâ edildi. Konya’ya döndü. Bunun üzerine ziyâfetler verildi, kurbanlar kesildi, Mevlânâ ve dostları günlerce bayram ettiler. “Onun yüzünü görünce gül gibi açıldı, sevindi; vuslat da ayrılık bağlarından kurtuldu, hür oldu:
Ey canların etrâfında döndüğü Hak ankāsı! dedi, çok şükür ki, Kaf Dağı’ndan tekrar geldin.
Ey aşkın, kıyâmet meydanının İsrâfîli! Ey aşkın aşkı! Ey aşkın gönlünün istediği sevgili!
Ey tek güneş! Yüz binlerce defa seni dinlemek arzusuyla aklım başımdan gitmişti.
Sence bilinen benim kalp (değersiz) sözlerimi, hep sağlam akçe gibi kabul eden sendin…”62
İki dost tekrar halvete çekildiler. Şems ile Mevlânâ iki bedende bir ruh gibi oldular. Kim bilir, belki de ezelden beri öyle olduklarını düşünüyorlardı!..
Fakat çok geçmedi, kıskançlıklar ve dedikodular eskisinden daha fazla oldu. Şems’i sevmeyen ve onu Mevlânâ’nın etrâfından uzaklaştırmak isteyen bir grup, karanlık bir gecede onu evinden dışarı çağırdı. Bir daha Şems’ten haber alınamadı!
3 Şems’ten Sonra: “Piştim”
Mevlânâ, Şems’i çok aradı. Onun ayrılığıyla, gönülleri yakan, sızlatan nice şiirler söyledi.
Sultan Veled, gönül dostunu kaybettikten sonra babasının hâlini şöyle anlatır:
“Şeyh onun ayrılığından sonra âdetâ deli oldu.
Fetvâ veren şeyh, aşkla şâir kesildi. Zâhid idi, meyhâneci oldu.
Fakat üzümden yapılan şarabı içip satan meyhâneci değil; nûrânî can, nur şarâbından başka bir şey içmez ki…”63
Şems’i aramak için iki kere Şam’a gitti. Fakat onu bulamadı.64 Artık, Mevlânâ gece gündüz semâ ediyor, gazeller, şiirler söylüyordu. Ağlayışı ve feryâdı herkesi yürekten yaralıyordu. Şems’i gönül dünyâsında aramaya başladı. Nitekim onu orada buldu da! Bundan sonra kendini ilim tedrîsine ve irşâda verdi. Bir yandan da gönlü yeni bir dost arayışı içerisindeydi.
Mevlânâ, Şems’i sûretâ bulamamıştı belki, ama onu kendi içinde bulmuştu. Şems’i, tıpkı ay gibi kendinde görmüştü. Daha doğrusu Şems’in sembolize ettiği gerçek aşka kendi içinde kavuşmuş, maddeden mânâya, sûretten öze ulaşmıştı. Aslında onun gerçek aşkı bulması için Şems de bir vesîle, bir bahâne idi. Bu husustaki duygularını şöyle ifâde eder:
“Onda (Şems’te) doğma sona erdi; şimdi aşkta doğdum.
Ben kendimden daha fazlayım, çünkü ben iki defa doğdum.”65
Bu dönemde o içine kapandı, aşk şiirleri söylemeye başladı. Sultan Veled’in şu şiiri Mevlânâ’nın bu hâlini anlatmaktadır:
“Tebrizli Şems’i Şam’da göremedi ama onu kendinde gördü; ay gibi kendi varlığında belirdi o.
Beden bakımından, dedi, ondan ayrıyım ama bedensiz ve cansız ikimiz de bir nûruz.
Ey bir şeyleri arayan kişi! İster onu gör, ister beni; ben oyum ve o da ben.
Şu gökkubbe dönmeye başlamadan önce, onunla ben bedensiz ve cansız olarak birdik.
Ne yer vardı, ne ay, ne güneş… o ise bana candı, bendeydi.
…
Ne yüzden ben ‘o’ deyip duruyorum ki?… Zâten ben oyum, o da ben. Varlığımdaki tamâmiyle o; gelirim de ondan, giderim de.
Sanki o insan da, ben onun gölgesiyim. İnsan olmadıkça gölge olmaz ki!
…
Şu halde bende dâimâ onu gör; iyilikte de, kötülükte de, katılıkta da, yumuşaklıkta da onu seyret.
O âdetâ güneş gibi, bense zerreyim; o, deniz gibi, bense katreyim.
Katrenin ıslaklığı denizden değil midir? Zerrenin varlığı güneşten değil mi?”66
Bu beyitlerden Mevlânâ’nın Şemsi Tebrîzî’nin sûretinde gerçek aşka, ilâhî aşka ulaştığının ipuçlarını açıkça yakalayabiliyoruz. Yâni Mevlânâ, Şemsi Tebrîzî’de bulduğu aşkın da geçici ve ilâhî aşka bir köprü olduğunu anlamış, bu perdeyi de aşarak, bütün varlıkta ilâhî aşkın tecellîsini seyretme kābiliyeti ve varlığın hakîkatini kavrama melekesi kazanmıştır. Başka bir ifâde ile Mevlânâ, Şemsi Tebrîzî’den sonra kendi varlığını onun yokluğunda bulmuş ve böylece âşık ile mâşuğun aynîleştiği ebedî vuslata ermiştir.67
“Kalbim bir midyeye benzer; inci dostumun sûreti,
Ben artık kendi içime sığamam, çünkü bu hâneyi tamâmiyle ‘o’ doldurur.”68
Mevlânâ’nın hayâtında ilâhî aşkın ikinci aynası Salâhaddîni Zerkûbî (Kuyumcu Salâhaddîn) oldu. Mevlânâ bir gün Salâhaddîn’in kuyumcular çarşısındaki dükkânının önünden geçmektedir. İçeride varak (altın yaprak) yapmak için çekiçle altın dövmekte olan Kuyumcu Salâhaddîn ve çıraklarının çekiç darbelerinden çıkan sesleri duyan Mevlânâ, o hoş seslerin ahengi ile cezbeye gelir ve vecd ile kendinden geçip ilâhî aşka dalarak “semâ” etmeye başlar. Dışarıda Mevlânâ’nın semâ ettiğini gören Salâhaddîn, onun, çekiç darbelerinin âhengine, ritmine uyarak semâ ettiğini anlayınca, altınının zâyi olmasına aldırmaksızın, çekiç darbelerine devam etmelerini çıraklarına emrederek dışarı fırlar, Mevlânâ’nın ayaklarına kapanır…
“Zerkûbî’nin dükkânında bir hazîne zuhûr etti,
Ne güzel sûret bu, ne güzel mânâ; bu ne güzellik, bu ne güzellik!…”69 Bundan sonra Mevlânâ duygularını semâ ederek ve semâ esnâsında şiirler söyleyerek dile getirdi. Âdetâ hayâta tekrar döndü. Şiirlerinin çoğu Şems’e, yâni ‘aşk’a, yâni hakîkate olan hasreti ile ilgili idi. Bu yüzdendir ki, onun Şemsi Tebrîzî’nin aşkı ile söylediği şiirlerden meydana gelen Dîvânı Kebîr çoğu zaman Dîvânı Şems ve Külliyâtı Şemsi Tebrîzî şeklinde anılır ve isimlendirilir. Külliyât’taki beyit sayısı elli bin civârındadır.
Salâhaddîni Zerkûbî’nin vefâtından sonra Mevlânâ’nın gözünün nûru, hayat kaynağı Hüsâmeddîn Çelebi isimli mürîdi oldu. Mevlânâ, Hüsâmeddîn Çelebi’yi de çok sevdi, ilâhî aşkı, ilâhî hakîkati onun yüzünde ve onun gönlünde de aradı ve gördü. Ünlü eser Mesnevî’nin yazılmasına Hüsâmeddîn Çelebi vesîle oldu. Hüsâmeddîn Çelebi, hakîkat ve mârifete ulaşarak, elfark ba’de’lcem (cem mertebesinden sonraki fark) mertebesini70 yaşayan şeyhi Mevlânâ’dan müritler için bir kitap yazmasını ricâ etti. Bunun üzerine Mevlânâ sarığının içinden, Mevlevîlik’te ve tasavvufî düşüncede çok anlamlı olan, Mesnevî’nin ilk on sekiz beyitinin yazılı olduğu bir kâğıdı çıkarıp ona uzattı:
“Dinle neyden, ne hikâyeler anlatıyor! Ayrılıklardan nasıl şikâyetler ediyor!
Beni kamışlıktan kopardıklarından beri, figānım kadın ve erkeği ağlatmaktadır.
Şerha şerha olmuş bir gönül isterim ki, hasret derdinin şerhini ona açayım. Her kim aslından uzak düşerse, kendisine vuslat rüzgârını rehber edinir. Ben her toplulukta ağlayıp inledim. İyilerle de hemdem oldum, kötülerle de.
Herkes kendi zannınca bana yâr oldu, fakat içimdeki sırrı hiç kimse sormadı.
Benim sırrım benim inleyişimden uzak değildir, fakat her göz ve kulakta onu anlayacak güç nerede?
Ten candan, can tenden gizli değildir, fakat hiç kimseye canı görme izni yoktur.
Bu neyin sesi ateştir, hava sanma; kimde bu ateş yoksa, yok olsun o!…”71
Mevlânâ’nın Şemsi Tebrîzî’de, Salâhaddîni Zerkûbî’de ve Hüsâmeddîn Çelebi’de gördüğü, bulduğu şey, aynı ilâhî güzellik ve kudretin tecellîsinden başka bir şey değildi. Mevlânâ hayâtının bu döneminde artık âşıklık ve mâşukluk mertebelerini aşarak hakîkat mertebesine ulaşmıştı. Tasavvufî ifâde ile, bekā billâh mertebesine, “cemden sonraki fark” mertebesine, halkı irşat mertebesine, kısaca, insânı kâmil mertebesine vâsıl olmuştu. Bundan sonraki hayâtını Hakk’ın isim ve sıfatlarının birer tecellîsinden ibâret olan halkın irşâdı için geçirecektir. Geride bir tek basamak kalmıştır: Vuslat! Vuslatın târihi de 17 Aralık 1273’tür.
Şu rubâî onun bütün merhaleleri aşarak geldiği son merhaleyi ifâde etmektedir:
Bu can bu tende olduğu müddetçe ben,
Seçilmiş Muhammed’in yolunun toprağıyım.
Bir kimse bundan başka bir şey naklederse benden,
Ondan da şikâyetçiyim, o sözden de uzağım.72
Sonuç
Bilindiği gibi, tasavvufta şerîat tarîkat hakîkat mârifet basamakları cevize benzetilerek îzah edilir. Buna göre şerîat cevizin dışındaki yeşil kabuğa benzetilir. Cevizin içini koruyan dış sert kabuk tarîkattir. Ceviz içinin dışındaki zar hakîkate teşbih edilir. İnce zardan arınmış iç ise mârifeti temsil eder. Bu benzetmeyi, mârifete ulaşmış bir sûfî olarak Mevlânâ’nın hayâtına uygulayacak olursak, onun hayâtındaki en önemli kişinin Şemsi Tebrîzî olduğunu görürüz. Mevlânâ, Şemsi Tebrîzî ile karşılaşmadan önceki hayâtını “hamlık” dönemi olarak adlandırır. Bu dönemde o, şerîati ve zâhirî ilimleri öğrenmiştir. Yâni cevizin dış kabuğu soyulmuştur. Cevizin dış sert kabuğu ise Şems ile birlikte kırılmıştır ki, o bu dönemine de “yanma” dönemi demiştir. Nihâyet Şemsi Tebrîzî’den sonra Mevlânâ, Şems’ten ayrılığın verdiği hasret ile “pişmek” sûretiyle, tasavvufta hakîkate benzetilen ceviz içinin dışındaki zardan kurtulmuş ve gerçek mârifete ulaşmıştır.
* Prof.Dr., S.Ü. İlahiyat Fakültesi Tasavvuf Anabilim Dalı.
45 Yûnus Emre, Yunus Emre Dîvânı, haz.: Fâruk K. Timurtaş, İstanbul tsz., s. 157.
46 Bk.: Mevlânâ Celâleddîni Rûmî, Külliyâtı Şemsi Tebrîzî, neşr.: B. Furûzânfer, Tahran 1384, s. 11848, r. no: 1322.
47 Ahmed Eflâkî, Âriflerin Menkıbeleri, terc.: Tahsin Yazıcı, İstanbul 1989, I/8889.
48 Mevlânâ’nın bu sıralarda yaptığı vaazlarından yedi tanesi derlenerek Mecâlisi Seb’a adıyla kitap hâline getirilmiştir. Türkiye kütüphânelerinde birçok yazma nüshası bulunan Mecâlisi Seb’a birkaç defâ da basılmıştır.
49 Areste, Rezâ, Aşkta ve Yaratıcılıkta Yeniden Doğuş, terc.: Bekir Demirkolİbrahim Özdemir, Ankara 2000, s. 3637.
50 Mevlânâ, Fîhî Mâ Fîh, terc.: Ahmed Avni Konuk, haz.: Selçuk Eraydın, İst.2003.s. 71.
51 Münâvî, Abdurraûf, Feyzu’lKadîr, Mısır 1356, II/410.
52 İnşirâh, 94/1.
53 Nisâ, 4/97; Zümer, 39/10.
54 Ahmed Eflâkî, a.g.e., II/3940.
55 Bk.: Sultân Veled, İbtidâNâme, terc.: Abdülbâkî Gölpınarlı, Konya 2001, s. 39.
56 A.g.e., s. 196197.
57 Şemsi Tebrîzî, Konuşmalar (Makâlât), terc.: M. Nuri Gencosman, İstanbul 1974, I/97.
58 Cebecioğlu, Ethem, “PsikoTarih Açısından Rûhî Tekâmül Mertebelerinin Mevlânâ’nın Anlaşılmasındaki Rolü” Tasavvuf Dergisi, Ankara 2005, sayı 14, s. 35.
59 Mevlânâ, Külliyâtı Şemsi Tebrîzî, s. 177, g. no: 576.
60 A.g.e., s. 152, g. no: 499.
61 A.g.e., s. 1148, g. no: 1364.
62 Mevlânâ Celâleddîni Rûmî, Mesnevîi Ma’nevî, Konya 1384, c.III, s.354, b.no: 46944698.
63 Can, Şefik, Mevlânâ Hayâtı, Şahsiyeti ve Fikirleri, İstanbul 1995, s. 55 (Sultan Veled’in İbtidânâme’sinden naklen).
64 Mevlânâ’nın Şemsi Tebrîzî’yi aramasını Sultan Veled İbtidâNâme’de uzun uzun anlatmaktadır. (Bk.: Sultân Veled, a.g.e., s. 5662.
65 Areste, a.g.e., s. 62.
66 Sultân Veled, a.g.e., s. 59.
67 Schimmell, Annemarie, Ben Rüzgârım Sen Ateş, terc.: Senâil Özkan, İst. 1999, s. 23.
68 Mevlânâ, Külliyâtı Şemsi Tebrîzî, s. 177, g. no: 576.
69 A.g.e., s. 761, g. no: 2515.
70 “Fark” “cem” ve “cemden sonraki fark” tasavvufta birbiri ardına gelen üç mertebenin ismidir. Kısaca, eşyâyı, varlığı ve halkı fark ederek kulluk etmeye fark; sâdece Hakk’ı görerek kulluk etmeye cem; eşyâyı Hakk’ın birliği içerisinde görerek kulluk etmeye ise cemden sonraki fark diyebiliriz. Bu mertebelerin başka isimleri de ve fenâbakâ ile de yakından ilgisi vardır. (Fazla bilgi için bk.: Uludağ, Süleyman, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, İstanbul 1991, s. 112113, 172173; Cebecioğlu, Ethem, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, Ankara 1997, s.175176, 264266.
71 Mevlânâ, Mesnevî, c. I, s. 21, b. no: 19.
72 Mevlânâ, Külliyâtı Şemsi Tebrîzî, s. 1148, r. no: 1321.
Array
KUBBEALTI AKADEMİ MECMUASI, sayı 143, yıl 36/4, Ekim 2007