Mevlâna’nın Şemsle Tanışması – Aydın BAŞAR

A+
A-

Mevlâna’nın Şemsle Tanışması

Aydın BAŞAR

Celaleddin, babası Bahaeddin Veled vefat edince, babasının eski şakirdi Tirmizli Seyyid Burhaneddin’e mürit olmuştu. Seyyid Burhaneddin Mevlâna’nın müşkül bir yalnızlığında çıkagelmişti. Çıkagelmiş değil de sanki “gayb” tarafından Mevlâna’yı irşatla görevlendirilmişti. Ona tam dokuz yıl mürşitlik yapmış, bu sürenin sonunda da onu hemen tutuşmaya hazır bir çıra hâline getirmişti. O ahval üzere onu bırakıp Kayseri’ye geri dönmüş ve Mevlâna’yı da hüzünlere gark etmişti.[1]

Seyyid Burhaneddin Tirmizî, Kayseri’ye gittikten sonra henüz bir yıl geçmemişken vefat etmesi üzerine, Mevlâna Celaleddin beş sene sürecek bir yalnızlık ve bekleyiş devresine girdi. Ne var ki bu özlem dolu yalnızlık, başka bir kavuşmanın muştusu oldu. 1244’te Şems-i Tebrizî’nin Konya’ya gelmesiyle bu yalnızlık devresi bitti ve yeni bir dönem başladı.[2]

Başka bir rivayete göre ise bu buluşma ilk değildi. Bu buluşmadan yıllar önce Mevlâna otuz yaşında iken, Şam’da acayip kıyafetli bir adam onun yanına gelmiş, elini öpmüş ve “Âlemin sarrafı beni tanı.” dedikten sonra birden bire kalabalığın içine karışıp kaybolmuştu.[3]

Fakat yaygın kanaate göre asıl buluşma, 1244 Ekim’inde yani 26 Cemaziyelahir 642 tarihinde, Mevlâna otuz sekiz, Şems ise altmış yaşında iken Konya’da gerçekleşen buluşmaydı. Artık beklenen zaman gelmiş ve kaderin önceden örülmüş tuğlaları zahirde de yerli yerine oturmaya başlamıştı. Başka bir ifade ile yanmak üzere hazırlanan aşk çırası, Şems’in ateşiyle buluşmuştu. Bu ilk görüşmede aralarında şöyle bir konuşma geçmişti:

Şems: Peygamber Efendimiz (s.a.v.) mi büyüktür, Bâyezîd-i Bistamî mi?

Mevlâna: Elbette Peygamber Efendimiz bütün enbiya ve evliyanın büyüğüdür.

Şems: Peki ama Peygamber Efendimiz; “Ya Rabbi, Seni tenzih ederim. Biz seni gereğince bilemedik. Sana günde yetmiş kere istiğfar ederim.” buyurduğu halde Bâyezîd; “Kendimi noksan sıfatlardan arıtırım. Makamım ne kadar yüce ki cübbemin içinde O’ndan gayrı varlık yok.” demiştir. Buna ne dersin?

Mevlâna: Bu tabiidir. Çünkü Allah’ın sevgilisi Peygamber Efendimiz (s.a.v.) günde yetmiş makam aşıyor ve ulaştığı her makamda da önceki bilgisinden istiğfar ediyordu. “Ey bizim idraklerimizden üstün olan Allah biz Seni gereğince bilemedik.” diyordu. Bâyezîd ise bir makam aştı, bir tecelli ile kendinden geçti, daha fazlasına eremediği için taştı ve öyle yerli yersiz söylendi.”[4]

Bu karşılaşmayla Mevlâna ve Şems arasındaki dostluğun temelleri atılmış, böylece Mevlâna’yı Mevlâna, Şems’i de Şems yapan süreç başlamış oldu.

Şems-i Tebrizî

Her ne kadar Mevlâna’nın yanında geçirdiği süre dışında hayatı ile ilgili bilgilere fazla rastlanılmasa da yine de Şems’le ilgili bir takım rivayetler mevcuttu. Kimilerinin suiistimal ettikleri kadar olmasa da Şems’in farklı bir kişilik ve meşrebe sahip olduğu doğruydu. Tabiri caizse ele avuca sığmayan sıra dışı bir şahsiyetti.

Hâl ve hareketleri, konuşmaları, görüntüsü, giyimi kuşamı ile klasik bir veli değildi. Onun tasavvuf anlayışı, monoton, sade, sakin, tek renkli ve tekdüze olarak ifade edilemezdi. O, ilâhî aşkın bütün renklerine aynı anda boyanmayı başarabilen; ismi ile müsemma bir şekilde parlayan, parladıkça da coşan bir güneşti.

Kılık kıyafete, mala mülke önem vermez, ahbaplıktan ve şöhretten hoşlanmazdı. Kimi zaman iç âlemine çekilir, derin düşüncelere dalar, kimi zaman da coşkun bir şekilde içini dökerdi. Doğru bildiklerini söylemekten çekinmez, büyüklük taslayanlara karşı ise mağrur davranırdı.

Kendisiyle yeni tanışanlara esrarengiz görünür, ilginç sorularıyla onları şaşırtırdı. Nükteli, mecazlı ve derin konuşur fakat bazı zamanlarda alaycı, küçümser, kırıcı ve hırçın da olabilirdi.[5]

Her ne kadar görüntüde Şems, coşkun akan bir ırmak gibi hırçınca çağlıyor görünse de aslında o da iç âleminde ilâhî huzuru doya doya yaşayanlardandı. Dışarıdan görünen hareketlilik ise aşkın ruhuna yüklediği heyecanın zahirdeki kıpırtılarından ibaretti.

Şems-i Tebrizî âdet olsun diye yapılan, şeklin ötesine geçemeyen ayinlere, tek tip kıyafet giyen tarikat mensuplarına karşıydı. Ayrıca mânâsı önemsenmeden kuru kuruya nakil yoluyla aktarılan bilgilere karşı da bir mücadelesi söz konusuydu. Gönülden gelen bilgiye kıymet verir ve onu izhar etmekten de çekinmezdi.

O bazı eleştirilerini tasavvufu şekilciliğe indirgeyen anlayışlara karşı bir tepki olarak sergiliyordu. Aslında şekilciliğe karşı büyük sûfilerin hemen hepsinin bir tepkisi mevcuttu. İfadeleri Şems’inkiler kadar sert olmadıkları için bu kadar çok tartışılmıyordu. Şems’in eleştirdiği anlayış, aslında Yunus Emre’nin; “Dervişlik olaydı taç ile hırka,/Biz dahi alırdık otuza kırka” diye ifade ettiği hakikatten farklı değildi.

Şems-i Tebrizî bütün bu eleştirel tavırlarına ve üslubunun sertliğine rağmen Mevlâna gibi bir Allah dostunun sinesinde yer bulabilmiş ve hatta bunun da ötesine geçmişti. Her ne kadar onun bazı davranışlarını tasavvuf düşüncesi içerisinde bile olsa açıklamakta güçlük çekiyor olsak da bu onun kıymetinden bir şey eksiltecek değildi.

Gül ve Diken

Kehf Suresi’nde anlatılan Hızır (a.s.) ile Musa (a.s.) kıssasını hatırlayacak olursak, diyebiliriz ki buna göre biz neyin diken neyin gül olduğunu tam anlamıyla idrak edemeyiz. Bunun için Şems’in bazı tavırlarını aklî bir izahla savunmanın pek doğru bir tavır olmayacağını düşünüyorum.

Şems-i Tebrizî gönül ehli için hırçınlıkları, gariplikleri ve sözlerindeki keskinlikle birlikte güzeldi. Çünkü gönül ehline göre Yunus Emre’nin de ifade ettiği gibi aşk gelince cümle noksanlıklar tamam olurdu. Zaten onun gibi bir aşk erinin de akıl formatında değil aşk formatında değerlendirilmesi icap ederdi. Gönüle doğru yönelmeyenler, “gönül” kavramına uzak olanlar ne Mevlâna’yı ne de Şems’i anlayabilirdi.

Onun bu hâlleri, farklı görünme arzusundan veya bunu bir tutku hâline getirmesinden de kaynaklanmıyordu. O Allah’ın kendisine bahşettiği mizacı gereği böyle davranıyordu. Bir de onun bu tavırları, yaşadığı çağdaki misyonu ile alakalıydı. Zira kaderin üstünde bir kader vardı ve kader ona büyük bir gönül insanını pişirme rolünü biçmişti.

Diğer taraftan velilerin bazı hakikatleri anlatırken kullandıkları usul ve yöntemler birbirinden farklı olabilirdi. Şems’in de bu konuda kendine has bir usulü vardı. Mesela onun ilk bakışta garip olarak algılanabilen bazı sorular sorarak ya da ortaya ilginç bir laf atarak muhataplarını şaşırtmak ve bu sayede “ilâhî aşk”a dikkat çekmek gibi bir taktiği söz konusuydu.

Şems, ilk mürşidi Ebu Bekir Selebaf’ı da “Ondan birçok yücelikler elde ettim. Fakat bende bir şey vardı ki şeyhim onu göremiyordu. Zaten hiç kimse onu görememişti. Onu Mevlâna Hüdavendigâr’ım gördü.” diyerek eleştirmişti.[6]

Eflakî’nin anlattığına göre Şems-i Tebrizî, Bağdatlı Şeyh Evhadettin Kirmanî’ye karşı da benzer bir tavır sergilemişti. Bir gün Şems ona; “Ne âlemdesin?” diye sormuş, o da başka mânâlar kastederek “Leğendeki suda ayın on dördünü seyretmekteyim.” demişti. Bunun üzerine Şems de ona; “Ensende çıban mı var ki başını kaldırıp göğe bakmıyorsun.” diye çıkışmıştı.[7]

Belki de onun bu eleştirici tutumları, arayıp arayıp bulamaması ve aramaya devam emesi, Mevlâna’ya ulaşması için gerekliydi. Zira kaderin rotası belliydi ve onu git gide bu buluşmaya yaklaştıracak sebeplere ihtiyaç vardı. Aslında onun diğer şeyhlere olan uzaklığı onu Mevlâna’ya yaklaştıran bir sebepti. Bir yerden uzaklaşması, başka bir yere yakınlaşması anlamına geliyordu.

Sohbet-i Cânan

Mevlâna, Şems Konya’ya geldikten sonra artık dersleri ve vaazları zaman zaman aksatmaya başlamıştı. Fıkhî ve ilmî yönü kuvvetli, esaslı bir âlim olan Mevlâna’nın, Şems’ten sonra epeyce değiştiği bir vakıaydı. Fakat bazılarının iddia ettikleri gibi ilimden ve amelden yüz çevirmiş değildi. Her zamanki gibi ilmi önemsiyor, namazlarını ve diğer ibadetlerini ise eksiz bir şekilde eda ediyordu. Haşa ki İslâm’dan en ufak bir sapma dahi söz konusu olmamıştı. Nitekim “Canım tenimde oldukça Kur’an’ın kölesiyim, Allah’ın seçkin peygamberi Hz. Muhammed (s.a.v.)’in yolunun toprağıyım. Her kim ki benden bunun dışında bir söz naklederse hem o sözden şikâyetçi olurum, hem de nakledenden.”[8] diyen bir şahsiyetten de başka türlü bir tavır beklenmezdi.

Diğer taraftan ondaki bu değişim birçoklarının anlattığı gibi Şems sonrası dönemde birden bire başlamış da değildi. Bu gerçeği Sezai Karakoç şöyle ifade etmektedir: “Kimileri sanır ki Mevlâna’da belli bir andan sonra ansızın büyük bir değişiklik olmuş, birden bire olduğundan bambaşka bir Mevlâna doğmuştur. Oysa hiç bir değişim ve oluşum birden bire olmaz. Derinlerde görünmeyen planda, yavaş ve uzun bir hazırlanma dönemi olur. Bir deprem gibi… Biz sanırız ki deprem ansızın olur.”[9]

Mevlâna bazı zamanlar Şems’le çok uzun sohbetlere dalıyor, bazen de sırf sukut lisanıyla onunla konuşuyordu. Bir aşk hâliyle ham kimselerin yanlış anlayabileceği şiirler söylüyor, bazen sema yaptığı da görülüyordu. Bu arada halkı ve talebelerini ihmal ettiği de bir gerçekti.

Bu durum karşısında Mevlâna’nın sevenleri kıskançlık gösteriyor, Şems’in büyü ve telkin ile onu yoldan çıkardığını düşünüyorlardı. Şems’in sohbetinde bulunanlar, bu aşk erin sözlerine asla tahammül edemiyorlardı. Bütün bunlar Mevlâna’yı yoldan çıkaran, onlara göre dinsiz imansız eden Şems’in aleyhinde bir cereyan meydana getirmişti.

Şems onların davranışlarına aldırmıyor, art arda pervasızca keskin sözlerini sarf etmeye devam ediyordu. Özellikle de Mevlâna’nın çevresine karşı, kırıcı ve hırçın davranışlar sergilemekten geri durmuyordu.

Aşk ve cezbe hâline giren Mevlâna, sırlı dostu Şems’i etrafındaki herkesten üstün tuttuğunu söylüyor ve onun dostluğunu hiçbir kimseye değişemeyeceğini çeşitli ortamlarda defalarca dile getiriyordu. Kendisine Şems’i kötülemek için gelenlere ise güceniyordu.[10]

Mevlâna’nın sevenleri ondaki bu değişimi bir türlü kabullenmek istemiyorlardı. Onlara göre Mevlâna bir güneşti fakat Şems’teki aydınlığı henüz fark edememişlerdi. Mevlâna’nın etrafında adeta güneşi kıskanan müritleri bulunmaktaydı ve onlar istiyorlardı ki güneş sadece kendilerine ışık versin. Oysa güneş herkesi aydınlatmaya yeterdi. Onların idrakleri bu kadar olduğu için onları kınamak da yersiz olurdu.

İlk Ayrılış

Derken günler birbirini kovalıyor ve Konya’daki Şems aleyhtarlığı giderek artıyordu. Mevlâna’nın oğlu Sultan Veled, Şemsettin’e karşı oluşan nefret tufanını ve olumsuz propaganda cereyanını İbtidaname’de şöyle anlatıyordu: “Hepsi de kınamaya koyuldu. Gerçekten haberi olmayan ve bir sürüye benzeyen o müritler birbirlerine; ‘Neden şeyhimiz, onun gibi birisine kapılsın da bizden yüz çevirsin? Hepimiz kişizadeyiz, ona kuluz, köleyiz, aşığız. Bizce onun Allah’ın mazharı olduğunda şüphe yok, ondan birçok keremler gördük.

Gördüklerimizi, az kişi görmüştür. Her kulak öyle sözler duyamaz. Doğan kuşu gibi avlandık, ona birçok avlar getirdik. Mevlâna, bizim yüzümüzden tanındı. Dostu sevindi, düşmanı kahroldu. Bu böyleyken kim oluyor bu Şemseddin ki şeyhimiz, ona alındı, yüzümüze bile bakmıyor. Artık yüzünü göremez olduk. Büyücü müdür nedir? Sihirle kendisini şeyhe sevdirdi. Ne aslı belli ne nesli… Nereli olduğunu bile layığıyla bilmiyoruz. Halk vaazdan mahrum kaldı, kutlu talihimiz döndü.’ diyorlardı… Bazen Şemseddin’i gördükçe kılıçlarına el atıyor, yüzüne karşı sövüyorlardı. Hepsi Şemseddin’in Konya’dan gitmesini yahut ölmesini bekliyordu.”[11]

Şems, kendisine karşı oluşan nefretin Konya’da yayılması üzerine 15 Şubat 1246’da kimselere haber vermeden ansızın ortadan kayboldu. Bunun üzerine hicran ateşi ile yanıp tutuşan Mevlâna bu acıyla adeta inlemeye başladı. Böylece şairliğinin de yakıcı devresine girmiş oldu.

Derken bir gün, bu acıya su serpecek bir mektup geldi. Mektup Şems’ten gelmekteydi. Şam’da olduğu anlaşılan Şems’e bir mektup da o yazdı ve mektubu oğlu Sultan Veled’e vererek ona gönderdi. Uğurlarken de oğluna; “Git onu çağır, kendisini incitenler çoktan pişman oldular, ben ise yokluğuna dayanamıyorum. Lütfetsin gelsin artık.” diye söylemişti.

Sultan Veled mektubu yerine ulaştırdı ve Şems’i de alarak Konya’ya geri döndü. 8 Mayıs 1247 tarihinde Şems’in geri dönüşüyle Mevlâna’nın gözyaşları dindi ve yerini sevinç gözyaşlarına bıraktı. Artık acı dolu o ayrılık günleri geride kalmıştı. Fakat ne acıydı ki bu sevinç çok uzun sürmeyecekti. Çünkü Konya’da Şemsettin’e karşı kurulan kin ve nifak kazanları, yeniden kaynatılmaya başlanmıştı.[12]

Sırroluş

Şems’in ikinci kayboluşu birincisinden çok daha muammalı oldu. Onun sırrolması konusunda çok değişik rivayetler olmakla birlikte Şems’in nasıl kaybolduğu konusu hâlen gizemini sürdürmektedir. Sultan Veled’in İbtidaname’sinde ve Eflakî’nin Menakib’ül Arifin’inde bu konudaki bazı rivayetlere yer verilmiştir.

Bu esrarengiz kayboluş kesin olmamakla birlikte şöyle gerçekleşmiş olabilir: Bir gece Mevlâna ile otururken, dışarıdan biri onu çağırdı. Şems kendisini katle davet ettiklerini söyleyerek çıktı. Dışarıda pusu kurulmuştu. Bıçak üşürerek öldürmek istediler, lakin Şems bir nara atınca, içlerinde Mevlâna’nın ortanca oğlu Alâeddin’in de bulunduğu cemaat bihuş oldular. Akılları başlarına geldiği zaman yerde birkaç damla kan gördüler. Ondan sonra bir daha Şems’in izi bulunamadı.[13]

Gölpınarlı ise olayı şöyle anlatıyor: 1247 yılı Aralık ayının beşinci Perşembe günü, içlerinde Mevlâna’nın oğlu Alâeddin’in de bulunduğu yedi kişi, Şems’e bir pusu kurdular; onu öldürüp cesedini battal bir kuyuya attılar. Sonradan bunu duyan Sultan Veled bir gece bazı dostlarıyla gidip cesedi kuyudan çıkardı.[14]

Şems’e ne olduğuna dair bunun dışında başka rivayetler de vardı. Fakat onun esrarengiz kayboluşu, üzerinden yüz yıllar geçmesine rağmen hiçbir zaman aydınlanmadı. Belki de işin içinde kan ve cinayet yoktu. Bir önceki kayboluşunda olduğu gibi alıp başını gitmiş de olabilirdi. Akıbeti her ne ise bu olayda Mevlâna’nın oğlunun ve bazı müritlerinin katkısı olduğu bilinmekteydi.

Mevlâna Şems’i inciten bu küçük oğlunu affedememişti. Küskünlük ve kırgınlığın ne kadar uzun sürdüğüne bakılsın ki Şems’in sırroluşundan on beş yıl sonra 1262’de ölen Alâeddin’in cenazesinde bulunmamış, cenaze namazını da kılmamıştı. Eflakî; Mevlâna’nın, oğlunun ölümünden bir hayli zaman sonra onun mezarına gittiğini, kireçle sıvanmış kabrinin üzerine; “Ya Rabbi! Senden yalnız iyilik sahipleri kerem umarsa; mücrim olanlar kime dayansın, kime sığınsın?” diye Arapça bir beyit yazdığını, ayrıca; “Mânâ âleminde Şems’i gördüm, Alaattin ile barıştı onu bağışladı. O da rahmete kavuşanlar arasına girdi.” dediğini nakletmektedir.[15]

Hicran Ateşi

Şems’in sırroluşunun ardından Mevlâna hicran ateşi ile iyiden iyiye kavrulmuş ve veliliğinin de yeni bir evresine girmiş oldu. Bu aynı zamanda kemalatının zirvesiydi. Şems’e ne olduğuna dair bir bilgisi var mıydı? Yahut onun öldüğüne dair bir bilgiye sahip miydi bunu bilemiyoruz. Belki de onun öldüğünü biliyor fakat bunu kendinden bile saklıyordu. Onu iç âleminde yaşatmaya devam ediyordu.

Bir gün Mevlâna’ya birisi “Şems’i gördüm.” diye bir haber verdi. Bu haberi alan Mevlâna üstünde bulunan feraceyi ona bağışladı. Hizmetinde bulunan bir kimse, bu şahsın yalan söylediğini, böyle bir şeyin olmasının mümkün olmadığını söylediğinde ise Mevlâna; “Bu Feraceyi onun söylemiş olduğu yalana bağışlıyorum. Şayet dosttan doğru bir haber getirmiş olsaydı canımı bile verirdim.” diye mukabelede bulundu.[16]

Şems’in hazin kayboluşu sadece Mevlâna’yı üzmedi. Ondan asırlar sonra yaşayan nice sevenlerinin de içlerinin oyulmasına neden oldu. Bu esrarengiz veliyi hiç görmedikleri hâlde seven birçok insanı acı ile karışık bir düşünme evresine sevk etti. Neticede sırroluşunun mahiyeti her ne olursa olsun, onu Mevlâna ile buluşturan da ondan ayıran da kader ipini elinde tutan Yüce Sevgili’ydi.

Onların hikâyesi asırlarca anlatılıp durdu. Aralarındaki dostluğun mahiyeti ve sırları hep merak edildi. İşin zahirine bakanlar onları sadece iki dost olarak gördü. Oysaki yine onlar gibi bir âşık-ı sadık olan Yunus Emre; “İkilikten usandım, birlik hanına kandım.” demişti. Her ikisi de aslında kendi varlıklarından geçmiş Sevgililer Sevgilisi’nin aşk potasında erimişlerdi. Şems ve Mevlâna birbirlerine odaklanmış değillerdi. Güneşi gören, mum ışığını neylesindi…

Kaynaklar:

[1] Kabaklı, Ahmet, Mevlâna, İstanbul, 1991, s. 26.

[2] Vakkasoğlu, Vehbi, Önce Alkışladılar Sonra Öldürdüler, İstanbul, 2001, s. 101.

[3] Alkan, Ercan, İki Deniz, Keşkul, Haziran, 2004, sayı 1, s. 22.

[4] Kabaklı, a.g.e., s. 30, 31.

[5] Kabaklı, a.g.e., s. 37, 42.

[6] Kabaklı, a.g.e., s. 37, 38.

[7] Kabaklı, a.g.e., s. 38.

[8] Rubailer, Rubai 1052.

[9] Karakoç, Sezai, Mevlâna, İstanbul, 1999, s. 20.

[10] Gölpınarlı, a.g.e. s.13;  Kabaklı, a.g.e. s. 42, 43.

[11] Gölpınarlı, a.g.e., s. 13, 14.

[12] Kabaklı, a.g.e., s. 43, 44.

[13] Vakkasoğlu, a.g.e., s. 102.

[14] Gölpınarlı, a.g.e., s. 15.

[15] Kabaklı, a.g.e., s. 36.

[16] Alkan, a.g.e., s. 24.

ETİKETLER: