Mevlânâ’nın Mesnevî’sinde Kalp-Gönül – Kerim KARA

A+
A-

Mevlânâ’nın Mesnevî’sinde Kalp-Gönül

Kerim KARA

Dr. Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Öğretmeni*

Özet

Mevlânâ bir kalp ve gönül adamıdır, onu  beşer târihinde ölümsüz kılan en büyük özelliği kalplerde taht kurmasıdır. Mevlânâ diğer eserlerinde olduğu gibi Mesnevî’de de selim bir kalbe sâhip olmanın inceliklerini anlatmıştır. Biz bu çalışmada değişik başlıklar altında Mevlânâ’nın kalp gönül konusunu nasıl ele aldığını anlamaya çalıştık.

Giriş

Ünü Türk kültür târihini aşarak bütün insanlığa  ulaşan, kitleleri kendisine hayran bırakan Mevlânâ’nın her çağda etkisini kaybetmeyen tesiri dikkatle incelenmelidir. Çünkü Mevlânâ farklı din ve düşünce toplulukları tarafından kabul gören ve değer verilen ender şahsiyetlerden birisidir. Batıda ondan daha çok tanınan mutasavvıf yoktur; Osmanlı’yı ziyâret eden Avrupalı’lar ondan etkilenmişler ve Fars edebiyatıyla ilgilenen ilk oryantalistler çeviri için onun kitaplarını seçmişlerdir.[1]

İnsanların  Mevlânâ’ya olan ilgi ve alâkası incelendiğinde herkesin onda kendinden bir şeyler bulduğu görülür. Çeşitli meslek ve mevkiden, yüzyıllardır pek çok insan Mevlânâ adını huşû içersinde telaffuz etmiştir. Mevlânâ’nın eserleri nesiller boyu okunup şerhedilmiş, sevenleri tarafından adına bir tarîkat kurularak usul ve âdâbı yaşatılmaya çalışılmıştır. Eserlerini okuyup anlamaya çalışanların ve yolundan gidenlerin onu sevmeleri anlaşılabilir; fakat tarîkatine girmemiş, herhangi bir eserinden bir tek satır bile okumamış kitlelerin ona büyük bir muhabbet duymaları, muhayyilelerinde onu yüceltmeleri ancak tasavvufun kendi esasları çerçevesinde açıklanabilir.

Mevlânâ’nın şiirleri , bugün bile deyiş kudreti, teşbihleri, imajları ile günümüz şâirlerini etkileyecek, onları hayran bırakacak bir güzellikte ve inceliktedir.[2] Çünkü o kalplere hitap etmiş, gönülleri coşturmuştur. Dîvân-ı Kebîr’de şöyle demektedir; “Gönlü gereği gibi anlamak için bir zaman, gönül mahallesine girdim, orada kaldım. Böylece gönlün hâlinden bir iz, bir nişan aramaya koyuldum. Bakayım gönlümün halleri nedir? Nasıldır? Diye düşündüm. Gördüm ki, yalnız ben değil, bütün dünyâ ondan şikâyetçi, onun yüzünden feryâda düşmüş. Her ovada, her şehirde rastladığım bilginlerden, akıllı kişilerden gönüle dâir ne düşündüklerini, ne destanlar söylediklerini sordum. Hepsi de gönlün elinden yakındı, yaka silkti, hepsi de feryâda geldi. Bu hal bana dokundu. Gönül konusu üzerinde bir şüpheye zanna düştüm. Sonunda, bu konu üzerinde, aklın bir işe yaramadığını anladım da aklımı bıraktım. Gönüle doğru sefere çıktım, yola düştüm, fakat onun bulunmadığı hiçbir yer de görmedim. Aslında şu gönül, ârif ile mârufun, yâni bilen ile bilinen arasında tercümanlık edip durmada. Gönülün ne olduğunu ancak gönül sâhipleri bilir. Ruhsuz kişi, gönlün değerini ne bilsin? Sen gönülü ancak Allah kapısında, ilâhî dergahta bulabilirsin. Gönül filanda fişmanda bulunmaz. Âlemde kırık gönülleri onaran, eksiklikleri tamamlayan, dilediğini zorla yaptırmaya gücü yeten, her izi olanı, her izi bulunmayanı gereği gibi gören Allah’tan başkasında gönlü bulamazsın. Çünkü Allah, gönlü ev edinmiştir.[3]

Gönül kelimesi ile de ifâde edilen kalbin dinde önemi büyüktür, çünkü îmanın ilk rüknü kalp ile tasdiktir. Dil ile ikrar bundan sonra gelmektedir. Hemen belirtmekte fayda görüyoruz ki kalpten murat vücûdumuzda yer alan ve kan pompalanmasını temin eden et parçası değildir. Kalpten murat, rûhun latîfelerinden olan ve ruhla müterâdif olarak kullanılan yürek, gönül, her şeyin ortası, en ehemmiyetli ve can alacı yeridir. Kur’an’da ve tasavvufta zihnî fonksiyonların yerinin kalp kabul edildiği anlaşılmaktadır.[4] Meselâ “Rablerinden korkanların derileri ondan ürperir. Sonra derileri de, kalpleri de Allah’ın zikriyle yumuşar.” (Zümer, 39/23) “Hakîki mü’minler ancak o kimselerdir ki, Allah anıldığı vakit kalpleri ürperir.” (Nisâ, 4/41)  Tasavvufta kalple ilgili zikredilen hadisler de vardır, meselâ; “Ben yere ve göğe sığmadım, ancak mü’min kulumun kalbine sığdım”, “Her şeyin cilâsı vardır, kalbin cilâsı da Allah’ı zikretmektir”[5]

Tasavvufta kalp (kalb), İlâhi hitâbın mahalli, tecellî aynası, ilâhi isim ve sıfatların en mükemmel şekilde tecellî ettiği yer olarak algılanmış[6] ve cisimdeki yeri îtibârıyla her insanın sol memesinin iki parmak altında bulunan çam kozalağı şeklinde, cismânî kalbe verilen Rabbânî latîfenin adı olmuştur. Bu latîfe gerçekte insanın hakîkatidir.[7]İnsandaki mânevî merkezler sıralamasında kalp en öndedir.[8]Mevlânâ, özellikle Mesnevî’de de kalp- gönül konusunu çokça işlemiştir. Hemen her bölümde bu meseleyi ele almıştır. Yâni  işlediği konunun gönül boyutuna da dikkat çekmiştir. Mesnevî’nin ilk cildinin önsözünde şunları söylemiştir; Mesnevî, hakîkate ulaşmak ve Allah’ın sırlarına âgah olmak, akıl erdirmek isteyenler için bir yoldur. Mesnevî, din asıllarının asıllarının asıllarıdır… Hakîkati arayan gönüller için bir cennettir. Kur’ân gibi gönülleri temiz insanlardan, hakîkati sevenlerden başkasının Mesnevî’ye dokunmalarına müsâde yoktur. Mesnevî âlemlerin Rabb’inden gönüle inmiş hakîkatleri ihtivâ eder.[9]

 

Mesnevî’de kalp-Gönül konusu ana hatlarıyla şöyle işlenmiştir:

  1. Gönül bir aynadır.

Diğer tasavvuf erbâbı gibi Mevlânâ da vecd hâlinde gördüğü hakîkatleri ifâde etmek için semboller kullanmıştır. Ne batıda ne de doğuda onun kadar zengin ve parlak semboller kullanan bir başka mistik şâir yoktur. Mevlânâ’yı diğer sûfîlerden ayıran özellik eserlerinin sembollerle dolu olması, sembol ve remizleri kullanmakta çok mâhir olmasıdır.[10]

Mevlânâ Mesnevî’de gönlü çeşitli benzetmelere tâbi tutmuştur. Bunlardan en önemlisi “ayna” benzetmesidir. Gönül aynası pek çok yönüyle ele alınmıştır. Bilindiği gibi “ayna” remzi tasavvufî düşünce sisteminin en temel esaslarından birisidir. Tasavvufta “Ben bir gizli hazîne idim, bilinmekliğimi murat ettim de halkı yarattım” hadîs-i kutsîsinden hareketle âlemin, Hak Teâlâ’nın esmâ ve sıfatlarının zuhûr ettiği bir ayna olduğu kabul edilir. Ahmet Avni Konuk “Tabîat, mertebe-i ilâhîde sâbit olan esmâî sûretlerin intibâına (basılmasına, şekil ve sûretinin görülmesine) müsâit bir aynadan başka bir şey değildir. Ve o aynanın vücûdu dahî, zât-ı latîfe-i Hakk’ın kesâfeti ile mevcut olduğu için zâhirdir” der.[11]  Bu kutsî hadis gereğince âlemin yaratılışında “muhabbet”, “zuhûr” ve “mârifet” bulunduğundan ve mârifetin kemâlinin ise ilâhî sûreti kabûle müsâit bir endâm aynası ile mümkün olduğundan, zât-ı ulûhiyyetin latif vücûdu bu ilâhî sûretin izini kabul edebilecek bir mertebeye inmiştir ki, bu mertebeye “âlem-i şehâdet” denir. Âlem-i şehâdet her ne kadar, ilâhî isimlerin ahkâm ve eserlerinin zuhûruna müsâit ise de, tamâmıyla mücellâ (cilâlı, parlak) bir ayna olmadığından, ilâhî sûretler onda kemâliyle zâhir olmaz. Bundan dolayı âlem-i şehâdetten Hz. Âdem’in yaratılması ve zuhûru, onun cilâsı mesâbesinde vâki olmuştur. Böylece âlem, Hz. Âdem’in vücûduyla bir mir’ât-ı mücellâ (cilâlı bir ayna) olduğundan Hakk-ı mutlak onda, ilâhî sûretlerini müşâhede eder. Fakat bu müşâhede, uzaktan ve kendi vücûdunun hâricinde vâki olan bir şeye nazar ile elde edilen temâşâ kabîlinden değildir, belki bütün zerrelerde bizzat zuhur ve huzur ile olan bir zevkî müşâhededir.[12]

Âlemlerin herbiri ayna olmakla berâber kemâliyle parlak ve cilâlı değildir. İlâhî sûretlerin aksini kemâliyle kabul edecek ve en açık bir biçimde gösterecek ayna, bu âlemde insandır; ve insan bu sebepten numûne-i ilâhîdir.[13] Mevlânâ Fîhi mâ Fîh’te şu şiire yer vermiştir:

Ey insan, sen nâme-i ilâhînin nüshasısın. Cemâl-i şâhînin âyinesi sensin. Âlemde her ne varsa, senden hâriç değildir. Dilediğin herşeyi kendinde ara; zîra hepsi sensin.[14]

Mutasavvıflara göre Hak Teâlâ kendi nisbetleri ve şuûnâtı (işleri) olan esmâ-i bî-nihâyesinin (sonsuz isimlerinin) “ayn”larını (özlerini, hakîkatlerini) görmek dilediği vakit, onları  suver-i mün’akisi (akseden sûretleri) olabilecek aynanın vücûdunu iktizâ etti; bu aynaya muktezî olan eşyâyı hazırladı. Mertebe mertebe “âlem-i şehâdet”e tenezzül etti ve âlem-i yarattı. Âlem, cilâyı kabul edebilecek bir ayna idi. Onda Hz. Âdem’i yaratmakla “âlem aynası”nı cilâlı kıldı. Zîra Hz. Âdem, esmâî tecellîlerin bütün hepsini cümlesini kabûle istîdatlıydı. Taayyün âleminde, onun taayyünü gibi mükemmel ve makbul bir taayyün yoktur. Ve mazhar-ı Âdem’de  müteayyin olan ancak Hak olduğundan, Hak Teâlâ kendi zâtını mir’ât-ı Âdem’de kemâliyle müşâhede eder. Binâenaleyh Hz. Âdem cümle mertebeleri câmidir. Bu sûretle kemâl-i isticlâ (Zât-ı Hakk’ın kendi zâtı için taayyünâtında zuhur etmesi) Hz. Âdem’in vücûduyla hâsıl olmuş olur.[15]

Binâenaleyh insan, Hakk’ın en kâmil tecelîgâhıdır, çünkü o, “en değerli özet”tir, “câmi varlık”tır. O, varlığının aynasında büyük âlemin ya da esmâi ve sıfâti ilâhi mertebenin kemallerinin yansıdığı küçük âlemdir. Bunun için bütün yaratıklar içinde sâdece insan, Allah’ın halîfesi olmayı hak etmiştir. Bilindiği gibi tasavvufta bir ideal insan arayışı vardır. İnsanlığın idealize edilmesi, muhakkak ki onun mâhiyetini bulmak için denenmesi gereken yollardan biridir. Seçkin kişilerde tecellîsi mümkün gösterilen, insanlığın idealize edilmiş mâhiyeti olan “insan-ı kâmil”, İslâm tasavvuf düşüncesinin özünü teşkil eden bir konudur.[16]  O halde “İnsan- ı kâmil”, -ona Âdem ile işâret edilmiştir- en üst mertebesinde beşer cinsidir; aklî, rûhî ve maddî bütün varlık kemalleri sâdece onda toplanır. İnsan-ı kâmil İbn Arabî’nin pek çok ifâdesinde beşer cinsiyle eşit anlamda kullanılsa bile, gerçekte, insanlığın en üstün  mertebeleri için geçerlidir, bu da, peygamberlerin ve velîlerin mertebesidir. Mutlak anlamda bu kimselerin en kâmili, Hz. Peygamber’dir (a.s.). Bu, resul olarak gönderilen “Muhammed peygamber” değil, “Hakîkat-i Muhammediyye” ya da “Rûh-i Muhammedî”dir. Çünkü o, zât-ı ilâhiyyenin isim ve sıfatlarının en kâmil mazharıdır.[17]

Gönül bir ayna ise temiz olması gerekir. Ayna temiz olursa elde edilecek görüntü de net olur, güzel olur. Temiz aynadan elde edilen görüntü herhangi bir şüpheye yer bırakmaz. Bunun gibi gönül aynası da temiz olmalıdır. Tasavvufta önce tasfiye sonra tahliye (süsleme) vardır. Tarîkatlere ilk girişte sâlikten tevbe alınır, bu en büyük temizliktir. Geçmişin bütün kötü hâtıralarını silip süpürmeyi hedefler. Mevlânâ’ya göre gönül aynası, dünyâ sevgisi, mal-mevki hırsı gibi mânevî tozlardan temizlenirse onda hem yaratılanlar hem de Yaratan görülebilir.

Beyit: Kimin cânı şehvetten, hiddetten, nefsânî arzulardan arınmış, temizlenmişse, o kimse mânâ âlemini ve mânâ sarayını çarçabuk görür.[18]

Beyit: Gönül aynası dünyâ sevgisi tozundan, nefsânî arzulardan temizlenir, pak ve saf bir hâle getirilirse, orada su ve toprak nakışlardan başka şeyler görürsün.[19]

Bir ayna olan gönül, şâyet temizlenir, saf bir hâle getirilirse onda hakîkat sırları seyredilir. Madde âlemine âit görüntülerin ötesinde ilâhi âleme âit hikmetler de müşâhede edilir. Mutasavvıfların görmeden kasdı kalbî bir görüştür, yâni basîrettir. Gönüllerinde yaşadıkları mânevî lezzetlerdir.

Gönlü kirleten en önemli kirler; hiddet ve şehvettir. Abdullah b. Hubeyk’ten şu söz rivâyet edilir; “Ekseriyâ insanın başını derde sokan şu dört şeydir; gözün, dilin, kalbin, arzun… Kalbine dikkat et! Gönlünde hiçbir müslüman için kin ve haset hissi bulunmasın.”[20] Gönlünü hiddet ve şehvet duygularından arındıran kişi Allah’ın hikmetini, kudretini ve yaratma gücünü görebilir. Mekke fethedilince nasıl oradaki putlar kırılıp Kâbe temizlendi ise insanlar da nefisle mücâdele edip gönüllerini işgal eden kibir, hırs, şehvet ve kin putlarını kırıp yerine sevgi, şefkat, tevâzu tohumlarını ekebilirse gönlünü temizlemiş olur.[21]

Her insanda bir gönül aynası olduğuna göre, onun temiz olması insanın elindedir. Eğer insan gönül aynasını temiz tutmaya gayret ederse Allah ona yardım eder. Sûfîler demiştir ki “Kul kalbi ve irâdesiyle ahlâkını düzeltmek için çalışıp, fenâ huyları kendisinden defetmeye uğraşırsa, Allah ona ahlâkını güzelleştirme imkânını lütfeder.[22] Gönlü en temiz olan kişi insan-ı kâmildir. Ona bakanlar onda Hakk’ı görürler. İnsan-ı kâmilin gönlü  o kadar temiz bir hâle gelmiştir ki kötü huylardan etkilenmez.

Beyit: Gönül aynasında hem resmi, nakşı görürsün; hem de resmi ve nakşı yapanı; hem devlet, saâdet yaygısı seyredersin; hem de onu yayanı ve döşeyeni.[23]

 

  1. Yüz gönülde olanı yansıtan bir aynadır.

Mevlânâ gönülde mevcut olan duygu ve düşüncenin sâhibinin yüzüne yansıdığını söylemektedir. Yâni yüz, anlayan için gönlün aynasıdır, gönülde olanı dışa aksettirir. Mürşid-i  kâmil, yüzlerine bakmakla insanların durumunu anlayabilir. Tasavvufta nazarın önemli bir yeri vardır. Sâlih kimselere sâdece bakmak bile insana iyi hal kazandırır. Dıştan dışa bakmak bile, bakılan kimsenin ahlâkının dışıyla münâsebetinden dolayı, bir tesir bırakır.[24] Mürşidin nazarı güneş ışığı gibidir, müritlere mânevî bir gıdâdır onları terbiye eder, yetiştirir. Aynı zamanda hiçbir şeyi karanlıkta bırakmaz, olduğu gibi açığa çıkarır. Bu sebeple insan-ı kâmil olanın gözü yüze odaklanmıştır. Çünkü o, karşısındakinin yüzünden gönlünde olanları anlayabilir.

Beyit: Cenâb-ı Hak, yüz için “bildirici” adını takmıştır. Bu sebepledir ki ârif kişinin gözü, hep yüze dalmış gitmiştir.[25]

Nitekim Kur’ân’da da bu yönde âyetler mevcuttur. “Allah, bir olarak anıldığı vakit, âhirete inanmayanların kalpleri tiksinir. Ama Allah değil de putlar anılsa, hemen yüzleri güler.” (Zümer, 39/23)

Beyit: Yüzün rengi, gönül hâlini bildirir; “Acı bana, sevgimi gönlünde tut” demek ister.[26]

  1. Gönül, bakanın kendini gördüğü bir aynadır.

Mevlânâ “Ayna herkesin kendisini içinde gördüğü bir şeydir” demiştir.[27] Başka  bir yerde şöyle demektedir; Eğer din kardeşinde bir ayıp görürsen, o ayıp sendedir, halbuki onda görürsün. Âlem ayna gibidir, kendi nakşını onda görürsün; çünkü “Mü’min mü’minin aynasıdır”  buyrulmuştur[28]

Mevlânâ “Hakk’ın velîleri”ne çok büyük değer verir. Ona göre velîlerin gönülleri Hakk’ın kudret eliyle cilâlanmış aynalardır. Çünkü onlar kendilerini tamâmen Hakk’a teslim etmişler, kendi benliklerini yakıp yok etmişlerdir. Yâni Hakk’a kendileri arasına girebilecek nefsânî perdeleri çekip kaldırmışlardır. Kendilerinde kendiliklerinden herhangi bir tasarruf yoktur. Velîler Hakk’ın kudret eliyle cilâlanmış aynalar olduğu için iyi olsun kötü olsun herkes onlara baktığında kendini görür. Mevlânâ’nın oğlu Sultan Veled de bu konuda şunları söyler; “Evliyânın bir takım makamları vardır. İlk makāmat, mücâhede ve riyâzette bulundukları zaman bir ayna gibi parlak olur ve insanların kalpleri ve halleri bu aynada görünür; fakat bunları halk görmez, ancak bu makāma erişenler görebilir ve bilebilir.[29] Velîlerin hâlini anlamayıp, onları gördüklerinde kinleri artanlar, hiddetten çatlayacak hâle gelenler kusuru kendilerinde aramalıdır. Çünkü bu kin ve düşmanlık kendi gönüllerinden dışarı taşmaktadır. Dolaysıyla velîlere düşmanlık edip onları ayıplayanlar aslında kendi noksanlarını  görmektedirler fakat farkında değillerdir. Bunun en bâriz misâli Hz. Peygamber (a.s.) ve o devirdeki muhâtaplarıydı. Hz. Muhammed’i (a.s.) Ebû Bekir ve müslümanlar gördüğünde yaşadıkları ruh hâliyle Ebû Cehil ve müşriklerin yaşadığı ruh hâli birbirine tamâmen zıttı. Hz. Muhammed’i (a.s.) gördüklerinde mü’minlerin gönlü öylesine rahatlayıp hafifliyordu ki âdetâ uçacak hâle geliyorlardı. Ama müşriklerin sadrı öylesine daralıp  sıkışıyordu ki neredeyse göğüs kafesleri çatlayacak hâle geliyordu.

 

Beyit: Hz. Muhammed (a.s.) buyurdu ki, “Ben, Hakk’ın kudret eli ile cilâlanmış bir aynayım. Türk olsun, Hindli olsun, bana bakar, kendi nasılsa bende kendini öyle görür.[30]

Beyit: Hz. Muhammed (s.a.s.) Efendimiz, hiddet ateşinden ve şehvet dumanından arınmış olduğu için, nereye baksa, orada, Allah’ın hikmetini, kudretini, yaratma gücünü görürdü. Ey gözü ve gönlü açılmamış kişi, seni kötülüklere sevkeden, nefsânî isteklerdir.[31]

Ebu’l-Hasan Nûrî “Hak Teâlâ bütün kalplere nazar kıldı, kendisini görmeye Hz. Muhammed’in (a.s.) kalbinden daha çok şevk ve özlem duyan bir kalp bulmadı. O sebeple Allah’ı görme ve O’nunla konuşma hâlini çabuklaştırmak için kendisine Mîraç yapmayı nasip eyledi” demiştir.[32]

Beyit: Kemâl sâhibi velîlerin gönülleri Firavunların, îmansız kişilerin canlarını kendilerinden uzaklaştırınca onlar, sapıklık içinde kalırlar.[33]

 

  1. Gönül bir hikmet aynasıdır; insan gönlünden aksedenleri kendinden bilmemeli, çünkü onlar Hak’tandır.

Mevlânâ ucub, kibir gibi terimlerle ifâde edilen kendini beğenme, kendinde bir varlık görme hâlini seyr-i sülûkte önemli bir tuzak olarak görür. Çünkü bu tuzak oldukça mâsum örtüler altında gizlidir. Sâlik günahlardan uzak durması, kendisine târif edilen zikirleri yapması vb. görevleri yerine getirmesi netîcesi gönlünün temizlendiğini hisseder. Daha önce tatmadığı zevkleri tatmaya başlar. Gönlüne ve diline bir takım hikmetler gelmeye başlar. Bu noktada bâzı sâlikler yolun sonuna geldiklerini zannederek mürşitlerinden uzaklaşırlar. Halbûki yolun henüz başındadırlar, ancak aldanmışlardır.

Beyit: Bir velînin kitâbını okudun, sözlerini duydun, gönül evi kendinde bir nur bulmuştur. Ama, bu nur o evi çok aydınlık olan komşudan gelmektedir.

Beyit: Allah’ın lûtfu eseri, sana gelen nurdan, gönlünde bulduğun mânevî zevkten ötürü gurûra kapılma; bunu verdiği için Allah’a şükret, sözüme kulak ver, sakın ha kendini  görme, kendini bir şey sanma![34]

Bir velînin yanında bulunmak, onun eserlerini okumak, sohbetlerini dinlemek çok önemlidir. Mânevî ilerlemede pek büyük ehemmiyeti vardır. Tasavvufta hallerin insandan insana geçiciliğine önem verilir. Bu sebeple Kur’an’daki “Sâdıklarla bir olunuz” (Tevbe, 9/119) emrini titizlikle riâyet edilir. Ancak Mevlânâ burada bir başka konuyu gündeme getiriyor; insan-ı kâmilin yanında bulunan kişiye de hallerin geçiciliğinden dolayı bâzı ilhamlar gelebilir. Çünkü Hak Teâlâ o yakınlığın hürmetine ona da bâzı ikramlarda bulunur. Eğer kişi bu ilhamları kendinden bilip gurûra kapılırsa kaybeder. Zîra o ilhamlar o velînin himmetiyle Hak’tan sâlike bir ikramdır. Nitekim Mevlânâ Hz. Peygamber’in (a.s.) vahiy kâtiplerinden birisinin bana da vahiy geliyor diye İslâm’dan uzaklaştığını haber verir.

Beyit: Hikmetin gönlüne aksedişi, o kötü huylu kâtibi yoldan çıkardı. Sen de kendini görme, kendinde bir şeyler bulma da, bu görüşün seni yoldan çıkarmasın.

Beyit: Kardeşim, gönlünde buldukların, sana akıp gelen hikmet, güzel duygular, mânevî zevkler senin değildir. Abdalın yâni bir velînin himmetidir. Bu duygu sana eğreti olarak verilmiştir.[35]

Beyit: Yüzlerce yazıklar olsun, yüzlerce eyvahlar olsun, kendisine akseden bu eğreti hâli, bu eğreti hikmeti kendinden bilmiş ve Hak kapısından uzaklaşmış kişiye, ümmetlere…

Beyit: Ben hangi makamda, hangi mertebede olursa olsun, kendini hakîkat sofrasına ulaşmamış ve Allah’a yakınlık nîmetineermemiş gören kişinin, kuluyum, kölesiyim.[36]

 

  1. İnsan gönlünün  bir ayna olması için gayret göstermelidir.

İnsan madde ve mânâdan mürekkep bir varlıktır. Topraktan yaratılan maddî bünyesi, yâni et ve kemik olarak görünen yönü, aşağı âlemlerden olması hasebiyle madde âlemine âit bir takım süflî duygularla kirlenmektedir. Meselâ bencillik, makam ve mevki hırsı, kendini beğenme vb. duygular zaman zaman sâliklerde ortaya çıkmaktadır. Böyle bir hal tasavvuf yolcusu için tam bir felâkettir, çünkü bu duygular nefs-i emmâreyi besleyip güçlendirir. Nefse âit duygular beslenip geliştikçe rûhî kuvvetler zayıflar. Şâyet maddeden gelen ve gönlünü saran kir temizlenmezse ruhlar  karanlıklarda kalır.

Mevlânâ’ya göre gönlün temiz kalabilmesi için ilk önce insanın tasavvur dünyâsının da temiz olması lâzımdır. Muhayyilenin gönül üzerinde  etkisi büyüktür. Çünkü  hayal gücü, gönlü besleyen önemli kaynaklardan birisidir. Sultan Veled’in muhayyile hakkındaki kanâatleri şöyledir; Muhayyile veyâ müfekkire kuvveti denilen başka bir kuvvet daha vardır. Bunun yeri beynin ortasındadır. Bunu vazîfesi bakımından bir terziye benzetmişlerdir. Bir terzi nasıl elbiseleri ölçer, biçer ve bunlar arasında bir ölçü kurarsa bu kuvvet de sûretler hazînesinden sûret, mânâ hazînesinden de mânâ alarak, bunlar arasında ölçüler kurar. Meselâ bir hayvanı “Başı öküz başı, ayağı deve ayağı, kanatları kuş kanadı ve kuyruğu” diye tasvir eder. Dışarıda böyle bir sûret yoktur. Fakat o, her bir sûretten bir parça küçük bir hayvan vücûda gelmiştir. Bu kuvvet, sultânına hizmet eden bir vezir gibi, dâima aklın hizmetindedir. On duygu, idrâk ettikleri her şeyi buna arzederler, bu da akla arzeder. Aklın kabul ettiği her şeyi kabul, reddettiği şeyleri de reddeder.[37]  Muhayyilede canlandırılan sûretler gönlü kaplar, orada yerleşir ve zamanla gönül onları benimser. Bir başka ifâdeyle hayal gücü, gönül aynasına çıkacak düşüncelerin toplanıp hazırlık yapma odasıdır denilebilir. Şu halde hayalde canlandırılan duyguların cinsi pek önemlidir. İnsan iyi şeyler düşünüp iyi şeyler kurgulamalıdır. Kısaca söylemek gerekirse  hayâlde dönüp dolaşan sûretler rahmânî kaynaklı olmalıdır. Çünkü zihninde güzel şeyler kurgulayanlar güzel şeylerle karşılaşırlar, kötü şeyler kurgulayanlar kötü şeylerle karşılaşırlar.

Beyit: Gönlün güzel şekillerle, sûretlerle dolu bir ayna olsun; orada her yanında gümüş bedenli bir güzel görürsün!

Beyit: Ey insan! Topraktan yaratılmış olduğun için, senin varlığın da demir gibi kapkara, paslı bir bedenden ibâret! Onun için, kendini Allah’ın zikrinin nûru ile cilâlandır, cilâlandır!

Beyit: Topraktan yaratılmış beden de, etten ve kemikten ibârettir; kabadır, kesiftir! Ama sen, onu da, Allah’ı zikrederek cilâla, o da demir gibi cilâ kabul eder!

Beyit: Onu cilâla da, orada gizlilik âleminin (gayb âleminin) şekilleri yüz göstersin; oraya hûrilerin, meleklerin akisleri vursun! [38]

Mevlânâ bir hikâye anlatır. Bu hikâyede ressamlıkta iddialı iki zümre konu edilir. Bunlar Çinli ressamlar ile Rum yâni Anadolu ressamlarıdır. Her ikisi de, biz daha usta sanatkârız, derler.

Zamânın hükümdârı, bu iki grubu yarıştırmak ister. Büyük bir salonun duvar süslemeleri yapılacaktır. Dikdörtgen bir salon tam ortasından bir paravanla bölünür. Böylece etkileme ve kopya önlenmiş olur. Salonun bir bölümü Çinli ressamlara, öteki bölümü Anadolu ressamlarına verilir. Hazîne kendilerine açılmıştır, istedikleri kadar malzeme kullanırlar. Kendi bölümlerini fevkalâde güzel resimlerle donatırlar.

Bu sırada Anadolu’lu ressamların yaptığı ise, kendilerine âit bölümün duvarlarını iyice temizleyip, durmadan cilâlamak ve parlatmaktan ibârettir. Sonunda aynalardan daha parlak hâle getirirler.

Verilen süre bitince, pâdişah ve jüri üyeleri önce Çinli ressamların eserini görürler ve çok beğenirler; gerçekten de çok göz alıcı ve güzel şeyler yapmışlardır.

Sıra Anadolu’lu ressamların eserini görmeye gelir. Onlar, önce iki bölümü ayıran aradaki duvarın kaldırılmasını isterler. Paravan kalkar, görülür ki, manzara tek kelime ile hârikadır. Karşı taraftaki resimler olduğu gibi, pırıl pırıl parlatılmış duvara aksetmektedir. Üstelik, bu yansıma sırasında daha bir derinlik, parıltı ve esrârengiz kazanmış olur. Böylece sonunda büyük ödül Anadolu’lu ressamlara verilir.[39]

 

  1. Gönül sâhibi, altı tâne yüzü olan bir aynaya benzer, Allah altı yöne de o aynadan bakar.

Mevlânâ’ya göre gönül sâhibi, yâni insan-ı kâmil diğer insanlardan çok farklıdır, mânen çok mükemmeldir.[40] Onu sâir insanlardan ayıran en belirgin vasfı tek boyutlu olmamasıdır. Diğer insanlar olayların mânevî yönünden haberdar olmadıkları için maddî ve mânevî ikili bakış açısından sâdece maddî olanına sâhiptirler. Dolaysıyla eşyâ ve olayları sâdece akıl ve duyu organlarının yardımıyla algılayıp değerlendirirler. İnsan-ı kâmil ise her iki bakış açısına da sâhiptir. Çünkü o, insan-ı kâmil olması hasebiyle Hakk’ın yeryüzündeki halîfesidir. Hadîs-i şerifte de ifâde olunduğu gibi mânevî terakkîsinin sonunda “Hakk’ın gözü ve kulağı”[41] olur. Bu sebeple insan-ı kâmilin meselelere bakışı ve yorumlayışı diğer insanların kavrayış ve idrâkinden fevkalâde üstündür. Diğer insanlar duyu organlarının sınırlı imkânlarıyla ve sağ-sol, ön-arka ve yukarı-aşağı gibi yönlerdeki konumlarına göre bilgi elde ederler ve ona göre hakîkate ulaştıklarını zannederler. Hiçbirinde altı yönü birden kuşatan bir bakış açısı olmadığı için vardıkları sonuçlar tam ve mükemmel değildir. Algılamalar ve yorumlar farklı farklıdır. Bu yüzden aralarında ihtilaflar ve kavgalar çıkar. Mevlânâ bu durumu körlerin fili târifi hikâyesiyle de açıklar.

Beyit: Gönül sâhibi, altı yüzlü ayna gibidir. Allah, altı yöne de o aynadan bakar.

Mevlânâ’ya göre çeşitli görüş, inanç ve yaşayışta olan bütün insanlığın Hak katındaki değeri insan-ı kâmil iledir. Allah’ın rahmeti ve merhameti onun vesîlesiyledir. Hak, insanlara içlerinde insan-i kâmil olmadıkça rahmet nazarıyla bakmaz.

Mevlânâ Hakk’ın murâdıyla insan-ı kâmilin murâdı arasında bir uygunluk olduğunu ifâde ediyor. Eğer Allah Teâlâ birinin isteğini reddederse, o gönül sâhibi için reddeder, birinin isteğini kabul ederse yine o gönül sâhibi için kabul eder. Hattâ Cenâb-ı Hak, o olmadıkça hiç kimseye nimet vermez. Çünkü, o gönül sâhibinin avucu ile Hakk’ın rahmet denizinin bir bağlantısı vardır, ancak bu bağlantı bizim bildiğimiz bağlantılar gibi değildir. Anlatmak ve târif etmek imkânsızdır. Bu ancak yaşanarak anlaşılır.

Beyit: Ama altı yönde bulunanlara, Allah o gönül sâhibi, yâni kâmil insan olmadıkça bakmaz.

Beyit: Eğer Cenâb-ı Hak, birinin isteğini reddederse, o gönül sâhibi için reddeder. Kabul eyleyecek olursa, yine o gönül sâhibi için kabul eder.

Beyit: Cenâb-ı Hak, o olmadıkça hiç kimseye nimet vermez. Ben Hakk’a ulaşan, kavuşan kişinin hâlinden pek az bir şey söylüyorum.[42]

Beyit: O gönül sâhibinin avucu ile, Allah’ın rahmet denizinin bağıntısı vardır. Fakat o bağlantı, o birleşme neliksiz niteliksizdir, münezzehtir ve anlatılmaz bir kemâl hâlindedir.

Beyit: Bu öyle bir bağlantı, öyle bir birleşmedir ki, anlatılamaz, târif edilemez. Bunu söylemeye ve anlatmaya çalışmak, boş yere zahmete katlanmaktır, boş yere kendini yormaktır.[43]

 

Mevlânâ gönül ile ayna arasındaki benzetmenin dışında da gönül konusunu işlemiştir. Şöyle ki;

 

  1. Gönül ehli ile felsefeci birbirinden farlıdır. İkisi aynı bakış açısına sâhip değildir.

Mevlânâ ve eserleri hakkında çok methiyeler yapılmıştır. Meselâ onun için; “Beşerin hudutlarını aşan bir irtifâd” denildiği gibi “Kur’an, bir gül bahçesi ise, Mesnevî ise gülyağıdır. Gül yağında gülün şekli, zerâfeti, hârikulâde tenâsüp ve âhengi yoktur. Fakat, onun rûhu vardır.” Denilmiştir.[44]  Câmi, “O peygamber değildir, ammâ kitâbı vardır” derken Muhammed İkbal de Mesnevî’yi “Farsça Kur’an” olarak târif etmiştir.[45] Bunlara ilâveten özellikle son dönemlerde Mevlânâ’yı filozof olarak zikredenler de çıkmaktadır. Mevlânâ’nın bir düşünce adamı olması, onun filozof olmasını gerektirmez. Onun büyüklüğü Kur’ân ve sünneti kendine has bir üslupla insanların gönlüne yerleştirmesidir. Mevlânâ, düşüncelerinde, eserlerinde, davranışlarında ve tüm hayâtında, insanları Allah aşkından kaynaklanan tevhid inancının nurlu yoluna çekmek istemiş, onları bu eksende, bu “hatt-ı istivâ”da toplayıp birleştirmeye gayret göstermiştir.[46] Çünkü o, “Ben Kur’ân’ın kuluyum. Hazret-i Muhammed’in (a.s.) ayağının bastığı yerin toprağıyım. Benim sözlerimden başka mânâlar çıkarılırsa, ben ondan da sözlerinden de şikâyetçiyim” demiştir. Felsefe yolu akıl yoludur, Mevlânâ’nın yolu ise aşk ve cezbe yoludur. Onun için Mevlânâ filozof değildir. Nitekim Dîvân-ı Kebîr’de “Felsefî düşünceleri gönlümden sürdüm, çıkardım; gönlümü tertemiz bir hâle getirdim. Gözümde de Yûsuf’a âit güzelliklere yer verdim” (c.,s.187) demiştir.[47]

Felsefe ve aklî ilimlerle uğraşanlar, bilgi alanında en fazla dış duyulara îtimat ederler. Mevlânâ’nın yaşadığı asırda felsefeciler, Mûtezile ve onların yolundan gidenler, duyguculuk diye bilinen fikrin dâvetçisi idiler. Bu, duyu organlarıyla bilgi elde etme düşüncesi, gayba îman fikrini zayıflatmakta idi. Bunun zayıflaması ise şerîatın getirmiş olduğu ve semâvî dinlerin gereğine ısrar ettiği gaybî hakîkatlere güveni sarsıyordu. Mevlânâ bu esintiyi ve buna yardım edenleri Mesnevî’de kuvvetle tenkit etmiştir.[48] Mevlânâ’ya göre filozoflar, tek taraflı bilgi kaynağı kabul ederler ki o, akıldır. Filozoflar sâdece  akıllarının peşinden gittikleri için gönüllerine kulaklarını tıkarlar, hattâ gönlü yok sayarlar; bu sebeple peygamberleri, velîleri ve onların hallerini inkâr ederler. Gönül ehlinin hallerini ve halkın onlara teveccühünü vehim zannederler. Filozofların bu tutumlarından hareketle Mevlânâ, gönül süzgecinden geçmeyen “mutlak aklın” sonunda inkâr batağına saplanabileceğine dikkat çekiyor. Çünkü filozoflar aklın verilerini ölçecek bir terâziden mahrum kalmışlardır. O terâzi ilâhi vahiy terâzisidir. Vahyi inkâr eden ya da ona yanaşmayan akıl, vehim ve vesveselerle mâlul olur.

Beyit:. Felsefeci aklınca düşüncelere dalar, fikirler yürütür, zanlara kapılır da, cansız sandığı varlıkların dile gelmelerine, konuşmalarına inanmaz. Ona de ki; “Sen git de başını duvarlara vur.”

Beyit: Suyun sözünü, toprağın sözünü ancak gönül ehli olanlar duyar, anlar; sen anlayamazsın.

Beyit: Hannâne direğinin iniltisini inkâr eden felsefeci, velîlerin duygularına yabancıdır.

Beyit: O der ki; “Velîlere karşı gönüllerde uyanan sevda, aşırı sevgi, insanlarda birçok hayaller yaratır, onların düşüncelerini etkiler de, onları olmayacak şeylere inandırır.”

Beyit: Halbûki, bu düşünce, felsefecinin fesad ve küfrünün aksidir. Bu inkâr hayâli, ona fikrinin çarpıklığından, inanışının bozukluğundan gelmiştir.

Beyit: Felsefeci şeytânı da inkâr eder. Fakat inkâr ettiği anda, bir şeytanın, yâni nefsinin maskarası olduğunun, sapıttığının farkına varamaz.

Beyit: Ey filozof! Şeytanı görmedi isen, kendine bak, yüzünden şeytanlık akıyor. Alnında da sefahatin, çılgınlığın izleri var.

Beyit: Gönlünde şüphe olan, kıvranıp duran kişi de dünyâda gizli bir felsefecidir.

Beyit. Filozof meşreb olan, fakat Allah’a , dîne inanan bâzı kişilerin zaman zaman, felsefe damarları kabarınca inkâra dönerler, yüzleri kızarır.

Beyit: Ey mü’minler! Uyanık olun, sakının; o damar, o felsefeye inanış fikri sizde de var. Sizde daha bilmediğiniz, akıl erdiremediğiniz nice sonsuz âlemler var.[49]

 

Hemen bütün mutasavvıflar gibi Mevlânâ’nın da akla pek îtibar etmediği bilinen bir gerçektir. Çünkü o, aşk ve cezbeye önem vermiştir. Onun rehberi aşktır. Tasavvuf yolunu seçmiş sır ve hikmet bilen kişinin maksadı bu fenâ dünyâdan kurtulup Hak diyârına ulaşmaktır. Allah’ın zâtında yok olmaktır, çokluktan (kesretten) kurtulup tekliğe (vahdete) nâil olmaktır. Fakat bu ne  ile, nasıl olacaktır? Mevlânâ da bu soruya, akıl ve kıyas yolu ile değil, gönül ve aşk yolu ile cevap verir. Mutlak nûra, kuru akıl vâsıtasıyla değil, ancak gizlilikleri keşfeden gönül aracılığı ile ulaşılır.[50]  Mevlânâ’daki vecdin mâhiyetini idrak edebilmek, nasıl bir ruh coşkunluğu ile söylediğini duyabilmek için o vecdi aynı mâhiyette biraz da insan kendi rûhunda duyabilmelidir. Onda öyle bir ruh var ki doymak bilmez bir ihtirasla kâinatın her zerresinde yayılmış sonsuz kemal güzelliğini rûhuna sindirmek ister.[51] Mevlânâ’nın akıl hakkındaki değerlendirmelerine bakıldığında onun îtiraz noktasının ilâhiyat alanında olduğu görülür. O, metafizik konularda aklın biricik delil olmasına karşı çıkmaktadır.  Yoksa o, cüz’î akıl denen insan aklına gereken değeri vermektedir. İnsan aklının hudutlu bir kuvvet olmakla berâber, âdetâ bir usturlap gibi olduğu kanaatindedir. Gündelik hayâtımızda onsuz hareket edemeyiz. Eksikliğine rağmen, akıl yine de bir ölçü ve rehberdir, ışıklı kandiller gibi yolumuzu aydınlatır.[52]

Kalbe değişik kanallardan türlü türlü düşünceler gelmektedir. Bu düşüncelerden birisi de akıldan gelen his ve düşüncelerdir. Akıl yoluyla gelen düşünce, rahmânî ve şeytânî düşüncelerin ortasında bulunur. Yâni akıldan gelen düşünceler Hakk’ın beğendiği türden olduğu gibi beğenmediği türden de olabilir. Gönlün ışığıyla aydınlanmış cüz’i irâde burada devreye girmelidir. Çünkü insan yaratılışı îtibârıyla temyiz kābiliyetine sâhiptir. İyiyi kötüden ayıracak kābiliyete sâhiptir. Allah da kötülük yönüne gitmemesini istemektedir. İşte bu sebeple insanın kötülüklerin peşinden gitmesi aleyhine olur. Zîra akıl ve irâdesini kötülük yönünde kullanmıştır. Cezâya müstahak oluşu da bu yüzdendir. Böyle bir insan, şehvetine uyarak hevâsına tâbi olmuştur. Şâyet aklın düşüncesi Hakk’ın beğendiği yönde olursa bu düşünceler melekten gelen düşünceye bir şâhit ve ruhtan gelene de bir destek mâhiyetinde olur. Kul, güzel niyetinden ve samîmi maksadından dolayı sevap elde eder. Görülüyor ki, akıl hayrı ve şerri temyiz etme özelliğinde yaratılmıştır, bununla birlikte, iyililiğin yanında bazen de çirkin şeylere tevessül edecek cibilliyette şekillendirilmiştir.[53]

Bâzı beyitlerinde akla tavır takındığı, onu yerdiği görülen Mevlânâ’nın Mesnevî’de akla değer de verdiğini de görüyoruz. Şu halde Mevlânâ akıl konusunda seçici davranmaktadır. Filozoflar gibi tek başına aklı her konuda mutlak otorite kabul etmemekle birlikte ilgili alanlarında akla gereken değeri de vermektedir. Hattâ kirlerinden arındırılmış temiz bir akıl mânevî meselelerde de kalbe yardımcı olabilmektedir. Nitekim Mesnevî’de gönül aynasının parlatıcısı olarak akıl cilâsından bahsetmektedir. O, aklın nefis ve şehvetin elinde esir olduğu zaman tehlikeli oduğu kanâatindedir. Nefse tutsak olmayan, elleri serbest aklın Hak’ın cilâsı olduğunu belirtmektedir.

Beyit: Allah, onunla gönül aynasını parlatsın diye sana “akıl cilâsı” vermiştir![54]

Beyit: Ey namaz kılmayan kişi! Sen gönül cilâcısı olan aklı bağlamışsın, kendi nefsâni duygularına uymuş, hevâ ve hevesin (şehvetin) iki elini de açmış,onu serbest bırakmışsın!

Beyit: Eğer şehvetin elleri bağlanmış olsaydı da cilâcı aklın ellerini açsaydın, onu bağlardan kurtarsaydın.

Beyit: Cilâlanmış demir gibi pastan, kirden arınmış olan gönül, gayb âleminin aynası olur da, bütün sûretler orada görülürdü!

Beyit: Zavallı sen ise; gönlünü kararttın, paslandırdın! İşte; “Yeryüzünde bozgunculuğa çalıştılar” (Mâide, 33) âyetinin gerçek mânâsı budur.

Burada “Yeryüzünde bozgunculuğa çalıştılar” (Mâide, 33) âyetine işâreten yeryüzü ifsat edenlerin aklını nefislerine tutsak eden kişiler olduğunu söylüyor.

Beyit: Şimdiye kadar böyle yaptın, bâri bundan sonra yapma; suyu bulandırdın, daha fazla bulandırma![55]

 

  1. Mevlânâ’ya göre maddî bünye gönlün emrindedir.

Gönül ile duyu organları arasında nasıl bir ilişki vardır? Duyu organları mı gönlü etkiler? Yoksa gönül mü duyu organlarını etkisi altına alır? Aslında bu ilişki iki yönlü olarak da  düşünülebilir. Yâni bir taraftan duyu organlarımızın dışarıdan, gönlümüze aktardığı bilgiler gönlümüzü etkileyip o tarafa meylettirirken bir taraftan da gönlümüze doğan duygu ve düşünceler duyu organlarımızı kendi istikāmetinde hareket ettirebilir. Mevlânâ’nın Mesnevî’de meselenin ikinci yönüne önem verdiğini görüyoruz. Bedenimiz ve gönlümüz ile doğrudan bir alâka kuran Mevlânâ maddî bünyemizin gönlümüzün emrinde olduğunu söylüyor. Başta gözler olmak üzere beş duyu organı gönlün emrindedir. Gönül nereye meylederse duyu organları o tarafa yönelirler. Bir bakıma gönül, varlık dünyâmızın komuta merkezidir. Ya da gönül, vücut sarayının sultânıdır. Göz, bir kılavuz ve öncü, kalp ise istek sâhibi ve göndericidir. Birincisi gözlemekten ikincisi de kavuşmak ve elde etmekten zevk aldığı için, arzu ve hevâ yularının iki tarafıdırlar.[56]

 

Beyit: Gözlerimiz, bakışlarımız gönüle uymuştur. Gönül isterse göz zehire bakar, yılana bakar; gönül isterse göz ibret alacağı, ders alacağı şeye bakar.

Beyit: Gönül isterse, göz görülecek şeylere; dünyâya, dünyâ nîmetlerine bakar, gönül dilerse göz mânâya, örtülü şeylere, ilâhi sırlara bakar.

Beyit: Gönül isterse, gözleri külliyât tarafına sürer götürür. Gönül isterse onları cüz’iyyât’a hapseder, bırakır.[57]

Beyit: Beş duyumuzun herbiri, aynı su deposuna bağlı musluklar gibi, gönle bağlıdırlar. Gönlün dileği ve emri ile iş görürler.

Beyit: Gönül ne tarafa işâret ederse, beş duyu da eteklerini toplar o tarafa doğru koşar.

Beyit: Gönül isterse ayak rakseder, oyuna dalar, yâhut yavaş yürüyüşü bırakır, hızlı yürüyüşe geçer.

Beyit: Gönül dilerse el parmaklarıyla hesap yapar, yâhut o parmaklarla kitap yazar.

Beyit: Dikkat ediniz, bütün bu işleri yapan hünerli el, aslında içte bulunan hünerli gizli bir elin emrindedir. O gizli el bedenimizin şu görünen elini maşa gibi kullanarak bu işleri yaptırmaktadır.

Beyit: Eğer gizli el isterse, şu görünen el, düşmana karşı yılan gibi öldürücü olur. Yine gönül isterse, o el bir dosta karşı yardımda bulunur.

Beyit: Acaba gönül bizde bulunan bu beş duyuya neler söyledi, onlarla aralarında ne de gizli, akıl almaz bir anlaşma, ne şaşılacak bir buluşma var?

Beyit: Gönül acaba, Süleymân’ın mührünü mü buldu ki, bu beş duyunun yularını da eline almış, onları istediği tarafa çekip götürüyor.[58]

 

Mevlânâ, duyu organlarından kulak ile gözün insanı etkileme gücünü kıyaslamış ve burada göze daha ayrı bir önem vermiştir. Buradan hareketle esas olanın gönül gözünün olduğunu belirtiyor. Ona göre bir meseleyi duyup, görmenin ölçüsü gönle tesir etmesidir. Ancak gönle tesir eden mesele sâhibinin olur. Yoksa bir an için duyulan ve görülen ama gönle etki etmeyen sözler ve hareketler bir kıvılcım gibi gelip geçici olur. Günde defâlarca Allah, peygamber, haram ve helal gibi kavramları duyup söylediği halde gönlünde hiçbir ürperti ve huşû duymayanlar ilk fırsatta bu kavramlara zıt söz ve fiillerin işleyicisi olmaya hazırdırlar.

Kulak vâsıta, vuslata eren ise gözdür. Göz hal sâhibidir; kulağın sâdece dedikodusu vardır.

Kulağın duyuşu sıfatları tebdil eder, halbuki gözlerin apaçık görgüsü zâtı bile değiştirir.

Ateşin varlığını sözle bilip, yakîn hâsıl ettinse ateşle pişmeyi iste; sözde kalma.

Yanmadıkça o bilgi aynel yakîn değildir; yakîni istiyorsan ateşe dal.

Kulak, hakîkate nüfûz ederse göz olur; aksi takdirde söz kulakta kalır, gönle tesir etmez.[59]

 

  1. Gönül yankısı olan bir dağa benzer.

Mevlânâ gönlü, özellikle de insan-ı kâmilin gönlünü yüce bir dağa benzetiyor. Zaman zaman dağlardan kaynağı belli olmayan ses sadâları yükselir ve bir müddet yankılandıktan sonra kaybolur. Dünyâda yüce mekânlar dağlar olduğu gibi, gönüller içersinde de insan-ı kâmilin gönlü dağlar gibi çok yücedir. Allah onu yüceltmiştir. Çünkü onun gönlü, Hakk’tan aldığı ilâhi ilhamları aksettirmektedir. Ondan zuhur eden sözler kaynağı bakımından Hakk’ın sözleridir; yâni insan-ı kâmil kendi hevâsından konuşmamaktadır, sözlerine hal ve davranışlarında Hakk’ın sözlerini yansıtmaktadır. Mevlânâ belli dönemlerde insan-ı kâmilin coştuğuna ve ilâhi feyzi bol bol dağıttığına dikkat çekerek onun bu anlarını kollayıp ilâhi rahmetten istifâde etmenin önemine dikkat çekmektedir. Çünkü öyle zamanlar gelir ki bu gür ses duyulmayabilir, karanlıkta kalan insanlar kime gideceğini bilemeyebilir. Hazır bu ses yankılanıp dururken onlardan faydalanmak gerekir.

 

Beyit: Gönül dağlarımızda duyulan bu sesler, bu ilâhi feryatlar kimin sesidir? Kimin feryâdıdır? Ne yazık ki gönül dağlarında bu heyecanlı ses her zaman duyulmaz; gönül dağları bâzen bu seslerle dopdolu, bâzen de bomboştur.

Beyit: Kâmil insan her nerede olursa olsun hikmet sâhibidir, üstaddır. Onun mübârek sesi gönül dağında her zaman duyulsun, eksik olmasın…[60]

 

 

 

  1. Gönül bir havuza benzer.

Mevlânâ gönlü içi su dolu bir havuza benzetiyor. Su havuzunun temizleyici özelliğine dikkat çekiyor. Zîra suyun olduğu yerde temizlik vardır. Fakat havuzun etrâfında dolaşmakla temizlenilmez; temizlenmek için havuzun içine girmek şarttır. İslâm’da beden temizliği gibi ruh temizliği de önemlidir. Namaz ibâdetinden önce gusül, abdest veya teyemmüm gibi temizliklerin hedefi insanı içinde yaşadığı gündelik hayâtın kirlerinden arındırmak olduğu gibi rûhen de bir kendine getiriş olduğu muhakkaktır. Çünkü ibâdete geçmeden önce maddî temizliğe yönelen mümin kimin huzûruna yöneldiğini düşünmeye başlar ve içini kötü düşüncelerden temizler. Bu bakımdan mutasavvıflara göre ruh temizliği olmadan yapılan hiçbir ibâdetin değeri yoktur. Mevlânâ’ya göre, mânevî kirlerden temizlenmenin yolarından biri de temiz sularla eş değerde gördüğü mürşid-i kâmile teslimiyet ve onun temizleyici nazarına mazhariyettir.[61] Mânevî kirlerden temizlenmek için gönül havuzuna dalmak gerekir. Çünkü temiz bir gönül, bir mânâ havuzudur.

Beyit: Ey bedeni kirli olan kişi! Sen havuzun etrâfında dönüp dolaşıyorsun, ama insan havuzun dışında iken nasıl temizlenebilir?

Beyit: Maddeten temiz olan kişi mânâ havuzundan uzak kalırsan kendini mânen temizleyemez. Dışyüzü temiz olmakla berâber, bâtını, özü kirli kalır.[62]

Beyit: Bu mânâ havuzunun temizliğinin haddi, sınırı yoktur. Bedenlerin temizliği ise az bir şeydir. İnsan bedenini kolayca temizleyebilir. Ama gönül temizliği o kadar kolay bir iş değildir.

Sultan Veled de bu konuda şu beyti söyler: Sen her zaman, o havuzun etrafında döndün, dolaştın, âşık oldun. Sonunda o havuza düşüp şekere gark oldun. Şimdi, haydi bütün vücûdunla onu tat. Bu küpten öyle bir bal fışkırır, taşar ki dünyânın altı yönünde böyle bir bal bulunmaz.[63]

Beyit: Aslında gönül, gizli bir mânâ havuzudur. Bu mânâ havuzunda vahdet denizine giden gizli bir yol vardır.

Beyit: Ey kendine güvenen “Kalbim gönlüm temizdir” diyen kişi, senin kalbinin gerçekten temizlenmesi için bir velinin kalbi havuzundan, yâhut hakîkat denizinden yardım ister. O ilâhi yardım olmasa, paranın sayısı harcadıkça azaldığı gibi, senin mahdut olan temizliğin de kirlenir.[64]

Mevlânâ’ya göre insan-ı kâmilin gönlü öyle bir mânâ havuzudur ki onda birlik deryâsına giden gizli bir kanal vardır. İnsanın hamlıktan kurtulup olgunluğa erişmesi hattâ mükemmel olabilmesi için birliğe ulaşması şarttır. Gönlünde tefrika ve dağınıklık olmamalıdır. Birliğe ulaşabilmek için de önce bir gönül havuzuna dalmak gerekir. Çünkü havuzda fâni olmadan, kendini o deryâya bırakmadan, suya teslim olmadan birliğe ulaşmak mümkün değildir.

Beyit: Günâha batmış, kirlenmiş, pislenmiş kişiye, su hâl dili ile: “Ey kirli kişi koş bana gel!” der. Günahkâr da: “Ben sudan utanır, yâni mürşitten utanırım. O benim kirliliğimi keşfeder” cevâbını verir.

Beyit: Su der ki, “Seni utandıran o kirlilik, o günah bensiz nasıl gider? Ben olmadan şu pislik nasıl temizlenir?”

Beyit:. Kirlenmiş, pislenmiş adam sudan gizlenirse; “Utanmak, îmana engel olur” sözü gerçekleşir.[65]

Açıklama: “Hayâ îmandandır; Hayâ ile îman kardeştir, birbirinden ayrılmazlar” şeklinde hadîs-i şerifler vardır. Bu hadislerdeki hayâ, Allah’tan utanmaktır. Yoksa günahlarım anlaşılacak diye halktan çekinmek değildir.

Mânevî kirlerden kurtulmak için bir insan-ı kâmilin gönlüne girmenin şart olduğunu belirtmekle birlikte Mevlânâ bu mükemmel insanın kalbine girmek için de yine bir miktar temizlik istemektedir. Çünkü pisliklere bulanıp kalmış insanların onlara ulaşmaları mümkün değildir. İnsan en azından kirli hâlinden hicap duyup kurtulmak için bir niyet göstermelidir.

Beyit: Gönül ten havuzunun dibinde biriken günah çamurlarına bulandı, kirlendi ama, ten, gönüller havuzunun suyuyla, yâni mürşidin feyzi ile temizlendi, arındı.

Beyit: Ey oğul! Gönül havuzunun çevresinde dolaş, fakat sen sen ol da, ten havuzunun dibinde çamura saplanıp kalma.[66]

 

  1. Gönül içinde ateş yanan bir ocağa benzer.

Mevlânâ’nın tasavvufî görüşlerinin temeli aşk ve cezbe olarak özetlenmektedir. Mevlânâ’nın gücü aşkından geliyordu, insan düzeyinde yaşanan, ancak temeli baştan başa Allah’ta olan bir aşktı bu.[67] Aşk, insan gönlünde yanan bir ateştir; gönül ise o ateşin ocağıdır. Aşk ateşi, maddî unsurları yakmak sûretiyle ocağı temizler, yâni tasavvuf yolcusunu hakîkatten alıkoyan aşağı, bayağı arzuları yakar, mahveder; sâliki mânen  temizler. O zaman insanda yeni bir doğumla, yeni bir hayât başlar. Zâten gönlünde aşk ateşi olmayan kişi bir ölüye benzer. Bir ocağın içinde  ateş yanarsa işe yaradığı gibi bir gönülde  de aşk varsa işe yarar. Hakk’ın değer verdiği bir gönül olur.

Büyük mutasavvıflardan İmâm-ı Rabbânî de sevgiyi anlatırken, onun mutlaka elemden payı olduğunu söyler. Ona göre elem ve mihnet, muhabbetin ayrılmaz parçasıdır. Fakrı seçen kişinin, mutlak elem ve meşakkatten payı olması lâzımdır.[68] Hak âşığı, her ne kadar acı çekse de âşık olduğu için üzülmez, kınayanların kınamalarına aldırmaz. Çünkü onun gönlü, içinde aşk ateşi yanan bir ocak olmuştur. Nasıl ocak ateşsiz olmazsa insan-ı kâmilin gönlü de aşksız olamaz. Mâdenlerin yüksek ateşli fırınlarda eriyip, âdetâ ateş hâline geldiği bilinen bir gerçektir. Ateş hâline gelen mâden doğal kirlerinden temizlendiği gibi istenilen şekle de bu halden sonra getirilir. Vuslatı arayan gönül aşk ateşi olmadan harekete geçemez. Aşk ateşi yandıkça gönülde ne kir bırakır ne tortu.

Beyit: Ey beni kınayan, âşık olduğum için ayıplayan kişi! Sağ ol, var ol. Ey sağlık, esenlik arayan! Beni kendi hâlime bırak.

Beyit: Benim canım ocaktır. Ateşle arası hoştur. Ateşle mutludur. Zâten bir ocak için ateş yurdu olmak kadar şerefli bir şey yoktur.

Beyit: Böyle olduğu içindir ki, Hak âşıkının ocak gibi gönlünde aşk ateşi yanması gerekir. Bu yanıştaki mutluluğu göremeyen, ilâhi ateşle yanmanın zevkine varamayan kimsenin gönlü aşk ocağı olamaz.[69]

 

Gönül ile aşk arasında sıkı bir alâka vardır. Âşık olan gönül inler, feryat eder.

Tasavvufta aşk, kâinâtın rûhudur. İnsan, ilâhi aşk sâyesinde varlığın kaynağına yönelir. Bir mutasavvıf olan Mevlânâ da aşka büyük değer vermektedir. Ona göre aşk, Allah’ın sırlarını belli eden önemli bir araçtır. Bu sebeple ona göre âlem, aşk diyârıdır.[70]

Aşk ve zahmet içiçe, birbirinden ayrılmaz iki unsurdurlar. Zahmetsiz aşk olmadığı gibi, arzusuz sevgi de olmaz.[71] Kişinin âşık olduğu gönlünün çektiği acı ve elemden belli olur. Çünkü aşk, gönlü rahat bırakmaz, bir an bile mâşukunu unutturmaz. Kur’an’da şöyle buyruluyor; “Hakîki mü’minler ancak o kimselerdir ki, Allah anıldığı vakit kalpleri ürperir. Karşılarında âyetleri okunduğu vakit, îmanlarını artırır ve yalnız Rablerine tevekkül ederler.” (Enfâl, 8/2) Bir başka âyette de şöyle buyrulur; “Onlar ki, Allah anıldığı vakit kalpleri titrer. Başlarına gelen musîbetlere karşı sabırlıdırlar…” (Hac, 22/35)

Mevlânâ da şöyle söyler;

Beyit: Âşıklık derdi, gönül iniltisinden belli olur. Hiçbir hastalık gönül hastalığı gibi değildir.

Beyit: Âşıkın hastalığı, derdi, diğer bütün hastalıklardan ayrıdır. Aşk, Allah’ın sırlarını belli eden, bir üstürlab, bir vâsıtadır.[72]

 

Mesnevî’nin birinci cildinin baş taraflarında bir câriyeye âşık olan pâdişah hikâyesi anlatır. Hikâyenin bir maddî boyutu bir de mânevî boyutu vardır. Önce hikâyeyi maddî boyutuyla özetlemek gerekirse; Eski zamanların birinde dünyâ ve âhiret mülküne sâhip bir pâdişah var imiş. Bu pâdişah bir gün maiyetiyle ava çıktığında yolda bir câriye görmüş ve hemen orada ona gönlünü kaptırmış, öyle ki derhal parasını verip câriyeyi satın almış.

Pâdişah câriyeyi sarayına getirmiş; fakat aradığı mutluluğu bulamamıştır. çünkü çok geçmeden câriye hasta olmuştur. Ne kadar mahâretli doktor varsa getirtilmiş, çeşitli ilaçlar verilmiş, fakat câriye bir türlü iyileşmemiş, günden güne hastalığı artmıştır.

Doktorlardan umduğunu bulamayan pâdişah bir gece gönülden Allah’a yalvarır, hâlini arzeder. O  gece rüyâsında bir müjdeci görür. Ertesi günü pâdişah pencere önüne gelip  o müjdeciyi bekler. Aynen rüyâsında gördüğü gibi onu, uzaktan süzülüp gelirken görür. Pâdişah hizmetçilerini beklemez kendisi gidip onu karşılar. Büyük bir şevkle o tabîb-i ilâhîyi kucaklar. Ona bütün derdini anlatır ve câriyenin yanına götürür. Olup biteni olduğu gibi anlatır. Tabîb-i ilâhi anlatılanlardan ve yüzünün renginden câriyenin gönül hastası olduğunu anlar.

Tâbîb-i ilâhi hastalığının kaynağını bulmak için odada câriye ile yalnız kalması gerektiğini söyler ve etrafta uzakta ve yakında kimse kalmamasını ister. Yalnızlık temin edildikten sonra Tabîb-i ilâhî elini câriyenin nabzına koyar ve onu konuşturmaya başlar. Geldiği yerleri dostlarını, akrabalarını birer birer sorar. Bu arada nabzını kontrol eder. Câriye böyle konuşurken sıra Semerkand’a gelinceye kadar nabzı normal atar. Semarkand’a gelince birden nabzı yükselir ve yüzü sararır. Zîra câriye Semerkand’da bir kuyumcuya âşık idi.

Tabîb-i ilâhî kızdan kuyumcunun adresini öğrendi ve kıza “seni bu sıkıntıdan kurtaracağım ama sakın sen kimseye bir şey söyleme” dedi. Tabîb-i ilâhî bundan sonra pâdişâha giderek câriyenin hastalığını anlatarak tedbir olarak Semerkand’taki kuyumcuyu getirmesi gerektiğini söyledi. Pâdişah kuyumcuyu getirmek için Semerkand’a iki elçi gönderdi ve elçiler kuyumcuyu türlü hediyeler ve vaatlerle iknâ edip pâdişâhın sarayına getirdiler.

Pâdişah kuyumcuyu karşıladı ve altın hazînesini ona teslim etti. Sonra Tabîb-i ilâhî pâdişâha o câriyeyi kuyumcuya vermesini söyledi. Pâdişah câriyeyi kuyumcuya verdi. Altı ay mutlu bir hayat yaşadılar. Bu arada câriye tamâmen iyileşti. Ondan sonra Tabîb-i ilâhî kuyumcuya bir şerbet yapıp içirmeye başladı. Kuyumcu şerbetin etkisiyle günden güne eriyip çirkin ve fenâ yüzlü biri hâline geldi. O çirkinleştikçe kızın kalbi ondan soğudu. Netîcede kuyumcu zayıflaya zayıflaya ölüp gitti ve câriye onun aşkından ve marazından tertemiz oldu.

Mesnevî şârihlerinin ekserîsinin beyânına göre bu hikâyede “pâdişah”tan murat, ruh;  “câriye”den murat, rûhun tasarrufu altında olan akl-ı cüz’îdir ve ruh akl-ı cüz’îye âşıktır. “Kuyumcu”dan murat, nefistir; “doktorlar”dan murat, müzevvir ve yalancı mürşitlerdir. Ve “Tabîb-i ilâhî”den murat, İnsân-ı kâmildir. Bu hikâyede ruh aynasının nefsânî sıfatlar pasından temizlenmesi için, sâlikin ne yolda hareket etmesi lâzım geleceğinin beyânı vardır.

 

  1. Gönül gözü açık olmalıdır.

Mevlânâ’ya göre maddî gözden ziyâde mânevî göz açık olmalıdır. İnsan dünyâ ve içindekilere göz dikmemeli, ilâhî hakîkatlere gözünü yönlendirmelidir. Nitekim hak ehlinin gönül gözü açıktır.[73]Onların maddî gözü uyusa da bir eksiklik olmaz. Yâni dünyânın bir takım makam mevki zenginlik ve saltanatından mahrum kalsalar hiçbir kaygıları olmaz. Gönül gözünün onlara sunduğu mânevî hazların yanında maddî saltanatın hiçbir değeri yoktur. Tasavvufta “basîreti açık” tâbiriyle bu hal anlatılır. Hakk’ı bulan ve her şeyden müstağni kalan bir kimse, nur bağışlayan bir güneş gibidir; verir almaz. Gönül, kendi mânevî zevkini tamâmen bulunca, artık hiçbir şeye bakmak lüzûmunu hissetmez. Yâni görmeye, söz işitmeye muhtaç değildir.[74]  Diğer taraftan, gönül gözü kapalı olup maddî gözü açık olanlar mânevî bakımdan emniyette değillerdir. Çünkü sâdece maddî gözü açık olanlar, yâni gözlerini ve gönüllerini zenginlik, mevki, şöhret gibi nefsin hoşuna giden cihetlere yönlendirenler mânevî tuzakları pek göremezler. Gurur ve kibir gibi duygular gözlerini bir duman gibi bürüyüp önlerini görmelerine engel olur. Bir âyette  şöyle buyrulur; “… Onların kalpleri vardır, onlarla anlamazlar. Gözleri vardır, onlarla görmezler. Kulakları vardır, onlarla işitmezler…” (A’râf, 7/179)

Beyit: Şu dünyâda baş gözü açık, fakat gönül gözü uykuda nice kişiler vardır.

Beyit: Gönlü uyanık olan kişi, baş gözünü kapasa bile ona yüzlerce basîret gözü açılır.

Beyit: Eğer sen gönül ehli değilsen, uyanık ol, dâima uyanık bulun da, Allah’tan gönül iste; bunun için çalış, çabala!

Beyit: Eğer gönlün uyanık ise korkma! Baş gözü ile uyumaya bak, bir hoşça uyu! Artık senin gözünün önünden ne yedi kat kaybolur, ne de altı yön!

Beyit: Hazret-i Peygamber buyurmuştur ki; “Benim gözlerim uyur, ama gönlüm hiç uykuya dalmaz!”

Beyit: Bekçi uyumuş, yâni baş gözü uykuya dalmış, ama pâdişah, yâni gönül uyanık ya, sen ona bak! Gönül gözü açık olduğu halde uyuyanlara canım fedâ olsun.

Beyit: Ey mânâ eri, gönül uyanıklığını anlatsak, binlerce Mesnevî’ye sığmaz.[75]

 

Mevlânâ baş gözü kör olanla, gönül gözü kör olanların karşılaşabilecekleri zorlukları ele alıyor. Baş gözünün olmaması önemli bir eksikliktir, sâhibini önemli güçlükler beklemektedir. Fakat baş gözü olmayan maddî sıkıntılar çekse de basîreti sâyesinde mükemmel bir insan olabilir. Baş gözü kör olanının yardımcısı yoksa, zararı en fazla şöyle olabilir; maddî kirlere basar ve ayağı kirlenir, fakat onun temizlenmesi kolaydır. Gönül gözü kör olanların hâli daha kötüdür. Çünkü onların düşeceği çukurlar daha kirlidir ve temizlenmesi çok daha zordur. Kur’ân’da şöyle buyrulur; “… Gerçek şu ki, gözler kör olmaz; lâkin sînelerdeki kalpler kör olur.” (Hac, 22/46) Onları ancak gözyaşı yâni nedâmetle birlikte tevbe temizler.

Beyit: Kör adam, yürürken önündeki pislikten sakınamaz. Çekinmenin, kaçınmanın temeli gözün görmesidir. Göz, kör olunca başa neler gelir?

Beyit: Gerçekten de kör olan kişi, yürür geçerken pisliği görmez. Bu yüzden pisliğe sürünebilir, bulaşabilir. Allah’tan dilerim, hiçbir mümin gözü kör olmasın.

Beyit: Baş gözü kör olan kişi, görünen pisliklere bulaşır, kirlenir; fakat gönül gözü kör olan, gizli pisliklere düşer.

Beyit: Görünen pislikler su ile temizlenirler; görünmeyen, gizli olan, içte bulunan pislik ise, su ile temizlenmek şöyle dursun, arttıkça artar.

Beyit: İçteki pislikler belirince; onları göz yaşından başka bir şeyle yıkamak, temizlemek mümkün değildir.

Beyit: Cenâb-ı Hak kâfire “pis” dedi. O pislik onun dışında değildir ki.

Beyit: Kâfirin dışı temizdir, görünen pisliğe bulaşmamıştır. Ama, pislik onun huyunda ve inancındadır.

Beyit: Görünen pisliğin kokusu yirmi adımlık yerden duyulur, içteki pisliğin kokusu Rey şehrinden Şam şehrine kadar gelir.[76]

Hak Teâlâ kâmil insanlara öyle lutuflarda bulunmuştur ki, bu sâyede nurları güneşten de parlak olmuştur. Güneşin ışığı dünyâya ışık, canlılara gıda ise de netîcede nardır (ateştir). Bir bakıma zararlı yönü de bulunmaktadır. Onların nazarları ise nurdur, şifâdır. Onun için tasavvufta gönül gözü açık, basîret sâhibi insanlara yakın olmak tavsiye edilir. Yâni maddî ihtişam ve zenginlik içinde olanlara değer veren duygu gözüne değil  gerçek kurtuluşu arayan gönül gözüne değer vermek gerekir.

Beyit: Cenâb-ı Hak, öyle bir kimyâgerdir ki, onun kimyâsı dumana vurmuş da, onun tesiri ile duman bir yıldız, yâni güneş hâline gelmiştir.

Beyit: Onun öyle görülmemiş bir iksiri vardır ki, yarı aydınlık bir karanlığa vurmuştur da, karanlığı güneş yapıvermiştir.

Beyit: Hak öyle şaşılacak bir sanatkardır ki, bir tecellîsi ile Zuhal yıldızına … hassalar vermiştir.

Beyit: Ey Hak aşıkı! Artık öteki can yıldızları ile cevherlerini bununla kıyasla da anlamaya çalış. Yâni velîler, kâmil insanlara neler lütfetmiştir anla.

Beyit: Duygu gözü güneşe bakamaz, güneşin zebûnudur; kamaşır kalır. Sen Rabb’ine mensup bir gönül gözü ara, onu bul.

Beyit: Bul da o bakışın karşısında, kıvılcımlar saçan güneşin ışıkları baş eğsin, zebun olsun.

Beyit: Çünkü o bakış nur bakışıdır. Güneş ise ateştir. Ateş nûrun karşısında karanlıktan ibâret kalır.[77]

 

  1. Gönül büyük bir konağa benzer.

Mevlânâ insan gönlünü büyük bir konağa benzetiyor.  Bir konağın büyük olması ona hâkim olmayı, içinde olup bitenden haberdar olmayı da güçleştirir. Tıpkı bunun gibi gönül de büyük bir konaktır ve içinde olup bitenleri anlamak oldukça zordur. Sâhibinin titiz ve hassas olması gerekir. Aynı zamanda becerikli ve sâdık yardımcılarının da olması gerekir.  Büyük konakların komşuları da meraklı olur, içerden haber sızdırmaya çalışır. Gönül evinin de gizli komşuları vardır. Bunlar nefs-i emmâre denilen kötülüğün merkezinin elemanlarıdır. Nefsânî duygulara mensup komşular tehlikelidir, niyetleri kötüdür. Binâenaleyh onları iyi tanımak lâzımdır. O komşular çeşitli yollardan gönül sırlarına vâkıf olmaya çalışırlar. İnsan, gönül konağının çeşitli kapı ve pencerelerine gizlice yerleşmeye çalışan câsus duygulara karşı tedbir almazsa zamanla gönlündeki gizli sırlarını bilen pek çok zararlı komşuları olur. Eğer insan bu komşuların kimler olduğunu ve kendisini hangi yollardan dinlediklerini bilemezse zarar görür. Bu sebeple tasavvufta insanın kendisine yol gösterecek, câsus duygularını bildirecek bir yol göstericiye ihtiyâcı vardır. Çünkü insan etrâfında ne olup bittiğini kendi başına anlayamamaktadır. Bir yol göstericisi olmayan insan kalabalıkları duygu dünyâsında olup bitenlerden bihaber oldukları için sebep sonuç ilişkilerini sağlıklı bir zemîne oturtamaz. Hangi olaya nasıl tepki vereceğini doğru dürüst tâyin edemez. Bu sebeple gönlümüzü tamâmen insan- ı kâmile açmalıyız ki o gizli komşularımızı ve faaliyetlerini bizlere haber versin.

 

Mevlânâ içimize gelen câsus düşünceleri şeytânî düşünceler olarak vasfediyor, onların nefis ve şeytan tarafından yönlendirildiğini açıklıyor ve onların yaratılışlarındaki kabalığa rağmen “Hakk’ın halîfeliğine” mazhar olmuş insanların gönül dünyâlarına girip bilgi elde edip bunları insanların zarârına kullanabildiklerine dikkat çekiyor ve bir nevi üzülüyor.

Beyit: Şu insan gönlü büyük bir eve, bir konağa benzer. Bu acâyip gönül evinin gizli komşuları da vardır.

Beyit: O komşular pencere aralıklarından, duvardaki deliklerden gönül sırlarını dinlerler, gizli şeyleri anlarlar.

Beyit: Onlar ev sâhibinin hiç bilmediği, hiç ummadığı bir delikten bakarlar; evde ne var, ne yok görürler!

Beyit: Ey dîni ve inancı güzel olan kişi; şeytanlar bile yaratılışlarındaki o kabalıkları ile, kötülükleri ile bizim gizli tuttuğumuz sırları, düşüncelerimizi biliyorlar.

Beyit: Onlar içimize hırsızlar gibi gizlice girerler, haberimiz olmadan gönül evinden birçok şeyler çalarlar. Bu yüzden, biz de onların hırsızlıklarından zarar görür, perişan oluruz.[78]

Kalbe, bâzen yakînden öyle düşünceler gelir ki; geliş şekli ve yolu gizli ve kapalı olduğundan dolayı zâhirde delilleri ve delâlet ettiği noktaları anlaşılamaz. O ancak, bâtın ilmi, derin bir anlayış, beyânın inceliklerine vukûfiyet ve Kur’ân’dan hüküm çıkarma ve tevil etme dirâyetine sâhip olmakla bilinebilir. Nitekim Rasûlüllah (a.s.) “Allahım, onu dinde fakih kıl ve ona (âyetlerin) tevilini öğret” (Buhârî, Vudû, 10) diye duâ etmiştir.[79] 

Gönlümüze sürüler hâlinde bir takım hayaller daha gelip gitmektedir. Bu hayaller Mevlânâ’ya göre bir kaynaktan gelmektedir. Zîra bu hayaller, düşünceler hep bir kaynaktan, bir yerden gelmeselerdi, nasıl olurdu da hepsi gönüle yol bulup gelebilirlerdi? Bu hayal ve düşünceler gönlümüzden beslenmektedirler, onlar gönül kaynağından testilerini doldurup gitmektedirler. Kimisi zâhir olup, kendisini gösterirken kimisi de gizlenip izlerini kaybettirirler. Yâni gönlü etkileyen hayaller olduğu gibi gönülden etkilenen hayaller de vardır.

Beyit: Gönül perdesinin arkasında da, usanmadan zaman zaman hayal sürüleri gelip durmadadır.

Beyit: Bu hayaller, bu düşünceler hep bir kaynaktan, bir yerden gelmeselerdi, nasıl olurdu da hepsi gönüle yol bulup erişirdi?

Beyit: Bu hayallerimizin, düşüncelerimizin orduları, bölük bölük susamış bir halde gönül kaynağına doğru koşuyorlar.

Beyit: Onlar, gönül kaynağından testilerini doldurup giderler. Bâzen meydana çıkarlar, kendilerini gösterirler. Bâzen gizlenirler, izlerini kaybederler.[80]

 

İnsanoğlu zaman zaman gamlanır, kendisini dünyâda garip ve kimsesiz hisseder. Yaşamanın ve dünyânın hiçbir değeri kalmaz. Can sıkıntısı öyle bir noktaya gelir ki dünyâ olanca genişliğine rağmen onu sıkar nefes alamaz hâle getirir. Mevlânâ bu tür düşünceler karşısında paniklememeyi tavsiye ediyor. Evlerimize misâfir geldiği gibi gönlümüze de misâfir düşünceler gelir giderler. Bu düşünceler görünüşte gam ve keder olsa da üzülmemek lâzımdır. Çünkü o gam ve keder düşünceleri, ilerde gelecek olan sevinç ve neşenin hazırlıklarıdır. Hayat zıtların birbirini tâkibiyle sürmektedir. Nitekim sararmış, solmuş yaprakları ayırdığımızda daldan yeni ve tâze yapraklar gelmektedir. Yaşlanan dallar budandığında yerine tâze filizler çıkmaktadır. Tıpkı bunun gibi gam, gönülden neyi sökerse, karşılık olarak daha iyisini getirir.  Zıtlar birbiriyle kāimdir, birbirine vesiledir. Meselâ gökte bulutlar kararıp suratlarını asmasalar, yeryüzüne yağmur gönderemezler ve yeryüzünde meyve ve sebzeler olmazdı. Havanın kararması gönüllerde bir gam kasâvet oluştursa da akabinde yağan yağmur ve onu tâkiben güneşin sımsıcak ışıklarıyla kendini göstermesi gönüllerde bir sevinç ve huzûra vesile olur. Bir toplumun kültürel ve sosyal alanında meydâna gelen çalkantılar da şâyet usta yöneticiler iş başında ise tâze ve gür bir medeniyet hamlesinin başlangıç sancıları olabilir. Şu halde gönüle her gün yeni yeni, birbirine zıt fikirlerin  gelip gitmesi normaldir, bunu dert edinmemek gerekir. Önemli olan telâşa kapılmadan onları soğukkanlılıkla karşılayabilmektir. Gelen her düşüncenin gönülde yapacağı sarsıntının aslında yeni bir güzelliğin habercisi olduğunu kabul etmek gerekir. Böyle bir hayat felsefesine sâhip olan insan aslâ ümitsizliğe düşmez, hayâtı zindan olmaz.

Beyit: Hergün bir eve nasıl bir misâfir gelirse, senin gönül evine de her an bir düşünce, aziz bir misâfir gibi gelir, konar.

Beyit: Ey benim cânım efendim, sen düşünceyi, fikri bir adam farzet, çünkü insan, düşünceyle insan sayılır, değerlenir, canlanır.

Beyit: Gam düşüncesi, sevinç yolunu keserse, üzülme; çünkü o gam, senin için sevinç ve neşe hazırlamaktadır.

Beyit: Gönül dalındaki sararmış, kurumuş yaprakları ayırır, daldan yeni ve yeşil yapraklar bitmesine yardım eder.

Beyit: Ötelerden yeni bir zevk gelsin diye, eski sevincin kökünü çeker, çıkarır, kazır.

Beyit: Üstü yapraklarla, kurumuş dallarla örtülü, yeni kökü bitirsin, çıkarsın diye gam çürümüş, pörsümüş olan  eski kökü söker atar.

Beyit: Gam gönlünden neyi döker, neyi sökerse, karşılık olarak gerçekten de daha iyisini getirir.

Beyit: Hele gamın, gerçek inanç ehlinin kulu, kölesi olduğunu idrâk eden kişiye, gam daha fazla lutuflarda, ihsanlarda  bulunur.

Beyit: Bulutlar, şimşekler aksilik yapmasalar, suratlarını asmasalar, gürlemeseler, ağlamasalar; üzümler güneşin gülümsemesinden yanar, kavrulurlardı.[81]

Beyit: Kutluluk, kutsuzluk; neşe ve keder gelirler, gönüllerimize misâfir olurlar. Bunlar yıldızlara benzerler, burçtan burca konarlar. Işıklarını evden eve gönderirler, saçarlar.

Beyit: Saadet, mutluluk senin burcuna geldi, senin burcunda konakladı mı? Sen de onun  gibi tatlılaş, çevikleş ki;

Beyit:. O ay ile buluşunca gönül sultânına senin nâmına teşekkürlerini arz etsin.

Beyit: Ey Hak yolu yolcusu, şunu ki, gönüle, her gün yeniden yeniye fikirler, üzüntüler gelir. Sen de onları güle güle karşıla.[82]

 

Şüphesiz her gönülde bir takım arzular vardır. İnsanlar içlerindeki arzular sâyesinde harekete geçip bir şeyler yaparlar, arzusuz insanlar pusulasız gemi gibidirler. Arzular her zaman aynı türden olmayabilir. Gönüle iyi arzular düşebildiği gibi, kötü arzular da düşebilir. Binâenaleyh gönle gelen her arzunun peşinden gitmek doğru değildir. Mevlânâ insanın gönlünü kontrol etmesini istemektedir. Gönlüne beliren arzu ve istekleri bir süzgeçten geçirmelidir; eğer gönlünün istediği arzu Hakk’a, hakîkate uygun yüce şeylerse ne mutlu o insana, gönlünün istediğini yapabilir; şâyet gönlü süflî şeylere arzu duyuyorsa o vakit o kimse arzusuna uymamalı, hâline ağlayıp feryat etmelidir. Ebû Süleyman “Bir kalbe dünyâ gelip yerleşirse, âhiret oradan göçüp gider.”[83] Derken, Ahmed b. Ebi’l-Havârî “Dünyâya arzu ve sevgi gözüyle bakanın kalbinden Allah, zühd ve yakîn nûrunu söküp atar.” Demiştir.[84] İnsanın kalbinde beliren kasveti izâle için niyazlar ve ağlayıp sızlamalarla vecde varmak için uğraşmasına tevâcüd denilmiştir.[85]

Beyit: Allah, herkesi bir iş için yaratmıştır. Herkesin gönlüne bir işle uğraşma arzusu koymuştur.

Beyit: Gönlünde bir istek olmadan el ayak nasıl hareket eder? Çerçöp su akmazsa, rüzgâr esmezse nasıl gider?

Beyit: Eğer gönlünde yükselme isteği varsa, devlet kuşu (hümâ) gibi kanadını aç, yüksel.

Beyit: Gönlün gökyüzünü değil de, yeryüzünü arzu ediyorsa hâline ağla, feryat et, sızlan! Çünkü sen, hayvanlar gibi yeryüzüne mensup değilsin.[86]

 

Baş evimiz olan beynimiz çeşitli düşünceler ile dolup taşarken, gönül evimiz de vesveseler ve kavgalarla doludur. Bedenimizin geri kalan kısmı düşünce nedir bilmedikleri için huzur içinde rahat yaşarlar. Fakat gönüller, vesveselerin ve birbirine zıt düşüncelerin çekişmeleri yüzünden yorulup yıpranırlar. Mevlânâ’ya göre gönlünü temiz tutanlara Allah yardım eder. İstikāmet üzere yürütür. Nitekim Kur’ân’da şöyle buyruluyor; “… De ki, Hiç şüphesiz Allah, dilediği kimseyi şaşırtır; gönlünü kendisine çevirene de hidâyet buyurur! Onlar ki, îman etmişlerdir ve kalpleri Allah’ın zikri ile huzûra kavuşur. Bilmiş olun ki kalpler, ancak Allah’ı zikirle yatışır.” (Ra’d, 13/27/28) Başka bir âyette ise şöyle buyrulur; “Îmanlarının kat kat artması için mü’minlerin kalplerine huzur ve sükûneti indiren O’dur…” (Fetih, 48/4) Şu halde başa gelenleri Hak’tan bilip gönül rızâsıyla kaderine teslim olanlar mutlu olurlar. Mevlânâ tıpkı hayat gibi gönlün de akıp gittiğini ve sürekli olduğunu kabul ediyor. Nasıl ki mevsimler birbirini tâkip edip, birbirlerinin yerine geçiyor, her mevsimde dünyâ çeşitli şekillere bürünürse gönül de böyledir, sürekli hareket hâlindedir. Mevlânâ makro kozmostaki bu hareket ve canlılığın mikro kozmos olan insan gönlünde de olacağına inanıyor. O insan gönlünün donuk olmasını yadırgıyor, durağanlığı kabul etmiyor.

Beyit: 4459. Baş evi sevdâlarla, gönül evi de vesveselerle, kavgalarla doludur!

Beyit: 4460. Bedenimizin geri kalan uzuvları, düşünce nedir, bilmezler; huzur içinde, râhat yaşarlar! Fakat gönüller; gelip giden misâfirlerin,  vesveselerin, birbirine zıt düşüncelerin çekişmeleri yüzünden yorulup, yıpranırlar!

Beyit: 4461. Hak korkusunun sonbaharına, rüzgârlarına kaç; geçen yılın şakayıklarını kır, dök!

Beyit: 4462. Bu eski şakayıklar, yeni açmış çiçeklerin bitmesine engel olurlar. Halbuki gönül ağacı, yeni çiçekleri bitsin diye yetişmiş, boy atmıştır.[87]

 

  1. Gönülden gönüle pencere vardır.

Gönüller birbirine karşıdır. Bir insan birini gönülden severse diğeri de onu sever. İki insan gönülden birbirine bağlanırsa uzakta olmalarının önemi yoktur. Birbirlerine çok uzak olsalar bile ayrı sayılmazlar, zîra her an gönül birlikteliğindedirler. Gönül bağı sıkı kurulduğunda mesâfelerin önemi kalmaz. Maddî ayrılık gönülden bağlananları ayıramaz. Tıpkı bunun gibi Hak âşıkı da her zaman Hak iledir. Her an kendisini Hakk’ın huzûrunda hisseder, sözleri ve eylemleri bu bilinç içerisindedir. Mevlâsının her an kendisini gördüğünü bilen insan onu üzecek, onun hoşuna gitmeyecek davranışlardan uzak durur. Mevlânâ’ya göre Hakk’a âşık olduğunu iddia eden kimse Hakk’ın kendisini ne kadar sevdiğini merak ediyorsa kendine iyi bakmalıdır. Eğer gönlünde Hak sevgisi gittikçe artıyor ve her an bütün varlığını kuşatıyorsa bilsin ki Hak da onu seviyordur.

Beyit: Gerçekten de gönülden gönüle pencere vardır. İki insan birbirine gönülden bağlanınca, artık onlar, birbirinden ayrı değillerdir. Bedenleri birbirinden uzak düşse de gönülleri berâberdir.

Beyit: Şu gönülde, sevgi şimşeği parlayınca, bilmiş ol ki, o gönülde sevgi vardır.

Beyit: Senin gönlünde de Allah sevgisi iki kat oldu, arttı ise, şüphe yok ki Allah da seni seviyor demektir.[88]

Dîvân-ı Kebîr’de şöyle demektedir; “Ey gönül gibi hem benimle berâber olan, hem de benden gizlenen sevgili, sana gönülden selâm veriyorum. Sen Kâbe’sin, nereye gidersem gideyim, sana yönelirim. Sana varmak isterim. Nerede olursan ol, sen her yerde hâzır ve nâzırsın. Uzaktan bize bakarsın. Adını anınca gece bile olsa, ev aydınlanır. Göze görünmeyen bir sevgili isen, her an nişin gönlümü incitip durursun? Eğer sen göz önünde isen ne diye olmayacak düşüncelere kapılıyorum? Beden bakımından uzaksın amma, gönlümden gönlüne açılmış bir pencere var. O pencereden Ay gibi hırsızlamacasına sana haber gönderir dururum. Ey güneş, sen uzaklardan bize nurlar gönderiyorsun. Ey senden ayrı düşmüşlerin canı! Canımı sana kul, köle etmedeyim. Kulakta da sen varsın, akılda da, coşkun gönülde de. Fakat bunlar da ne oluyor ki? sen, benimsin, sen, bensin! Seni böylece övmedeyim, anlatmadayım.” (Dîvân-ı Kebîr, c.III., s.1377)[89]

 

  1. Gönül Hakk’ın nazargâhıdır.

Sûfîlere göre Cenâb-ı Hak gönle nazar etmektedir. Maddî güzellik ve çirkinlik, ya da zenginlik ve fakirlik önemli değildir. Önemli olan gönül güzelliği ve zenginliğidir. Bu sebeple Hakk’ın baktığı, îtibar ettiği gönül; arı, duru, saf ve tertemiz bir gönüldür. Ebû Süleyman demiştir ki, “… Nefsânî bir arzuyu samîmi olarak terkedenin gönlünden Allah bu arzudan dolayı kulunu cezalandırmayacak kadar kerem sâhibidir.” [120] Mevlânâ’ya göre günah işlemekte ısrar eden ve kalbini kirleten kimseler “bizde de gönül var” derlerse ancak kendilerini kandırırlar. Çünkü Hak gerçeği en iyi bilendir ve onlara “şah damarından daha yakındır” (Kāf,50/16). Dolaysıyla onlarda ne denli harap bir gönül olduğunu iyi bilmektedir. Onlar gönül saraylarını yıkmışlar ve virânelerinde baykuşlar ötmektedir.

Beyit: Ey gönül, sen bir cüz’sün, ne vakit küllînin tarafına yönelir gidersen, yâni kâmil bir insana sığınırsan, o zaman sen, Allah’ın sevdiklerinden olursun.

Beyit: Cenâb-ı Hak; “Biz dâima gönüle bakarız, su ve çamurdan ibâret olan sûrete, şekle değil” diye buyurdu.

Beyit: Sen, “Bende de gönül var” diyorsun, diyorsun ama, gönül arşın üzerinde olur, halbûki sen, aşağılardasın, aşağılıklarda bulunmadasın.

Beyit: Kara balçıkta da su bulunduğunu herkes bilir. Fakat o su ile abdest alınmaz.

Beyit: Balçığın içinde su vardır, vardır amma, o, balçığa yenilmiş, balçıkta kaybolmuştur. Sen de gönlüne, “Bu da gönüldür” diyemezsin. Çünkü senin gönlün de kirli emellere, şehvete, hiddete, mevkî hırsına, dünyâ isteklerine mağlup olmuş, onlar arasında kaybolup gitmiştir.

Beyit: Göklerden de üstün olan gönül, “abdal”ın  yâhut peygamberlerin gönülleridir.

Beyit: Onların gönülleri çamurdan, yâni kirli isteklerden, günahlardan arınmış, temizlenmiş, saf bir hâl almıştır. Mânevî neşeleri arttıkça artmış, coşmuştur. Her işe yarar olmuşlardır.[91]

 

Hadîs-i şerifte “ Allah, sizin sûretlerinize, mallarınıza değil, kalp ve gönlünüze bakar.[92] buyrulmuştur. Allah Teâlâ da Kur’ân’da şöyle buyurur; “O gün ki, ne mal fayda verir, ne oğullar!… Ancak Allah’a temiz bir kalple varanlar başka!…” (Şuarâ, 26/88,89) Onun için insanın mânevî terakkîsinde ve nihâyet kurtuluşunda gönlün büyük bir önemi vardır. Mevlânâ’ya göre gönül hemen anlaşılacak bir şey değildir. Gönül, yedi kat gökler gibi uçsuz bucaksızdır. Birazcık bir gayretle elde edilemez. Tasavvufî eğitim alan bâzı sâlikler gönül  sâhibi olma konusunda hataya düşmektedirler. Eğitimini tamamlamadan, mânevî önderinden icâzet almadan yola kendi bildiğine devam edenler,  gönüllerine gelen hikmet pırıltılarını kendilerinden sanıp aldanmaktadırlar. Bu sebepten Mevlânâ bu tür sâlikleri uyararak gönüllerinize  gelen kırıntıları büyük bir şey zannedip gönül sâhibi olduk zannetmeyin diyor.

Beyit: Peygamber Efendimiz; “Allah, sizin sûretlerinize bakmaz, gönlünüze bakar. Bu sebeple bir gönül sâhibini arayınız.” Diye buyurdu.

Beyit: Cenâb-ı Hak; “Ben secdenin şekline de bakmam, altın bağışlamana da. Ben sana bir gönül sâhibinin gözü ile bakar, görürüm” diye buyurdu.

Beyit: Sen kendi gönlünü gerçek gönül sandın da, gönül sâhibi ârifleri aramayı bıraktın.

Beyit: Gönül öyle bir varlıktır ki, şu yedi kat gök gibi, yedi yüz gök orada kaybolur, görünmez olur.[93]

 

  1. Gönül bir şehirdir.

Mevlânâ gönlü bir şehre de benzetmiştir, çünkü şehirler gibi gönül de büyük ve karışıktır. Şehirde yaşayanların hayatlarını en iyi biçimde idâme ettirebilmeleri için şehirde pek çok sistem kurulmuştur, bunlardan birisi de su şebekesidir. Şehir halkının  ihtiyâcını gören hayâti unsurlardan birisi olan su kanalı çok iyi korunması gerekir ki su kirlenmesin. Suyun kirlenmesi insanların sağlığını bozar. Suyun kirletilip bulandırılması dibinin görülmesine engel olur. Bu taktirde o suya güven ortadan kalkar. İçecek olanlar tedirgin olur.

Mevlânâ’ya göre insanlar da ırmakların suyuna benzerler. Zaman zaman bulanık akarlar, dipleri görünmez olur. Bulanık gönül istikrarsızdır, temkine ulaşamamıştır. Bu sebeple ne kendine faydası olur ne de bir başkasına. Gönül başta vesveseler ve şüpheler olmak üzere her tür bulanıklıktan bir an önce kendini kurtarmalıdır. Gönüllerin arınması düşünceye bağlıdır. Rahmânî düşünceler gönlü temiz bir ırmak hâline getirirken, nefsânî düşünceler karıştırıp bulandırır. Sultan Veled’e göre insan karışık bir yaratık, içiçe girmiş bir bütündür; en son iç, kökleri yerde bulunan, toprak ve suyla yaşayan bir ağacın kökü gibidir. Bu kök gizlidir. Ağacın geri kalan kısımlarında meyve, yaprak, gölge ve öz gibi birtakım haller mevcuttur. Eğer bu ağacın âlemi düşünceyle dolaşılırsa, ağacın başı ve sonunda kökü olduğu ve ağacın kök vâsıtasıyla ayakta durabildiği görülür.[94] İnsanlar çoğunlukla gönüllerini arındırmak için düşünme zahmetine katlanmazlar. En önemli soru olan “Bu dünyâya nereden geldim?”, “nereye gideceğim?” sorularına cevap aramazlar. Nefsânî arzularının merkez olduğu bir hayat tarzı sürerler. Bu tür insanların gönlü, temiz bir gönül değildir. Dünyâ sevgisi ve nefsânî arzulardan temizlenmeyen gönül, basîret gözünü açamaz, sırlar âleminin penceresine başını uzatamaz. Onun için gönül şehrinin suyu temizlenmeli ve gönül gözü açılmalı ve “nereden gelip nereye gittiğimiz” düşünülmelidir.

Beyit: Gönül şehrinin suyunu bulandırma ki, durulsun da, orada Ay’ı, yıldızları dolaşır halde göresin!

Beyit: Çünkü insanlar, ırmakların suyuna benzerler, su bulanınca dibini göremezsin.[95]

Beyit: Ne yazık ki, insan başından geçenleri bilmek için sıkı bir araştırmaya girişmemiştir. Gereği gibi çalışarak gönlünü arıtmamıştır. “Ben bu dünyâya nereden geldim?” diye düşünmemiştir.

Beyit: İnsan dünyâ sevgisinden, nefsâni isteklerden arınan gönül, gözünü açmalı da, sırlar penceresinden baş çıkarıp bakmalı, evveli ve âhiri; yâni önü sonu görmeli, nereden geldiğimizi, nereye gideceğimizi düşünmeli.[96]

 

  1. Gönül bir mektuba benzer.

Mevlânâ insan bedenini ve gönlünü bir mektuba benzeterek ona dikkatli bakmayı tavsiye ediyor. Çünkü bu beden ve gönül mektubunun Hakk’a lâyık olması lâzımdır. Zîra varacağı yer Hak Teâlâ’dır. Mektubu yazan ise insanın bizzat kendisidir. Yâni insanın hayâtı boyunca sâhip olduğu duygu ve düşünceler, söylediği bütün sözler ve yaptığı bütün işler mektubunun satırlarını oluşturur. Dolaysıyla insana âhirette kendi kitâbı verilecektir. Nitekim Kur’ân’da haber verildiğine göre kitâbını sağ tarafından alanlar kurtuluşa erdiklerini anlayıp sevinirken sol tarafından alanlar hüsranda olduklarını anlayıp üzülecekler (el-Hâkka, 69/19-29). Mevlânâ bu benzetmeyle ölüm ötesi hayâta bu dünyâda hazırlanmanın önemini de hatırlatmış oluyor.

Bir kimsenin yazmış olduğu gönül mektubunun Hakk’a lâyık olduğunun işâreti, o kişinin huylarının Hz. Peygamber (a.s.) ve velîlerin huylarına uygunluk göstermesidir. Gönülden geçen ile dilden dökülenler birbiriyle uyum içinde olmalıdır. Eğer beden ve gönül mektubu bu şekilde Hakk’a lâyık bir mektup ise varacağı yere gönderilebilir. Fakat sayılan özelliklerde bir mektup değilse sâhibinin oturup düşünmesi îcap ediyor. Öncelikle nerelerde neleri yanlış yaptığını belirlemeli ve onları tekrar etmemelidir. Bunun vesîlesi ise halvet ve uzlettir. İnsan ancak bu sâyede hayat mektubunu gözden geçirebilir. Yâni maddi ve mânevî her bakımdan kendini sıkı bir muâyeneye tâbi tutabilir. Kişi gönlüne baktığında kendisini peygamber ve velîlerin huyundan uzak görürse o gönül mektubunu parçalayıp, yırtmalı ve başka bir mektup yazmanın çârelerini araştırmalıdır. Mevlânâ’ya göre bu iş sanıldığı kadar kolay değildir. Çünkü beden  mektubunu açmak ve okumak bile herkesin işi değildir. Öyle herkes beden mektubunu açıp okuyabilseydi gönüldeki sırları herkes keşfedebilirdi. O zaman mürşitlere ihtiyaç olmazdı. Böyle olmadığına göre gönül mektuplarını ancak ârifler açıp okuyabilir. Halk kitabın fihristiyle yetinip içini açıp okumayan kişilere benzer. Aslında beden mektubunun fihristi gâfiller için bir tuzaktır. İnsanlar zâhiri hallerine bakıp kendilerini hatasız ve kusursuz görebilirler vesSâhip oldukları kötü huyların farkında olmazlar. Bedenden gönüle geçmek için hırs, hevâ ve hevesten kurtulmak şarttır. Mevlânâ yine insan-ı kâmilin önemine vurgu yapıyor. Ona göre sıradan insanlar onun  yardımıyla gönül mektubunu okumayı denemeli, kendi kendilerine yapmamalıdır.

 

Beyit: Ey Hak yolcusu! Senin bedenin, bir mektup gibidir; ona dikkatli bak! Pâdişâha (yâni Hakk’a) lâyık olup olmadığını anla da, ondan sonra yerine gönder!

Beyit: Bir köşeye çekil, kendi içine kapan; mektubu, yâni kendi içini aç da oku bakalım! İçindeki sözler pâdişâha lâyık mıdır? (yâni peygamberlere ve velîlere)

Beyit: Eğer o mektuptaki yâzı (yâni senin bedenindeki huylar) velîlere lâyık değilse, o mektubu parçala, yırt at da, başka bir mektup yazma çâresini ara!

Beyit: Fakat, beden mektubunun açılmasını ve okunmasını kolay sanma! Öyle olsaydı herkes, gönül sırlarını, kolayca apaçık görürdü!

Beyit: Kapalı bir mektup gibi olan bedeni açmak, içindeki yazıları, yâni insanın huyunu, iç durumunu anlamak ne kadar güçtür! Bu; olgun kişilerin, âriflerin işidir; aşık oynayan çocukların işi değildir!

Beyit: Hepimiz de, fihrist (içindekiler) bölümünü yeter bulmuşuz; hırsımıza, hevâ ve hevesimize kapılıp gitmişiz.

Beyit: O içindekiler, yâni fihrist, halka bir tuzaktır, asıl mektup da öyle sansınlar diye yazılmıştır!

Beyit: Mektubu aç! Bu söze karşı yüzünü döndürme! Doğrusunu Allah daha iyi bilir.

Beyit: O giriş yeri (içindekiler), dil ile söylemeye benzer; sen, asıl gönül mektubunun yazılarını okumayı dene!

Beyit: Bak bakalım, içinin yazısı, gönül mektubun söylediğin söze uygun mu? İşin, iki yüzlü münâfığın işine dönmesin.[97]

 

  1. Gönlün gıdâsı vardır.

Maddî bünyenin gıdâya ihtiyâcı olduğu gibi mânevî bünyenin de gıdâya ihtiyâcı vardır. Tasavvufta mânevî bünyenin beslenmesi maddî bünyenin beslenmesiyle ters orantılıdır. Yâni mânevî bünyenin iyi beslenebilmesi için maddî bünyenin beslenmesine fazla önem verilmemesi lâzımdır. Sûfiler nefsi bir binek hayvanı gibi görürler. Binek hayvanına verilen değer ne ise nefse de o kadar değer verilmesi gerektiğine inanırlar. Bu bakımdan bir sûfînin maddî yoksulluktan  şikâyet etmesi doğru değildir. Çünkü onların en büyük zenginliği yoksulluktur. Bu konuda Hz. Peygamber (a.s.) ve ilk müslümanların zâhidâne yaşantıları sûfîlere ilham kaynağı olmuştur. Fakr her zaman övülen, dünyânın debdebe ve ihtişâmına karşı tavır olarak öne sürülen tasavvufî bir erdem olarak görülmüştür.[98] Yoksulluk dervişlerin hem terbiyecisi, hem yiyeceği hem de içeceğidir. Çünkü cennetin etrâfı hoşa gitmeyecek şeylerle çevrilmiştir ve ilâhi merhamet gönlü kırık olanların ve âcizlerin payıdır. Mevlânâ’ya göre mevkisinin yüksekliğinden ve zenginliğinden dolayı gurûra kapılık azanlara ne Allah acır ne de mahluk. Çünkü kendini büyük görüp başkalarını hakir görmek Hakk’tan uzaklaşmanın bir eseridir. Hak yolcusu maddî rızıklarını azaltıp kendi nefsini hor hakir kıldıkça, dünyâdan yüz çevirmiş olur. Sûfi dünyâdan yüz çevirdikçe nîmet onun ayağına koşar, yâni gönlünde dünyâya değer vermediği sürece kendisine mânâ rızıkları yönelir.

Onun anlayışına göre ulvî mertebelere yücelme de, aşk ve din de fakr sâyesinde ikāme edilebilir. Mevlânâ fakrın da tüm tasavvufî haller gibi yaşanarak elde edileceğine inanmaktadır.[99] Bir sûfî gıdâ yönünden endîşelenirse bilinmelidir ki bu endişe mânevî gıdâsının azalmasından kaynaklanmaktadır, yoksa maddî fakirlikten değildir. Sûfî eğer mânevî gıdâlarında bir azalma hissederse gönlü titrer ve yanlış bir iş yaptığını anlar. Kişi dikkat ederse, günâhı kalbinde, gözleriyle gecenin zifiri karanlığını hissettiği gibi, hakîki olarak hisseder. Gözü için karanlık ne ise kalbi için günâhın karanlığı odur. Çünkü itâat nur, mâsiyet karanlıktır.[100] Kur’ân’da şöyle buyrulur; “Allah, kelâmının en güzelini –(âyetleri birbirine) âhenkli, katmerli (hakîkatlerle dolu) bir kitap hâlinde- indirdi. Öyle ki, Rablerinden korkanların derileri ondan ürperir. Sonra derileri de, kalpleri de Allah’ın zikrine alışıp yumuşar…” (Zümer, 39/23)

 

Beyit: Bir sûfî, yoksulluktan nasıl olur da şikâyet eder, gamlara, kederlere kapılır? Çünkü yoksulluğun kendisi ona dadı olur, yiyecek olur, içecek olur.

Beyit: Çünkü cennet, hoşa gitmeyecek şeylerden meydâna gelmiştir! İlâhi merhamet de gönlü kırıkların, âciz olanların payıdır.

Beyit: Mevkiinin yüksekliği ve servetinin çokluğundan azarak âcizlerin başını yaran, gönlünü kıran kimseye ne Allah acır, ne de halk!

Beyit: Ne mutludur o sûfî, rızkı azalır ama, onun âdi boncuğu da ince kesilir, kendisi ise bir mânâ denizi olur!

Beyit: Allah’ın bâzı has kullarına verdiği mânâ rızıktan haberi olan kişi, Hakk’a yakın olma lutfu elde eder.

Beyit: Rûhun o mânevî gıdâsı eksilirse ruh, o noksanlık yüzünden titrer!

Beyit: Sûfî, o mânevî gıdânın eksilmesinden anlar ki, yanlış bir iş işlemiştir; rızâ yâseminliği dağılıp gitmiştir.[101]

 

  1. Gönül hastalanırsa onun doktoru peygamberler ve velîlerdir.

Maddî bünyenin hastalandığı gibi mânevî bünye de hastalanır. Tasavvufta buna kalp hastalığı denir. Erken dönem sûfîlerinden Muhâsibî’nin iç yapılanma ile ilgili verdiği gurur, kibir, hased, ucub, riyâ gibi kalp hastalıkları bilgisi, tasavvufta, dâima önemini koruyagelmiştir. Hasta bir kalbin hastalığını gidermek ve tedâvi etmek için normal bir kalbin nasıl olduğunu bilmemiz gerekir ki, ona göre tedâvi yöntemi belirlensin. Tıpkı bunun gibi  hasta bir gönlü de tedâvi edebilmek için hastalıklarını teşhis edip hastalığın nereye kadar ilerlediğinin bilinmesi gerekir. İmâm-ı Rabbânî’ye göre kalbin hasta olması onun Hakk’tan başka şeylere ilgi duyması, sevmesidir. Hattâ insanın kendi nefsine olan alâkasıdır. Çünkü bir insan, ne ister ve neyi severse, onu kendi nefsi için sever. Aynı şekilde, mal, başkanlık ve makam isteği de böyledir. İşin aslında, bu durumdaki kişinin taptığı şey kendi (nefsi)dir. İnsan bu bağlantılardan kurtulmadığı sürece kurtuluşa eremez.[102]Bir sûfînin gönlünün hastalanması ona büyük bir elem verir. Maddî hastalıkları tedâvi eden hekimler gibi mânevî hastalıkları da tedâvi eden gönül doktorları vardır. Hastalıktan kurtulmak için hastaların onlara gitmesi ve onların çâre olarak sunduklarını iyi uygulamak lâzımdır.

İbrâhim Havvâs “Şu beş şey kalbin devâsıdır: Mânâsı üzerinde düşünerek Kur’an okumak, karnı boş tutmak, geceyi ibâdetle değerlendirmek, seher vakti niyazda bulunmak ve sızlanmak, dâimî zikirle berâber kâmil sabır.”[103] Demiştir.  Mevlânâ’ya göre eğer velîlerin gönlüne girer, gönüllerini açabilirseniz onlarda bütün  ayıp ve kusurlarınızla kendinizi görürsünüz. Aslında hastalıktan kurtulabilmek için bu çok önemli bir adımdır. Çünkü insan kendini hakkıyla tanımadan gerçeği göremez. Mânevî hekimlerin gönlüne girebilmek için ilk önce onlara tam bir teslîmiyet gösterip güven duymak şarttır. Bu sâyede mânevî hastalıkların farkına varılır, yâni hangi mânevî hastalık ile müptelâ olunduğu öğrenilir ve tedâvisi istenir. Kur’ân’da şöyle buyrulur; “Allah’ın İslâm için kalbini açtığı ve Rabbinden bir nur üzerinde olan kimse, (kalbi kararmış kimse) gibi mi olur? O halde vay Allah’ın zikrinden kalpleri katılaşmış olanlara! Onlar açık bir şaşkınlık içindedirler.” (Zümer, 39/22)

Mevlânâ Gönlümüzü temizlemenin ve iyileştirmenin birinci ilâcı olarak Allah’ın zikrini söyler. Çünkü Allah’ın zikrinin bir nûru vardır ki bu nur gönülde cilâ etkisi yapar. Demirin paslandığı gibi gönülün de paslandığını ifâde eden Mevlânâ onun cilâsının zikir olduğunu söyler. Çünkü cilâlı gönülden gayb âleminin akislerini görebilirsin. Mevlânâ’nın zikir olarak tavsiye ettiği ibâdet namazdır.

Beyit: Ey namaz kılmayan kişi! Sen gönül cilâcısı olan aklı bağlamışsın, kendi nefsâni duygularına uymuş, hevâ ve hevesin (şehvetin) iki elini de açmış,onu serbest bırakmışsın![104]

Mevlânâ bilginin kaynağı konusunda mutasavvıfların yaşadığı derûnî tecrübenin önemine vurgu yaparak, bu yolla gelen bilgiye sonsuz bir güven duyduğunu belirtmektedir. Mânevî seyrini tamamlayan bir mürşid-i kâmil gönül hastalıklarının en iyi tabîbidir. Çünkü o, bütün merhaleleri bizzat gönlünde yaşayarak geçmiş ve olgunluk mertebesine ulaşmıştır. Mutasavvıflar zaman ve mekân boyutlarını aşarak ilâhi hakîkatlerle bütünleştiklerine inandıkları için ilimlerini vâsıtasız aldıklarını ifâde ederler. Bu yüzden de bilgilerine hem çok değer verirler hem de çok güvenirler. Mevlânâ sohbetle ilgili bir mülâhazasında dostların kalplerinde meydana gelen üzüntü ve kederlerin ne uyumakla, ne gezmekle ne de yemekle hiçbir ilaçla geçmeyeceğini ifâde etmektedir. Dostun yüzü hastanın şifâsıdır denildiği gibi bütün bu keder ve üzüntüler ancak dostun yüzünü görmek ve onunla sohbet etmekle iyileşir.[105]

 

Beyit: Biz nabız tutmadan, vâsıtasız olarak gönüle bir hoşça bakarız. Allah’ın verdiği seziş dolaysıyla bizim görüşümüz pek yücedir.

Beyit: O hekimler, hastaya gıda verirler, meyve verirler; böylece hayvâni ruh, onların ilaç ve gıdâ tedâvisi ile bedenle berâber canlanır, kuvvetlenir.

Beyit: Biz ise iş hekimleri, söz hekimleriyiz. Biz hastalarımıza ilaç vermeyiz. Bize ilham veren, Allah’ın celâl ve büyüklük nûrunun aksidir.[106]

Beyit: Mânevî hastalık hekimlerinin, yâni velîlerin gönüllerini ederseniz, kendinizi görür, hâlinizi bilir ve durumunuzdan utanırsınız.

Beyit: Bu gönül körlüğünün giderilmesi, halkın elinde değildir. Fakat bu hekimler, Allah’ın lutfu ve keremi ile hidâyet yolunu gösterirler.

Beyit: Bu mânevî hastalıkların hekimlerine candan, gönülden kul olursan, Allah’ın lutfuna ve feyzine yol bulursun.[107]

 

  1. Süflî tabîatlar gönüle düşmandır.

Mutasavvıflara göre insan tabiatı aşağı âleme mensup oduğu için süflîdir. Onun bu yönüne tasavvufta “nefs-i emmâre” denir. Nefs-i emmârenin önemsediği ve değer verdiği hususlar rûhun kıymet verdiği değerlere zıttır. Bu yüzden Cenâb-ı Hakk’ın ruhları yaratıp “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” (A’râf, 7/172) dediği günden beri süflî tabîat olan nefs-i emmâre, gönle düşmanlık yapmaktadır. Nefsin sıfatlarının, asıl yaratılışından oluşan bir takım kökleri vardır. Çünkü o, topraktan yaratılmıştır. Toprağın da kendine has bir özelliği vardır. İnsanoğlundaki zaaf vasfının topraktan, buhl ve cimrilik sıfatının çamurdan , şehvet vasfının pişmiş çamurdan, cehâletin de “salsal” diye tanımlanan cıvık balçıktan kaynaklandığı söylenir.[108]

Mevlânâ’ya göre vücut ikliminde gönül yalnızlık çekmektedir. Çünkü gönül sâhibi, dağdaki bir kuş gibidir. Bu vücut diyârı ve dünyâ, gönlün gerçek vatanı değildir. Dünyâ ise kurtlar, kargalar şehridir. Mutasavvıfların gözünde dünyâ kötü tabîatlıların yurdudur. Gönlün dünyâda bunca kötülük arasında yaşaması zordur. Çünkü karşıt cinslerin birbirini sevmedikleri  bilinen bir gerçektir. Nitekim aynı şehirde oturan dinsizlerin îmanlı kişileri sevmemeleri de bu yüzdendir. Onun için insan, eğer yüce duygularını kaybetmek istemiyorsa gönül sâhibi olan insan- ı kâmili arayıp bulmalı ve tavsiyelerini dinlemelidir. Bu sâyede nefs-i emmâresinin kötülüklerinden kurtulduğu gibi onu ıslah etme imkânı da elde eder.

Beyit: Cenâb-ı Hak bütün ruhlara; “Elestü bi-Rabbiküm” (Ben sizin Rabbiniz değil miyim?) (A’râf, 7/172) diye seslendiği günden beri, tabîat Sebzvar’ı o gönle düşmandır. Bu düşmanlık ona mîras için alınmıştır.

Beyit: Çünkü o gönül sâhibi, dağın kuşu gibidir. Bu dünyâ ise kurtlar, kargalar şehridir. Bir cinsten olmayanın, kendi cinsinden olmayanı görmesi, onu yaralar, gönlünü dağlar. Aynı şehirde oturan dinsizlerin îmanlı kişileri sevmemeleri, onların aleyhinde uğraşmaları da bu yüzdendir.

Beyit: İnsan kendi cinsinden olmayanla uyuşmuş gibi görünürse de, o hâl sâhici değildir. Bir çeşit münâfıklık, iki yüzlülüktür. Onun uyuşmuş gibi görünmesi, bir menfaat, bir şey elde etmek içindir.[109]

Beyit: Ey Hak yolcusu! Eğer sen, cansız, yâni taş ve kay gibi ruhsuz, duygusuz değil isen,gönül sâhibini ara. Eğer hakîkat sultânına zıt tabîatta değilsen, gönülle aynı cinsten olmaya bak. Yâni bir gönül sâhibi bul, tavsiyelerini can kulağı ile dinle.[110]

 

  1. Gönüller ışığa muhtaçtır.

Kur’an’da “Allah, göklerin ve yerin nûrudur. Onun nûru, tıpkı içinde kandil bulunan  küçük bir pencere “mişkat” gibidir. Bu kandil de küçük bir şişe içerisindedir.” (Nûr, 24/35) Buyruluyor. Sultan Veled âyette geçen “mişkat”ın velîlerin göğsü olduğunu söylüyor. Onların kalbi, kandil ve kalplerindeki mânâ, zeytinyağı, Hakk’ın vuslatı da “misbah”tır. Yerde, gökte,  arşta ve kürsüde bulunan her mahluk, nûru bu Hak adamlarının kalbinden alırlar.[111]   

Güneşin gökyüzünü ve yeri aydınlattığı gibi velîlerin gönülleri de Hak Teâlâ’nın sıfatlarının mazharları olarak etraflarına nur saçarlar, aydınlatırlar. Işığa muhtaç gönülleri karanlıklardan kurtarırlar. Kur’ân’da şöyle buyrulur; “… Ey Rabbim! Benim göğsüme genişlik ver! Dilimi çöz! Ki sözümü iyi anlasınlar.” (Tâ-hâ, 20/25,26,27) Tasavvufta Hz. Peygamber’in (a.s.) sağlığında yaptığı irşat vazîfesini ondan sonra ona vekâleten mürşid-i kâmillerin yaptığına inanılır. Çünkü onlar, vâris-i muhammedîdirler. Mevlânâ, irşad kudretinin Allah’tan peygamberlere ve Hz. Muhammed’e (a.s.) ondan da mürşitlere geçtiğini kabul etmektedir.[112]     

 

Beyit: Gökyüzünün yıldızları, yâni ay ve güneş karanlıkları giderirler. Hakk’ın mânevî yıldızları, yâni peygamberlerin ve velîlerin ruhları ise Hakk’ın sıfatına mazhardır. Bu sebeple dâima tesirlidir.

Beyit: Yıldızlar gibi pırıl pırıl parlayan tertemiz velîlerin ruhları da yeryüzündeki tesirleri gibi gökyüzündeki yıldızlara bile yardım ederler. Çünkü ilâhi tecelliye mazhar olan velîlerin ruhları batmaz. Nur saçar, fâni yıldızları nurlandırır.[113]

Beyit: Kâmil insan olmak için Sabâ meliki bile olsa, ondan, o dünyâ mülkünden vazgeçin. Balçıktan kurulmuş şu âlemin dışında nice mülkler var.[114]

 

  1. İçinde gönül nûru bulunmayan gönül, gönül değildir.

Cansız bir beden topraktan başka bir şey değildir. Can olmasa beden bir işe yaramaz. Mevlânâ’ya göre bedenin kıymeti can iledir. Cânın makbul olması ise gönül sâyesindedir. Gönüller farklı farklıdır; iyisi de vardır, kötüsü de vardır. Binâenaleyh her gönül de makbul değildir. Nitekim ışık vermeyen kandil, sözde kandildir, çünkü ışık vermez ve maksadı hâsıl edemez. Onun kandilliğinden beklenilen, etrâfına ışık vermesidir. Tıpkı bunun gibi nûru olmayan, etrâfına hakîkat nurlarını saçmayan gönül, gönül değildir. Bencillik kıskacından kurtulup hürriyetini elde edemeyen gönül, nefsin esîridir. Nefsin esîri olan gönül başkasına fayda veremez. Çok ilim tahsil etmesi, ciltler dolusu kitap okuyup yazması bir şey değiştirmez, çünkü gönlü haraptır. Konuştuğu Rahman’dan olmaz şeytandan olur. Yâni Mevlânâ mürşid-i kâmil olmak kolay değildir, herkes mürşid-i kâmil olamaz demek istiyor.

Mutasavvıflara göre bâtınî bir tasarrufa sâhip olup kalplere hükmetmek herkesin işi değildir. Tasavvuf ehline göre bir şeyhin irşat görevi yapabilmesi için Hz. Peygamber’e (a.s.) kadar uzanan kesintisiz bir irşat silsilesi içerisinde yer alması şarttır. İrşâda salâhiyetli olabilmenin maddî ve mânevî olmak üzere iki boyutu vardır. Maddî boyutu, kâmil bir mürşidin gözetiminde elde edilen tasavvuf eğitimidir. Bu eğitimden geçmeden de kişi evliyâ olabilir, ammâ insan yetiştiremez, insan eğitiminin metodunu öğrenmeden bu işin altından kalkamaz. Mânevî boyutu ise bu eğitim sonucunda mürşidin mürîdi irşâda ehil olup icâzet vermesidir. Bu icâzeti almayanlar her ne kadar kâmil birer mü’min olsalar da irşat yapamazlar, yapmaya kalkışsalar başarılı olamazlar. Zararları olur, faydaları olmaz.[115] Sultan Veled de Hakk’ın velîsini bir rahmet mâdeni ocağına benzetir. Herkes, onun görünen varlığından zevk bulur, rahata kavuşur. Onun nûrundan canlanır. O nur ise hiç eksilmez. Bu sıfatlara sâhip olmayan kimse velî değildir.[116]

Beyit: İçinde gönül nûru bulunmayan gönül, gönül değildir! Can olmadıktan sonra beden topraktan başka bir şey değildir!

Beyit: İçinde can nûru olmayan kandile, kandil deme; o, içine kirli, pis bir su konmuş bir şişedir![117]

 

  1. Hakk’ı inkâr edenin gönlü ışıklanmaz.

Hak Teâlâ’yı inkâr etmek en büyük karanlıktır. Kararmamış bir gönül Hakk’ı inkâr etmez. Bir evin bile bir mîmârı olmadan, kendiliğinden olduğunu kabul etmeyenler bu kâinâtın kendiliğinden var olduğunu nasıl kabul edebilirler? Diye soruyor Mevlânâ. Hakk’ı inkâr eden gönüller halîfelik makāmından aşağıların en aşağısına yuvarlanarak Allah’ın kendilerine verdiği yüce değeri kaybetmişlerdir. Şu halde îman en büyük nurdur, ancak  îmanlı gönüller kararmaz, inkâr ise en büyük karanlıktır. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de yüce Allah Şöyle buyuruyor; “…Onlara kulak ve gözler, kalpler vermiştik. Fakat ne kulakları, ne gözleri ne de kalpleri onlara fayda vermedi. Zîra Allah’ın âyetlerini inkâr ediyorlardı.” (Ahkāf, 46/26)

Mutasavvıf burada ruh beden birlikteliğine dikkat çekiyor. Yer âlemine mensup ve ona âit özellikleri taşıyan bedenimiz ile gök âlemine mensup ve ona âit özellikleri taşıyan rûhumuz ilâhi takdir gereği berâber olmuşlar ve muayyen bir zaman için şu dünyâda berâber yaşamaktadırlar. İnsan rûhu “rabbâni neyistan”dan kesilip unsurlar ve tabîat âlemine düştüğünde ruh, şehâdet âleminin hükmüne tâbi olan beden ile birleşir.[118] Dolaysıyla rûhumuz bu bayağı, kötü huylu, ahlâkı bozuk bedenimizle arkadaşlığa mecbur kalmıştır. Ruh, bayağı bir ortamda kötü bir arkadaşla yaşamaya sabır gösterdiği için çok yücedir. Kur’ân’da şöyle buyrulur; “Sonra onu düzeltip tamamlamış ve ona kendi rûhundan üfürmüştür. Sizin için kulaklar, gözler ve kalpler yaratmıştır. Siz pek az şükrediyorsunuz.” (Mü’minûn, 23/78)

Beyit: Hakk’ı inkâr edenin gönlünde de böyle bir ateş söndüren var, fakat körlüğünden görmüyor.

Beyit: Bilen, duyan gönül, nasıl olur da dönen şeyi bir  döndüren var, bunu bilmez?

Beyit: Ey hünersiz kişi, söyle bakalım, evin bir yapıcısı, bir mîmarı olmasını düşünmek mi daha akla uygundur, yoksa yapıcısı ve mîmarı olmadan evin kendi kendine meydana gelmesini düşünmek mi akla uygun gelir?[119]

Beyit: 1409. Balçıktan yaratılmış, çok fenâ huylu, çok haris, çok aç gözlü bir varlık olan bedenimiz ile, göklerden, ruh âleminden gelen tertemiz, ilâhi bir varlık olan, rûhumuz ezelî takdir gereği arkadaş olmuşlar, muvakkat bir zaman için şu dünyâda berâber yaşamaktadırlar. Asıl rûhumuzun bu bayağı, kötü huylu, ahlaksız birisi ile arkadaş olması, onun yaptığı bütün huzursuzluklara, kötülüklere ses çıkarmaması, onu sabretmeye alıştırdığı için iyidir. Çünkü sabır insanın içini açar, gönlünü ferahlandırır. Nitekim aziz Peygamberimiz Efendimiz “Sabır ferahlığın anahtarıdır” diye buyurmuşlardır.[120]

 

  1. Gönül asla yalan söylemez

Sâlih insanların gönlüne bâzen bir olaydan önce bir endişe bir sıkıntı gelebilir, kötü bir şeyler hissedebilirler. Bunlara vârid denir. Vârid, kulun kasdı olmaksızın kalbe gelen hâtıralar (havâtır, ilham, feyz) dır. Havâtır, bâzen meleğin bâzen de şeytanın ilkāsı ile (kalbe bir mânâ getirmesi ile) olur. Havâtır kalbe ilkā olunmak sûretiyle Hak Teâlâ cihetinden gelirse buna hâtır-ı Hak denir.[121] Mevlânâ sâlih kimsenin o sezişinin Hakk’ın nûruyla olduğu kanâatindedir. Nefsin doğru, kalbin yalan söylemeyeceğinde tasavvuf büyükleri ittifak etmişlerdir. Şeyhlerden birisi şöyle demiştir, “Şüphe etme ki, nefsin sana doğruyu, kalbin yalanı söylemez.”[122] Mevlânâ’ya göre insan-ı kâmilin gönlü bir uyarıcıdır. Nitekim Hz. Yakub’un da diğer oğulları, kardeşleri Hz. Yûsuf’u kendileriyle berâber götürmek istediklerinde gönlüne bir ateş düşmüştü. Bir kötülük sezmişti, gönlünün yanılmadığını da biliyordu. Zîra, gönül sâhibini aldatmaz, hiç yalan söylemez; çünkü onda arş nûrunun parıltısı vardır. İlk önce onlara mâni olmak istediyse de ısrarları karşısında direnmedi ve dediklerini yaptı.  Böylelikle Hakk’ın kazâ ve kaderine karşı gelmemiş oldu, Hz. Yûsuf’u onlarla gönderdi. Mevlânâ’da rızâyla mündemiç bir kader anlayışı vardır. Evvelen ve âhiren, her an Hak bir fiilde olduğundan, kulların yaptıklarının gerçek fâili de kendisidir. Şu halde Hak’tan gelene gönül rızâsıyla teslim olmak en güzel davranıştır. Hakk’a bağlı bir gönül kaderin hilâfına gitmez. Hz. Yâkub’un davranışını kendi kader anlayışı çerçevesinde değerlendiren Mevlânâ gönlü şöyle konuşturur; “Mâdem ki Allah’ın takdîri böyle, O böyle olmasını istiyor, varsın olsun!”

Beyit: İyi bir insanın gönlüne herhangi bir şey yüzünden bir kötülük gelirse, bu boş yere gelmez!

Beyit: O sezişi, o anlayışı Hakk’ın anlayışı bil; vehim bilme! Müminin gönlündeki nur, o anlayışı levhinden, levh-i mahfûz’dan okumuştur!

Beyit: Güzel huylu Yâkup peygamber de, kardeşleri Yûsuf için izin almak istedikleri zaman

 Beyit: Yâkup; “Şunu biliyorum ki; onun benim yanımdan ayrılması gönlümü yakıyor; içime dert, bir mahzunluk getiriyor!

Beyit: Şu gönlüm beni hiç aldatmaz, hiç yalan söylemez! Çünkü gönülde, arş nûrunun parıltısı var!

Beyit: Yâkup’un gönlüne gelen şey, bu işteki fesadın, kötülüğün kat’i bir delîli fakat; kazâ ve kaderden korunması mümkün değildi!

Beyit: İçine belirli şüpheler düştüğü halde, yine de Yûsuf’u gönderdi. Çünkü, kazâ ve kaderden korunması mümkün değildi! [123]

Beyit: Şu kazânın, şu kaderin çeşit çeşit, renk renk işleri, gözbağları var; “Allah ne dilerse o olur.”

Beyit: Gönül, kaderin hünerini hem bilir, hem bilmez; mührünü basmak, hükmünü yürütmek için demiri bile mum gibi yumuşatır.

Beyit: Gönül der ki; “Mâdem ki Allah’ın takdîri böyle, O böyle olmasını istiyor, varsın olsun!”[124]

 

 

  1. Gönüle gelenleri gizlemek gerekir

Tasavvuf herşeyden önce yaşanan bir “hal”dir; bunun başkalarına aktarılması, nakledilmesi âdetâ imkansızdır. Mistik tecrübe ânında yaşanan ilişki, günlük ilişki çerçevelerinin ötesinde, aşkın bir özellik gösterir. Bundan dolayı onu kelimelere dökmek ve bu hâli yaşamayan kimselere onun hakkında bilgi vermek pek mümkün görünmemektedir.[125] Tasavvufun hal olduğu ifâde edilmekle birlikte bir çok konusu da zaman içersinde yazıya dökülmüştür. İrili ufaklı pek çok eser verilmiştir. Ancak mutasavvıflar “Tasavvufta bâzı konular vardır ki sözle bir yere kadar söylenebilir, daha ötesini söylememek gerekir, o ehlince mâlumdur” görüşünü her zaman korumuşlardır. Yazılanların muhatapların seviyesine uygun olduğu kanâatindedirler. Yazılanların hâricinde kendilerine öyle haller zuhur eder ki söylenmesinde pek çok sakıncalar vardır. Nitekim Hallac söyledi, başını verdi. Zünnûn Mısrî’ye “Kalbini en iyi biçimde koruyan kimdir?” diye sormuşlar, o da “Diline en çok hâkim olan” diye cevap vermiştir.[126] Mevlânâ da gönle gelenlerin tamâmen söylenmeyeceği kanâatindedir.  Çünkü gönlün her hâlini söz ile söylemek mümkün değildir. Mevlânâ’da da tasavvufun sözden ziyâde hal olduğu fikri hâkimdir. Söz ile anlatılması mümkün olan durumlar ehline açıklansa da bir an gelir söz biter. Oradan öteye söze mahal yoktur. Yazılamayan hallerin ancak yaşanarak bilinebileceğini ifâde eder. Mutasavvıflar yaşadığı bu halleri zevk ve vecd diye nitelendirirler. Sûfî hakîkati gördüğü zaman onun görüşü özel bir halde özel bir idrâk olayıdır; bu hal insanın normal şuur hâli değildir, idrâki de bizim anladığımız cinsten (duyu organlarıyla) bir idrâk değildir. Vecd denilen hal işte budur.[127]

Beyit: Bu konular, buraya kadar söylenebilir; bundan sonra gönle gelenleri gizlemek, söylememek gerekir!

Beyit: Söylemeye uğraşsan, yüzbinlerce gayret sarfetsen faydasız kalır, meydana çıkmaz!

Beyit: Atın, üzenginin gidişi denize kadardır; denize vardıktan sonra, insana tahta bir at lâzımdır.[128]

Oğlu Sultan Veled de şöyle söyler; “Onlar vâsıl oldular ve öteye bile geçtiler; fakat kelime ve cümleye ancak bu dördüncü yüzünün mânâsını sığdırabildiler. Meselâ, bir insan karadan yola çıksa, kara yolunun menzillerini, şehirlerini, dağlarını, sahralarını, çimenliklerini … anlatabilir, bunlar tasvire sığar; fakat bu adamın yolu gitgide denize dayansa, bu deniz üzerindeki yolculukta gâyeye vâsıl olduktan katettiği menzilleri, yoları nasıl anlatabilir?[129]

 

  1. Gönülsüz infak makbul değildir.

Yardımlaşma insanlar arası ilişkilerde önemli bir yere sâhiptir. Zenginin fakîre yardım etmesi zengin ile fakir arasında bir sevgi ve meveddet oluşmasını sağlar. İnfak zenginlikle kāim bir haslettir. İnsanlara verme, bağışta bulunma denilince zenginler akla gelir. Çünkü vermek için zenginlik gerekir. Ancak burada çok hassas bir konu vardır ki çoğu zengin buna dikkat etmez. Veren kişi Allah’tan geleninin yine O’na gittiğini unutur. Yâni o malı ve zenginliği kendisine Allah vermiştir, mülkün gerçek sâhibi Allah’tır. İnfak eyleminde bir mal bir zengin vâsıtasıyla bir fakire gitmektedir. Bâzı zenginler “ben malımı fakire veriyorum”, “ben ne iyi bir iş yapıyorum”, “ben cömert bir insanım gibi” düşüncelere kapılıp kendinde bir varlık görürler, ya da reklamlarını yapak isterler. Bu durum İslâmî açıdan zararlıdır. Çünkü  infak yapan, yaptığı iyilikte kendisini üstün görüp verdiğini kendinden bilirse Hakk’ı unutur, araya gurur ve kibir sokar. Başkalarından takdir beklemek, ya da kendini infak yapmaya mecbur hissetmek sonucunda yapılan iyilikler Hakk’ın beklediği davranışlar değildir. Bu şartlarda kişi görünüşte infak yapsa bile gerçekte Hakk’ın rızâsından uzaklaşır. Hakk’ın rızâsına uymayan infâkın Hak katında bir değeri yoktur. Çünkü rızâsız infak gönülden değildir. Dînî olgunluk, davranışların alışkanlık ve dış baskılar sonucu değil, şuurlu bir istek ve tercih ile ortaya konulmasını gerektirir. Bu durum psikolojik açıdan bir şahsiyet bütünlüğü sağlar.[130]

Beyit: 880. Ey zengin! Sen Allah’ın huzûruna yüz çuval altın götürsen, Cenâb-ı Hak buyurur ki; “Ey getirdiği yükler altında iki büklüm olan kişi, bana gönül getir, gönül…

Beyit: 881. Eğer o gönül senden râzı ise, ben de senden râzıyım. Ama gönül senden yüz çevirmişse, ben de senden yüz çeviririm.

Beyit: 882. Ben sana bakmam, gönüle bakarım. Ey can! Armağan olarak bana gönül getir.

Beyit: 883. Gönül, seninle nasılsa ben de öyleyim. Cennetler anaların ayakları altındadır. Evlatlar, annelerinin gönüllerini kırmazlar, onlara saygı gösterirlerse, onların hürmetine cennete gireceklerdir.

 

  1. Şu dünyâda yaşayanlar yüz renkli ve yüz gönüllüdür

Mevlânâ’yı ve düşünce sisteminin temellerini iyi kavramak için; onu yetiştiren sosyal şartların bilinmesi gerekir. İçinde yaşadığı toplumun izlerini taşımayan, devrinin sosyal ve kültürel sarsıntılarından nasibini almayan insanların, büyük ve ulvî düşünce sâhibi olmaları oldukça zordur. Mevlânâ da içinde yaşadığı XIII. yüzyılın sosyal ve kültürel ortamının olaylarından oldukça etkilenmiştir. Beş yaşlarında iken babası ile birlikte Belh şehrini terketmek zorunda kalması, peşinden Moğol istilasını yaşaması gibi olaylar Mevlânâ’nın çok erken yaşlarda çok büyük olaylarla duygulanan, içlenen bir gönül sâhibi olmasını sağlamıştır.[131]

Ancak şunu da belirtmek gerekir ki Mevlânâ sâdece yaşadığı asrı değil, kendisinden sonraki yüzyılları ve çağımızı bile etkileyebilmiş ender insanlardan biridir. Sonsuz yoruma açık, evrensel nitelikli hikmetleri ile insanlık üzerinde çok etkili olmuştur.[132]

İçinde bulunduğu çağı kötü bulup şikâyetçi olmak düşünen insanların ekserisinde görülen bir durumdur. Aynı serzenişi Mevlânâ’da da görüyoruz. Gerçi onun asrı gerçekten mensup oduğu toplum açısından içler acısıydı, devamlı harpler, hicretler ve işgaller görmüştü. Yâni şikâyetçi olmakta haklıydı. Yaşadıklarının da etkisiyle Mevlânâ’ya göre de dünyâda ekseriya kötü gönüllüler hükümrandır. Onlar gücü ve iktidârı ele geçirmiştir. Kimisi kötülüklerini iyilik maskesi arkasında sinsice yaparken, kimisi yeryüzünü ifsat ettiği halde ıslah ediyorum iddiasında bulunmaktadır. Yaşadığımız zaman günahkârların, kötülerin devridir. Yûsuflar kuyu dibinde, firavunlar pâdişahlık makāmındadır. Hikmetli kişiler gizlenmek zorunda kalırken, karanlık ruhlular meydâna sâhip olmuşlardır. Öyle zorbalar türemiştir ki gönüllerinde gizledikleri  kötülükleri dışa vurmuşlardır. Kötülüklerinden utanmak şöyle dursun, yaptıklarını saklamaya bile gerek duymamaktadırlar. Âdetâ rezillik onlar için bir iftihar vesilesi olmuştur.

Beyit: Şimdi insanların sırları, gizli şeyleri, alacalı öküzün rengi gibi dışa vurmuş, gizlenemez olmuş. Çeşitli kanaat, çeşitli îman sâhibi arasında söz iği yüzlerce renkli iplik büküyor.

Beyit: Şu anda dünyâda yaşayan insanlar, yüz renklidir. Yüz gönüllüdür. Böyle bir dünyâda, bir renkli âlem nasıl bulunabilir?

Beyit: Şimdi zencinin devri… Rum diyârına mensup olan beyaz renkli güzel, gizlendi. Yâni bulunduğumuz zaman, günahkârların, karanlıkta kalmış olanların zamanı… beyaz yüzlü, nurlu kişiler gizlendi. Şimdi gece, güneş görünmüyor.

Beyit: Şimdi kurtların dolaştığı devirdir. Yûsuf kuyunun dibinde, şimdi Kıptîlerin nöbeti… Firavun da pâdişah olmuş.[133]

 

Sonuç: Sâdece yaşadığı toplumu ve çağı derinden etkilemekle kalmayıp etkisini günümüzde de artarak devam ettiren, duygulu gönülleri kendine hayran bırakan Mevlânâ, insanlığın gördüğü müstesnâ şahsiyetlerden birisidir. İnsanlara şifâ olan fikir ve duygularını aşk ve vecd ile ifâde eden ünlü mutasavvıf Mevlânâ, diğer eserlerinde olduğu gibi Mesnevî’de de aşk ve vecdin kaynayıp coştuğu gönle büyük bir önem vermiştir.  Görünüşte orta sınıf halk tabakasına öğretici hikâyeler anlatılması şeklinde kurgulanan Mesnevî, baştan sona İslâm dîninin birinci kaynakları Kur’ân ve hadîslere atıflarla doludur. Mesnevî, Kur’ân ve mübelliği Hz. Muhammed’in (s.a.s.) söz ve fiillerinin  –onları gönlüne yerleştirmiş bir ağız tarafından- yeniden dile getirilmesidir.

Mevlânâ gönlünden kopup gelerek dile getirdiği beyitlerinde asıl vatanından bir kamış gibi kopartılıp değişik meclislerde ve değişik coğrafyalarda inleyen bir ney misâli fânîlik âlemine düşen “Hakk’ın halîfesi”ne asıl yurdunu hatırlatmış, oraya yükselmenin yollarını göstermiştir. İnsanların maddî perdeleri kaldırıp ilâhi âleme yükselmesi için selim bir kalbe ihtiyaçları vardır. Mevlânâ âlemi, yâni “mâ sivallah”ı Hakk’ın ilâhi esmâ ve sıfatlarının birer tecellîsi olarak görmüştür. Bu sebeple fikir dünyâsının merkezine insanı ve insanın merkezine de kalp ve gönlü koymuştur. Âlem, Hakk’ın isim ve sıfatlarının tecellî ettiği bir ayna ve insan da bu aynanın cilâsıdır. En mükemmel tecellî insanın yaratılmasıyla ve bizzat insanın kendisinde zuhur etmiştir. Hak Teâlâ insan hakkında “halîfe” tâbirini kullanmıştır. İnsanın mükemmelliği maddî sûretinden ziyâde taşıdığı cevher ve özden kaynaklanmaktadır. Çünkü insan, maddesi îtibârıyla su ve toprak gibi süflî unsurlardan müteşekkildir, bu yönüyle herhangi bir rüçhâniyeti yoktur. Nitekim İblis de insanı bu yönüyle değerlendirmiş ve kendini ondan üstün görmüştür. Bunun sonucunda insana secde etmeyerek Hakk’a isyan etmiştir. Hak Teâlâ insanı diğer varlıklara karşı  eşyânın bilgisine sâhip olmasıyla üstün tutmuştur.

Mevlânâ insan cinsine bu değeri verdikten sonra insanlar içinde de bir derecelendirme yapmış ve Hz. Muhammed’i Hakk’ın âlemdeki tecellîsinin görüldüğü en büyük ayna kabul etmiştir. Ona göre Hz. Muhammed hem beşer Hz. Muhammed olarak hem de hakîkat-i muhammediye bakımından kendisinde ilâhi hakîkatlerin seyredildiği biricik aynadır. Diğer peygamberler ve velîler ışıklarını ondan alırlar ve etraflarına saçtıkları ilim ve hikmet onun sâyesindedir. Işığını Hz. Muhammed’den alan gönüller etraflarına “mârifetullah” denilen ilâhi hikmeti saçarlar. Bunun için tasavvufta bilginin merkezi kalptir, gönüldür. Beşerî kirlerden arınmış, cilâsını kaybetmemiş bir kalp Hakk’ın nazargâhıdır. Hakk’ın nazargâhı olan bir gönle gelen bilgiler vâsıtasız olarak doğrudan Hak’tan geldiği için doğrudur, onda şek ve şüphe yoktur.

Mevlânâ Mesnevî’de kalp-gönül konusunu işlerken tasavvufî eğitim sisteminin bütün merhalelerine atıflarda bulunarak Hakk’ın istediği “selim kalb”i anlatmış, onun nasıl elde edileceğinin yollarını göstermiştir. Bunu başta ayna remzi olmak üzere değişik benzetmeler ve anlatıp biçimleriyle yapmıştır. Ona göre “selim bir kalbe sâhip olabilmek için ilk önce Hakk’ı tanımak ve O’na teslim olmak gerekir, çünkü inkâr en büyük karanlıktır. Allah’a îman eden gönüller Hz. Muhammed’in yoluna girmek sûretiyle temizlenmeye başlarlar. Temiz bir gönle sâhip olmak öyle sanıldığı gibi kolay bir hâdise değildir. Çok titiz bir çalışma ister. Çünkü cam gibi parlak olan gönül her an kirlenebilir, gönül kirleri en başta kendini beğenme olmak üzere makam ve mevki hırsı, şehvetin her türlüsü, haset, kıskançlık v.b.dir. Kalbe düşen mânevî kirlerin çıkarılması zordur. Bunun için insanların bir rehbere ihtiyâcı vardır. Hz. Muhammed (a.s.) insanlığın kurtuluşun biricik delîlidir, onun yolundan gidenler gönüllerini temizleyip Hakk’ın selim sıfatını verdiği kalbi elde edebilirler, ancak Hz. Muhammed (s.a.s.) bu dünyâda aramızda olmadığına göre onu örnek almak nasıl olacaktır? Tasavvufta bu soruya cevap “vâris-i muhammedî” denilen üstün insanlar sâyesinde diye cevap verilir. Mevlânâ da “mürşid-i kâmil”, “insan-ı kâmil” “Hakk’ın velîsi” gibi tâbirlerle vasfedilen bu mükemmel insan tipine büyük değer verir. Onları insan cinsinin özü ve Hakk’ın varlık âlemindeki en mükemmel tecellîsi olarak görür.

Netîcede Mevlânâ’ya göre insan Hakk’ın halîfesi ve varlık dünyâsının göz bebeğidir, kâinattaki en değerli varlıktır. Ancak insan bu değeri kendisinden bilip gurur ve kibire kapılmamalı, tevâzuu elden bırakmamalıdır. Çünkü değerini koruyamazsa Kur’ân’ın ifâdesiyle “Aşağıların en aşağısına” düşebilir. İnsanın değerini bilip koruması kendi irâdesi ve ihtiyârına bağlıdır. Çünkü Allah her ne kadar bir kader ve kazâ çizmişse de insanlara da bir irâde ve ihtiyâr vermiştir. Bir de Hak Teâlâ küfre rızâsının olmadığını belirtmekle bu hürriyetin nasıl kullanılacağına vurgu yapmış ve insanın irâdesini güzellik yönünde kullanmasını istemiştir. İşte Mevlânâ insanlara kendi seçme haklarını Hak’ın râzı olduğu yönde kullanarak, geldikleri yüce âleme selim bir kalp ile dönmelerini tavsiye etmektedir.

 

 

Abstract

Mevlânâ is a lovingman. This speciality made him immortal in the history of civilization. Mevlânâ tought how to be a lovingman and have a special heart in this Mesnevi writing like in the other publishing. We tried to explain Mevlânâ’s love and heart subject in the different types of the topics in this writing.

 

 

Bibliyografya

 

Afîfî Ebu’l-Alâ, Fusûsu’l-Hikem Okumaları İçin Anahtar, et-Ta’lîkât alâ Fusûsi’l-hikem, trc. Ekrem Demirli, İz Yayıncılık, İstanbul 2000.

Aktuna Yıldırım, Ruh Sağlığı Açısından Mevlânâ Düşüncesi, Selçuk Üniversitesi 1. Milletlerarası Mevlânâ Kongresi (tebliğler), Konya 3-5 Mayıs 1987.

Annemarie Schimmel, Tasavvufun Boyutları, çev. Yaşar Keçeci, Kırkambar Kitaplığı,  İstanbul 2000.

Arpaguş Safi, Mevlânâ’nın Dînî Anlatım Metodu, Basılmamış Doktora Tezi,Marmara Ünv. Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2001.

Aydın Mehmet, Hz. Mevlânâ’nın Yaşadığı Devrin –Sosyal Yapısı-, Selçuk Üniversitesi 2. Millî Mevlânâ Kongresi (tebliğler), Konya 3-5 Mayıs 1986.

Aytekin Ülker, Sarı Abdullah Efendi ve Mesnevî-i Şerif Şerhi, Yayınlanmamış doktora tezi, M. Ünv. Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2002.

Can Şefik, Konularına Göre Açıklamalı Mesnevî Tercümesi, Ötüken,  İstanbul 1997

Can Şefik, Mevlânâ- Hayatı Şahsiyeti Fikirleri, Ötüken, 1995.

Cebecioğlu Ethem, İmâm-ı Rabbânî Hareketi ve Tesirleri, Erkam Yayınları, İstanbul 1999.

Demirci Mehmet, Mesnevî’de Akıl-Aşk Karşılaştırması, Selçuk Üniversitesi 4. Milli Mevlânâ Kongresi (tebliğler), Konya 12-13 Aralık 1989.

Demirci Mehmet, Mevlânâ’dan Düşünceler, Kitabevi, İzmir 1997.

Ebu Tâlib el-Mekkî, Kūtu’l-Kulûb, trc. Prof. Dr. Yakup Çiçek, Umran Yayınları, İstanbul 1999.

Ebu’l-Hasan en-Nedvî, Duygu ve Düşüncede Tâzelik Hz. Mevlânâ, trc. Mehmet Eminoğlu, Hizmet Kitabevi, Konya 1986.

Güngör Erol, İslâm Tasavvufunun Meseleleri, Ötüken, II. baskı İstanbul 1987.

Hökelekli Hayati, Din Psikolojisi, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları,  Ankara 2003.

İbn Kayyim el- Cevziyye, Âşıklar Kitabı Ravdatu’l-Muhibbîn ve Nuzhetu’l-Muştâkîn, trc. Feyzullah Demirkıran- Savaş Karabaş, Şûle Yayınları, İstanbul 2001.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Kalbin İlacı, ed-Dâve’d-Devâ, trc. Savaş Kocabaş, Elif Yayınları 2003.

Kabaklı Ahmet, Mevlânâ, İstanbul 1984.

Kara Kerim, Karabaş Velî Hayatı, Fikirleri, Risâleleri, İnsan yayınları, İstanbul 2003.

Kara Kerim, Aziz Mahmud Hüdâyi’nin Hulâsatü’l-Ahbâr Adlı Eserinin Tahkik, Tahric, Tercüme ve Tahlili, basılmamış yüksek lisans tezi,İstanbul 1994.

Kocatürk Saadettin, Mevlânâ’nın Divânı’nda Aşkın Çilesini Çekmek, Selçuk Üniversitesi II.Milletlerarası Mevlânâ Kongresi (tebliğler), Konya 3-5 Mayıs 19120.

Konuk  A. Avni, Fusûsu’l-Hikem Tercüme ve Şerhi, hazırlayanlar, Mustafa Tahralı- Selçuk Eraydın, İFAV, İstanbul 1994.

Konuk A. Avni, Tedbîrât-ı İlâhiyye Tercüme ve Şerhi,  İbn Arabi, haz. Mustafa Tahralı, İz Yayıncılık,  İstanbul 1992.

Kuşeyrî Risâlesi, trc. Süleyman Uludağ, Dergah Yayınları, İstanbul 1991.

Mevlânâ, Fîhi mâ Fîh, Tercüme, Ahmed Avni Konuk, yayına hazırlayan Selçuk Eraydın, İz Yayıncılık, İstanbul, 1994.

Mıan Beşir Ahmed, Rûmî ve İkbal, Pakistan Basın Ataşeliği Ankara, La Turquıe Moderne Basımevi İstanbul 1952.

Nıcholson R.A., Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Terc. Ayten Lermioğlu, Tercüman 1001 Temel Eser, tarihsiz.

Pekolcay Neclâ, Mevlânâ’nın Mesnevî’sinde Mânâ Dilinin Husûsiyetleri, Selçuk Üniversitesi 3. Millî Mevlânâ Kongresi (tebliğler), Konya 12-14  Aralık 1988.

Sevgi Ahmet, Gönül Kâbesi ve Mevlânâ, 8. Mevlânâ Kongresi (Tebliğler), Konya  6-7 Mayıs 1996.

Sultan Veled, Maârif, çev. Meliha Ü. Anbarcıoğlu, Tercüman 1001Temel Eser, İstanbul 1984.

Sühreverdi Şihâbüddin Ömer, Avârifü’l-Maârif, hazırlayanlar, H.Kâmil yılmaz-İrfan Gündüz, Tasavvufun Esasları, Vefa Yayıncılık, İstanbul, Tarihsiz.

Şâhin Naim, Mevlana C. Rumi ve G.W.F. Hegel’de “Aşk, Varlığın Birliği ve Ölüm” Meselesi, Selçuk Üniversitesi, X. Millî Mevlânâ Kongresi (Tebliğler), Konya 2-3 Mayıs 2002.

Şentürk Habil, İbâdetin Psikolojisi Hz. Peygamber Örneği, İz Yayıncılık, İstanbul 2000.

Taneri Aydın, Mevlânâ Âilesinde Türk Milleti ve Devleti Fikri, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara 1987.

Tarlan Ali Nihat, Mevlana Celâleddîn-i Rûmî, Varoğlu Yayınevi, İstanbul tarihsiz.

Top Hasan Hüseyin, Mevlevî Usûl ve Âdâbı, Ötüken, İstanbul  2001.

Uludağ Süleyman, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, Marifet Yayınları, İstanbul 1991, s.274.

Yâkıt İsmail, Batı Düşüncesi ve Mevlânâ, Ötüken İstanbul 1993.

Yıldırım Ahmet, Tasavvufun Temel Öğretilerinin Hadislerdeki Dayanakları, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara 2000.

 


kekara@mynet.com

[1] Annemarie Schimmel, Tasavvufun Boyutları, çev. Yaşar Keçeci, Kırkambar Kitaplığı,  İstanbul 2000, s.354.

[2] Arpaguş Safi, Mevlânâ’nın Dînî Anlatım Metodu, Basılmamış Doktora Tezi, Marmara Ünv. Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2001, s.120.

[3] Can Şefik, Mevlânâ- Hayatı Şahsiyeti Fikirleri, Ötüken, 1995, s.414.

[4] Yıldırım Ahmet, Tasavvufun Temel Öğretilerinin Hadislerdeki Dayanakları, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara 2000, s.238.

[5] Hadislerin tahric ve değerlendirmesi için bkz. Yıldırım Ahmet, a.g.e.,  s.240-241.

[6] Uludağ Süleyman, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, Marifet Yayınları, İstanbul 1991, s.274.

[7] [7] Yıldırım Ahmet, a.g.e., s.239.

[8] Genelde bu sıralama şu şekildedir; kalp, ruh, sır, hafi, ahfa.

[9] Can Şefik, Konularına Göre Açıklamalı Mesnevî Tercümesi, Ötüken,  İstanbul 1997, c.I., s. 11. Konuyu işlerken Şefik Can beyin verdiği başlıklardan yararlandık. Dipnotlarda Mesnevîdendiğinde Şefik Can’ın tercümesi kastedilmiştir.

[10] Aytekin Ülker, Sarı Abdullah Efendi ve Mesnevî-i Şerif Şerhi, Yayınlanmamış doktora tezi, M. Ünv. Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2002, s.208.

[11] Konuk  A. Avni, Fusûsu’l-Hikem Tercüme ve Şerhi, hazırlayanlar, Mustafa Tahralı- Selçuk Eraydın, İFAV, İstanbul 1994, c.I. s. 42.

[12] Konuk  A. Avni, a.g.e., c.I.s. 61.

[13] Konuk  A. Avni, a.g.e., c.I.s. 158.

[14] Mevlânâ, Fîhi mâ Fîh, Tercüme, Ahmed Avni Konuk, yayına hazırlayan Selçuk Eraydın, İz Yayıncılık, İstanbul, 1994, s.73.

[15] Konuk  A. Avni, a.g.e., c.I.s.119.

[16] Yâkıt İsmail, Batı Düşüncesi ve Mevlânâ, Ötüken İstanbul 1993, s. 30.

[17] Afîfî Ebu’l-Alâ, Fusûsu’l-Hikem Okumaları İçin Anahtar, et-Ta’lîkât alâ Fusûsi’l-hikem, trc. Ekrem Demirli, İz Yayıncılık, İstanbul 2000, s.59-60.

[18] Mesnevî, c.I., s.107.

[19] Mesnevî, c.I., s.264.

[20] Kuşeyrî, s.136.

[21] Sevgi Ahmet, Gönül Kâbesi ve Mevlânâ, 8. Mevlânâ Kongresi (Tebliğler), Konya  6-7 Mayıs 1996, s.29.

[22] Kuşeyrî Risâlesi, trc. Süleyman Uludağ, Dergah Yayınları, İstanbul 1991, s. 196.

[23] Mesnevî, c.I., s.264.

[24] Sühreverdi Şihâbüddin Ömer, Avârifü’l-Maârif, hazırlayanlar, H.Kâmil Yılmaz-İrfan Gündüz, Vefa Yayıncılık, İstanbul, tarihsiz, s.337.

[25] Mesnevî, c.I., s.92.

[26] Mesnevî, c.I., s.92.

[27] Mevlânâ, Fîhi mâ Fîh, s.88.

[28] Mevlânâ, Fîhi mâ Fîh, s.24.

[29] Sultan Veled, Maârif, çev. Meliha Ü. Anbarcıoğlu, Tercüman 1001Temel Eser, İstanbul 1984, s.160.

[30] Mesnevî, c.I., s.176.

[31] Mesnevî, c.I., s.107.

[32] Kuşeyrî Risâlesi, s. 100.

[33] Mesnevî, c.I., s.176.

[34] Mesnevî, c.I., s.207.

[35] Mesnevî, c.I., s.207.

[36] Mesnevî, c.I., s.208.

[37] Taneri Aydın, Mevlânâ Âilesinde Türk Milleti ve Devleti Fikri, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara 1987, s.192.

[38] Mesnevî, c.II., s.566.

[39] Demirci Mehmet, Mevlânâ’dan Düşünceler, Kitabevi, İzmir 1997, s.101.

[40] Bilindiği kadarıyla İslâm dünyâsında “insan-ı kâmil” tâbirini ilk kullanan İbn Arabî’dir. İbn Arabî aynı anlama gelen başka tâbirler de kullanmıştır. Meselâ “Nûr-i muhammed”, “Hakîkatü’l-hakîkatü’l-hakāyık”, “Aslu’l-âlem”, Merkezü’d-dâire”. Kara Kerim, Aziz Mahmud Hüdâyi’nin Hulâsatü’l-Ahbâr Adlı Eserinin Tahkik, Tahric, Tercüme ve Tahlili, basılmamış yüksek lisans tezi,İstanbul 1994, s.25.

[41] Buhâri, Rikak 38.

[42] Mesnevî, c.III., s.80.

[43] Mesnevî, c.III., s.81.

[44] Pekolcay Neclâ, Mevlânâ’nın Mesnevî’sinde Mânâ Dilinin Husûsiyetleri, Selçuk Üniversitesi 3. Millî Mevlânâ Kongresi (tebliğler), Konya 12-14  Aralık 1988, s.205.

[45] Mıan Beşir Ahmed, Rûmî ve İkbal, Pakistan Basın Ataşeliği Ankara, La Turquıe Moderne Basımevi İstanbul 1952, s.8.

[46] Top Hasan Hüseyin, Mevlevî Usûl ve Âdâbı, Ötüken, İstanbul  2001, s.29.

[47] Can Şefik, Mevlânâ- Hayatı Şahsiyeti Fikirleri, s.276-277.

[48] Ebu’l-Hasan en-Nedvî, Duygu ve Düşüncede Tâzelik Hz. Mevlânâ, trc. Mehmet Eminoğlu, Hizmet Kitabevi, Konya 1986, s.74.

[49] Mesnevî, c.I., s.210-211.

[50] Kabaklı Ahmet, Mevlânâ, İstanbul 1984, s.110.

[51] Tarlan Ali Nihat, Mevlana Celâleddîn-i Rûmî, Varoğlu Yayınevi, İstanbul tarihsiz, s.28.

[52] Demirci Mehmet, Mesnevî’de Akıl-Aşk Karşılaştırması, Selçuk Üniversitesi 4. Milli Mevlânâ Kongresi (tebliğler), Konya 12-13 Aralık 1989, s.153.

[53] Ebu Tâlib el-Mekkî, Kūtu’l-Kulûb, trc. Prof. Dr. Yakup Çiçek, Umran Yayınları, İstanbul 1999, c.II. s.14-15.

[54] Mesnevî, c.II., s.567.

[55] Mesnevî, c.II., s.567.

[56] el- Cevziyye İbn Kayyim, Âşıklar Kitabı Ravdatu’l-Muhibbîn ve Nuzhetu’l-Muştâkîn, trc. Feyzullah Demirkıran- Savaş Karabaş, Şûle Yayınları, İstanbul 2001, s.113.

[57] Mesnevî, c.I., s.229.

[58] Mesnevî, c.I., s.229.

[59] Nıcholson R.A., Mevlânâ Celâleddin Rûmî, trc. Ayten Lermioğlu, Tercüman 1001 Temel Eser , tarihsiz, s.109. (Mesnevî, II. 858)

[60] Mesnevî, c.I., s.362.

[61] Arpaguş Safi, a.g.e., s.253.

[62] Mesnevî, c.I., s.367.

[63] Sultan Veled, a.g.e., s.130.

[64] Mesnevî, c.I., s.367.

[65] Mesnevî, c.I., s.367.

[66] Mesnevî, c.I., s.367.

[67] Schimmel, a.g.e., s.369.

[68] Cebecioğlu Ethem, a.g.e., s.116.

[69] Mesnevî, c.I., s.367.

[70] Şâhin Naim, Mevlana C. Rumi ve G.W.F. Hegel’de “Aşk, Varlığın Birliği ve Ölüm” Meselesi, Selçuk Üniversitesi, X. Millî Mevlânâ Kongresi (Tebliğler), Konya 2-3 Mayıs 2002, s.275.

[71] Kocatürk Saadettin, Mevlânâ’nın Divânı’nda Aşkın Çilesini Çekmek, Selçuk Üniversitesi II.Milletlerarası Mevlânâ Kongresi (tebliğler), Konya 3-5 Mayıs 19120, s. 61.

[72] Mesnevî, c.I., s.16.

[73] İbn Arabî insanın kalbine yerleşmiş olan nefs-i hayvâniyyesinden bir nur çıktığını ve cisminin parmak uçlarına kadar her tarafına sirâyete ettiğini söyler.  Bu nur güneş ışıklarının uzaydaki yıldızlarda yansıdığı yansıyıp dimağa varıncaya kadar ilerler. Bahsedilen nur birbiri ardınca geliş ve yayılışı neticesi akla ulaşır ki, işte bu anda kalpte bulunan” basîret gözü” ondan istifâde eder, feyizlenir. Bu basîret gözü hissî bir şey değildir, mânevî bir gözdür. Konuk A. Avni, Tedbîrât-ı İlâhiyye Tercüme ve Şerhi,  İbn Arabi, haz. Mustafa Tahralı, İz Yayıncılık,  İstanbul 1992,  s.401.

[74] Sultan Veled, a.g.e., s.96.

[75] Mesnevî, c.II., s.89.

[76] Mesnevî, c.II., s.189

[77] Mesnevî, c.II., s.427.

[78] Mesnevî, c.II., s.514.

[79] el-Mekkî, a.g.e., s.32.

[80] Mesnevî, c.III., s.537.

[81] Mesnevî, c.III., s.293-294.

[82] Mesnevî, c.III., s.295.

[83] Kuşeyrî, s.129.

[84] Kuşeyrî, s.134.

[85] Yılmaz Hasan Kâmil,  Anahatlarıyla Tasavvuf ve Tarîkatlar, Ensar Neşriyat, II. Baskı, İstanbul 1997, s.204

[86] Mesnevî, c.II., s.145.

[87] Mesnevî, c.III., s.654.

[88] Mesnevî, c.I., s.348-349.

[89] Can Şefik, Mevlânâ Hayatı Şahsiyeti Fikirleri, s.417.

[120] Kuşeyrî, s.129.

[91] Mesnevî, c.I., s.194.

[92] Hakîm Tirmizî (Nevâdiru’l-usûl, II, 336) bu hadîsi kalplerin mârifet hazînesi olmasıyla ilgili olarak zikretmiştir. Daha geniş bilgi için bkz. Yıldırım Ahmet, a.g.e.,  s.251.

[93] Mesnevî, c.II., s.80.

[94] Sultan Veled, a.g.e., s.166.

[95] Mesnevî, c.II., s.567.

[96] Mesnevî, c.II., s.645.

[97] Mesnevî, c.II., s.499.

[98] Arpaguş Safi, a.g.e., s.330.

[99] Arpaguş Safi, a.g.e., s.333.

[100] İbn Kayyim el-Cevziyye, Kalbin İlacı, ed-Dâve’d-Devâ, trc. Savaş Kocabaş, Elif Yayınları 2003, s.72.

[101] Mesnevî, c.II., s.520.

[102] Cebecioğlu Ethem, İmâm-ı Rabbânî Hareketi ve Tesirleri, Erkam Yayınları, İstanbul 1999, s.112.

[103] Kuşeyrî, s.153.

[104] Mesnevî, c. II., s.567.

[105] Arpaguş Safi, a.g.e., s.301.

[106] Mesnevî, c.II., s.211.

[107] Mesnevî, c.II., s.213.

[108] Sühreverdi, a.g.e., s.566.

[109] Mesnevî, c.III., s.82

[110] Mesnevî, c.III., s.83.

[111] Sultan Veled, a.g.e., s.171.

[112] Arpaguş Safi, a.g.e., s.297.

[113] Mesnevî, c.II., s.416.

[114] Mesnevî, c.II., s.423.

[115] Kara Kerim, Karabaş Velî Hayatı, Fikirleri, Risâleleri, İnsan yayınları, İstanbul 2003, s.312.

[116] Sultan Veled, a.g.e., s.171.

[117] Mesnevî, c.III., s.233

[118] Aytekin Ülker, a.g.e., s.236.

[119] Mesnevî, c.II., s.361.

[120] Mesnevî, c.III., s.448.

[121] Kuşeyrî, s.220.

[122] Kuşeyrî, s.218.

[123] Mesnevî, c.III., s.478.

[124] Mesnevî, c.III., s.536.

[125] Hökelekli Hayati, Din Psikolojisi, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları,  Ankara 2003, s.321.

[126] Kuşeyrî, s.260.

[127] Güngör Erol, İslâm Tasavvufunun Meseleleri, Ötüken, II. baskı İstanbul 1987, s.146.

[128] Mesnevî, c.III., s.659.

[129] Sultan Veled, a.g.e., s.134.

[130] Şentürk Habil, İbâdetin Psikolojisi Hz. Peygamber Örneği, İz Yayıncılık, İstanbul 2000, s.43.

[131] Aydın Mehmet, Hz. Mevlânâ’nın Yaşadığı Devrin –Sosyal Yapısı-, Selçuk Üniversitesi 2. Millî Mevlânâ Kongresi (tebliğler), Konya 3-5 Mayıs 1986, s.281-282.

[132] Aktuna Yıldırım, Ruh Sağlığı Açısından Mevlânâ Düşüncesi, Selçuk Üniversitesi 1. Milletlerarası Mevlânâ Kongresi (tebliğler), Konya 3-5 Mayıs 1987, s.61.

[133] Mesnevî, c.III., s.478.