Mevlânâ’nın (ks) Gözüyle Velâyet Sultanları
Mevlânâ’nın (ks) Gözüyle Velâyet Sultanları
Prof. Dr. Kadir Özköse
Mevlânâ çağlar öncesinden bizlere seslenmekte ve “Fırsatı kaçırmadan ve şüphe etmeksizin bir velînin eteğine sarıl ki, âhir zamânın sonundaki fitnelerden kurtulasın.”1 hatırlatmasında bulunmaktadır. Mânâ erlerine yakınlık etrâfındakilere varlık kisvesi kazandırır. Mânâ erleri kendini Hakk katında güçlü kılan değerlerle sevdiklerini de mücehhez kılar. O nedenle Mevlânâ yükselişin sırrını Hakk erlerinin ayakları altında toprak olmakta görür.2
Velâyet gönülleri îmar ve ihyâ çabasıdır. Velâyet ilâhî kudrete mazhar olma nimetidir. Velâyet Allâh’ın kullarına Hakk nazarıyla bakma çabasıdır. Velâyet îmansız çorak gönülleri îman gülistanına dönüştürme ameliyesidir. Gönüllerin sultânı olmaya tâlip olanlar maddenin ve eşyânın tasallutundan kurtulmuş bahtiyarlardır. Velâyetin hakîkati tevhîdin hikmetine ermek, muvahhid kesilmek, mâsivâdan ilgiyi kesmek, Hakk’a boyun eğmektir. Velâyet sultanları sözlerini can kulağından gönül hânesine aktarabilen söz ustalarıdır.3
Velâyet ehlini zamânın İsrâfil’i mesâbesinde gören Mevlânâ (ks), mânen ölmüşlere İslâm yolunda canlılık kazandırdıklarını belirtir.4 Mevlânâ (ks) velâyet ehlini akılların aklı olarak görür. Velâyet ehlinin aklı göz ardı etmesi, aklın verilerinden uzaklaşması, düz mantıkla hareket etmesi, aklını putlaştırması ya da aklını dumûra uğratması söz konusu olmaz. Velâyet ehli aklın verilerini bir bütün olarak kullanmayı, akletmeyi, tefekkür sanatını, düşünce derinliğini, idrak bilincini gündeme taşıyan; bönlükten kurtulup firâsete ermeye, bağnazlıktan uzaklaşıp akıl sıçramasına dâvet eden isimlerdir.5 Üstün akıl ustaları olarak nitelediği velâyet ehlini Mevlânâ idrak düzeyleri yüksek, sıradan değil üstün akıl sâhipleri olarak niteler, kimin kime tâbi olması gerektiğini şu tesbitiyle ortaya koyar: İdrak düzeyi zayıf olanlar aklî melekeleri zirve şahsiyetlere uymalıdırlar. Üstün ve seçkin akıl sâhiplerinden kaçmak hayvanlık derekesine sürüklenmektir.6 Aklı mihenk taşı olarak gören Mevlânâ, din ehlinin kin ehlinden ayırt edilmesini ister ve Hakk ile oturanı aramamızı ve onlarla berâber oturmamızı ister.7 Benzeşme ve aynîleşme ilkesini eğitim metodu olarak ele alan Mevlânâ Hakk erlerini her fırsatta rol modeller olarak sunmuş, konunun ciddiyetini şu beyanı ile dile getirmiştir: “Yürü, çabucak kendine bir Allah dostu ara. Böyle yaparsan Allah senin dostun olur, yardımcın olur.”8
Mevlânâ’ya (ks) göre her devrin mânâ erleri birbirinden özeldir. Peygamber Efendimiz’den (sav) sonra her devirde Muhammedî nûru taşıyan Hakk erleri hep olagelmiştir. Peygamberin dâvâsı ulvî ve mübârek ama bir o kadar da zorludur. Peygamberler ağır imtihanları başarıyla kazanabilmiş Hakk dostlarıdır. Büyük dâvâlar büyük fedâkârlıklar gerektirir. Velâyet makâmı Peygamber Efendimiz’in (sav) onurlu duruşuna tâlip olmaktır. Velâyet makâmı Peygamber Efendimiz’in (sav) hem sîretine hem de sünnetine râm olmaktır. Sünnet-i seniyyeye uymayan bir kimsenin ne velâyetinden ne de kulluğundan bahsedilir. Mevlânâ’ya göre velâyet başkalarının ilgi odağı olmak değil, yaratılmışların yükünü hafifletmektir. Velâyet başkalarının kendisine dîvâne olmasını sağlamak değil Allâh’ın kullarına canla başla bizzat hizmet edebilmek, yaraları sarabilmek, yaratılmışlara şefkat kanadını germek, umut olmak ve güven verebilmektir. Allâh’ın has kullarına kem gözle bakanlar iflah olmazlar. Mevlânâ’ya göre velâyet soyla ve neseple olacak iş değildir. Peygamberin soyundan gelmek bir güzelliktir ama üstünlük vesîlesi değildir. Velâyet ehli olmak için seyyid veya şerif olmak şart değildir. Hz. Ali’nin (kv) mânevî makâmı kadar Hz. Ömer’in (ra) hakîkat dâvâsı da aynı ölçüde bir güzelliktir. Bel oğlu olmak değil yol oğlu olmak esastır.9
Tasavvufu baştan sona edeb yolculuğu olarak gören Mevlânâ (ks), Hakk dostlarıyla uygunsuz konuşmanın ne denli tiksindirici olduğunu dile getirir, Hakk’ın has kullarıyla edepsizce konuşmanın gönlü öldüreceğine dikkat çeker, amel defterini kapkara bir hâle koyacağını söyler, Allah (cc) erleriyle onlara karşı saygıda kusur etmeyecek boyutta iletişim kurulmasını ister.10
“Velî kimdir?” sorusuna Mevlânâ: “Sizi Allâh’ın huzûruna sevk eden mâneviyat yolcusudur” açıklamasını yapar. Huzûr-ı ilâhîde bulunduğumuzun şuurunu kazandıran mânâ erlerine velî adını verir. Allâh’ın velî kullarıyla hasbihal kişide Allah sevgisini artırır. İnsanı katreyken deryâya dönüştürür. Velîlerin farklılığı insanlık potansiyelini işlevsel hâle dönüştürebilme gücüdür.11 Allah yolunda olmanın ölçütü Allâh’ın sevdikleriyle berâberliktir. Allâh’a inananların Allah dâvâsına baş koyan hakîkat önderleriyle irtibâtı esastır. Velâyet insanı damıtılmış, arıtılmış ve sâfîleşmiş bir mü’min hâline dönüştürür. Velâyet ehli değil hilkat garibesi isimlerle düşüp kalkmak kişinin anlam haritasının kaybolmasına, şirâzesinin bozulmasına, mayasının ve cibilliyetinin tersyüz olmasına sebebiyet verir. Başkalarıyla insanlık hukûkuna yaraşır birliktelik esasken, Hakk dostlarıyla muhabbet ölçülerine yaraşır bir berâberlik esastır.12
Hakk dostlarının gönüllerini nazargâh-ı ilâhî olarak gören Mevlânâ Allah erlerine kem gözle bakanların iflah olmayacaklarını söyler. Allah dostlarının gönüllerinin mescidler hükmünde olduğunu söyler. Mescidlere gösterilmesi gereken saygının Allah dostlarından esirgenmemesi gerektiğini söyler. Mescidleri kul yapımı, gönülleri Hakk’ın eseri olarak görür. Allah dostlarına gösterilen ihtirâmı, onların sûretlerine değil sîretlerinde saklı bulunan Allah ismine hürmeten gösterilmesi gereken saygı olarak nitelemektedir.13 Gönül sultanlarının kapısında hizmetkâr olmayı dünyâ pâdişahlarının başına taç olmaktan daha evlâ görmektedir.14 Peygamber Efendimiz âlemlere rahmet olarak gönderildiği gibi Hakk dostları da yaşadıkları dönemde içerisinde yaşadıkları toplum için birer rahmet erleridir.15Mevlânâ Allâh’ın kuluna ondan aldıkları nisbetinde ihsanda bulunduğunu söyler ve evliyânın ağır imtihanları başarıyla geçerek ilâhî ihsâna nasıl erdiklerini şu sözüyle beyan kılar: “Allah, ne alırsa, ona karşılık olarak ihsanda bulunur. Velî bu sebeple Hakk’ın takdir buyurduğu bir şey için itirâz etmez.”16 Allâh’ın has kulları Allâh’ın ahlâkıyla ahlâklanırlar, muhataplarının ilâhî rahmete ermelerini sağlamak için kuşatıcı, kapsayıcı, şefkatli ve merhametli davranırlar.17
Velîleri mânâ güneşinin bekçileri olarak tanımlayan Mevlânâ (ks) evliyânın insanlığın hayrına adanmış bir ömür sürdüklerini, güneş ışıklarının her tarafı aydınlatması gibi velîlerin de herkese nazar eden bir bakışa sâhip olduklarını söylemektedir.18 İnsanlık kisvesinin gözdesi olarak nitelediği velîleri o, hakîkatte insanların kötü huylarını yeyip yok eden mânevî bir aslana benzetmektedir.19
Erlik vasfını cinsiyet ayrımı yaparak erkeklere tahsis etmenin yersizliğinden bahseden Mevlânâ, erlik makâmına erkekler kadar kadınlardan da ulaşmış bahtiyar mü’minlerin olduğunu söyler.20
Mevlânâ örneğindeki Hakk dostları, mevhum varlıklarını gerçek varlık içinde fânî kılmışlardır. İşte onların fânî oldukları Vücûd-ı Hakîkî bizler için varlık mayasıdır. Velîler insanlık mertebesinin zirve şahsiyetleridir. İnsân-ı kâmil olan velîler, ilâhî zât ve sıfatların mazharı oldukları için her türlü tecellî o mazhardan yansır.21 Evliyânın tesiri kalpleredir. Evliyâ benlik değişimini tamamlamış ve iç arkeoloji ile kendi bilinçaltındaki gizli potansiyeli ortaya çıkaran isimlerdir. Velîlerin ne sözleri ne de temiz nefesleri zamânın geçmesi ile bozulmaz ve çirkinleşmez. Ölüleri dirilten sûrun sesi evliyânın nefesinin ve sözlerinin aksidir. Velîlere âit ulvi sözlerin gönüllere olan tesirinden hayvanlık derecesinde kalmış insanların izâfî ruhlarına sûr üfleyişi gerçekleşir.22 Ölü konumunda bulunan bu mevhum şahsiyetler diriliş muştusuna bürünürler.23 İlâhî aşk şarabıyla kendilerinden geçip mest olan Hakk dostları, bizlere Allah aşkını kadeh kadeh sunmaktadırlar. Yok olacak kadar kendilerinden geçen bu erenlerin yokluğu, bizlere varlığın zevkini ve mânâsını tattırır. Onlar bütün güzel seslerin ve yüksek düşüncelerin kehribarlarıdır, bir mıknatıs gibi, sesleri ve düşünceleri kendi gönül mücevherlerine çekerler. Güzellikler orada toplanır. İlâhî sırlardaki lezzet, diğer susamış ruhlara bu kaynaktan dağılır.24 İlâhî aşk ve muhabbeti hissedip mânevî zevkle kendimizden geçtiğimiz zaman, o yüce zümrenin kalp ve akıllarından yansıyan feyizlere nâil oluruz. Bizler mevhum varlığımıza bağlı kaldıkça göremeyeceğimiz için Peygamberlerle velîlerin vâsıl oldukları gayb metrelerini ciddiye alamıyoruz. Eğer idrâk edecek olsaydık anlardık ki, zâhiren tanıyıp gördüğümüz bu maddî âlem, o gayb ve bâtın âleminin aksidir.25 Bu gerçeği Mevlânâ, “Ancak onlar seçkin azizlerdir ki nefesleri, Sur’un sesine yakındır. Gönülleri öyle bir gönül ki kalpler ondan sarhoş. Öyle bir yokluk ki varlık onlarla güzel! Her fikir ve sesin kehribarı (çekicisi); ilhâmın, vahyin ve sırrın kaynağı onlardır.”26 sözleriyle açıklamaktadır.
Söz veya müzik ağızdan çıkan her ses, havada biraz dalgalandıktan sonra yokluk deryâsında kaynar gider. O yokluk deryâsına batmayıp kısmen de olsa hayatta kalabilen sesler, büyüklerin sesleri ve sözleridir. Bâki de bu gerçeğe işâretle; “Bâkî kalan bu kubbede bir hoş sadâ imiş” demektedir. İşte o kubbe târih sayfalarıdır ki, oraya en güzel şekilde aksetmiş sedâlar dâimâ çınlar. Bugün bile okunduğuna göre Mevlânâ’nın sesi hâlen pâyidâr oluyor demektir.
Mesnevi’de “Tavşan arslana kuyuyu zindân etti. Tavşana mağlûb olan arslana ne ayıp!”27 diyen Mevlânâ, görünüşte halkın hürmetini kazanmış, fakat hakîkatte nefsânî sıfatlarla muttasıf zâhir ulemâsını arslana, görünüşte zayıf ama hakîkatte ilim ve irfan ehli olan evliyâyı tavşana benzetmektedir. Tavşan gibi görünüşü itibârı ile zayıf olan bir insan-ı kâmil, bir arslan gibi mehâbetli ve bâriz bir ihtişâma sâhip zâhir ulemâsına tasarrufta bulunmaktadır. Bu kadar ihtişamlı ve görkemli bir âlim taslaklarının sıradan bir dervişe yenilmesi şaşılacak şey değil mi? diye sormaktadır.28
Mevlânâ’ya göre Allâh’ın velî kulları, yaşadıkları zamânın ve çevrenin İsrâfil’idir. İnsanlığın diriltici ruhları, kurtuluş muştuları ve ilâhî hakîkatin yegâne öğreticileridirler. O kadar ki nice ölü ruhlar, vücut kabrinde ve ten kafesi içinde gömülmüş yatıyorlarken velîlerin sadâsını duyunca ölüm uykusundan uyanır, canlanır, kefenlerini yırtar ve ayağa kalkarlar. Gaflete düşmüş, küfre sapmış, gerçeği görememiş olanlar onların samîmî ve candan ifâdeleri ile kendi gerçekliklerinin farkına varır, doğru yolu bulmaya ve hidâyete ermeye başlarlar.
Duydukları sesi kendilerinden geçerek dinler, bu ilâhî mûsikînin kendilerini semâlara doğru kanatlandırdığını hisseder ve derler ki: “Velîlerin sedâları, diğer yaratılmışların seslerinden bambaşka bir mûsikîdir. Bu sesler, Allâh’ın sedâsına işârettir. Bunlar Hakk’ın sesleridir. Biz ki vücut pazarında ve yokluk kabristanında gömülmüş, ziyân olmuş ruhlardık. İşte Hakk’ın velîleri vâsıtasıyla bize Hakk’ın sesleri geldi. Ruhlarımızın kulağı bu sedâyı duyduğu içindir ki dirildik, kalktık ve onunla hayat bulduk.”
Allâh’ın emri; ister örtüsüz, ister örtülü olsun; kudretli emirdir ki dilerse Cebrâil (as) vâsıtasıyla Meryem’e ruh gönderir ve onun vücûduna üflenen bu ruhla Meryem’den Îsâ gibi bir nebî doğar. Vahiy ve ilhâmın perde arkasından elçi vâsıtasıyla nasıl geldiğini, Rabbânî buyrukların bize nasıl iletildiğini anlamak için bu zâhir akıl hiçbir zaman yeterli olamaz. Bunu tam anlamıyla idrâk edemez ve haberdâr olamaz. Bu nimetler sırf rûhânî hallerdir. Onlara vâkıf olabilmek ancak rûhânî isimlere lâyıktır.
Aynı büyük Allah, nefisleriyle maddî varlıklarını kendi yolunda yok edenlere seslenir. Allâh’ın vahiy ve ilhâmı hangi insanın kalbine verilirse o kalp büyük tecellîlere, doğru düşüncelere ve makbûl fikirlere ulaşır. Hayat ve saâdete nâil olur. Bu sesleniş ister vahiy gibi rûha ilham sûretiyle ister bir velîsi veya nebîsi vâsıtasıyla olsun, onlara buyurur ki:
“Ey benim yolumda mecâzî varlıklardan geçip hakîkatin dünyâsına adım atan dostlarım. Siz benim yakınlarımsınız. Bu dost sedâsını işitin. Sizler daha insan vücûdu içinde ve beşeriyet örtüsü altında iken bana bu kadar yakın oldunuz, ben sizi ebediyetle haşir neşir ettim. Mâdem ki kendiliğinizden yok oldunuz Benimle bâkî olup geri dönün ve size gelen, size yaklaşan öteki kullarımı uyandırın. Onlara bana kavuşmanın yolunu gösterin.”
Böyle sözler çok kere Hakk’ın kullarından birinin veya birkaçının ağzından duyulursa da aslında onlara söyleten Allah’tır. Allah öyle velîlerine; “Senin dilin, senin bakışın, senin hislerin, senin rızân, hışmın benim.” der.29
Allah (cc) Şûrâ, 42/51. âyet-i kerîmesinde şöyle buyurur: “Allâh’ın bir insanla konuşması, (yüz yüze değil) ancak (ya rüyâda veya kalbe ilham şeklindeki) bir vahiyle, yâhut bir perde arkasından yâhut bir elçi (melek) gönderip izniyle dilediğini vahyetmesi ile olur. Şüphesiz O, çok yücedir, mutlak hüküm ve hikmet sâhibidir.”30
İlk mesajları insanlığa benlik değişimini yaşatmak olan peygamberlerin yegâne vârisleri evliyâdır. Bu yönüyle evliyâ vaktin İsrâfil’idir. Onların nağmesiyle ölüler, yâni mânen ölmüş olanlar hayat bulurlar. Enbiyâ ve evliyânın derûnundaki bu nağme esâsen Allâh’ın sesidir. Bu sesin geliş yolları farklı olmasına rağmen, tesir ve amacı aynıdır. Dolayısıyla vahiy ve ilham arasında membaı ve kaynağı bakımından bir fark yoktur. Aynı kaynaktan gelen bu ilâhî nûrun mazharlarından biri enbiyâ diğeri ise evliyâdır. Evliyâ ve enbiyâda tecellî eden bu ilâhî nûrun işlevi de ortaktır. Her ikisi de İsrâfil gibi ölüleri diriltir ve insanlarda benlik değişimini gerçekleştirir.
Makâlemi Mevlânâ’nın ifâdeleriyle tamamlamak istiyorum: “Şunu bilmiş ol ki velîler, vaktin İsrâfilleridir. Ölüler, onların gönül nağmeleri ile dirilirler. Onların seslerini duyunca, her ölünün canı, kefene bürünmüş bir halde ten mezarından sıçrar, çıkar. O dirilip kalkan ölü, der ki: ‘Bu ses, diğer bütün seslerden bambaşka. Diriltmek, Allah sesinin yapacağı bir iştir. Biz ölmüş, tamamıyla çürümüş idik. Allâh’ın sesi geldi, hepimiz dirildik ve kalktık.’ Allâh’ın sesi, ister perde ardından gelsin, ister perdesiz gelsin… Kâmil insanın gönlüne, Hz. Meryem’in yakasından üflemek sûretiyle verilmiş feyzi ihsân eder.”31
Dipnotlar:
1 Mevlânâ Celâleddîn Rûmî, Mesnevî, çev. Veled İzbudak, haz. Abdülbaki Gölpınarlı, MEB Yayınları, Ankara 1998, c.I, beyit no: 424.
2 Mevlânâ, Mesnevî, c.I, beyit no: 436.
3 Mevlânâ, Mesnevî, c.I, beyit no: 1669-1678.
4 Mevlânâ, Mesnevî, c.I, beyit no: 1930.
5 Mevlânâ, Mesnevî, c.I, beyit no: 2497-2498.
6 Mevlânâ, Mesnevî, c.I, beyit no: 3320.
7 Mevlânâ, Mesnevî, c.I, beyit no: 3719.
8 Mevlânâ, Mesnevî, c.II, beyit no: 23.
9 Mevlânâ, Mesnevî, c.II, beyit no: 815-818.
10 Mevlânâ, Mesnevî, c.II, beyit no: 1740.
11 Mevlânâ, Mesnevî, c.II, beyit no: 2163-2165.
12 Mevlânâ, Mesnevî, c.II, beyit no: 2214-2217.
13 Mevlânâ, Mesnevî, c.II, beyit no: 3109-3113.
14 Mevlânâ, Mesnevî, c.III, beyit no: 640.
15 Mevlânâ, Mesnevî, c.III, beyit no: 1804.
16 Mevlânâ, Mesnevî, c.III, beyit no: 1872.
17 Mevlânâ, Mesnevî, c.III, beyit no: 2222-2224.
18 Mevlânâ, Mesnevî, c.III, beyit no: 3333.
19 Mevlânâ, Mesnevî, c.V, beyit no: 935.
20 Abdülbâki Gölpınarlı, Mevlânâ Celâleddîn Hayatı, Eserleri, Felsefesi, İnkılap Kitabevi, İstanbul 1999, 5.Baskı, s. 212.
21 Tâhiru’l-Mevlevî, Şerh-i Mesnevî, Selâm Yayınları, Konya 1963, c. IV, s. 1022.
22 İsmail Ankaravî, Mecmûatü’l-Letâif Metmûrâtü’l-Meârif: Şerhu’l-Mesnevî, Taşbasma, Basım yeri ve yılı yok. c. I, s. 420.
23 A. Avni Konuk, Mesnevî-i Şerîf Şerhi, Gelenek Yayıncılık, İstanbul 2004, c. II, s. 60.
24 Ankaravî, Şerhu’l-Mesnevî, c. I, s. 420; Rifai, Şerhli Mesnevî-i Şerif, s. 300.
25 Abidin Paşa, Mesnevi Şerhi, trc. Mehmet Sait Karaçorlu, İz Yayıncılık, İstanbul 2007, c. II, s. 67.
26 Mevlânâ, Mesnevî, c. I, b. 2079-2081.
27 Mevlânâ, Mesnevî, c. I, b. 1349.
28 A. Avni Konuk, Mesnevî-i Şerîf Şerhi, haz.: Selçuk Eraydın, Mustafa Tahralı, Gelenek Yayıncılık, İstanbul 2004, c. I, s. 412.
29 Rifai, Şerhli Mesnevî-i Şerif, s. 274.
30 Şûrậ, 42/51.
31 Mevlânâ, Mesnevî, çev. Veled İzbudak, c. I, b. 1930-1934.
https://yenidunyadergisi.com/blog/mevlananin-ks-gozuyle-velayet-sultanlari