Mevlâna’nın kedisi

A+
A-

Mevlâna’nın kedisi

Hepimiz perdenin bizim tarafına bakıyoruz. Mevlana’nın dediği gibi Deniz bizim için ölüm gibi görünür ama balıklar için bahçedir. Biz bahçemize bakalım.

Hakkı Öcal   LACİVERT DERGİ SAYI:63

Halide Edip Adıvar, önce İngilizcesini yazdığı Sinekli Bakkal’ı 1935’te yayınladığında, herkes o devrin en moda sorunu, “Doğu-Batı terkibinin nasıl bir formülle yapılacağı” meselesine Mevlâna ile cevap veriyordu.

Mevlevi Vehbi Dede, ne 11208 öncesi ne de sonrası siyasal şiddete yol açan devrimciliklerde görüyordu çözümü. Mesele siyasal formüllerle devrim yapmakta değildi: Ne Abdülhamid ne de Jön Türklerin genel siyasetlerindedir hata. Yanlış olan her ikisinin de ahlaksal sorunlarındadır.

Halide Edip’in düşünce zaviyesinden, Mevlevi dedesine göre siyasetçi, dünyayı iyilik ve kötülük olarak ikiye ayırmakta; kendi tarafını iyiler, karşı tarafı da kötüler olarak görmektedir.

Haklıdır da, Allah’ı, kitabı, peygamberi bir sofî penceresinden değil de geleneksel iyilik-kötülük, meleklik-şeytanlık geleneğinden görürsen, dünyada daima iyiler vardır; kötüler vardır. Allah iyidir; o hâlde neden kötülüklere izin vermektedir?

Halide Edip’in, Hristiyanlıkta bu sorunun cevabını alamadığı için dini terk etmiş, kilise tarafından aforoz edilmiş ve İtalya’yı terk ederek, Osmanlı İstanbul’una sığınmış olan müzik virtüözü Peregrini, İstanbul’da da sorusunun cevabını arar: Neden şeytan vardır? Vehbi Dede, tatlı tatlı gülerek, Mevlâna’da arar cevabı:

– Bence Şeytan ve Allah diye kâinatta iki kuvvet yoktur. Hepsi, her şey, tek bir hakikatin, tek bir kudretin görünüşü… İyi kötü, güzel çirkin, Allah, şeytan, bunlar icat edilen isimler. Hepsinin arkasında, kendi kendini halketmiş olan ve mütemadiyen halketmekte olan bir kudret var… O, o… kâinat denilen perdeye, gölgelerini aksettirmek için yaratmak fiilinde devam eden Hâlik… Adı Allah, Rab, ne olursa olsun. Nurunun en parlak en ezeli olduğu bir yer, sırrının makesi bir tek şey vardır: Aşk!

Nefs ilminden psikolojiye

Bir durdunuz; düşünüyor musunuz? Merak etmeyin, Halide Edip’in Peregrini üstadı da kolay ikna olmamıştır, heyecanla bağırır:

– Ya kinler, nefretler, boğuşmalar, didişmeler, vahşetler… Onları bir fenalık, Allahının eseri olarak kabul etmek lazım değil mi? – Hayır… Hepsi aynı nurun gölgeleri, hepsi aynı ilahî ressamın kullandığı başka başka boyalar…

Ben sadece hepimizi içine alan muazzam bir vahdetin parçası olduğuna iman ettim. Bundan ötesini perdenin bu tarafında kimse idrak edemez.

Edemez mi gerçekten? Bu sorudan önce şunu sormalı: Aristo’nun psikolojiye dair De Anima’sını Kitâbü’n-Nefs adıyla, (Parva Naturalia) çeviren ve genişleten Müslümanların, 700’lerden başlattıkları bilim bu kadar ilerlemiş, özellikle ruhbilimi almış başını gitmiş.

Freud’dan bu yana insanoğlu iyiyi kötüyü, artık sadece pozitivizm çerçevesinde tartışırken, bizim “ruhun mahiyetini, meleke ve fonksiyonlarını, ölümden sonraki durumu ile ruhu arındırmanın yollarını ve yöntemini” tartışıyor olmamızın anlamı var mı?

Peki, o zaman, Kuzey Amerika Psikoloji Derneği’nin her yıl düzenlediği bilimsel tartışma toplantısında konferans boyunca devam eden koca bir seans, neden spritüal arayışlar bahsine ayırt ediliyor? Böyle bir toplantıda ele alınan konuların sadece başlıklarına bakınca şunları görüyoruz:

– Ölüme bağlı travmalarla başa çıkma yolları ve “Aşkın Varlık” tavsiyesi.

– Çaresizlik hissine karşı çözüm arayışlarında öz-farkındalık çözümleri

– Karakter, duygu, motif ve arzu bilinçlerinin gelişmesini ilişkin yollar

Şimdi her biri 150 dolar değerindeki bu terimlerin her birine ilişkin iyi bir kendini geliştirme konuşması veya makale okuduğunuzda vardığınız noktanın kendinizden ve sizin gibi ölümcül insanların ötesinde bir varlıktan söz edildiği oluyor.

Neden? Çünkü psikoloji veya klasik muadili ile “ilm-ün nefs” (Nefs ilmi, öze ilişkin bilim) nereye giderse gitsin, insandan ve onun sorunlarından başka bir kapıya çıkıyor mu?

1200’lerden çağımızın sorunlarına çözüm

Mevlâna, belki o yazarın, bu şairin, mesela yukarıda Halide Edip’in aktardığı (ve hatta karikatürize ettiği) şekilde ele alınmamalı.

Peki! Ama travmalarımızla başa çıkmada, içimizdeki iyi-kötü kavgasında, hangi dile çevrilmiş olursa olsun, bir insanın şiiri, sözü, bir masala yazdığı hisseli ifade 1200 yılından beri, çok düşünene, az düşünene, derin düşünene, yüzeysel düşünene, tedavi sağlıyorsa, o kişinin çağımızın arayışlarına çözüm üretebildiğini kabul etmek zorunda değil miyiz?

ABD’de idik; aileden Yahudi, ama şahsen ateist bir iş arkadaşım, Nazi Almanya’sından hem de Auschwitz ölüm kampından hem de son gün kurtulmuş, ikinci hayatında yeniden evlenmiş ve kendisine hayat vermiş babacığını kaybetti. Hem de ne kaybediş! Kaldığı yaşlılar evinde asansörün halatı koptu.

“Böyle acı çekmiş bir insanın başına böyle bir kötü şey nasıl gelir? Ne olurdu birkaç zaman daha yaşasa idi? O da herkes gibi rahat bir şekilde ruhunu temsil etseydi? Onu tekrar Polonya’ya götürecektim. Tam rahata erecekti…”

Dostum bu minval üzere, yakındı da yakındı. Tanrı inancı kalmamıştı ki eski havrasına gitsin! Devirmediği kitap kalmadı, “İyi bir Tanrı varken, nasıl kötülük hâlâ var olabilir? Tanrı varsa, acı ve ıstırap nasıl var olabilir?” Google’a baktı; Wikipedia’lar devirdi. Ama aradığı cevabı ve huzuru bulamadı. Bir gün birisi ona Rumi’yi okumasını öneriyor.

ABD’de Rumi, kısaca Mevlâna Celaleddin demek. Mesnevî’den yapılan seçkilerden oluşan bir kitap bulup, alıyor. Hafta sonunu kitapla geçiriyor. Okuyor demiyorum; kitapla yatıyor ve kalkıyor. Hafta sonunu zor bela ediyor ve ofise koşuyor elinde kitap.

Kedinin söylediği

Mevlâna diyor ki:

“Zıddı olmadan hiçbir şey bilinemez. Şimdi tokadı yedin, artık okşama nedir bilirsin.” Arkadaş burada bırakamadı tabii, okudu da okudu devamını. “Allah kalp ağrısını yarattı ki, kalp huzurunu bilesin!” dedi Mevlâna ona tercümelerin arkasından.

“Allah’ın indinde hâkimin cübbesi ile idam mahkûmunun beyaz kefenliği aynıdır. Onlara başka anlamları insanlar verir” sözünü çözebilmesi onun için de benim için de epey bir zaman aldı; ama sonunda “mutlak iyi” kavramını orasından burasından anladık.

Bu hikâyeyi Mevlâna’dan anlayacağını tahmin ettiğim bir dostuma anlattım. O da kısa bir süre sonra rahmet-i Rahman’a kavuşan dostu Cavit Yıldırım’a aktarıyor. Kısa bir süre sonra Cavit Yıldırım bana Mevlâna’nın Kedisi adlı kitabını yolluyor ve arkadaşıma derhal bir kedi edinmesini tavsiye etmemi bildiriyordu.

Meğer Mevlâna hazretleri, büyük acılara duçar olanlara kedi veya köpek edinmelerini tavsiye edermiş.

Elbette Mevlâna’nın da kendi kedisi varmış. Bir gün medresede gezindiği sırada kedi, Mevlâna’nın yolunu kesiyor ve kendisini parçalarcasına miyavlamaya, feryada başlıyor. Ne yapsa da sakinleştiremiyor kediyi. Hazret, kardeşlerine soruyor:

– Bu kedinin ne dediğini anlıyormusunuz?

Hazır bulunanlar “Hayır” diyorlar. Bunun üzerine Mevlâna diyor ki:

– Bu kedi, “Sen yakında berzah âlemine göç edeceksin. O zaman ben ne yapacağım” diye soruyor. Nitekim Mevlâna kısa zaman sonra ebedi âleme göçüyor; arkasından yedi gün sonra kedi de ölüyor. Rahmetli Cavit Yıldırım’ın kitabına göre Mevlâna’nın kızı Melike Hatun, kediyi, Mevlâna ile aynı bahçeye defnediyor.

Mevlâna’nın kedisi, 800 yıl sonra 21’inci yüzyılın ilk günlerinde ta Maryland’da bir ateiste, kendinden yüce, kendisinden aşkın bir güce inancı öğretti. Nasıl?

Halide Edip’in Vehbi dedesi ne demişti:

– Hepimizi içine alan muazzam bir vahdetin parçasıyız. Bundan ötesini perdenin bu tarafında kimse idrak edemez.

Hepimiz perdenin bizim tarafına bakıyoruz. Mevlâna’nın dediği gibi deniz bizim için ölüm gibi görünür ama balıklar için bahçedir. Biz bahçemize bakalım.

LACİVERT DERGİ .