MEVLÂNÂ’NIN KADINA BAKIŞI – Mehmet DEMİRCİ
MEVLÂNÂ’NIN KADINA BAKIŞI
Prof.Dr. Mehmet DEMİRCİ
Müslüman toplumlarda târih boyunca kadının konumunu belirleyen unsurlar şunlardır: Dinî kurallar, sosyal, siyasî ve etnik çevre ve İslâm öncesinden gelen kültür mirası. Bu sebeple İslâm dünyasında, kadının her yerde ve her dönemde aynı konumda ve durumda olduğu söylenemez.
Kur’an-ı Kerim’de kadının gerek yaratılış, gerekse hak ve sorumluluklar yönünden erkekle müsâvi konumda olduğu görülür. Kadın, Allah’ın kulu olması bakımından erkekle eşit seviyededir. Dinî hak ve sorumlulukları da aynı düzeydedir. Hz. Peygamber’in kadınlara yönelik söz ve uygulamaları da benzer çerçevededir.[1]
Hz. Peygamber 25 yıl boyunca Hz. Hatice ile tek eşli olarak yaşadı. O da kendisini daima destekledi, ona teselli kucağını açtı. Sonraki eşi Ayşe, kızı Fatma, hem sağlıklarında, hem de sonraları toplumda çok seçkin bir yere sahip oldular.[2] Onlar “ümmü’l-mü’minîndirler.
Ne yazık ki İslâm toplumlarındaki uygulamalar her zaman bu çizgide devam etmedi. Hz. Peygamber’den sonraki dönemlerde kadının mevkii geriledi. Kökleşmiş ataerkil aile anlayışı ve erkek egemen tavır, kadın haklarını kısıtladı. Sıhhati şüpheli bazı hadisler yaygınlık kazandı. Naslar bu istikamette yorumlandı.[3]
Tasavvuf ve kadın
Tasavvuf çevrelerinde ise kadının yeri, başka alanlarda olduğundan daha ileri seviyededir. İlk önemli kadın eren Rabia-i Adeviye’nin ismi bir sembol haline geldi. O, bu alanda tek örnek değildir.[4]
“Bana dünyadan üç şey sevdirildi: Güzel koku, kadınlar ve gözümün nûru olan namaz.”[5] hadisi, tasavvuf muhîtinde daha çok tanındı, revaç buldu ve zengin yorumlarla iz bıraktı.[6]
Bilindiği gibi tasavvuf düşüncesine göre, her şey Cenab-ı Hakk’ın isim ve sıfatlarının tecellisidir. Bu durumda erkeklik-dişilik gibi bir ayırım izafi kalır. İnsan olarak her iki cins en azından müsavi olmak gerekir.
Kadının da erkeğin de kemâle ermesi asıl hedeftir. Bir kıyaslama olacaksa bunun ölçüsü “kemal”dir. Kâmil bir kadın nâkıs bir erkekten elbette üstündür. Kural herkes için geçerlidir; ilâhî beyan şöyledir: “Allah katında en değerliniz, en müttaki olanınızdır” (Hucurat, 49/13).
Tasavvuf hayatı duygu yoğunlukludur. Genel olarak kadınlar daha duygusal bir yapıya sahiptir. Bu durum tasavvufla kadın arasında ortak bir payda, ortak bir zemin sayılır. Bu sebeple İslâm dünyasında, başka dallardan çok sufilik kadın nev’inin gelişmesine elverişlidir denebilir.
Sufilerin hayat hikâyelerinde “ana”lar mühim yer tutar. Menkıbelere göre bir çok velinin annesi, daha hâmileliğinden itibaren dindarca ve müttaki yaşamaya önem vermiştir. Çocuklarına abdestsiz süt emzirmemeye dikkat etmişlerdir.
Abdülkadir Geylani’nin annesi, ne pahasına olursa olsun yalan söylememesi konusunda kendisine tenbihte bulunmuştur. Muhyiddin İbn Arabi’nin manevi hayatında, Fatıma isimli ermiş bir kadının yeri mühimdir. Ona göre “Ebdâl” (Kırklar) arasında kadınlar da vardır.[7]
Erzurumlu İbrahim Hakkı (1703-1780)’nın İstanbul seyahatleri sırasında eşi Zeliha’ya yazdığı sevgi ve hasret yüklü mektuplar ilgi çekicidir.[8]
Son dönem mürşidlerinden K. Rifai’de, manevi kıvılcımları ilk çaktıran kimse annesi Hatice Cenan sultandır. Annesi onun ilk mürşididir. K. Rifai’ye göre: “Fikir, his ve iman alışverişinde, kadın erkekten daha müsait bir araç, daha verimli bir zemindir.”[9]
Bütün bunlara rağmen şu bir gerçektir:
Tarih içinde hemen her toplumda kadın konusunda farklı değerlendirmeler yapılmıştır. Erkek egemen bir tavrın yaygınlığı açıktır. Buna tepki olarak doğan feminist cereyanların bazı zorlama düşünceler ileri sürdüğü de bir gerçektir.
Bütün bunların ötesinde, soğukkanlılıkla meseleye bakacak olursak şunu görürüz: Kadın, yaratıkların en üstünü olan insan nev’inin bir örneğidir. Tıpkı erkekte olduğu gibi, onun da meziyetleri ve zaafları vardır. Yapı olarak genellikle duygusal tarafı ağır bastığından, bu meziyet ve zaafları daha belirgin şekilde ortaya çıkar.
Mevlânâ’da kadın
Hz. Mevlânâ’nın kadına bakışına gelince; onda tasavvuf düşüncesindeki kadına olumlu yaklaşımın ağır bastığı açıktır. Gölpınarlı’nın belirttiği gibi, Mevlana’nın zaman zaman “kadınları daima erkekten aşağı gören ortodoks düşünceye teması, ancak bir gelenekten, herkesin söylediği sözü icap ettiği için tekrarlamaktan başka bir şey değildir.”[10] Bu tutum, realist oluşuyla da ilgilidir. Evet, kadın bir şeytan değildir, ama o, bir melek de değildir. Her insan gibi olumlu ve olumsuz örneklere sahiptir; kişi bazında da bazan iyi bazan kötü davranışlar sergileyebilir. Ne ki Mevlana’da kadınla ilgili olumlu unsurların daha çok öne çıktığı görülür.
Kendisinin mutlu bir evlilik hayatı olmuştur. Buna rağmen Fîhi Mâfîh’in bir yerinde evlilik hakkında olumsuz ifadelere yer verir. Ona göre kadınlarla birlikte yaşamak çok sabır gerektirir. Bu beraberlik insanın kendisini iyileştirip olgunlaştırması için bir vasıtadır. Tıpkı elleri kirden temizlemek için bir havluyla silmek gibidir. Hayatta asıl olan, evlilik ve onun zahmetine katlanmaktır. Ama buna güç yetiremiyecek olanlar, Hz. İsa gibi bekârlığı tercih edebilirler.[11]
Mesnevi’deki Şeyh Harakanî (ö.425/1033)hikâyesi ilgi çekicidir: Bir mürîdi bu şeyhi ziyaret için binbir sıkıntıya katlanıp gelir. Kapıyı şeyhin karısı açar ve kocası hakkında fevkalâde kötü sözler eder. Onun bir sahtekâr ve riyakâr olduğunu söyler. Çok üzülen mürid ayrılır, ormanda Harakani’yi aramaya koyulur. Nihayet onu bulur. Harakanî bir arslan üzerine binmiş ve elinde kamçı olarak bir yılanı tutmaktadır. Der ki: “Ben sabredip bu kadının yükünü çekmeseydim, arslan benim yükümü çeker miydi?”[12]
Aynı durum kadın için de söz konusudur (Men sabera zafera).
A’râbi’nin karısı hikâyesinde de yoksulluktan müştekî olan bir kadının dırdırını tasvir eder.[13] Hikâyenin sonunda iş tatlıya bağlanırsa da, yer yer kavga şiddetlenir, koca: “Ey kadın, kavgadan çekişmeden vazgeç, vazgeçmeyeceksen benden vazgeç!” der. “Susarsan ne âlâ! Yoksa şu dakikada evi barkı terk ederim” noktasına kadar gelir.[14] Bu arada ağlamaya başlayan kadın için şu hakîmane söze yer verir: “Göz yaşı kadının tuzağıdır.” Hikâyenin devamındaki şu ifadeler ne kadar beşerî tasvirlerdir:
“Ağlamadan bile gönül çekici olan kadının, göz yaşı ve âh ü vâhı hadden aşınca; gözyaşı yağmurundan bir şimşek çakıp o merd-i vâhidin kalbine bir kıvılcım sıçradı.
Güzel yüzüyle erkeği esir eden kadın, kendine bendelik süsü verince hal ne olur?
Azametinden yüreğini oynatan, kibrinden seni tir tir titreten o, gözünün önünde ağlamaya başlarsa ne hâle gelirsin?
İstiğnâsı ile gönülleri kanatan o güzel, işi yalvarmaya dökerse ne hâle girersin?
Cevr ü cefâsının tuzağına düşürmüş o dilber özür dilemeye kalkışırsa ya bizim özrümüz ne olabilir?
Allah (Züyyine linnâs..)[15] hükmünce kadının muhabbeti ile insanı tezyin etmiştir. Hakk’ın bu tertîbinden insanlar nasıl kaçabilir?
Zira Allah kadını erkeğin sükûn ve teselli bulması için yarattı. Bunun için Adem Havva’dan nasıl ayrılabilir?
Bir kimse yiğitlikte Zaloğlu Rüstem bile olsa, ya da Hamza’dan bile ileri geçse, ferman dinlemek hususunda yine de karısının esiridir.
Sözlerine cümle alemin mest olduğu Hz. Muhammed bile: “Kellimînî yâ Hümeyrâ” derdi (Bana bir şeyler söyle ey Hümeyrâ).
*
Hz. Mevlânâ bu noktadan itibaren beşerî-maddî âlemin üstüne çıkıp metafizik dünyaya adım atar. Önce sembollere başvurur; erkeği suya, kadını ateşe benzeterek der ki:
“Her ne kadar su ateşe galip ve baskın ise de, bir kabın içindeyken ateş o suyu kaynatır.
Ne vakit bir kap ikisinin arasına girse (ateş) o suyu havaya çevirip yok eder.
Zâhiren su ateşe galip olduğu gibi, sen de kadına hâkim isen de bâtınen kadına hem mağlûp hem de tâlipsin!
Böyle bir hususiyet ancak insanda vardır. Hayvandaki muhabbet duygusu eksiktir. Bu da hayvanın insandan aşağı olmasından ileri gelir.
Resûlüllah Efendimiz: “Kadınlar, âkıller ve gönül sâhipleri üzerine galiptir” dedi.
Diğer taraftan câhiller kadına galiptir, çünkü onlar sert ve kaba muâmeleli olurlar.
Câhillerde rikkat, lutuf, muhabbet azdır. Çünkü tabiatlarında hayvanlık galiptir
Muhabbet ve rikkat insanî sıfatlardır. Gazap ve şehvet ise hayvanî sıfatlardır.”
Ve yüce Mevlânâ son noktayı koyar:
“Kadın Hakk’ın nûrudur, sâdece sevgili değil, sanki hâliktır, mahlûk değil.”[16]
İşte kadının gerçek değeri buradan gelir. O, Allah’ın yaratıcı kudretinden vasıflar taşımaktadır. Hayâtın devamlılığında büyük vazife görmekte, böylece ilâhî faaliyet ve tecellînin aziz bir rüknü olmaktadır. Belli bir irfan seviyesine varanlara göre: “Kadına muhabbet, onların vücutları aynasında Cenab-ı Hakk’ı müşahede edebilmektendir.” Mâneviyat âlemlerinde mesafe kat etmiş erkeğin kadına sevgisi, bir bakıma onun vasıtasıyla ilahî güzelliğin vuslatını dilemek manâsı taşır.[17]
*
Kadını Hakk’ın nûru olarak gören ve yaratıcı vasfına vurgu yapan Mevlânâ kadın-erkek denkliğine, her bakımdan bunların birbirini tamamlayıcı olduklarına, dolayısıyla tek kalınca ikisinin de eksik ve yarım olacağına işaret eder. Şu benzetme ne hoştur:
“Âlemde her cüz’ muhakkak kendi çiftini ister. Kehrüba nasıl saman çöpünü çekerse her cüz’ muhakkak kendi çiftini çeker”
Gökyüzü yere “Merhaba” der, “demirle mıknatıs nasılsa ben de seninle öyleyim”
Gökyüzü aklen erkektir, yer kadın. Onun verdiğini bu besler yetiştirir.
Yerin harareti kalmadı mı gök hararet yollar, rutubeti bitti mi rutubet verir.
Bu yeryüzü, hanımlıklar etmekte, doğurduğu çocukları emzirip yetiştirmektedir.
Şu halde yerle göğün de aklı var, böyle bil. Çünkü akıllıların işlerini işliyorlar.
Yer olmasa güller, erguvanlar nasıl biter, gökyüzünün suyu, harareti olmasa yerden ne hâsıl olur?
Dişinin erkeğe meyli ikisinin de işi tamamlansın diyedir.
Bu birlikte âlem baka bulsun diye Tanrı erkekle kadına da birbirlerine karşı meyil verdi.
Gece de böylece gündüzle sarmaş dolaş olmuştur. Geceyle gündüz suretâ birbirine aykırıdır, ama hakikatte birdir.[18]
*
A’râbî hikâyesine Mevlânâ kendisi yorum getirir: “Bu karı kocadan maksat nefis ve akıldır. İyiyi de kötüyü de ayırt etmek için bunların ikisi de çok lazımdır.”Bu ikisi (akıl ve nefis) şu toprak evde (yani bedende) gece gündüz cenk ve cidaldedir.”[19]
Başka bir hikâyede şu benzetme yapılır: “Aklı erkek bil, nefsi ve tamahı kadın” Bunlardan biri nûra öteki karanlığa götürür. Fakat ruh doğru yolu bulunca nefisle akıl birbirini destekleyerek, hep birlikte hakîkate, nûra kavuşurlar. Bu durum her iki cins için geçerlidir.[20]
*
Düşünce dünyasında böyle olan Hz. Mevlana’nın gündelik hayatına, tavır ve uygulamalarına bakarsak, kadınlara karşı çok daha sevecen ve anlayışlı olduğunu görürüz.
Mevlana tek eşli bir evlilik hayatı yaşadı. Eşinin ölümünden sonra bir kadın daha aldı, kendisi ondan önce vefat etti. Evinde ayrıca câriye kullanmadı.[21] Evlilik kurumuna bakışını oğlu Sultan Veled’e evleneceği sırada yaptığı şu tavsiyelerde görebiliriz. Eşi olacak Fatma Hatun’la evliliği esnasında oğluna şunları yazar: “Allah için yüzümüzü ak etmek istersen, onun hatırını aziz, ancak pek aziz tut; onunla her günü ilk gün, her geceyi gerdek gecesi say. Hani bir gün Hz. Peygamber kızı Fatma’yı hoş tutması için Hz. Ali’ye: “Fatma benim bedenimin bir parçasıdır” buyurmuştu ya. Eşin için sen de böyle düşün..”[22]
Mevlana’nın kadınlarla ünsiyetinin çok ileri seviyede olduğu görülür. Bu kadınlar hem yüksek tabakaya mensup ailelerden hem de sıradan halk içindendir. Eflâki’nin Menâkıb’ında, ilk gruptakilerden bir kısmı ismen zikredilir.[23] Bu eserde Mevlana hakkında bir çok kadından rivayetler yer alır. Mevlana’nın asıl ilgi gösterdiği kadınlar ise, halk tabakasından idi. Onlar Mevlana’yı severler, toplantılar yapıp onu evlerine çağırırlardı. İrşad için onlara gider, gelince üstüne güller saçarlardı. Gölpınarlı’nın beyanına göre onunla birlikte sema ederlerdi.
Eflaki’deki şu rivayette Mevlana’nın kadındaki insanlık cevherine saygı duyarak aldığı güzel sonucun örneğini görürüz: O, insanların hakir gördüğü bir fahişe kadının ve maiyetindekilerin, kendisine saygı gösterisinde bulunmaları üzerine, onlara gönül alıcı sözler söyleyerek, tövbe edip düzgün bir hayata dönmelerini sağlamıştır.[24]
Schimmel, Kur’an’daki Belkıs-Süleyman kıssasına dikkati çeker. Sadece Mevlana’nın bu konuyu Hz. Süleyman’la Belkıs arasında cereyan eden romantik duygular ve aşk zemininde[25] derinlemesine ele aldığını belirtir.[26]
*
İnsan psikolojisini iyi bilen Mevlânâ, kadın ruhunun inceliklerine dikkati çeker. Aşırı baskıların ters tepeceğini hatırlatır. Fihi Mafih’te kadının zorla örtülmesi konusunda hoş bir örnek vardır:
“Kadın nedir?.. Sen nasıl bakarsan bak, ne söylersen söyle, o neyse odur. Kendi bildiğinden şaşmaz; belki çok söylemekle daha beter olur.”
“Kadına karşı: “Kendini sakla, örtün!” diye ne kadar aşırı gidersen, onda kendini gösterme arzusu o nisbette fazlalaşır. Halkta da, gizlendiğinden dolayı, o kadını görme eğilimi o kadar ziyadeleşir. Şu halde sen oturmuş, iki tarafın da görmek ve görülmek arzusunu ve isteğini artırıyorsun.
“Meselâ bir ekmek alsan, kotuğuyun altına koyup, onu herkesten saklayarak desen ki: “Bunu hiç kimseye vermeyeceğim, hattâ hiç kimseye göstermeyeceğim bile!..” Her yerde ekmek bolluğuna rağmen, sakladığın o ekmeği görebilmek için insanlar senin peşini bırakmazlar ve: “Biz o sakladığını mutlaka görmek isteriz!”diye, tuttururlar. Çünkü “İnsanlar yasaklandıkları şeye karşı aşırı istekli olurlar.”
Ayrıca eğer o kadının özünde kötü iş yapmama eğilimi varsa, sen mâni olsan da olmasan da; o, güzel yaradılışına, temiz ve iyi huyuna uyacaktır. Müsterih ol ve gönlünü bulandırma. Eğer durum bunun aksine ise, o yine kendi bildiği yolda, yaradılışına uygun şekilde hareket edecektir. Ona engel olmaya çalışmak, isteğinin şiddetini artırmaktan başka bir şeye yaramaz.”[27]
*
Sonuç: Hz. Mevlana hayatın içinde, ayakları yere basan, gerçekçi bir insandır. Beşerî yönüyle kadını ele alırken, onu meziyetleri ve zaaflarıyla olduğu gibi değerlendirir. Kendisi tek eşli ve mutlu bir aile hayatı sürdürdü. Her sınıftan kadınla ülfet ve ünsiyeti oldu. Onlarla sâfiyet ve samimiyet içinde ilgilendi. Öte yandan metafizik açıdan ve hakikat gözüyle bakınca kadını alabildiğine tebcil eder. Yaratıcılık ve doğurganlık özelliği dolayısıyla o sanki tanrısal bir vasfa sahiptir. Mevlana kadını “Hakk’ın nûru” olarak niteler.
[1] Bk. M. Akif Aydın, “Kadın”, Diyanet İslâm Ansiklopedisi (DİA), c.24, s. 86-87.
[2] Annemarie Schimmel, Ruhum Bir Kadındır, çev. Ö. Enis Akbulut, s.25, İz yayıncılık, İstanbul, 1999
[3] M. Akif Aydın, DİA, aynı yer
[4] A. Schimmel, Tasavvufun Boyutları, çev. Ender Gürol, s. 363, Adam yayıncılık, İstanbul, 1982.
[5] Nesâî, Işretü’n-n-Nisâ, 1.
[6] “Allah, insan için yine insan sureti üzere başka bir şahsı üretti, ona da kadın adını verdi. Kadın kendi sureti üzere zahir olunca ona muştak oldu. Bu hal bir şeyin kendi nefsine iştiyak duymasıdır. Kadının erkeğe vurgunluğu da bir şeyin kendi yurduna düşkünlüğüdür. Şu izahımıza göre insana kadın sevdirildi, çünkü Allah bizzat kendi sureti üzere halk ettiğ, kimseye muhabbet gösterdi. (…) Allah kendi sureti üzere olan kimseyi sevmekle beraber ona da kadını sevdirdi. O halde erkeğin muhabbeti hem kendi parçası olan kadına karşı hem de kendisini yaratan Hakk’a karşı oldu. İşte bunun için Hz. Muhammed (as) ‘Bana kadın sevdirildi’ buyurdu.” İbn Arabi, Fusûsu’l-Hıkem, çev. Nuri Gencosman, s.313, (Muhammed fassı), İstanbul, 1952.
[7] Bk. Nihat Keklik, el-Fütuhatü’l-Mekkiyye, c. II, bölüm B, s.442, İÜ Ed.F. yayını, İstanbul 1980.
[8] Bk. Amil Çelebioğlu, Erzurumlu İbrahim Hakkı, Kültür b. Yayını, Ankara, 1988, s. 50-51. “İzzetli, muhabbetli, hakikatli, şefkatli, güzel yüzlü, şirin sözlü, melek huylu, nazik elli, ince belli, oğlum annesi, gönlüm cânanesi, inci tanesi hatunum. (…) Benim nazlı aşığım, senin için yollarda ve İstanbul’da besteler yazıyorum, öğreniyorum ki, inşaallah gelende seninle ses sese verelim de çok türlü besteler, güzel güzel kitaplar okuyalım. Allah Taala’ya aşık olalım, safalar edelim.(…) Bir küçük kadın gördüm, hemen sana benzettim. Selam sabah ettim. Sesi dahi sana benzerdi. Senin hatırın için sokak ortasında ona yarenlik edip ahvalini sordum. Bir ihtiyar kocası varmış zindanda. Ona ekmek götürmüş. On kuruş borcunu verip onu halas edip sevabını sana bağışladım.”
[9] Bk. Sâmiha Ayverdi ve arkadaşları, Ken’an Rifai ve yirminci asrın ışığında Müslümanlık, s. 17 ve 244, Kubbealtı neşriyatı, İstanbul, 2003.
[10] Abdülbaki Gölpıınarlı, Mevlâna Celâleddin, s. 213, İnkılâp Kitabevi, İstanbul, 1959
[11] Bk. Mevlana, Fihi Mâfih, çev. A.Avni Konuk, (S.Eraydın neşri) s. 81-82, İz yayıncılık, İstanbul, 1994; Schimmel, Ruhum Bir Kadındır, s. 78.
[12] Mesnevi, c. IV, beyit: 2044-2145. Aynı olayı Attar, Harakani’yi ziyârete gelenin Ebû Ali İbn Sînâ (428/1037) olduğu şeklinde anlatır. Bk. Tezkiretül’Evliyâ, çev. S. Uludağ, s. 700, İstanbul, 1985.
[13] Mesnevi, I, 22120
[14] Mesnevi, I, 2430.
[15] Âl-i Imran sûresi 14. âyet: “Kadınlara, oğullara, kantar kantar altın ve gümüşe, cins atlar ve develere, ekinlere karşı aşırı sevgi beslemek, insanlara hoş göründü. Bunlar dünyâ hayâtının nîmetleridir. Oysa varılacak en güzel yer Allah katındadır.”
[16] Mesnevi, I, 2420-2437; Ken’an Rifai, Şerhli Mesnevi-i Şerif, s. 346, beyit: 2455-2574, Kubbealtı neşriyatı, İstanbul, 2000.
[17] Bk. Ken’an Rifai, Şerhli Mesnevi-i Şerif, s. 350,
[18] Mesnevi, III, 4402-4418.
[19] Mesnevi, I, 2616-18; K. Rifai şerhi, b. 2656-58.
[20] K. Rifai şerhi, s. 425.
[21] Abdülbaki Gölpınarlı, Mevlana Celâleddin, s. 213.
[22] Mevlana, Mektuplar, çev. Abdülbaki Gölpınarlı, s.14,İnkılap ve Aka Kitabevi, İstanbul, 1963.
[23] Bk. Schimmel, age, s. 47.
[24] Bak. Eflaki, Ariflerin Menkıbeleri, çev Tahsin Yazıcı, I, 537, MEB yayını, İstanbul, 1964.
[25] Mesnevi, IV, b. 859 vd.
[26] Schimmel, age, 62-63.
[27] Bk. Mevlana, Fîhi Mâfîh, çev. Meliha Tarıkahya, s.114-118, MEB yayını, İstanbul, 1958; aynı eser, A.Avni Konuk terc. hazırlayan: Selçuk Eraydın, s. 81-83, İz yayıncılık, İstanbul, 1994.